|
|
|
14 Eylül 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İnsan yoruluyor!.. |
Merhabalar,
Bazen tıkanıp kalıyorum. Hep aynı şeyleri söylüyor olmaktan da yoruluyor insan. Anlamamakta ısrar edenler olduğu sürece bu tekrarlar kaçınılmaz, onu da biliyorum. Bıkkınlık değil ama insan biraz daha destek arıyor belki. Tıpkı Tuncay Özkan gibi. Bir milyon insana çağrı yapıyor sitesinde. Gelin diyor, güçlü ve zengin bir Türkiye'yi yeniden inşa edelim diyor. Önyargısız ziyaret etmenizi, yargılamadan önce dinlemenizi öneriyorum. Eğer aklınız yatarsa belki o bir milyonun arasında da olursunuz diyorum.
Bana gelince, ben bugünlük yerimi bir genç arkadaşıma bırakacağım. Kendisini tanımıyorum. Gene de, henüz 18 yaşında bir gencin kaleminden çıkmış bu anlamlı yazıyı sizinle bu sütunlarda paylaşmak istiyorum.
Savrulmayı, sarsılmayı göze alabilmek...
"O çok sevdiğim Sarı Zeybek'le tanıdığım Can Dündar'a,
Küçükken bütün çizgi film videolarımın yanında dururdu Sarı Zeybek.
Ve ben her hafta izler, her seferinde büyülenmiş gibi kalkardım başından.
İşte o yüzden bugün NTV'de sizin sesinizle, 'bir Can Dündar belgeseli'
olarak benim cumhurbaşkanım olmayan Abdullah Gül'ün hayatını dinlemek bu
kadar üzdü beni.
Yazılarınızı çok beğenerek okuyorum ve o yüzden sizle fikirlerimi
paylaşmak istedim.
'Türkiye'yi germeyelim! İp koparsa hepimiz iki yana savruluruz,'
diyor, hoşgörülü olmak gerektiğine inandığınızı söylüyorsunuz. Hoşgörü,
kasıtsız yapılan hatalara, iyi niyete gösterilir, kendine güvensiz
insanların beslediği kine, intikam hırsına, gözü kapalı ideolojilere değil.
Saygı inanca gösterilir, inancı suistimal etmeye yönelik bir iktidara değil.
Hoşgörü, " 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir' lafı koskoca bir yalan.
Egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır" diyen bir zihniyete gösterilemez. O,
hoşgörü değil, boyun eğmek olur .
Ben Atatürk'ün kurduğu TÜRKİYE CUMHURİYETİ vatandaşı olarak doğdum
ve benim bir kız olarak bu koşullarda yaşamam, söz sahibi olmam için
milyonlarca insan kanını akıttı. Koca bir tarihi, koca bir Atatürk'ü silmek
nankörlüktür, kendini inkar etmektir ve bunun hoşgörüsü olmaz.
Eylül'de Londra'ya üniversiteye gidiyorum. En büyük endişem dört
sene sonra bu ülkeye dönemeyecek olmak. Beni temsil etmeyen bir yönetimin
ülkeme vereceği zararların korkusuyla gidiyorum. Yeniköy'de oy vermeye
şortla gittiğimde bana 'günah' diye laf atan o takkeli adama duyduğum nefret
korkutuyor beni.
Bence bu ipin kopması, bizim savrulmayı göze almamız gerek artık,
çünkü Kurtuluş Savaşı da sarsmıştı.
Sevgilerimle,
Serra Tansel."
Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan DNA - 3 |
|
- Eee daha ne istiyorsun? Adam seni Almanya'ya bile götürmüş.
- Bir şey istemiyorum. Gerçekten güzel bir yaşamımız vardı. Sen bilmezsin ama İlhan uslu
duracak biri değildi. Birkaç yıl sonra her şeyden sıkılıp kaçamaklar yapmaya başladı. Önceleri aldırmadım, duymazdan, görmezden gelmeye çalıştım. Ama zamanla akşamları eve gelmemeye başladı. En sonunda onu kendi evimizde bir kadınla birlikte yakaladım. İşte o olay bardağı taşıran son damla ve sonumuzun başlangıcı oldu.
- Etme bulma dünyası, sen sanki çok usluydun, kendin çapkınlık yapmadın mı?
- Evlendikten sonra bütün yaşamımı değiştirdim. Onun da zamanını bizimle ve kızımızla geçirmesini istedim.
- Neyse, kaldığım yerden devam edeyim. Kavga, gürültü başlayınca, boşanma davası açtım.
Kendime ayrı ev tuttum. Ama çalışmadığım için ekonomik olarak çok sıkıntı çekiyordum. Kılıçlar çekilince her şey birbirine karıştı. İlhan gidip kızımla ilgili olarak bir laboratuara başvurmuş ve DNA testi yaptırmış. Orada bu testleri isteyen herkes yaptırabiliyor. Testler yüzde 99.72 ile kesin olmaktan biraz uzak çıkmış. Beni sürekli test sonuçlarını ile tehdit ederek aşağılıyor ve suçluyordu. Zaten bir süre sonra bu çocuğun babası ben değilim diye ayrıca dava açtı.
- Test sonucunun yüzde 99 olması onun baba olduğunu göstermiyor mu?
- Bilmiyorum, göstermiyormuş galiba. Olan biten, testler, mahkeme, suçlamalar benim
aklımı iyice karıştırınca çocuğumu alıp Muğla'ya geri döndüm. Yabancı bir yerde İlhan gibi bir düzenbazla başa çıkmam mümkün değildi. Ama haklı da olabilir. Gerçekten kızım ondan olmayabilir. Böyle bir ihtimal de var. Çocuk eğer ilhandan değilse sence kimdendir?
- Beni ilgilendirmez, kimden olursa olsun.
- Kızımın senden olduğunu düşünüyorum. Bunu benden daha iyi kim bilebilir?
- Peki, kızın benden olduğunu varsayalım. Benden ne istiyorsun?
- Bu yıl anaokuluna başlayacak. Onun okul masraflarına yardım etmeni, arada bir gelip
sevgi ve şefkat göstermeni istiyorum.
- Kusura bakma ben yokum. Söylediklerine inanmıyorum.
- İnanmazsan inanma, babalık davası açmaktan başka çarem yok. Kızımı yalnız başıma
büyütemem. Onun bir babaya ihtiyacı var. Ayrıca ben kıt kanaat geçiniyorum. Maddi desteğe de…
- Bırak bu palavraları. Benden para kopartmaya çalıştığını biliyorum.
- Koca kafalı dangalak. Sana hiç paradan söz ettim mi? Ben dilenci değilim. Şantajcı da değilim. Mahkemede görüşürüz… DNA testi isteyeceğim. Babası sen çıkarsan ne yapacaksın?" deyip telefonu yüzüme kapattı.
Bu kadın ne yapmak istiyordu? Neden bütün hayatımı alt üst etmeye çalışıyordu. Cehennemin
dibine kadar yolu var. "Ne istiyorsa yapsın. Sakın elinden geleni ardına koymasın." diyordum. Aklım en çok bu DNA işine takılıyordu.. Çocuk benden olabilir miydi? "Yok, canım nerden olacak. İmkânsız." diyordum. Zaten uykuları düzensiz biriydim. Sanki bu yetmiyormuş gibi iyice uyuyamaz oluverdim. Aradan birkaç gün geçince yavaş yavaş delirdiğimi, bütün yaşantımın allak bullak olduğunu fark ettim.Bir çözüm yolu bulup bu durumdan hemen kurtulmalıydım. Ama nasıl? Sanki yıllar önce işlediğim bir cinayet ortaya çıkmış, yakayı ele vermişim psikolojine kapılmıştım. Ben kötü bir şey yapmamıştım. Sadece bir kadınla bir kaç günlük bir tatile gitmiştim. Ve şimdi seneler sonra başıma sardığı şu belaya bakıp deliriyordum.
DNA kelimesi beni tamamen avucunun içine almıştı. Gazetelerde, dergilerde içinde bu kelime geçen her şeyi okumaya başlamıştım. Kelimenin bende yarattığı takıntı zamanla daha ileri boyutlara ulaştı. Bazen kendimi DNA harfleriyle kelimeler kodlarken buluyordum. Dandik Naneler Altında, Dünkü Nalet Aramızda, Danalar Nereyi Arşınlıyor ve daha yüzlercesi.
Gazeteyi açar açmaz karşımda bir yazı buldum. "En son Prens Harry gerçek babasının kim olduğunu öğrenmek için DNA testi yaptıracağını söyledi. Son birkaç yıl içinde Emrah Karaca, Atilla Taş, Küçük Emrah gibi ünlülerin isimleri bu testlere karıştı ve ardından büyük tartışmalar yaşandı. Babalık davası hakkında Türk halkı arasında çok söylenen ve esprisi yapılan bir deyiş de vardır: "Sütçüden mi, tüpçüden mi?" Keşke tüpçüden olsa. Ya gerçekten çocuk benden çıkarsa…
Not: İtalik harflerle yazılan paragraf Bahar Bakır'ın röportajından alınmıştır.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu |
NEKAHAT … VE YUVARLAMALAR
Hasta mısınız, sorunlar içinde mi boğuldunuz? Omzunuza bakınız: Orada sıcacık bir el vardır. Ufka döndürün yüzünüzü: Size yarın duygusu aşılamaya hazırdır. Umut kuşudur o. Gagasında sizi yeniden yaşamla buluşturacak nekahatı getirmiştir.
Her şey birden oldu sanırız, sorunların alevi birden sardı günlerimizi, hastalıklarımız birden yıktı bedenimizin bentlerini. Oysa yavaş yavaş olmuştur her şey. Sezmişiz; ama konduramamışız ya da adam sende demişizdir. Kendimizi hep hastalıklardan, sorunlardan soyutlanmış düşlemişizdir.
Umuda tutunarak nekahata uygun bir yaşam biçimlendirebilmek, sorunlardan ve hastalıklardan kurtulmanın ilk koşulu. Bilmeliyiz ki onlar gitmemek için direnir, geri gelmek için can atarlar. Döndüklerinde tutunacakları mevzileri olsun diye iz bırakırlar yaralı yerlerimize.
Yıllar ilerledikçe nekahata ulaşamama endişesi en az hastalık ve sorunlar kadar hırpalıyor insanı. Tam nekahata ulaştık dediğimiz anda başka sorunların, başka hastalıkların kapımızı çalması belki de bundan.
Son dizeleri,
"Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin
Bir çare yok mudur buna ya rabbülâlemin?"
olan Yahya Kemal:
Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum,
Yarab, hele kalp ağrılarım durdu diyordum,
His var mı bu alemde nekahat gibi tatlı
Gönlüm bu sevincin helecanıyla kanatlı.
dizelerini kim bilir hangi hastalıktan kurtulma sevinciyle yazmıştı?
Cahit Sıtkı:
"Her mihnet kabulüm
Yeter ki gün eksilmesin penceremden"
derken gelmeyen hangi nekahatın endişesini yaşıyordu?
Oysa Dağlarca,
Üfleme bana anneciğim
Korkuyorum, dua edip edip geceleri
Hastayım ama ne kadar güzel
Yüzer gibi gidiyor vücudumun bir yeri
dizelerinde nekahatı çocuk diliyle öyle mi anlatır? Çünkü korksa da Orhan Veli'nin dediği gibi "Şakağında anne"sinin "dizi" vardır."Çocuk gönlü(nün) kaygılardan azade" olması bundandır.
Ne zaman ki nekahatlarımızda yürek koşularımıza eşlik edecek annelerimizden babalarımızdan uzak düşüyoruz; büyüdük sanıyoruz. Oysa büyümek, bizi onlardan uzak düşürmemeli. Üç günlük ömürde anadan babadan uzak yetişkin olmak da evlattan uzak ana baba olmak da zor.
Ayrılıklar nekahatlarda da tat bırakmıyor.
……
Birkaç gün boşlukta yuvarlandım. Sanki ayaklarımın altından bir şeyler çekildi. Kimselere bir şey söyleyemedim. Aklımda Peyami Safa'nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanındaki sözleri: "Felâketimizi başka biri ile paylaşmak saadettir, fakat annelerle değil. Annelere anlatılan kederler paylaşılmış değil, zapt edilmiş olur. Çocuklarının felaketine iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına daha fazla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür."
Aslında dertlerini hiçbir sevdiğine anlatmak istemiyor insan. Onlar da sizinle aynı acıyı çeksin istemiyor; ama onları yanı başında görünce daha bir sıkı tutunuyor yaşama.
Korkulu günlerin ardından yüzüm biraz aydınlanmış olmalı ki;
"Gidiyoruz!" diyor oğlum.
"Nereye?"
"Homeros Vadisi'ne. Kapalı ortam sana yaramaz bilirim."
Homeros Vadisi, Bornova'nın üstünde gerçekten Homeros'a yaraşır bir yer. Onca susuzluğa karşın doğa coşkulu, düşleri kamçılıyor. Vadinin doğusunda Kayadibi, batısında Çamiçi köyleri var. Kayadibi'nde ahır bozması köy evlerinin arkasına "Kartal kondu"lar eklenmeye başlanmış bile. İhtişamın zırhını giyinerek körfeze bakan bu binalar, bir sert rüzgârda uçuruma yuvarlanıvereceklermiş duygusu uyandırıyorlar insanda. Oysa ahır bozması evlerin böyle bir sorunu yok. Öylesine küçük, ezilmişler ki duvarlarından bir taş düşse oldukları yere yığılıverecekler.
İşlemek için bir evlek toprağın olmadığı bu köyde, insanlar, nasıl ve neyle geçinirler ki!
"Keçiler nerde?" diye soruyor oğlum yaşlı bir kadına.
"Keçiler yok" diyor kadın başını kaldırmadan.
"Geçiminiz nasıl?" diye soruyorum.
"Köylünün geçiminden ne olacak? Yuvarlanıp gidiyoruz işte!" diyor.
Vadi boyunca daracık bir yoldan çıkıyoruz İkizgöl'e. Gölün suyu bir avuç kalmış. Sazlıkların, söğütlerin kökleri açıkta. Söğütlerin dibi çoktan sığırlara yurt olmuş.
Havada yağmur kokusu var. Keşke yağsa, sazların saçakları yeniden suya kavuşsa.
Bir böcek kendisinden çok büyük bir dışkı topunu belki de yağacak yağmurdan kaçırırcasına yuvarlıyor.
"İşte dünyanın en gerçek yuvarlama ustası: Scarabedai." diyor oğlum.
"Sakar Beyi mi?" diyorum.
Belli ki hâlâ dilim dönmüyor, sözcükleri yuvarlıyorum. Gülüşüyoruz.
Ben yıllar öncesinde olduğu gibi doğayı onunla birlikte gözlemenin, değerlendirmenin sevinci içindeyim.
Oğlum bana, bu böceklerin, nasıl ürediklerini; Mısırlıların, onun yumurta halinden yeni bir bokböceğine dönüşümünü, güneşin her gün yeniden doğuşuna benzettiklerini, bunun da onlar için yeni bir yaşamın vaadi olduğunu anlatıyor.
Gün en önce vadide batıyor. Güneşi yeniden yakalamak için var gücümüzle yokuşu tırmanıyoruz. Kayadibi'ne vardığımızda İzmir hâlâ güneşi emziriyor. Vadi içinde birden bastıracağını sandığımız yağmurdan hiç eser yok.
Bir günü daha geçmişe yuvarlarken nekahatın genç ozan Serkan Işın'ın dediği gibi "Ufuk çizgisinde umuda azgın bir bakış" olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Eski Dost : Ayşegül Erden Aşk...tı |
|
Adam kadına sarıldı, kadın başını adamın omuzuna gömdü. Konuşmuyorlardı. Saatlerdir, kumaşı artık çoktan yıpranmış o eski koltuğun üzerinde elele otururken de hiç konuşmamışlardı.
Söz, ses susuktu.
Belki bir şeylerin hesabını yapmışlardı kendi içlerinde, belki yaşamlarını sorgulamışlardı kendi kendilerine. Sessizlikte...
Ardına kadar açık sokak kapısının önünde, adam son kez öptü kadını yanağından ve hızlı adımlarla asansöre doğru yürüdü adrkasına bakmaksızın.
Gitti.
Adamı yaşamından ebediyen çıkaran asansörün kapısının kapandığını duyana dek bekledi kadın.
Ve sonra hiç acele etmeden, mutfağa yöneldi. Çay suyunu doldururken, çaydanlığının ne kadar eskidiğini ayrımsadı, "yenisini almalıyım", diye düşündü. Yalnızdı ama, sanki çok kalabalık yaşıyormuşcasına bir dolu çay koydu demliğe. Yalnızlığa inat belkide...Ya da bilinçsizce.
Güneşin doğuş saatleriydi. Eskimiş çaydanlıktaki su kaynadı, raftan bir fincan alıp, nescae koydu fincana, ve çayı demlemeyi unutarak, kaynayan suyu fincana boşalttı. Ocağı södürdü. Telefonunu kapatıp, mutfak masasının üstüne bıraktı.
Yatağına uzanırken kahve fincanını başucundaki sehpaya bıraktı, ve bir daha hiç dokunmadı.
Uyuyakaldı.
Dışarıda kar yağıyordu.
3 YIL SONRA...
Başucunda çalan alarmı uykulu gözlerle kapatıp, aceleyle yatağından fırladı kadın. Duşunu aldı. Kısacık kesilmiş siyah saçlarına eliyle şekil verdi. Hızlı hareketlerle giyindi. Valizini son kez kontrol etti. Yol boyu okumak üzere çantasına bir kitap attı. Artık hazırdı.
Sabahın erken saatleri olmasına karşın havaalanı kalabalıktı. Yüzünün neredeyse yarısını kaplayan güneş gözlüklerini çıkarmadan işlemlerini yaptırdı. Bir saat vakti vardı. Bekleme salonunda, uçağını beklerken her zaman oturduğu pastanenin, geniş ve rahat koltuğuna yaslanıp, koyu ve şekersiz kahvesini ısmarladı, artık çok iyi tanıdığı, kocaman gülüşlü garson kıza. Her koşulda gülümseyen bu kızın yaşam amacının ne olduğunu ne olduğunu hayalinde sorgulamıştı her seferinde. Acaba evinde de böyle güleryüzlü müydü hep? Kızın bakışlarını sadece bir iki kez yakalayabilmiş, ve gözlerindeki ifadeyi tam olarak çölzememişti. Belki de istememişti çözmeyi... Ayda üç dört kez, uçağını beklerken kendisine kahvesini tam istediği gibi getiren kızın bu sürekli gülümseyen yüzünün kendisini rahatlattığını biliyordu.
Çantasından kitabını ve kurşun kalemini çıkardı.
Henüz ilk kitabını okumaya başladığında, on, on iki yaşlarındaydı, babasının, "Senin için önem taşıyan cümlelerin altını mutlaka çiz.", tembihinden bu yana alışkanlık halini almıştı.
Kocaman gülümsedi garson kız, "Buyrun Sevgi Hanım, kahveniz.", diyerek masanın üstüne fincanı bırakırken, az ötede duvara yaslanmış bir genç kızın, neredeyse yüzünün yarısını kaplayan perçemlerinin aralığından simsiyah gözleriye kendisine baktığını ayrımsadı. Kısacık bir huzursuzluk duydu. Dikkatini yeniden kitabına verdi.
Henüz bir sayfa okumamıştı ki;
"Siz O'sunuz.", diyen kızgın gibi ve sanki biraz da kırgın sesin sahibine, bir çırpıda, "Kimim?", diye sordu.
"Selda" yanıtını aldığında irkildi.
Gerçek adını bilen, simsiyah gözlerini olanca gizemine karşın, güzelliğini saçlarıyla kapatmak isteyen gencecik kıza baktı. Onsekizinde varmıydı acaba? Ve artık kendisinin bile unuttuğu gerçek adını nereden biliyordu? Kızın onay bekleyen sorusunun yanıtının ne olması gerginliği ile saatine baktı, kaçmak istercesine.
"Uçağa geç kalabilirim.", diyerek masanın üzerindeki kitabını, kalemini aceleyle çantasına attı ve garson kıza seslenerek hesabını getirmesini istedi. Kahvesine dokunmamıştı bile oysa.
"Bir kez resminizi görmüştüm, saçlarınız uzundu, neşeli bir resimdi.", diye sürdürdü genç kız, kadının acelesine aldırmadan.
İçinden bu genç kıza yanıt vermek gelmiyordu.
Uuzun perçemli kız;
"Babamın cüzdanında görmüştüm resminizi üç yıl önce, arkasında, "Seninim, sadece senin. Selda..., yazan resminiz..."
Kadının yüreği buz tuttu, damarlarında ki kan çekildi, yüzü sarardı ve giderek beyazlaştı. Bayılma noktasına geldiğini hissetti, kalbi duracak gibi oldu onca hızlı atmasına karşın.
Garson kız kocaman gülümsemesini hiç bozmadan hesabı getirdiği zaman, bu gülümsemenin kızın maskesi olduğununun farkına vardı. İçinde fırtınalar kopuyor, titriyordu, ancak kız o gülümsemesini hiç bozmuyordu. Nefret etti bir anda o sahte gülümsemeden... ve bir kez daha tüm maskelerden.
Başını kaldırdı, karşısında kendisini tanıyan ve belki de kendisiyle aynı duygularla sarsılan, ancak kuvvetli durması gerektiği düşüncesiyle, hiç hereket etmeden hala o kırık, kızgın gözlerle kendisine bakan genç kıza,
"Ne içersin Burcu?" diye sordu.
"Hiç" dedi genç kız.
"Otursana."
Selda, garson kıza çantasından çıkardığı parayı uzattı, "Üstü kalsın" diyerek başlarından savmak istedi.
"Teşekkür ederim Sevgi Hanım.", diyerek, artık, Selda'nın o hiç sevmediği gülüşünü alıp uzaklaştı yanlarından.
"Sevgi Altan...Muhteşem kitapların, muhteşem yazarı.", diye fısıldadı Burcu.
Yıllardır bu anı hiç beklememişti genç kız, hatta karşılaşmak hiç istemediği bu kadınla karşılıklı oturmak canını acıtıyordu. İçinde intikam hissi filan yoktu ki...
"Annem tedavi görüyor hala, ama artık eve çıkmasına izin vermiyorlar. Kendisine ve çevresine zarar vermemesi için."
Fısıldıyordu ama sesinin tınısından, Selda genç kızın annesine olan sevgisinden ve çevredeki insanların annesi hakkında, onu hiç tanımasalar bile, gerçekleri öğrenmemeleri için sessiz konuştuğunu anlamıştı.
Çok şeyler sormak istedi ama sustu... Sözcükleri sıralamayı başaramadı.
"Kardeşim annemden utandığı için ziyaretine gitmiyor, tek üzüntüsü bu." diye fısıldadı yeniden ve birden kızgınlaştı, "Aptal şey, onun bu anlamsız utancından nefret ediyorum.", diye tısladı dişlerinin arasından.
Selda suskunluğunu korudu.
Burcu babasından hiç sözetmiyordu. Neredeydi Ömer? Onları terket mi etmişti? Boşanmışlar mıydı?
Asansörün kapısı kapandıktan sonra, Selda evini taşımış, telefonlarını değiştirmiş ve en sonunda kitaplarında kullandığı Selda Sunar, gerçek adını, terkedip, Sevgi Altan adıyla yayınlamaya başlamıştı kitaplarını. Ve bir daha da Ömer'den hiç haber alamamıştı. Ortak bir arkadaşları bile olmamıştı ki... İki kişilikti onların yaşamı.
Kendisini yalnızca yazmaya adamış, yayınevi sahiplerinden başkalarıyla görüşmemek üzere ıssız bir sahil kasabasına sığınmıştı.
Şimdi karşısında, kendisine nefret mi sevgi mi yoksa başka hisler mi duyduğunu anlayamadığı bu genç insana bunları anlatamazdı. Ve asla babasını soramazdı.
Sessizce oturdular, konuşacak çok şeyi olan iki insanın, hiçbir şey konuşmamalarının ezici ağırlığında.
"Annenin rahatsızlığının nedeni ben değildim."
Sanki günah çıkarmak istemişti bir anda, dünyada en çok sevdiği varlığın kızının yüreğine seslenerek.
"Biliyorum. Benim annem hep rahatsızdı."
İnatla babasından söz açmıyordu.
Anons, İzmir yolcularını uçağa çağırdığı anda, duymazlıktan geldi Selda. Kızdan ayrılmak istemiyordu. Ya da Ömer'den...
"Uçağınız" dedi Burcu, "son çağrıydı..."
Selda o anda anladı ki, Burcu asla Ömer'den söz etmeyecekti.
Yerinden kalktı, genç kıza elini uzattı.
"Çok güzel bir genç kızsın Burcu, saçların gözlerini kapatsa da... Annen için üzgünüm.", dedi.
Burcu, buz gibi soğuk eliyle Selda'nın uzattığı eli tuttu.
"Kısa< saçta size yakışmış...Gözlükleriniz gözlerinizi görmeme engel olsa da...çok güzelsiniz.", dedi ve arkasını döndü.
Ters yönlere doğru uzaklaştılar.
Selda uçağına bindi, kemerini bağladı, koltuğunda arkasına yaslandı. Gözlerinden akmaya başlayan yaşların farkında bile değildi.
"Aşk...tı Burcu...", diye gülümsedi, herşeye rağmen, uçak havalanırken.
Burcu, Ankara uçağına bindi. Kemerini bağladı, koltuğunda arkasına yaslandı. Gözlerinden yaşlar akarken;
"Aşk...tı Selda. Babam hep sana aşıktı..." diye gülümsedi.
Ayşegül Erden
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir 8888888888 ve Sonrası… |
|
Bizi anlatma diyor
Aramızda geçenleri ve hatta kalanları öylece bırak, anlatma
Aldırmıyor lakin içimdeki anlatıcı
Deşifre edecek üstü kapalı altı fazlasıyla açık olan bütün yaşanmış sanılanları, yaşanmayanları…
Bir önceki gibi
Bir sonrakinde de yapacağından emin olabildiği gibi anlatacak anlatıcı, oldurulamayanları…
Aritmetik sayma hallerinden bıkkın sabahlara uyanmak olur ya
Ve işte bu yüzden icat eden etmiştir ikişer, beşer, yirmişer saymayı hatta
Kalbindekilerin izsizliğini hiçbir aritmetik gerçekle açıklayamam
Sen artık hep uzağımda ol
Yoksa ben bu anlatıcıya laf dinletemem…
Uzaktan güzele duran hiçbir şey yoktur ki
Yakınına gidince aynı parıltısını muhafaza edebilsin
Bir halt değil iyi yazabilmek iyiyi yaşayamadıktan sonra
Ve hiçbir manaya değer değil çok ve hatta deli sevmek
Sevmek'lerini bir adım öteleyerek yaşamsallığıma uyduramadığında
Samanlığın seyranlığına müptela birilerini bulursun elbet
İçimde bir anlatıcı var benim
Yaşatmak istediklerine meraksız
Yaşayabilmek ihtimalimizin olmadıklarında fazla kararlı
"Bugün Allah için ne yaptın" diyor bazı duvarların yazısı
Ve oysa tanrıyla kul arasındadır tüm yapılanların sevabı, günahı…
Bir yerde tıkanıyor, soruyor babasına
Baba, 8888888888'den sonra?..
Evet evlat bu denli uzayan, uzatan, kanatan
Yenilenmeyen ama yine'si her zaman olan
Olacak olan
Baba, 8888888888'den sonra?..
Hep soran ve sorduran evlat
Evet, evet sevda denen meret tam da sorduğun kadar gereksiz ama elzem bir gerçek…
Baba, 88888888888'den sonra yani şimdi sevmek mi gelecek?..
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
Kahvenin Köpüğü : Melis Mine |
Kahvenin Köpüğünü Sevenlere…
Yeni sezon yazısını yine yazamadım ilk hafta, oysaki Galata Kulesi'ni yazmak istedim size. Şehr-i İstanbul'un cennet köşelerini de çarpık kentleşmesini de aynı anda gözler önüne seren. Ve Hazerfan Çelebi'nin kanatlanıp uçtuğu Galata'yı… Ama tatil rehavetinden çıkamamış bir keyif düşkünü olarak Cuma'nın gelişini sanki uzaktan seyrettim işte. Bu yeni dönemde de olabildiğince sinema, tiyatro, kitap, sergi, müze, hatta belki biraz müzik keyfi paylaşayım diyorum bu köşede. Ve bu kısa girişten sonra bu haftanın keyifli kahve durağını gösterip kenara çekiliyorum.
Yerebatan Sarnıcı
"Zaman hızlı geçiyor, yoksa boşa mı geçiyor" endişesiyle kendimi - yakın dostları da işin içine katarak - şehir turlarına verdim yaz sonu itibarıyla.
"Yer deniz, gök deniz,
Ne olacak bu halimiz…"
Bir tekerlemeyle başlamalı belki söze… Gökten yağmayan yağmurlar küresel ısınmayla yükselen deniz yerle gök arasında dolanıp duran bizlerin öncelikli kaygıları haline geledursun, biz Sultanahmet'e vurduk kendimizi, İstanbul'un tarihi yarımadasına. Medusa'nın gözyaşlarının doldurduğu rivayet edilen sarnıca uzandık bir eylül vakti. Yıllar önce gittiğim Yerebatan gittiğim bu kez ışıklandırma, müzik vs. ile büyüleyici bir atmosfere dönüşmüş.
Kişisel kısmına geçmeden önce yazacaklarımın öncelikle tarihi ve fiziki bilgilerini vermek isterim (Çoğu aklınızda kalmayacak ama efsanelerini hatırlayacağınızdan eminim).
Yerebatan Sarnıcı'nı 7000 kölenin 38 yılda tamamladığı rivayet edilir. 6. yüzyılda Bizans İmparatoru Justinyen tarafından At Meydanı'nın diğer tarafında bulunan Büyük Saray'ın su ihtiyacını karşılamak üzere yaptırılmıştır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilir. Yaklaşık 10000 metrekarelik bir alanda, 100.000 ton su depolama kapasitesine sahip olan sarnıçta toplamda 336 sütun bulunmaktadır. Son restorasyonda içi kuru olmasına rağmen sarnıca tekrar su geldiğinden bugün hala 1-2 m arasında su bulunmaktadır.
Bazilika Sarnıcı da denen Yerebatan Sarnıcı Ayasofya için imparatorluğun her yanından toplanan sütunların kullanılmayanlarıyla oluşturulmuştur.
Bir söylentiye göre, bazı sütunların üzerindeki şekillerin gözyaşına benzemesin nedeni Büyük Bazilika'nın inşasında ölen yüzlerce köleyi anlatır. Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa başı Roma Çağı heykel sanatının şaheser örneklerindendir. IV. yy. ait bu başların Genç Roma Çağı'na ait antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildiği sanılmaktadır.
Medusa'yla ilgili mitolojiye dayandırılan birçok söylenti bu yapıyı daha da gizemli kılar. (Medusa Yunan Mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgondan biridir. Bu üç kız kardeşten yalnızca Yılan Başlı Medusa ölümlüdür, diğer kardeşleri gibi değildir yani ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. Ve Medusa'ya ait hikâyeler - efsaneler kesinlikle ayrıca okunmalı, bu yılan saçlı kadın bir köşede unutulmamalıdır.)
0 dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak amacıyla Gorgona kafalarının resim ve heykellerinin konulduğu söylentilerden biridir, diğer bir görüş yapılan onarımlar sırasında, sarnıcın güneybatı köşesinde sütunların kısa gelen gövdelerini yükseltmek için kaide olarak ilkçağa ait Medusa başlarının kullanıldığıdır. Bu görüşe göre Medusa'lar Hıristiyan olan Bizanslılar tarafından artık batıl kabul edilen tanrılara hakaret amacıyla ters ve yan konmuştur. (ki bence bu görüş daha akla yakın, Hıristiyanlıkta eski pagan inanışlarının yok edilmesine yönelik yoğun çabaları hatırlayın…)
Bir de dehlizlerle ilgili söylentileri vardır Yerebatan'ın. Yerebatan Sarnıcı'ndan girilen dehlizlerle kuzeydoğu yönünde ilerleyerek, Marmara'nın altına girdiği, Üsküdar'dan güneydoğu istikametinde bir açı yaparak düz bir hat halinde Kınalı ada'ya kadar gittiği söylenir. Bu dehlizlerin Kapalı çarşı'nın altından da geçtiği, Sivri kapı'da bir tünel girişi olduğu, Kum kapı'ya kadar uzandığı girişini bilenlerin kör olduğu anlatılanlar arasında.
Bu kadar teknik bilgi ve söylencelerden sonra (Evliya Çelebi yaşasa ne derdi acaba bu yazı için, eksik kalan yerleri tamamlardı muhakkak…) benim gözümden gördüğümü yazmak isterim size biraz da.
Gözyaşlarına benzeyen kabartmalarıyla sütunlar ağlayan kaya efsanesini hatırlattı bana, bazıları damlayan suların kanalizasyon suları olduğunu söylese de (çocuklarını kaybedince taş kesilen ama yine de ağlamaya devam eden Niobe'nin hikâyesini bilir misiniz? Öyle duyguludur ki, anlatırken bile ağlarsınız belki…). İrili ufaklı balıkların oraya yeraltı sularından nasıl geçitler bulup gelmiş olacağını düşündüm belki de oraya insanlar tarafından bırakıldığını düşünmeden ve bilmek de istemeden böyle bir gerçeği. Dilek tutup para attım, ağlayan sütunların dibindeki suya, nasıl iki köprünün altından birbiri ardına geçerken dilek tuttuysam. Aya Yorgi'ye çıktığımda çok sevdiğim bir dost için içtenlikle dilediğim o dileğin gerçekleştiğini hatırlayarak, gizliden ve derinden bir ümitle üstelik…
Ama beni en çok etkileyen o sütunların senelere dayanıp, her şeye meydan okurcasına ayakta kalması olmadı. Ya da dev gibi görünen o balıklar, tüm o hantal görünüşlerine rağmen bir para atıldığında üstüne hızla üşüşen… Beni en çok etkileyen Medusa oldu. Benim bildiğim efsaneler Medusa'nın Perseus'a aşkından söz etmez hiç, Perseus'un Medusa'yı öldürdüğü (kalkanından kendi bakışlarını yansıtıp Medusa'yı taşa çevirdiği ve başını kestiği anlatılırdı benim okuduğum söylencelerde) ve onun kesik başıyla nice düşmanı alt ettiği anlatılır hep. Ama Sarnıcın içindeki bilgilendirme yazıları ve sonrasında okuduğum bazı kaynaklar Medusa'nın çok güzel olduğu, Athena'nın da onu kıskanıp yılan saçlı baktığını taşa çeviren bir canavara dönüştürdüğü yolunda bilgi veriyor. İşte bu en çok etkileyen oldu beni. Bir kadının - ki güzellikte eşsiz bir kadın iken - yılan saçlı bir canavara dönüşmesi, baktığı insanı taşa çevirmesi… Baktığı o çok sevdiği, âşık olduğu adam olsa bile… Cezanın böylesini düşünmek o zamanın tanrılarına has bir şey miydi acaba diye düşündüm. Sonra aklıma son günlerde sık sık okuduğum tecavüz haberleri geldi (kocasını savunur yönde ifade veren kadınlar, aile içi tecavüzde ruhsal yapı bozukluğu olmadığı gerekçesiyle ceza indirimine gidilen mahkemeler…), sonra bu tecavüz mağdurlarının töre cinayetlerine kurban edilmesi. Halkın kendi adaletini kendi sağlama yoluna gitmesi… Bütün bu düşünceler hızla geçti içimden ve yine seven ama yitiren o çaresiz kadına döndüm. Yüzündeki acı da sevdiği adamın kalkanından yansıyan kendi bakışlarıyla taşlaşan Medusa'ya… Yılanlı kadın, gorgon, canavar, Medusa. Gözyaşlarıyla sarnıcı doldurduğu rivayet edilen kadın, Medusa. Herkes kendi çektiği derdi bilirdi ve ağlayan kayaların niye ağladığını taşa dönüşene kadar kimse bilemezdi…
Keyifli hafta sonları, bol köpüklü kahveler…
Melis Mine
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YENİ ODAMIN HAVASI İÇİNDE
Ülkemin susuz bir musluğuyum
Dudaklarında kana kana içmeni
BEKLEDİĞİM...
Yağmuruna duacı bir yüreğin tam orta yerinde bir bekçiyim
Aşkın namlusuna düşen ilk hedefin şaşkın mermisi gibi...
Bu aşk ikimizede hayırlı uğurlu göz kapakları mor olsun...
Arzum Günay
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
|
ben.sen.o@kahveciyiz.com
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Günlük hem de 14 günlük hava durumu bilgisi için http://www.havadurumu.com.tr/ web sayfasını ziyaret edebilirsiniz. Kişiselleştirebilme özelliği sayesinde, istediğiniz şehri belirleyip hem hava tahmin raporunu alıyor, hem de belirlediğiniz sayfayı giriş sayfanız yapabiliyorsunuz. Ben detaylı inceleyip saymadım ama 10.000'den fazla şehrin hava tahmin bilgisine ulaşmanız mümkün görünüyor.
Mp3 uygulamasının yasallığı tartışılmaya devam ediyor etmesine ama, bir yandan da kaynak sayıları günden güne artmaya devam ediyor http://music.download.com web sayfası mp3 indirmek isteyen ve bilgisayarına herhangibir program yüklemek istemeyenlerin yeni gözdesi olmaya aday. Siz yine de güvenilir kaynakları kullanarak ve emeğe saygı göstererek müzik marketlerden cd temin etmeye devam edin.
İşte bu da bizden, yani Türkiyeden bir internet radyo hizmeti http://www.yurttansesler.com Sadece Türkçe müzik dinlemek isteyenlerin beğeniyle tercih edeceklerine inandığım bir platform. hazırlayan arkadaşların ellerine sağlık. klasik internet radyo mantığıyla çalışan bu yapıda, verdiğiniz oylarla kendi profilinizi belirliyorsunuz.
İnternet üzerinde video paylaşım uygulamaları iyice arttı ve aldı başını gidiyor. http://www.izlesene.com/ bunlardan en çok izlenen yerli web sayfası olma özelliğine sahip olanı. Popüler videolar kısmını özellikle tavsiye ediyorum
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|