|
|
|
27 Temmuz 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : SEZON FİNALİ!... |
Müdüriyetten Önemli Duyuru
Kahve Molası olağan yaz tatili nedeniyle 3 Eylül 2007 Pazartesi gününe kadar yayınlanmayacaktır. 3 Eylül'de yine, yeniden buluşmak üzere hoşçakalın.
Merhabalar,
Muhalif olunca, hele bir de muhalif olduklarınız seçimde zirve yapınca, ister istemez aykırı bir duruma düşüyorsunuz. Kimi zaman isyan ediyor ama genellikle mutedil dalgalı bir karakter sergiliyorsunuz. Bunun nedeni aldığınız birbirine benzemez mesajlar oluyor haliyle. Önce laf yetiştirme telaşıyla ipe sapa gelmez şeyler söylüyorsunuz sonra pişman olup yüzünüze su çarpıyorsunuz. Dün de sürdü bu eposta trafiği. Ama günün mesajı aldığım tek cümlelik eposta idi. Şöyle diyordu sevgili dostum; "hükümeti olumsuz yönde eleştirmekten yorulmadınız mı?" Bana göre son zamanların en favori sorusu. Gel de buna cevap ver şimdi. Birkaç cümlelik kibar bir cevabı kendisine gönderdim göndermesine de, en geniş haliyle yazmaya kalksaydım ne yazardım diye de düşünüp durdum.
Yaşanılan bunca olayın, atışmanın, erken seçimin, velhasıl her türlü problemin cevabı bu soruya verilecek cevapta sanıyorum. Öyle ya, nedir yani, iki kişiden birinin oy verdiği bir partiden nefret de dahil olmak üzere bir sürü olumsuz duygu ile yazılar yazmak, muhalefet yapmak bir psikolojik hastalık olarak değerlendirilemez mi? Değerlendirilir diyenler olacaktır kuşkusuz ama ben farklı taraftayım. Duygularımın hastalıklı değil tam aksine sağlıklı bir beynin ürünü olduğunu düşünmekteyim. O zaman isterseniz bir miktar Tayyip Bey, AKP ve temsil ettiğini söyleyegeldiğim zihniyeti anlatmaya çalışayım.
Milli görüş hareketinin Erbakan ve Milli Nizam Partisi ile hayatımıza girdiği yıllarda henüz 11-12 yaşlarında yatılı bir öğrenciydim. Dinin yaşam tarzıma empoze edilmesine ilk orada şahit oldum. Ramazanda çıkmayan öğle yemekleri, sahurda zorla kaldırılıp yemekhaneye gitmek, oruç tutuyor gibi görünüp tuvalette simit yemek hep o günlerin hatıraları. Buna bir de abilerimizden bir kısmının bizlere verdiği nutuklar (hutbeler mi demeliyim acaba?) eklenince ben yoldan çıkmışım anlaşılan. Yoldan çıkıp ters yola girmişim hem de. Benim beslenip büyümemle birlikte bu Milli Görüş Hareketi de Erbakan Hoca'nın marifetiyle tepesine vuruldukça kalkan hacıyatmaz gibi isim değiştiren partilerle büyüdü, palazlandı. Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet... Milli görüş zihniyeti, "Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır." desturundan feyz alan bir oluşum. Bu desturun, demokrasi, laiklik, çağdaşlık,vs. ile ne kadar bağdaşabileceğini buyrun siz hesap edin, ben diyeceklerime devam edeyim.
Milli görüşün dördüncü partisi olan Fazilet de Refah gibi kapatılınca parti kurmayları "Yeter artık" dediler. "Bu iş böyle olmayacak, biz yıllardır sürdürdüğümüz politikadan sapmadan ama çağın gereklerine uydurarak hedeflerimize ulaşmayı seçersek bir zaman gelir biz bu işi beceririz." deyip kendileri için en olumlu kararı aldılar. Ve kendilerini "Yenilikçiler" ve "Gelenekçiler" diye ayırıp, gençleri bir yana, ihtiyarları bir yana istiflediler. Gençler lokomotif, ihtiyarlar katar olarak beşinci defa işe kaldıkları yerden yeniden başladılar. O güne kadar Erbakan Hoca'nın dizinin dibinden ayrılmayan, bağlılığını her fırsatta gösteren Tayyip Bey bir anda Hoca düşmanı olarak yenilikçilerin başına geçip, ABD icazetiyle AKP'yi kurdu. İhtiyarlar da Saadet adında bir huzurevi açıp zamanı geldiğinde gençlere koltuk çıkmanın hesabını yaptılar, beyinleri elverdiğince. "AKP'ye oy veren cehennemliktir." sözünü başka türlü yorumlayabilir misiniz?
Milli görüş gençleri tarafından kurulan AKP, bağlı oldukları desturdan zerre sapmadan ama halkı acıtmayacak hatta onları hoş tutacak reçetelerle sinsi planlarını uygulamaya bir bir başladılar. Belediyelerde başlayan müthiş organizasyon yeteneklerini devlet kademelerinde de kullanınca ortaya bugünkü manzaralar çıktı. Benim gibi laiklikten, çağdaş demokrasiden, Atatürk'ten, bölünmez bütünlükten, halk egemenliğinden söz edenlere karşı tek argümanları "4,5 yılda hayatınıza hiç müdahele ettik mi?" oldu. Ettikleri saymakla bitmez ama sessiz ve derinden kurguladıkları bu senaryo öyle 4,5 yılda sahneye koyup uygulanacak bir oyun senaryosu değil zaten. Dillerinden düşürmedikleri 2023 yılında bu memleketi 1970'te Milli Nizam Partisini kurarken ettikleri yemine sadık kalarak yeniden yapılandırmanın çalışmasındalar. Herşeyi bir yana bırakın ve sadece eğitim sistemimizi düşünün. Bugün ilk öğretim sıralarında olan çocuklarımız hangi öğretilerden geçiyor bir gözünüzün önüne getirin. Bu çocuklar 10 yıl sonra oy kullanacaklar. Yani bu iş öyle 2 dönem seçilir sonra düşerler diye geçiştirilecek bir olay değildir. Bu, sistemli bir çalışma, ülkeyi ele geçirme, geçirirken de milleti ümmet haline getirip kendini onaylatma projesi. Bugün, Baykal CHP'de, alternatif yok, CHP ile MHP aynı,vb. gerekçelerle oyunu AKP'Den yana kullananların oranı %47. Yarın bu oranın %60-70 lere gelmeyeceğini kim garanti edebilir. Çünkü yarın o %47'nin çocukları da, o zihniyetin şekillendirdiği okullarda yetişen gençlerimiz de oy kullanacaklar.
"Eğer halk isterse laiklik falan kalmaz. Ya müslüman olursun ya laik." diyen adam şu anda başbakan, "Laiklik tartışılmalıdır." diyen, meclis başkanlığından emekli ama gene olmanın hayalini kuruyor ve yenilikçilerin ağır toplarından biri, Gül Bakan, fethedilmesi gecikmiş tek yere, Çankaya'ya aday. Değiştik diyenlere bir Allahın kulu da çıkıp sormuyor, "Nedir yani değiştin de, 7 yıl önceki görüşlerinden istifa mı ettin? Allah'a inancın mı zayıfladı yoksa misyonerlerin oyununa mı geldin?" demiyor.
Bu kadar yazdım, yolsuzluklardan, teslimiyetçilikten, pervasız satıştan söz bile etmedim dikkat ettiyseniz. Çünkü benim önceliğim yukarıda anlattıklarım. O nedenle bu sinsi plan ortaya çıkana, adil düzen sevdalılarının adilce düzdükleri bu memleket huzura kavuşana kadar ben muhalefete devam edeceğim. Son kararımdır.
...
Bir hafta önce başlayan ankette de belirttiğim gibi, bu sene de "Sezon Finali" yapıp bir ara vereceğim izninizle. Zaten izin verenlerle, ne halin varsa gör diyenleri topladığınızda %67 ediyor. Eh bu da Tayyip Beyin oy oranından da fazla. O nedenle gönül rahatlığıyla tatil yapabilirim. Evet bugünden başlayarak 3 Eylül 2007 Pazartesi gününe kadar Kahve Molası yayınlarına ara veriyor. Kısa bir tatilden sonra ben gene bilgisayarımın başında olacağım. Bana yazılarınızı göndermeye devam edin lütfen. Gündem gereği arada sürpriz sayılar da hazırlayabilirim tabi. Hepinize kucak dolusu sevgilerimi gönderiyor, yeni yayın döneminde buluşmak üzere Allahaısmarladık diyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SEN ADAM OLMAZSIN |
|
Oğlum sen adam olmazsın. Babanın ettiği masrafa yazık. Neymiş? Üniversiteye bile gitmiş. Sen okulu okumamışsın, okul seni okumuş. Saçları uzatmaktan, kız gibi dolaşmaktan başka ne öğrendin? Bir de kulağına küpe takmış. Bunları mı öğretiyorlar size? Ne bu montun hali? Üstünde kırk tane resim. Bırak bu salkım saçak gezmeyi. Adam gibi giyin. Saçlara bak kıvırı kıvır kadayıf gibi. Rengi de bir acayip. Sana bakacak kızın aklına turp sıkarım. Şeytan diyor çak kibriti yansın.
İbrahim'in abisi Osman ağzına geleni verip veriştiriyordu. Evin birkaç gündür tadı tuzu iyice kaçtı. İbrahim İstanbul'dan geldiğine çoktan pişman olmuştu ya artık kaç yazardı. "Bir daha gelirsem bu köye iki olsun "diyordu. Geldiği günden beri herkes işi gücü bırakmış onunla uğraşıyordu. İki kardeş hiç kavga etmezlerdi. Bütün evle kötü olmuştu. Bir tek annesi ağzını açmadı. O'da beğenmiyordu ama oğlunun görünüşünü ana yüreği işte. Kıyamıyordu. "Oğlu bir daha köye gelmem" dedikçe sicim gibi yaş döküyordu. Ama erkeklerin işine de karışmak istemiyordu. Bu toz duman içinde zaten kendisine aldıran da yoktu. Osman ağzına geleni söylüyor, İbrahim dinliyordu. Yaptığına dinlemek de denmezdi. Sağanağın geçmesini, abisinin öfkesinin dinmesini bekliyordu. Gitmeli köyden. Bir an önce gitmeli diye düşünüyordu.
Çıkaramadınız tabi. Bizim Öbelli Mahallesinden Aslan'ın oğlu İbrahim. İstanbul'da okuyordu. Ramazan bayramında köye gelmiş. Gel sen o acayip halinle Ahmet'in kahvesine git. Köylü kısmı durur mu? Aslan'a takılmışlar. O senin oğlan mı? Diyerek. Kıza benzetenler, çalgıcılara benzetenler, televizyondaki artislere benzetenler sorma gitsin. Kahve panayır olmuş. Zaten millete eğlence lazım. Bizimki çayı yarım bırakıp, büyük küçük demeden basmış küfürü. "Sizin benden gayri eğlenceniz kalmadı mı?" Deyip çarpmış kapıyı çıkmış. "Lan oğlum beni yerin dibine geçindin, köy içine çıkacak hal bırakmadın" diyor, başka bir şey demiyormuş. Gücü yetse dövecek eşek kadar oğlanı. Eli de alışkın değil çocukları dövmeye. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Kala kalmış öylece. Düşünür durur.
Okulunu altı ay kadar önce bitirmişti. Yabancı firmalara danışmanlık yapan bir şirkette işe gireli üç ay anca olmuştu. Ticari anlaşmalar ve resmi belgelerin çevirmenliğini yapıyordu. İşinde yeni olduğu için izini falan yoktu. Bayram tatili nedeniyle çok özlediği Sinop-Erfelek'teki köyüne gelmişti. Okul yıllarında köyüne çok uzak kalmıştı. Okuldan arta kalan zamanlarda ne iş bulsa çalışırdı. Akrabalarını ne kadar çok özlemişti? Ormanları, evleri, sokakları, dereleri ne kadar özlemişti? Hevesi kursağında kaldı. Yarın sabah köyden gitmeliyim diye düşündü. Buraları artık bana göre değil. Daha teyzelerine, amcalarına hiç gitmedi. Artık gitmek de istemiyordu. Köyüne tamamen yabancı olduğunu iyice anlamıştı. Kimse O'nun ne düşündüğünü, köyüne, insanlarına karşı yüreğinde ne kadar sevgi biriktirdiğini umursamıyordu. Sadece kulağındaki küpesi ve uzun saçlarıyla, montuyla ilgileniyorlardı. İlgilenmekle kalsalar ne ala. Hepsine sanki dert olmuştu. Saçlarını kestirse, küpesini çıkarsa, montunu yaksa sanki köyün bütün derdi bitecekti. Yıllardır bitmeyen yol, köye bir türlü gelemeyen su, gelişinden sonra bir ay içinde oradan kaçmaya çalışan ebe, öğretmen bile onlar için bu kadar dert olmamıştı. Anlayamıyordu.
Sabah erkenden kalktı. Diş fırçası, pijamasını, iki çift çorabını, fotoğraf makinesini çantasına yerleştirdi. Anası kahvaltı telaşındaydı. Babası soba başında oturuyordu. "Ana ben gidiyorum."Ver elini öpeyim." Dedi. Annesi "Oğlum birkaç gün daha kal" derken oğlunun gözlerine baktı. Oğlunun kararlı tavrını gözlerinden anlaması pek güç olmadı. Birden bağırmaya, ağlamaya başladı. Ev yerinden oynadı. "Kına yakın,oğlan gidiyor. Elin sözüyle oğlanı canından bezdirdiniz. Gülün, oynayın aha gidiyor işte." Diye önüne geleni azarlamaya başladı. Baba ne söyleyeceğini bilemedi. Osman uykulu gözlerle don gömlek odaya daldı. Anasının haykırmalarından korktuğu belliydi. Olanı biteni anlamaya çalışıyordu. Anladığında ise susmayı tercih etti.
İbrahim Annesine sarıldı, babasının elini öptü. Kapı önünde ayakkabılarını giyerken abisi giyinip yetişti. Abisine sarılırken ikisinin de yüzlerinde belirsizlik vardı. Daha dün akşam "gitse de kurtulsak milletin dilinden" dediklerini unutmuşlardı. Evin önünden köy meydanına yürüdüler. Oğlan elinde küçük bir çantayla hızlı hızlı yürüyordu. Anası da iki gözü iki çeşme peşinden koşar gibi geliyordu.. Her tarafı çamur içinde mavi bir fort minibüs ilçeye gitmek için yolcu bekliyordu. Onların peşinden Osman ile babası da geldi. Minibüse yaklaşmadılar. İbrahim annesine son bir kez sarıldı. Minibüse bindi. En arka sırada bulunan boş bir koltuğa oturdu. İstanbul'dan kalma bir alışkanlıkla "arkayı dörtledik" diye düşündü. Minibüs hareket ettiğinde umutlarını, düşlerini, değer yargılarını, yabancılığını, anasının göz yaşlarını ve kırgınlığını geride bıraktı. Dağlara, derelere ve minibüsten görebildiklerine daldı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Eski Dost : Ayşegül Erden Bir Kadın Bir Sarhoş Bir Sigara |
|
Bir gün bitimi daha...
Işıklar tek tek sönerken evlerde, sokaklarda cılız lambaların ışığında yürümeye çalışan sarhoşlar... ve geceyi ürkütmekten korkarcasına, adeta nefes bile almadan oturan bir kadın, kış mevsiminin olanca soğuna hiç aldırmadan. Hissetmeden.
Gece lambasının tam dibine kusan sarhoşta ayrımsamadı kadını. Ne kadının umrundaydı adamın kusarken çıkardığı öğürtü sesleri, ne de sarhoşun umurundaydı bir kaç adım ötesindeki balkonda kadının, sessiz karanlıkta içtiği sigarasının ateşinden yansıyan ışık. İki yabancıydı onlar birbirlerine. Umutsuz sevdaların umutsuz iki yabancısı.
Midesinde kalan son içki artıklarını çıkarınca öksürmeye başladı sarhoş adam. Kirden rengi kaybolmuş ceketinin ceplerinde bir şeyler arandı, olasılıkla bir sigara. Son sigarasını nerede söndürmüştü? Son yudumunu ne zaman bitirmişti hala elinde şişesini tuttuğu, tadı ekşi ucuz şarabın? Ve son ümidi hangi saç telinde tükenmişti...
Sigarasının söndürdü kadın. Hiç olmadık anlarda aklına geliveren bir şiir düştü dudaklarına... Kimselerin duyamayacağı sesle kendi kulağına fısıldadı şiiri.
Artık yoksun
oysa vardın
varsın yine... gerisini anımsayamadı. Oysa şairi kendisiydi şiirin. İçini çekti gecenin sessizliğini bozarak.
Aynı anda sarhoş adam iç geçirdi; "Ah be canan, ah be can yoldaşım, gönüldaşım... nerdesin be? Nerdesin?" Gülümsemedi.
Ne kadın duydu sarhoş adamın iç çekişinde ki haykırışı, ne sarhoş adam duydu kadının isyansız, dingin iç çekişini.
Yıldızlar kış geceleri çok göstermezler parlayan yüzlerini, nadirdir ay'ın yakalanışı kış karanlığında. Zaten karanlıksa artık yürekler, ne ay ne yıldızlar...
Sarhoş ceketinin önünü ilikledi, oysa üşümüyordu ki. Sadece iç ürpertileri üşütüyordu yorgun düşmüş yüreğini.
Kadın hırkasını sardı vücuduna, oysa bedeni üşümüyordu.
Bir arabanın farları aydınlattı aniden karanlığı, kısacık bir an. Sarhoş adamın gözlerinde ki yaşlar görünmedi bile ve kendisi bile ayrımsamadı balkondaki kadın göz pınarlarında biriken hüznü. Bir müzik sesi duyuldu hızla geçen arabadan o kısacık anda. Ve sustu yeniden sesler.
Yoruldu birden sarhoş adam, çöktü kaldı kaldırım taşlarına. Ne ilk çöküşüydü bu ve ne sonuncusu olacaktı... Aslolan yüreğinin çöküntüsü değil miydi?
Kadın görmedi karanlığın içinde, balkonunun tam altına çöküveren karaltıyı. Bir sigara daha yaktı. Ve döndü anılarına... Bir çift yeşil göz gülümsedi karanlığın içinde, bir el uzandı ellerine, bir çarpıntı düşüverdi yüreğine. Kuşlar havalandılar bir yerlerde... Gün doğdu, güneş gülümsedi. Uzattı kadın elini, iki el birleşti ve iki yürek tek yürek oldu, gözler birleşti, gönüller gülümsedi birbirine. Bir mutluluk şarkısı çalıyordu çok uzaklarda... Bir dans başladı elele, tek yürekte, sımsıkı sarılmış iki insanın tek vücudunu saran sarmalayan bir dans. Mutluydu kadın alabildiğine... Yoktu yasaklar, sınırlar yoktu, sadece yaşamak vardı o yemyeşil gözlerin mutlu derinliğinde. Bir şiir yazdı işte o anda;
Seninim ben
seninle
gideceksin biliyorum
gittiğinde kalan ben olacağım
ardında bırakacağın seninle...
Sigara midesini bulandırdı birden, hırsla fırlattı. Giden gitmiş, o gidenle kalmıştı...
Sarhoş adam, nereden geldiği belli olmayan, tam önüne düşüveren hala yanan yarım sigarayı yerden aldı, dudaklarına götürüp derin bir nefes çekti ve döndü anılarına... Hastane odasının önü kalabalıktı, mucize bekleyen yüzlerde şimdi bir yıkılmışlık vardı, bir sessizlik. Başlar öne düşmüş, birden soğuyuveren duvarlarda sessiz bir ağıt yankılanır olmuştu. Elinde çiçekler vardı... papatyalar. Şimdi anımsamadığı biri yaşlı gözlerini gözlerine çakıştırıp; "Gitti...", dedi, "kaybettik." Papatyaları sıkıca kavradı avuçlarında, dişleri kenetlendi, bir ses, bir söz çıksın istedi dudaklarından; "Papatyaları vereyim ben.", dedi sessizce. Ve çoktan boşaltılmış, yeni hastasını bekleyen hastane yatağına bıraktı papatyaları...
Sigara bitti... sarhoş adam yerinden kalktı, yürüdü biten gecenin karanlığına.
Balkondaki kadın hiç görmedi O'nu. Tek bir sigarada yitenleri paylaştığı adamı...
Sabah oldu... ama ne kadın ne sarhoş adam duymadılar bile sabah müjdecisi sesleri.
Ayşegül Erden
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
TAKSİM'DE TEK KİŞİLİK BİR KAR
Çift kişilik bir aşka hasret iki insandılar, elele. Yapabilecekleri o kadar çok şey vardı ki, yarım kalan. Adam bakması gereken kitaplara bakabilir, sinemaya gidebilir, lezzetli bir yemek yiyebilirdi. "Güzel bir gün" tanımına girerdi bunlar onun için. Kadın ise İstiklal Caddesinin inciklerini boncuklarını didik didik edebilir, dilediğince gezebilirdi. Ama onlar güzel değil 'umut dolu' bir gün yaşamak istiyorlardı. Bir yere gidebileceklerine dair onları heyecanlandıracak, vazgeçmeyi anlamsız kılacak bir gün. Çünkü onlar ne yazıkki artık "yaşatmak" sözcüğüne dahildiler, yaşamak değil. Onlar bunu istememişlerdi ama sevgi ve bağlılığın sonucu buydu. Sevme eylemini yapan kafalar ne kadar bilinçli özgür ve farklı şeyler isteyen kafalar olsa da, sonuç aynıydı.
Çift kişilik bir aşka hasret iki insandılar, ama tek kişiyi soyutlayamıyorlardı bir türlü, bu yüzden birbirlerini yiyorlardı. İşte bu iki kişi Taksim meydanının ortasında karanlık, karlı bir kış öğleninde elele bunu konuşuyorlardı. Kadın dalmıştı, etrafa bakıyordu; Taksim meydanı loş ve melankolikti. Etrafında küçük çocukların oynadığı fıskiyeli havuzdan su damlacıkları rüzgarın tesiri altında farklı yönlere dağılıyordu. Bu damlacıklar, havuzun yakınında bulunan banklarda oturan genç ve aşık bir çifti serinletiyordu. Su pisti ama fark etmiyorlardı, karla birleşen damlacıklar soğuk havayla bütünleşip içlerinde duydukları sıcaklığı serinletiyordu. Arabesk değildi bu, sadece gerçekti. Otobüslerin gürültüsünden birbirlerini zor duyuyordu meydandaki insanlar. Kadın dalmıştı ve bir türlü ayılamıyordu.
-"Beni dinlemiyorsun!"
Erkek sinirliydi.
-"Hiçbir zaman dinlemiyorsun, ne zaman konuşsak başka şeylerle ilgileniyorsun, ben bütün dikkatimi sana vermiş, sadece seni dinlerken, sen sürekli beni ikinci plana atıyorsun."
Kadın kızdı. Evet haklıydı belki biraz erkek, ama zamanında anlayış göstermişti ve şimdi alakası olmayan bir zamanda konuyla ilgisiz şeyler kusuyordu ortaya. Bağırıyordu ve bencil bir şekilde suçluyordu kadını. Haklıyken haksız oluyordu. Ortam zaten gergindi. Kadın gününün nasıl geçtiğini anlatmıştı. Eski bir arkadaşını görmüştü, sevinçliydi. Erkek kıskanmıştı.
"Sarıldınız mı?" demişti.
Kadın susmuştu.
"Sadece merak ediyorum.. Bir şey demeyeceğim"
Sadece merak etmiyordu, çok kıskanacaktı, kadın bunu istemiyordu. Ömründe ilk kez birini kıskandırmak için uğraşmıyordu, o kendisi kıskanıyordu. Deli gibi kıskanıyordu, ama kadın erkeği anlıyordu çünkü kendisi gibiydi. Fakat anladığını belli etmiyordu. Hatta erkeği çok iyi anladığı konularda bile olduğundan farklı davranıyordu. Belki de bu kadar benzemek istemiyordu ona. Erkek bu yüzden gergin, kadın ise taa içinden kıskanıldığı için neşeliydi. Ama kırılmıştı erkeğin tepkisine, bu yüzden susuyordu. Aslında konuşmak istiyordu, bağırmak, ama susuyordu.Biliyordu ki küsmeye kalksa, bir süre aramasa, konuşmasa bu uzayacaktı. Çünkü o girdiği süreçleri sona erdiremiyordu; konuşmaya başladı mı susamıyor, suskunluğa bürününce ise buna bir son veremiyordu. Söyleyeceklerini toparlıyordu ama kelimeler bir türlü ağzından çıkmıyordu. Konuşmasalar... Ayrılsalar... Bu düşünceyi aklından bile geçirmek istemiyordu...
-"Yanlış davranıyorsun... Bunu.."
Erkek konuşturmuyordu;
-"Evet hep sen haklısın değil mi, hıhı evet anlıyorum ben hatalıyım, hep ben suçluyum"
-"Ama ben onu.."
-"Evet evet biliyorum!"
Kadın köpürüyordu, erkeğin yüzüne bakmak istemiyordu, o an ondan nefret ediyordu. Adam tıpkı bir çocuğa dönüşmüştü. Haklı olduğu yanları kadın açıkça görüyordu ama tavrı öyle tiksindiriciydi ki, kadın anlamak istemiyordu. "İyi akşamlar" dedi kadın ve kaçtı. Hızla otobüsüne bindi, arkasına bakmadan, gözyaşlarını görmesini istemiyordu erkeğin..
Kadın düşünüyordu; "benim ruh halim durmadan gidip geliyor, anlamsız şeylere bilinçaltımda anlamsız anlamlar yüklüyorum ve bunlar bilinç üstüme çıkınca da içime atıyorum, çünkü kendime bile itiraf etmek istemediğim şeyler de oluyor bunların arasında. Mesela ona 'bizim' yerine 'senin' dediği için kızdığım oluyor, ya da arkadaşlarına, maddi şeylere benden fazla önem verdiğini düşündüğümde inancımı yitirdiğim. Oysa bütün bunları ben yapsam, normal diye düşüneceğim. Ben garip bir insanım, bu kadar dar bir ilişkiye fazlayım. Onu hayatımın merkezine oturtmaktan korkuyorum. Bir arkadaş çevremin olmamasından, hayatımın ondan ibaret olmasından. "Her ortama dair, o ortamla sınırlı insanlar ve o"; yani sadece bulunduğum ortamın içinde oldukları için görüştüğüm ve o ortamın dışına çıkınca adını bile anmadığım insanlar ve tabii ki o. İşte korktuğum hayat bu benim. Ama biliyorum ki, bütün hafta görüşmesek de, birbirimize kızsak, kavgalı olsak da, aşk var. Gitmiyor, uzaklık onu benden soğutmuyor. Zaman bağları koparmıyor, sadece beynimi daha az meşgul ediyor. Ona aşığım bu kalbimi hop ettiriyor, ama kendimi ona ait hissetmiyorum. Yabancı topraklarda gibiyim. Kadın karanlık, boş bir otobüsteydi. Ramazan ayındaydılar, iftar saati geçmişti bu yüzden yollar boştu. Hala düşünüyordu. Kendini ihmal edilmiş hissediyordu, umursanmamış. Sorunun iletişimsizlik olduğunu biliyordu. Adam önyargılıydı, aklınca onu hep başkalarıyla kıyaslıyordu. Kadın buna dayanamıyordu. "Sen de diğerleri gibi beni haksız buluyorsun, demek ki ben sizi mutlu edemiyorum" diyordu. Ama yanlıştı, kadın ilk defa böylesine tutkun böylesine aşıktı. İlk defa sevgisini haykırmaktan korkmuyordu; herkes bilebilirdi ama adam bunu anlamıyordu. Ve kadın haykıramıyordu, çünkü takıntılıydı. Adamın her hareketini, her sözünü her nefes alışını başka bir şeye bağlıyordu. Şüpheciydi, güvensizdi bu yüzden ona aşkın deliliğinin verdiği cesaret kırılıyordu. Sorunun iletişimsizlik olduğunu biliyordu, bir konuşsa her şeyin çözüleceğini, iki tarafın anahtarını elinde tuttuğunu, ne olup bittiğini sadece kendisinin anladığını biliyordu ama dikkafalıydı ve gururunu kıramıyordu. O adam buna değse de... Değmeyenler için çok kırmıştı çünkü.
Adam tek başına Taksim Meydanı'nda kalıvermişti. Sessizce, içinde kopup patlayacak fırtınayı bekliyordu. Bir arkadaşını çağırmıştı, gelecek onunla konuşacaktı. Kadın kendi kendine konuşurken... Taksim Meydanı doluydu, akşam neşesi kokuyordu, o sert, boğucu hava dağılmıştı. Havadaki hüzün tanecikleri yoğunlaşıp damlalar halinde yere dökülmeye başlamıştı, hepsi adamı buluyordu. Tüm damlacıklar onu kuşatıyordu, onu seviyorlardı, o da onları. Bir bank vardı karşısında, boş. Havuzun oradaydı ve ıslaktı. Belli ki fıskiye ona sıçratmıştı suyunu daha önce ve soğuk hava nedeniyle kuruyamamıştı bank. Gül yaprakları vardı üstünde. Çiçekçi bir teyze geçmiş olabilirdi oradan, ya da belki de genç bir çift oturmuştu. Taksim'in yeni farkına varmıştı. Kadın gidene kadar bulunduğu yerin önemi olmamıştı. Güzelmiş meğerse...
"Hastayım ben" diye düşündü kadın. "Ve umurunda bile olmadı, yorgunum, duygusal çöküntüdeyim, beni rahatlatmak umurunda değil." "Benim hayatım o ve derslerim, o ise zamanını bir yığın arkadaşıyla sürekli yeni şeyler yaparak geçiriyor. Okulda kulüplere yazılıyor, geziyor tozuyor, bilgisayarda oyun oynuyor, dizisini izliyor, dolu hayatını yaşıyor. Benimse içimin huzuru ona dayanıyor, bir ona bir de aileme. Ancak o zaman kitabımın tadını tam anlamıyla çıkarabilir, yazılarımı kusursuz ve kaygısız bir yaratıcılıkla yazabilir, derslerimi anlamlı bir şekilde çalışabilir, hayatımı okuluma adayabilirim. Ben ise onun mükemmel aile portresini dolduran bir figüranım." Kadın içten içe sadece bir figüran olmadığını biliyordu aslında. Adam onu baş tacı ediyor, ya da öyle yapıyor gözükmeye çalışıyordu. Ama bu kadar derin iki insan, ne kadar bilinçli olursa olsunlar, kendi boşluklarına düşmeye mahkumdu.
Adamın beklediği arkadaşı gelmişti. Adamın az önce incelediği banka ıslak olmasına aldırmadan oturdular. Adam hissettiklerini anlatıyor, arkadaşı dinliyordu: "Onu tanımıyorum, tanıyamıyorum, tanımak istedim, çok istedim ve tanıyamadığım için kötü hissettim kendimi. Ama artık korkuyorum altından çıkacaklardan, artık tanımak bile istemiyorum. Çünkü çok huzursuz, çok rahatsızım. Huzurumdu o benim ama artık bilemiyorum. Bir ortası yok sürekli uçlarda, ya çok iyi ya çok kötü. Ya düzenli görüşüyoruz ya da görüşemiyoruz. O ya çok sevgi dolu ya da alaycı ve suskun. Bu düzensizlik beni çok yıprattı, ona hayatımı adadım ben ve sadece hayal kırıklığına uğradım. Ona gerçekten hayatımı adadım. Onu geleceğim olarak gördüm ama o hep beni susturdu. Bunları kurmayalım dedi. Şimdiyse kendimi çok aptal hissediyorum bunları yaptığım için. O başkalarını benden çok umursuyor, o yarına inanmıyor aslında, sadece beni kandırıyor... Bunlar beni yıkıyor."
Otobüs yoluna devam ediyordu. Kadın yolun ortasında inmek ve yürümek istiyordu ama sorumlulukları onu bu deliliği yapmaktan alıkoyuyordu. Kendini bilen bir insanı, yer çekimini unutturan bir deniz kokulu sahilin tepesinde parıldayan bilgiç bir ay ve onun tecrübeli ışıltıları bile baştan çıkaramaz çünkü. Aklı adamdaydı... Düşünüyordu:
"Hayatımı anlayamıyor, hissettiklerimi, düzenimi. Beni tanımıyor ve tanımak için hiçbir çaba sarfetmiyor. Sarfetse görecek her şeyi ve kurmayı bırakacak anlamsızlıkları. Fakat biraz da seviyor kurmayı bu onun dünyasına eski kokan bir melankoli katıyor ki o buna bayılıyor. Ben bunu istemiyorum. Bana uyum sağlamaya çalışmamalı, sadece kendisi olmalı. Beni kaybetmemek uğruna kendini kaybetmemeli. Başkası oluyor, ama bunu çok fazla kaldıramıyor ve birdenbire patlayıveriyor. Neden rahatsız oluyorsa anında söylemeli, ben bunu istiyorum, yoksa hep uzak, hep paylaşılmamış hep yarım kalırız. Bir bütünün iki yarısı gibi ama ayrı duran. Bazı şeyleri özgürlüğümü kısıtlıyor gibi görünmemek adına söylemediği zaman kendimi umursanmamış hissediyorum. Ona ne kadar benzediğimi kavrayamıyor. Ben sıradan bir kız değilim. Ben anarşiyi arayan bir sahipleniciyim. Ve o benim olmalı, duyguları, düşünceleri her şeyi ile. Ama açmıyor kendini bana. Görmüyor beni asla böyle bir nedenle kaybetmeyeceğini. Dünyada onu sevdiğim biçimde daha fazla sevdiğim bir şey yok ve onu kaybetmeyi göze alamam.
Adam hüznün doruk noktasındaydı, geride bıraktığı kızgınlığa imrenen gözlerle bakıyordu. Sesi kısılmıştı konuşuyordu. "Bu karışıklık beni artık yıkıyor. Daha fazla dayanamıyorum, bocalıyorum. Ayakta kalmaya çalışıyorum. Olmuyor. Ama bir türlü bunun sonucunun ne olduğunu bilemiyorum. Çaresizim"
Kadın otobüsten inmiş, esen rüzgarın içinden eve doğru yürüyordu. Umut kokuyordu hava ama umutlu değildi. Çünkü ne yapması gerektiğini biliyor, nedenleri biliyordu. Çözümün kilidini de anahtarını da elinde taşıyordu. Ama adama ulaşamıyordu. Adam çok kapalıydı. Adamı açamıyordu, açmaya çalıştığında adam ergenlik çağında olan asi, kendisini şiddetle savunan bir çocuğa dönüşüveriyordu. Kadını dinlemiyor, gözü bir şeyi göremiyordu. Kadın da bitkindi. Adam için ölüyordu. Anahtar ellerinin arasındaydı, ama kilidi yerine takamıyordu. Bu inanılmaz bir çaresizlikti. Elleri kolları bağlanıyordu. Başkası olsa bu sorun hemen çözülebilirdi. Ama erkeği derindi, bu yüzden çözülemiyordu. Onda bunu seviyordu ya o da ama yine de her şey düzelsin istiyordu. Çünkü hiçbir kol onun kadar huzurlu ve güven verici bir şekilde saramazdı onu.
Taksim Meydanı'nda deli bir rüzgar çıkmıştı. İnsanlar dağılmıştı. Karanlıktı, loş değildi, umut dolu hiç değildi. Asi ve kararlıydı. Damlaları yola kadar sıçrayan bir fıskiye vardı rüzgarla deli olmuş. Rüzgar suyu etkilemiş deli etmişti. İkisi birlikte coşuyor ikisi birlikte diniyorlardı, çünkü fizik böyle öngörüyordu ve onlar da dengeyi kuramıyorlardı. Rüzgar her yeri adım adım dolaşıyor, suyu yanında götürüyordu. Ama asıl görünmesi gereken şey rüzgarın gölgesiydi. O vardı ama kimse göremiyordu.
Yeliz Hısım
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Azınlık Raporu |
|
Bir tuhaf oldum Pazar gecesinden beri. Devrisi sabahtan itibaren; rastgele baktığım her 2 kişiden 1 tanesinin bu zihniyeti desteklediği fikri ile boğuştum gün boyu. İyi de; yalaka ve/veya değil gazetelerde yazılanlar doğru değil miydi ?
Aslında; emekçinin, çiftçinin hali vakti yerinde ama sırf artistlik olsun diye mi "Geçinemiyoruz" diyorlardı.
Aslında; esnafın işleri pırıl pırıl ama sırf medyaya haber olsun diye mi "Kepenk kapatacağız" diyorlardı.
Aslında; emeklinin geçim derdi olmayıp sadece sansasyon olsun diye mi süpermarket kasalarında "Şunu geri al kızım, param yetmiyor" diyorlardı.
Aslında; üniversite mezunlarının iş bulma kaygısı yok ama adet yerini bulsun diye mi "Ne iş olsa yaparız" diyorlardı.
Aslında; asker aileleri evlerinde göbek atarken meşhur olma sevdasıyla mı ölen yakınları için haybeden ağlayıp, "Yan gelip yatmadı, vatanını çapulculara satmadı" diyorlardı.
Aslında; öğrenci aileleri çocuklarının aldıkları ilkel eğitimden son derece memnun olup gıcıklık olsun diye mi "Eğitimci kadroları tarikatların elinde zıvanadan çıktı" diyorlardı.
Aslında; ülkenin kaynaklarının parça parça yabancılara peşkeş çekilerek satılmasının çok yerinde bir karar olduğuna inanan Türk Milleti haybeden mi "Vatanın bir karış toprağını bile sattırmayız" diyorlardı.
Aslında; tüm dünyada savaş teskeresiyle yanıp tutuşan yüreklere sahip bu ulus sadece Ata'sının kemikleri sızlamasın diye mi "Yurtta barış, cihanda barış" diyorlardı.
Aslında; ekonomi tıkırında, borsa yeni rekorlara gebe, herkesin cebinden para fışkırıyor da buna inat meydanlara toplanıp "Ne ABD ne AB tam bağımsız Türkiye" diyorlardı.
Aslında; gelmiş geçmiş tüm Cumhurbaşkanları'nın dinsiz olduğu kanıtlanmış gibi "Dindar bir Cumhurbaşkanı seçtirmediler" diyorlardı.
Aslında; Taliban'ın dizinde oturması da, Fethullah'ın elini öpmesi de, Bush'un oyuncağı olması da mübah diye düşünmelerine karşı "Değişmedi, takıyye yapıyor" diyorlardı.
Aslında; bugüne kadar kimlerin ailesi ihya olmadı, o da elbette ailesini ihya edecek diye destek vermelerine rağmen "Binlerce dolarlık saat, gemicik, villacık" diyorlardı.
Aslında; Aziz Nesin'in oranına pupa yelken yol alındığının farkında bile değillerdi.
Aslında; dünyanın 5.vitese taktığı arabalarına geri vitesle yetişeceklerine inanıyorlardı.
Aslında; taşıma su ile değirmenin nereye kadar döneceğini pekala iyi biliyorlardı.
Aslında; sağdan da sayılsa soldan da sayılsa her 5 kişiden en fazla 1 tanesi olarak sınıflandırılabiliyorlardı..
Aslında; çoğunluk sendromunda olduklarını zannedip azınlığa dikey geçiş yapıyorlardı.
Aslında; sadece Azınlık Raporu'nda yer alıyorlardı...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Kahveci : Afşin Selim Günlerden Pazar |
|
Tepemdeki güneşe…
- dikilmesene öyle!
Sıcak. Hem de nasıl. Sanki şehri cayır cayır yakıyorlar. Ortak ses: off, üff, ayy, üüü… Bedenler yapış yapış Dışarıdan kaçma isteği. İçeriye sığınmak. Zar zor nefes almalar. "Dışarıdan kaçtım" derken, içeride yakalanmak. Kaçış yok! Sıcak her yerde adım adım takipte. Gölgelerden iz dahi yok. Kaybolmuşlar. Acaba misafiri mi olsaydık bu şehrin. Bizi daha mı iyi kucaklardı. Tanrı acımaz mı bize? Ya şu yakıtın taş olduğu o taraf. Şimdilik bu tarafın derdine düşme vakitleri. Bu taş baş yakar, sonraki iş. Şehrin sıcaklığına geri dönüş. W dönüşü. Kapitalist bir çığlık. Bedenler, hayvanlar ve yığınlar. Sıcakta nefes almak çetrefilli uğraş. Utana sıkala işte… Gaiplerden ses seda da yok. Bizi buralarda bırakıp gitmişler. Terk edilmiş şehrimiz. Terk edilmişiz. Hani o ağaçlar, serçeler, çiçekler, börtü böcekler… Yok, yok, yok! Etraf alabora. Bu feryatlar boş. Geri dönüş yok. Cehennemle uzaktan yakın temas başlıyor. Sıcak, sıcak, sıcak! Sığ beyinlere de sıçrayacak. Adıyla sanıyla sıcak. Dert etme. Derdini yaşa. İşin içindesin. Sıcaksın, sıcaklardasın. Terliyorsun. Lime lime kan yok burada. Kan severlik. Kandan damlalar. Ter! Her biri küçük çaplı bir isyan. Yere tohumun düşüyor. Büyütüyorsun. Bu sıcaklar çekilmiyor, çekilmiyorsun. Ortak dert: Terlemek. Bedenin feryadı. Emekçinin yoldaşı. Bereketi hatırlatan sıvı şey. Aslında kıpırdamak dahi istememek. Tehlike vaziyeti al. Silkelen. Susma, konuşma, yaklaşma, yanaşma. Gülme ve güldürme. Cazip gelen tek şey: Tehlike. Her kulağa küpe: Yasaklar. Tehlikeler ve yasaklar. Ama eninde sonunda sıcaklar, sıcaklar, sıcaklar. Konuyu hatırlatma isteği. Kandırmaca. Bu sıcakta çekilmez şey. Kandırmaca oyunlar. Bugün ölmek adına, yarın sabah yeniden dirilerek uyansak… Tuhaf bir kaçış daha. Sıcağın iliklere kadar derinlemesine inmesi. Tat çıkarma vakitleri. Çıldıran insan. Tepemizdeki güneşin bunaltıcı bakışları. Bayılmak! Keşke böyle doğmasaydın, bugün: Had aşımı. Sınır tanımamak. Sıcaklar ve alt üst olan dengeler. Ölçü kaybı. Su kaybı. Ter kaybı. Bir sensizlik kaybı. Ya da bensizlik kaybı. Kayboluş! Soğuktan yana tavır almak. Gözler nemlenmiş. Bedenlere benziyorlar. Bir de ruhlar. Ya ruhlar alemi, kim bilir ne kadar soğuklar. Sıcağın sokağımızı işgâli. Ve sonra her köşede, her bucakta aynı rastlantı. Çok sıcaksınız efendim. Şöyle gönül gözüyle serinlesek. Serinlemek. Bedeni sermek, serpiştirmek. Güneşe inat. Sıcağa inat. Ya da alevler ortasındaki yığınlar. Apolitik tipler. Cesetler. Onlar terlemiyor bile. Hayat, yine mayat. Der ki, pişirdi sıcak. Derim ki, keşke pişenlerden olsak.
Afşin Selim
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu |
BODRUM’DA KAÇAMAK BiTTi...
Nedense hep Ankaralılar olmuştur Turistik bölgelerimizi keşfedenler. Bodrum’u, Didim’i, Fethiye, Kaş, Kalkan’ı hatta Ayvalık, Ören’i de. 1978’de tanışmıştım Bodrum’la. Eğlence; Gündüz; Penguen Pastahanesi, Kalede Raşit ve Denizciler kahvesi. Gece; Zeki Müren’in her gece takıldığı Han restaurant-bar, gençler içinse Halikarnas, İçmelerde Küçük ev, Azmak başında Beyaz ev disco-bar ile sınırlıydı. Bodrum’un içinde yüzülebildiği gibi Bardakçı (Salmakis) ve Kargı koyuna da gidilirdi. Ali Güven’den sandalet, Penguen’den soslu dondurma, Sakallı’dan çorba, Dalgıç büfe’den lokma ve midye yenmeden dönülmezdi Bodrum’dan.
O yıllarda Bodrum’da telekom, ulaşım, turizm ve bugünkü üstün teknolojik imkanların hiç biri yoktu. Düzgün yollar da yoktu. İzmir’den Bodrum’a 7 saatte gelinebiliyordu. Şimdiki Bodrum’da çok insan, çok gürültü, çok kirlilik, düzensizlik ve trafik keşmekeşi var. Deniz, doğa kirlendi. Dağ-taş ev otel oldu. Ormanlar kesildi, yandı, yakıldı. O yılların güzel Bodrum’unda yokluktan şikayetçi idik, bu günün Bodrum’unda ise çokluktan şikayetçiyiz.
Sonra İstanbullular gelip suyunu (kibarlığıma! verin) çıkartmıştır Bodrum’un.
Baba malı son model üstü açık arabaları, yaz boyu Türkbükü’nde demir attıkları ama hiç kımıldatmadıkları milyon dolarlık tekneleri, teknede Bağdat caddesi kültürü cıstak-cıstak müzikleri, kafa koparan jet-ski’leri, Vale’ye ve mekana girişte garsona 100 usd bahşiş, “Kafa masa” raconu, böğüren erkek bozması şarkıcılarının “10 şişe şampanya” naraları, yanlarında g-string’li eller havada boya sarışını, tek tip, kafa koparıcı kızlar, beach’lerde fönlü, jöleli saçlar İstanbul yansımalarıdır..
Bodrum bir zamanlar kaçamak aşkların da mekanı idi. Büyük şehirlerde yakalanma korkusu yaşayan kaçak aşıklar, Bodruma demir atarlar-dı. “dı” Çünkü; teknoloji ve çokluk ile tanışan Bodrum’da kaçamak da bitti. Yuva yıkan canlı örnek aşağıda.
Yurtdışı ile çok sıkı münasebetleri olan Turizmci arkadaşım, hafta sonu kaçamağı için Gümbet’te bir pansiyona kapağı atar. Tabi eve de Romanya’da iş seyahatinde olduğunu söyler. Karısından zamansız gelen telefona “Karıcım, şu anda Romenlerle toplantıdayım. Dööncam sana...” cümlesini tamamlayamadan dışarıdaki kamyondan müzikli bir anons duyulur; “AAAYYGAZZ.. DIT DIT DIIIM”.
Ama şimdi yakalanmak için anonsa da gerek yok. Tüm İstanbul Bodrum’da. Her köşede bir tanıdık. Daha ilk dakikada sobelenirsiniz. “Şekerim, benden duymuş olma; kocan şu anda zzzzzt diskoda. Yanında da sarışın bir kadın.” Kaçamağın da suyu çıktı yani.
Ama yine de bir başkadır Bodrum. Bar’ları, restaurant’ları ile, beach’leri ile..
Kısa bir tur yapalım; Bodrum plajları gerçekten eğlenceli. Girişte kişi başı 35 ila 60 YTL arasında bir kupon parası ödüyorsunuz. Kuponlarla bir menü ve 2-3 içecek alabilirsiniz. Barlarda ki “kafa masa” misali beach’lerde de “kafa kabin” geleneği var. Üstü tenteli, bol yastıklı, 4-6 kişilik bu kabinleri kapatmak için buz içerisinde bir şişe “absolut”=mutlaka gerekli. Her an Selülit kontrolü yapabileceğiniz bir ünlü ile diz-dize güneşlenmeniz mümkün. Akşam üstü 17:00 civarı disjokey hareketli, volümlü müziklerine başlıyor. Elde tepsi, bir garson “shut” denen ufak içki kadehlerini ücretsiz dağıtıyor. Maksat milleti gaza getirmek. Bazen neyse parası verip disjokeyi Sertaç Ortaç! veya ünlü bir mankenden yapabiliyorlar. Tabi o zaman DJ’nin önündeki “kafa masalar” bir şişe votka ile açılıyor.
Popüler plajlar; Göltürkbükünde: Bianca Beach Club, Tampa beach, Maçakızı, Fidele, Havana, Shipahoy, Divan Palmira, Maki Beach, Aspat Beach-Turgutreis, Sheanai Beach Club-Yalıkavak, Yelken Club-Aktur girişi Bitez, Oranje Beach Cafe-Gümbet
Barlara gelince, Plajlarda aradığını bulamayanlar gece barları aşındırırlar. Hatta plajda yanında güneşlenen kızı farketmeyip, akşam barda aynı kıza, makyajın, giyimin ve alkollün de etkisi ile aşık olanları tanırım. İspanyolların bunu anlatan bir deyimi vardır. “todos los gatos son pardos por la noche” Meali; “geceleri bütün kadınlar güzeldir”. Peki hangileridir bu “pardos” ları görebileceğimiz barlar, restaurantlar?
Popüler barlar; Hadigari (Turist ve gençlere yönelik), Halikarnas Club-Disco (herkese yönelik-giriş parası var), Katamaran (Yüzer disco-Özel showlar, DJ’ler var, 2500 kişilik, turist ve gençler için-giriş paralı), Küba; Bar–Restaurant (piyasa mekanı), Gatto Fink (Kübanın gençler versiyonu), Ora Bar, Yetti Gari (istanbullular için), Adamik Bar (yerli, yazlıkçılar ve su sporcuları takılır), Mavi (Canlı müzik, İzmir tayfası bilir), Kule Bar (Rockçular takılır), Helva (Eski hadigariciler takılır), Soho Bar (elitler takılır)
Restaurantlar; Bodrum Merkezde; Liman köftecisi, Oriste Balık, Limonçello Cafe-Restaurant, Memedof Balık Lokantası-Göltürkbükü ve merkez, New Season ve Vona Restaurant-Bitez, Casita mantı-anfitiyatro çaprazı, Denizhan et ve balık Bodrum merkez ve ortakent Bitez kavşağını geçince, Yağhane-Marina yolu, Marina Yatch Club (Hergün canlı müzik), Sünger Pizza-marina karşısı, Berk Cafe Balık Restaurant (cevizli, fırında helvası meşhur), 01 Adana, Malabadi çorbacı-Gümbet, Melek Boz-çorbacı, Archipel-Yalıkavak
Bodrum’un koylarını kısaca tanımak istersek.
GÜMBET: Bodrum’a sadece 3 km mesafede olan yarımadanın en ünlü koylarından bir tanesi. Sahildeki otellerin ve restoranların ortak olarak kullandığı plaj temiz ve ılık bir suya sahip. Dolmuşla beş dakikada ulaşmak mümkün. Gümbet’in arkasındaki tepede, Saldır şah mevkiinde, Halikarnas Balıkçısı ile ünlenen Cevat Şakir Karaağaçlı burada yatmaktadır.
SALMAKiS (BARDAKÇI): Tanrıların mesajlarını ulaştırma yetkisine sahip olan Hermes ile aşk tanrıçası Afrodit’in oğlu olan Hermaphroditos, bugün çift cinsiyetin adı olarak, tarihten tıp diline geçmiştir. Kusursuz güzelliği ile ün salmış Hermaphroditos gölde su ile oynaşırken, su perisi Salmakis, ona vurulur. Aşkına cevap alamayan Salmakis, bütün tanrılara yakararak, ikisini bir beden yapmalarını ister, tanrılar bu isteği kabul ederek, Salmakis ve Hermaphroditosu tek vücut haline getirir ve çift cinsiyetin öyküsü de böylece vücut bulur. Bardakçı, adını Bodrum halkının 1970’lere kadar içme suyunu aldıkları pınardan almıştır. Yöre dilinde ‘bardak’ adı verilen bu testilerle su Bodrum’a taşınmıştır.Çevresinde, birçok dinlenme tesisi olan Bardakçı Koyu’nun plajı kumludur.
BiTEZ: Ağaçlı anlamına gelen yerde artık ağaçlara rastlanmıyor. Sahili Gümbete çok benzeyen yerde daha çok su sporlarıyla ilgilenen kişiler tarafından ilgi görüyor. Dolmuşla 10 dk. da ulaşmak mümkün.
ORTAKENT - YAHŞi: En eski yerleşim yerlerinden biri olan yer Bodrum’a 20 km. mesafede. Az ilerdeki Yahşi koyu ise temiz deniz ve kumsalı ile tercih edilecek bir mekan. Ortakent evleri, yöresel mimarinin en güzel örneklerine sahiptir. Görebileceğiniz en eski yapı, 1602’de savunma amacı ile yapılmış olan Mustafa Paşa Kule Evi’dir.
KARAiNCiR: Bağla’nın batısında yer alan yer temiz denizi ve kumsalıyla ünlü. Ayrıca küçük restoranlarda ev yemekleri de yemek mümkün. Yazın esen poyraza karşı korunaklı olduğu için, teknelerin sığındığı bir koydur. 500 metre uzunluğunda kumsalı vardır, yörenin en güzel plajıdır. Çevrede yararlanabileceğiniz küçük motel ve pansiyonlar, bahçelerinden fışkıran renk cümbüşüyle sizi karşılamaya hazırlanır.
AKYARLAR: Yarımadanın en uç noktalarından biri ve Kos adasına en yakın olanı. Her gün Kos’a düzenli feribot seferleri yapılmaktadır.
TURGUTREiS: Yarımadanın batı yakasında kalan koy adını Osmanlı denizcisi Turgut Reis’ten alıyor. Diğer koylara Kıyasla daha gelişmiş olan kasabada her türlü alışveriş imkanı var.
BAĞLA : Bodrum'dan 15 km. uzaktadır. Güzel bir koy'dur. Burada bulunan bir içme suyu kaynağının bulunduğu yer, halkın piknik yapmak için tercih ettiği bir alandır. Son yıllarda gelişmeye başlamıştır.
KADIKALESi: Tatil köyleri’nin yer aldığı bir sahil ayrıca tarihi evleriyle de ünlü. Adını yakında bulunan, Helenistik devre tarihlendirilmiş bir kale kalıntısından almıştır.
GÜMÜŞLÜK: Antik yazarlar, Gümüşlüğün bağımsız olarak para bastığından söz eder. Yöre halkı, çevrede bulduğu gümüş paralardan dolayı, bir gümüş madeni olabileceğini düşünerek, bölgeye Gümüşlük adını vermiştir. Yarımadanın en meşhur yerlerinden biri. Balık restoranlarıyla ünlü olan huzurlu ve sakin bir koy.
YALIKAVAK: Yarımadanın kuzeydoğu ucunda yer alan ve gittikçe gelişmekte olan sakin ve sessiz bir yer.Bodrum’un kalabalığını sevmeyenlerin en çok tercih ettikleri bir yer. Port Bodrum Yalıkavak Marina
GÜNDOĞAN: Bodruma seksen kilometre uzakta ve yamaçtan denize bakan bir köy. Denizi oldukça temiz.
GÖLKÖY - TÜRKBÜKÜ: Eskiden iki ayrı köyken bugün birleşmiş durumda olan Gölköy ve Türkbükü sahil boyunca pek çok bar, restoran ve kulüp yer alıyor. Gün batımı ve dolunay manzarasında görülmesi gerekli güzelliklerden.
TORBA: Bodruma en yakın koylardan biri olan Torba, yirmi yıl önce sadece sazlardan yapılmış salaş bir balıkçı lokantası olan, dar bir yola sahip küçük bir koyken, bugün büyük oteller ve devre mülklerin yer aldığı popüler bir koy.
Sevgilerimle
Cem Polatoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Sesimi Çalıyorsun
geceyi tek başına yırtıp sabaha yürüyorsun
şafağı yabancı yüzlere terk eden
kokusunda yosun gizli kıyılar boyu
yokluğun
uzaksın
yaşanmamış sevişmelerden
anlık ölümlerden uzak
ve hazdan
sesimi çalıyorsun / soluyorum
soldukça zehrimde siyahî kan oluyorum
tenimde sonbahar kokun
bir öksüzlük
son nefeste ruhu azaba gömen
kanayan tek vedâsın yanağında baykuşun
dakikalar çürük / yıllar da
göğsüm kilitlenmiş asi beyaz saçlara
leylaklardan sarhoş ve erguvan renginden
çığlıklara mahkum
başımı şu sokak aralığından uzatıyorum
bahçeler soluksuz
kapılar hayale dalmış kör bakıyor
aldırmadan geçiyorsun
lügatimde kelimeler gitgide yalpalıyor
bir yaban destanı
yokluğun
Feride Özmat
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
|
ben.sen.o@kahveciyiz.com
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Dünya üzerinde o kadar çok gezilecek ve görülecek yer var ki, insanın ömrü yetmez. Siz en iyisi internette gezinmeye devam edin. Tüm dünyayı bir tıklama ya da doğru kelimeleri kullanarak tarama yaptığınızda bile gezebilirsiniz. Bunun insanı bazen tembelliğe ittiğini ve tamamen antisosyal bir konuma yaklaştırdığını düşünsem bile yine de vazgeçemiyorum. http://armandfrasco.typepad.com/photos/afk/crown1.html web sayfasında dünya üzerindeki görüntüleri resim karesiyle bile olsa sizlerle paylaşmak isteyen bir fotoğrafçı var. gezmekten, görmekten ve öğrenmekten korkmayın.
İşte sizlere internet üzerinden tüm dünya ile bağlantıya geçebileceğiniz bir iş platformu. https://www.xing.com/ üye olarak internet üzerinde bir çok iş bağlantınızı düzenleyebilmeniz mümkün. Üye olduktan sonra arama kutusuna "kahve molası" yazıp tarama yaptırırsanız, karşınıza ben çıkacağım. Profilimin bulunduğu sayfada, orta kısında ve seçenekler'in altında "ilişki olarak ekle" kısayoluna tıklayıp beni listenize ekleyebilirsiniz. Tüm kahve molası ekibini buraya davet ediyorum. Hatta isteyen arkadaş kahve molası grubunu da kurabilir. Ben seve seve üye olurum.
Dedik ya dünyayı görmek için pasaport ya da vizeye ihtiyacınız yok. İnternetiniz varsa işler daha da kolaylaşır. Mesela şu an Newyork, Times meydanında neler oluyor merak ediyorsanız http://www.earthcam.com/usa/newyork/timessquare/index.php?cam=htzone4 bir tık yeter. Tüm meydanı canlı olarak takip edebilirsiniz. Hatta 12 farklı noktaya yerleştirilmiş olan kameralardan istediğinizi seçerek görüş açınızı da değiştirmeniz mümkün.
...Yol boyunca Pasinler, Köprüköy, Horasan'ı geçiyoruz. Horasan'dan sonra kayak merkezi Sarıkamış'a ulaşıyoruz. Sarıkamış ülkemizin hemen bütün kayak sporcularının çıktığı yerdir. Uludağ, Kartalkaya gibi kış sporu merkezlerindeki kayak öğretmenlerinin de hemen tümü Sarıkamışlıdır. Sarıkamış Türkiye'nin en popüler kış turizmi merkezi olmaya aday. Kış turizmi için gerekli yeni tesislerin yatırımı önemli teşviklerle sürüyor... http://www.geziturkiye.com/ Tüm dünyayı tanırken Türkiye'mizi yani vatanımızı ihmal etmeyelim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|