Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 6 Sayı: 1.278

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 21 Eylül 2007 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : Anılardan anı beğendim!..


Merhabalar,

Eve dönerken akşam haberlerinde duyduğum güzel bir haber gülümsetti beni. Sekiz yıl önce kaybettiğimiz Barış Manço'nun Moda'daki evi Barış Manço müzesi ve küçük bir müzik okulu olacakmış. Ne güzel değil mi? Bu memleketin yetiştirdiği ender insanlardan birine geçte olsa vefalı davranabilmenin hazzını duyabiliriz. Kadıköy Belediyesi önayak olmuş iyi de etmiş. Vefa, anılar gelince akla, yol boyunca kendi andıklarımı düşündüm durdum. Bir sürü isim geldi aklıma. Hayrettir hep eskileri hatırladım. Oysa daha yeni kaybettiklerim vardı. Anıları daha çok taze olduğundan belki de, onları değil de, çok eskileri, bir kere bire canlı görmediklerimi bile düşündüm durdum. Çoğunun adını bile unutmuşum, zorlayınca ancak buldum. Ama içlerinden biri anılarımda öyle bir yer etmiş ki, tek bir anını dahi unutmamışım.

26 yıl önce hayatınıza girmiş bir adam düşünün. 26 yıl önce tanımışsınız, 3 yıl boyunca belli aralıklarla aynı ortamlarda bulunmuşsunuz, önce o sonra siz bir şekilde o ortamdan uzaklaşmışsınız ve o adamı bir daha hiç görmemişsiniz. Bir gün öldüğü haberini almışsınız, çok üzülmüşsünüz. Artık sabahları onu hatırlarken neşeli anıların yerini bir nebze de hüzün almış. Evet yaklaşık yirmibeş yıldır her sabah ayna önünde traş olurken andığım bir adamdan söz ediyorum. Dile kolay, 25 yıldır hiç unutmadığım, anılarını her sabah tazelediğim ve ömrüm boyunca unutamayacağım bir adamdan.

1981 yılı yazında İzmir turnesinde tanıdım Özcan Özgür'ü. Köşeli yüz hatlarıyla, saatlerce tarandığı her halinden belli olan kabarık saçlarıyla kısa boylu ama gür sesli bir aktördü. Asıl önemli görevi sahne amirliğiydi. Tüm oyun boyunca sadece 2 dakikalık bir rolü olmasına rağmen, kulisin köşesinde eksiği gediği kontrol eden işine aşık bir adamdı. Bütün gün elinden düşürmediği bira şişelerini inkar edercesine oyun boyunca dimdik dururdu. Turne boyunca ben tıfılın soyunma odası bahçenin bir kenarı olunca onunla aynı odayı paylaşamadım ama Kenter Tiyatrosunda başlayan yeni sezonda ve takip eden 2 sezonda daha birlikte aynı odayı paylaştık onunla. Sadece onunla mı? Bülent Kayabaş, rahmetli Selim Naşit, Taner... İşte onu her sabah anmamı sağlayan huylarını ilk orada öğrendim. Özcan Abi saatler önce tiyatroya gelir ve oyundan yaklaşık 2 saat önce de o geleneksel kutsal ayinine başlardı.

Tel fırçadan hallice sakallarını budama ayiniydi bu. Her traşta yarısı surata sıkılan traş kremi bir fırça marifeti ile surata sürülür ha sürülürdü. Bu sırada hikayeler anlatılır, kahkahalar atılır hatta özenle hazırlanmış lakerdalar yutulurdu. Ama o fırçanın surat üzerinde dolaşması 1 saat boyunca hiç durmak bilmezdi. Ardından hergün yeni açılan bir adet permatikle, ki o zamanlar sadece permatik vardı, kesim işlemi başlar, oyundan yarım saat önce de Özcan Abi cillop gibi hazır olurdu. Akut nezlesi olduğundan burnuna tıkıştırdığı kağıt mendillerle korku filmlerinden birinin kahramanı gibi oradan oraya koştururdu. Parmağımın ucuna sıktığım bir cimcik kremle traşını halleden ben, onun bu müsrifliğine her defasında hayret ederdim. Bir keresinde onun suratına sürdüklerine bir parmak atıp aldığım kremle traşı tamamlamıştım da pek kızmıştı. "Ulen seninkiler tüy, bu kadar elbet yeter. Bu manda derisi ancak böyle yumuşar." demişti.

3 sezon boyunca her oyun akşamı aynı sahneyi seyrettim. Nasıl unutmam. İşte her sabah onu anmama neden bu traş olayıdır. Özcan Abi son olarak "Kardeşim Benim" isimli bir filmde oynadı. Film ödüller aldı. Müthiş bir aktördü ama yalnızlığını paylaştığı içkiye teslim oldu. 1995'te de onu kaybettik. Aramasan bile herşeyi bulabildiğin internette Özcan Abi'nin tek bir fotoğrafını bile bulamadım. Bende olanları da bulmam şimdilik mümkün değil. Ama kırklı yaşlarını yaşayanlar hafızalarını biraz zorlarlarsa onu mutlaka hatırlayacaklardır. Nur içinde yat Özcan Özgür. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum, esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








Yukarı


 


Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  DNA - 4

Emel'in telefondaki ses tonu bu konuda şakası olmadığını açıkça anlatıyordu. En iyisi gerçekten Muğla'ya gitmek ve yüz yüze görüşmekti. Ama benim burada bir işim, hatta yavaş yavaş evlilik hedefine kilitlenmekte olan ciddi bir ilişkim vardı. Bunu sevgilime nasıl anlatacaktım. Muğla'ya gidiyorum desem yüzlerce soru soracaktı. Ona mecburen yalan söyleyecektim. Annem hasta, babam kaza geçirmiş türünden bir bahane uydurmalıydım. Ama ya sonra… Yalanım ortaya çıkmayacak mıydı?

Gazetede "Son yıllarda babalık davalarında bir artış var" yazıyordu ve şöyle devam ediyordu. "Ama bunun nedeni genel olarak hukuk davalarında artış olması. İnsanlar ne kadar çok bilinçlenirse, haklarının farkına varırsa, adli süreçleri o kadar çok işletiyor. Bir de iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte insanlar nelerin araştırabileceğini daha iyi biliyor."

Başka bir haberde, "Yanlış analizin bir annenin canına mal olduğuna tanık oldum." yazıyordu. Haberleri okudukça insanın deliresi geliyordu. En iyisi kalkıp Muğla'ya gitmekti. Belki yüz yüze konuştuğumuzda onu ikna edebilir ve bu DNA çılgınlığından vazgeçmesini sağlayabilirdim. Belki de birlikte başka bir uzlaşma yolu, başka bir çözüm bulabilirdik. Telefon görüşmeleriyle bu işin içinden çıkabilmemiz mümkün görünmüyordu. Hala içimde bir yer bunun şaka olduğuna inanmak istiyordu. Son görüşmemizin üzerinden yaklaşık iki hafta sonra Emel' telefon ettim. Yelkenleri suya indirmiş, içinde bulunduğum saçma sapan duruma razı olmuş birinin ses tonuyla;

- Merhaba Emel, nasılsın? dedim.
- İyiyim, sen nasılsın?
- Ben Muğla'ya gelmeyi düşünüyorum.
- Çok düşünme bence, hemen gel.
- Önümüzdeki hafta izin alacağım.
- Bırak önümüzdeki haftayı falan. Atla gel…
- Lütfen biraz anlayışlı ol. Benim de kendime göre işlerim var. Hatta birlikte olduğum bir kadın var. Ona ne diyeceğim?
- Bilmiyorum, ama sende beni anlamalısın. Çaresizim, yıllardır sıkıntılar içinde kıvranıyorum. Üstüne üstlük kızım önümüzdeki hafta okula başlayacak.
- Anlıyorum, en kısa zamanda gelmeye çalışacağım.
- Tamam, bekliyorum,
- Kal sağlıcakla,
- Sende…

Telefon görüşmesinden dört gün sonra yola çıktım. Sevgilime babam hastalanmış acilen İzmir'e gitmem lazım diye yalan söyledim. Çok üzüldü ve beni uğurlamak için garaja kadar geldi. Hatta her fırsatta beni teselli etmeye çalışıyordu. Onun yüzüne bakmaya utanıyordum. Utanmanın ötesinde bunun bedelini çok ağır ödeyeceğimi bildiğim için korkuyordum. Söylediğim yalanlar yaşamım boyunca sıkıntılarımın çözümünden çok başıma daha büyük işler açılmasına neden olmuştur.

Uzun bir yolculuktan sonra uykusuz ve yorgun olarak sabaha karşı Muğla'ya ulaştım. Yola çıkmadan önce Emel'i aramıştım. Otobüsten indiğimde orada beni bekliyordu. Bu tam anlamıyla bir sürprizdi. Biz aslında hiç onunla bu kadar yakın olmamıştık. İçinde bulunduğum durum beni derin bir karmaşanın içine sürüklüyordu. Nasıl davranacağımı, nasıl konuşacağımı bilemiyordum. Ben önce bir otele gidip dinlenmeyi, sonra onunla bir yerlerde buluşmayı ve konuşmayı kurgulamıştım. Üstelik çok sıcak ve samimiydi. Sarıldı ve beni öptü. Sonra da;

- Hadi bize gidiyoruz, dedi.
- Bir otele gitsem, dinlensem daha iyi olur. Ben şu anda tamamen tükenmiş durumdayım. Bu kafayla hiçbir şey konuşamam.
- Konuşmayız, kahvaltı edip dinlenirsin.
- Olmaz, lütfen…
- Hayatta bırakmam. Otelde ne işin var?
- Evdekiler ne der peki sana?
- Hiçbir şey demezler, hadi gel…

Aramızda buna benzer daha onlarca diyalog geçtikten sonra eve gitmeye razı oldum. Buraya kadar geldiğine göre şimdi onu yüz üstü bırakıp otele gitmek ayıp oludu. Evde annesi, babası ve kızıyla birlikte yaşıyorlardı. Babası emekli bir bankacı, annesi ise ev hanımıydı. Gitmesine gidiyordum ama o insanlar için ben neydim? Kızıyla kaçamaklar yapıp onu hamile bırakan adam olmak dışında ne özelliğim vardı. Servis bizi kentin orta halli sokaklarının birinde indirdi. Birkaç ara sokağı geçtikten sonra üç katlı bir apartmana girdik. Annesi ve babası yüzünden çok kaygılanıyordum. O insanlara ne diyecektim, nasıl davranacaktım? Onlar beni nasıl karşılayacaktı? Emel'in davranışlarındaki rahatlık endişemi azaltsa da ben o evde hangi sıfatla bulunacaktım. Kapıdan içeri girdik. Anne ve babası henüz uyanmamıştı. Küçük kız da öyle. Mutfağa geçtik. Kahvaltı sofrası neredeyse hazırdı. Çayın suyu bile kaynıyordu. Küçük, yuvarlak bir masanın etrafındaki dört sandalyeden biri seçip oturdum.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


SİZ NE KADAR HİKİKOMORİSİNİZ?

Yeni eğitim öğretim yılı başladı. Öğrencilerimize yeniden kavuşmanın heyecanı içindeyiz. EGEREM'in kapısından ilk kez girenlerin çoğunda heyecan var. Geçen yıllardan bizimle birlikte çalışanlar ise rahat.

İçlerinden biri her zamanki gibi muzip:

"Ben hikikomori oldum" diyor.

Gülümsüyorum.

Salona geçer geçmez:

"Hamdi Bey, inanın ki doğru söylüyorum. Anneme sorun isterseniz." diyerek üstüne gidiyor konunun.

"Nedir bu hikikomori" diyorum.

" Elini ayağını çekme hastalığıymış" diyerek açıklamaya çalışıyor Hikikomori'yi.

Arkadaşları gülüşüyor. Dayanamıyor cebinden çıkardığı gazete kesiğini okuyor.

Hikikomori, bir meşgaleye saplantı derecesinde bağlanıp sosyal çevreden elini ayağını çekmek olarak özetlenebilecek bir davranış bozukluymuş anladığım kadarıyla.

Meğer oğlumuz yaz tatilini bilgisayar oynayıp televizyon seyrederek geçirmiş. Annesi de bu yüzden kendisine böyle söylemiş olmalı.

Okul yoluna düşen 14 milyonu aşkın öğrencimizin hepsi için geçerli değil elbette bu gerçek. Onların kimiler tarlada, iş yerinde ailesine destek olmak için çalıştı. Kimileri sınav hazırlığı için dershanelere taşındı.

Yaz günlerini ister çalışarak, ister saplantılarıyla zaman öldürerek geçirsinler, bu çocuklarımızın okula bedenen ve ruhen dinlenmiş döndüklerini söylememiz mümkün mü?

Şimdi birçoğu kendisine "Bu yıl daha düzenli çalışacağım, daha yüksek notlar alıp başarılı olacağım." sözü vermekte. Çünkü herkes gibi onlar da bir işe iyi başlamanın iyi bitirmenin ilk koşulu olduğunu biliyor. Ancak öğretmeni eksik, ders kitabı gelmemiş, öğrenci yerleşimleri yapılmamış, haftalık ders programları oturtulamamış okullarda yeni yıla iyi başlamanın olanaksızlığını kim bilmiyor ki!

Durum böyleyken akşam eve dönen anne babaların ilk buyrukları hazırdır artık: Çalış!

İyi de neyi, nasıl çalışacak çocuk?

Bir köşeye çekilmeli, ders kitabını açmalı, uyuklaya uyuklaya geceyi bulmalı. Oysa çalışmak değil, verimli çalışmak değil mi asıl olan? Okul rehberlik servislerinin her çocuğa özel çalışma programı geliştirmesi gerekmiyor mu?

Birçokları, okul başarısının dersleri iyi dinlemek, ödevlerini zamanında yapmakla gerçekleşeceğini sanır. Oysa asıl başarı, çocuğun ruhsal doyumuyla gerçekleşir. Günlük yaşamda kendisini ifade edebilecek etkinlikler gerçekleştirme olanağı bulamayan çocukların ruhsal doyumlarından söz edilebilir mi?

Oyun oynamayan çocuktan düşünmeyen adam yetişir sözünü biliriz; ama çocuklara ne oyun alanları yaratır ne de oyun oynayacak bir zaman bırakırız. Kahvehanelerde bütün gün oyun oynayan yetişkinlerimizin, çocukken oyun oynayamamış olmalarının acısını çıkardıklarını söylesek yanlış bir şey mi söylemiş oluruz?

Yaşam, sosyal ilişkiler bütünüdür. Yalnızca ders çalışarak okul başarısını yakalamak olanaklı; ama bu, asla yaşam başarısının güvencesi değildir.

Gelişmiş ülkelerin yöneticilerine bakınız; her birinin kendini ifade edebileceği bir becerisi vardır. Kimi ata biner, kimi bir müzik aleti çalar; fotoğrafçıdır, resim yapar, atölyesinde heykeller yontar kimi.

Hikikomoriye yakalanmanın gerekçesi yalnızca bilgisayar, televizyon bağımlılığı olamaz. Onun gerçek kaynağı "Oku- yaz- sınava gir- başar!" dizgesine yerleştirilen eğitim sistemidir. Sınav başarısını yaşam başarısının tek koşuluymuş gibi gören ve çocuklarına kendilerini ifade edebilecekleri sosyal etkinlik fırsatı sunmayan eğitim, sosyal özürlü insanların bataklığından başka bir şey değildir.

Hikikomori, bir sosyal iletişimsizlik hastalığı. Bu hastalığın bizde ne denli yaygın olduğunu anlamak için uzun araştırmalar yapmaya gerek yok. Çevremize bakalım: Kaç iş yerinde insanlar birbirlerine inanarak, güvenerek, birbirleriyle gönül gönüle çalışabilmekte, kaçımız her şeyin en doğrusunu yalnız kendisinin bildiği saplantısında değildir?

OKS'yi kaldırıyorum diyerek yola çıkan MEB ne yazık ki dershane hastalığını 6. ve 7. sınıflarlara da bulaştırdı. Şimdi onlar, hikikomoriye yakalanmaya biraz daha açık. Oysa demokratik bir anayasa hazırlamaktan söz edenlerin ülkenin geleceği için öncellikle dayatmacı, eleyici, bireysel özellikleri hiçe sayan eğitim anlayışını terk etmeleri gerekir.

Akşamları evde bacaklarını uzatarak dizi seyretmekten başka bir şey bilmeyen yetişkinlerin ülkesinde okuldan, özel öğretmene, dershaneye koşan çocuklarımızı düşündükçe okulların açıldığına sevinemiyorum.

Çağdaş devletin temel görevi her şeyden önce çocuklarını sağlıklı bireyler olarak topluma kazandırmaktır. Çoktan seçmeli sınavlardan geçirerek ellerine birer diploma tutuşturduğumuz bireylerin hikikomori hastası olmasından doğal ne olabilir ki?

Hamdi Topçuoğlu
egerem@yahoo.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,339,339,339,339,339,339,339,339,33
3 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahveci : Ayşegül Yalız


D o ğ u m   G ü n ü

Zaman nasıl da akıp geçıyor;
Kim derdi ki ilk okula başlarken, ileride tostla limonata paranı kendinin kazanman gerektiğini,
Kim derdi ki tenefuste ebelemece oynadığın cem ve canan'la istediğin her zaman oynayamayacağını ,
Kim derdi ki daha kaç cem ve canan isminde tanıdığın olcakta onlardan ayrıldığına bu kadar uzüleceğini,
Kım derdi ki öğretmenin sana okumayı öğretmeye çalışırken
aldırdığı cin ali yi tekrar okumak ıstediğinde sadece anılarda kalacağını ,
2000 yılında kaç yaşında olacağını hesaplarken, kim derdi ki 2007 nin bır solukta geleceğini ve yaşının kaç olduğunu söylerken dudağını ısıracağını ,
ama kim derdi ki o günlerin sana bu kadar yaşaması güzel gunleri beraberinde getireceğini
ilk okulun bitmesi,
orta okula başlama,
sonra lise,
ve o en gurur verici başarı ile ilk üniversite günün,
kim derdi o günden sonra iyi bir başarı ile okulu uzatmadan bir çırpıda bitireceğini,
sonra ilk erkek arkadaş ,
ilk buluşma,
ilk defa tatlı bir heyecan hissederek el ele dolaşmak onunla, yer ve zaman önemli olmadan.
Evcilik oynarken anne rolunu almanın gerçek yaşında ne kadar mutluluk vereceğini hissetmene ramak kaldığında,
kim derdi ki evlilik hayalleri kuracağını .....

Bugün doğan tüm kahveci dostlara
nice mutlu yıllar
nice acısız kedersiz yıllar temenni ediyorum.

Ayşegül Yalız


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
5 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahveci : Şadıman Şenbalkan


TÜKETİMİ DE TÜKETTİM VE ÜRETİM

Üretimden tüketime geçiş belli bir süreci barındırırken üretilen, orada bekleye dursun(!) tüketim, popüler bir kimlikle toplumumuzla haşır neşir! Satın alma eylemimiz bizi çılgın bir harcamaya iterken, bilinçli tüketici olmak modernlik ile bağdaşır olup çıkmış...
Modernleşme ne demek bilmek gerek ama kim modernsizimin anlamına uygun yaşar durur bu dünyada?
Bir kere modernlik ne demek onu bilmek gerek değil mi?
Modernleşme, modern dünyayı oluşturan bireyselleşme, kültürel farklılaşma, kentleşme, bürokratikleşme ve rasyonelleşme süreçlerini bütünleşik olarak anlatan bir kavramdır.
Şimdi bu modernleşme akımına bulaşmış çok anlamlılık yani postmodernizim ve popüler kültür, iç içe girmiş bir kül ile dans ediyor toplumumuzda.
İsmail Türüt isimli bir şarkıcı ve Karadeniz'e mal ettikleri bir şarkıda; tüyler ürperten bir cinayeti es geçip, insanın insana kıymasını utanmadan arlanmadan, dile getiriyor... Bu akıl dışı kılıp ve şarkıya, yetmezmiş gibi İzmir Barosu Avukatından destek veren kelamlar geliyor...
Bu ne yahu?
Gündem yaratmak isteyen kişiler toplumumuza aykırı gelecek her ne varsa, demeç veriyor ve insanlık, insanilik yanı hiç düşünmeden konuşuyor da konuşuyor!.. Bu da tüketimin bir başka ucu değil mi sanki?
Öncelikle tüketmemiz gerekenlerin başında insani duygular var olmalı değil mi ama?
Ama ve lâkin tüketmek saygıyı ve sevgiyi de tüketip götürüveriyor ve üretilmeyenler de fayda ve maliyetten bir haber oluyor!
Paranın zaman değeri, tüketim toplumunda olması gereken olmazlardan biridir fakat kim takar bunları! Biz gündemi de tüketelim, daha bir çok şöhret olalım, insani değerleri silelim abuk subuk kliplerle ve şarkılarla topluma; faydasız kışkırtıcı mesajlar verelim de ne olursa olsun mu?
Yok ya!..
Kim bu zihniyetleri toplumumuzun göz önüne seriyorsa onlar da bu işten sorumludur. Mamafih gazetecinin asli görevi toplumu bu ve bu gibi olaylardan haberdar etmektir fakat, bu gibileri sözüm ona ürettikleri lâkin üretimle ilgisi uzaktan yakından olmayan hasbelkader şöhretleri topluma göstermemeli ki, tüketmesinler bizim insan yanımızı...
Varlık, bir işletmenin sahip olduğu ekonomik değerlerdir, varlık insan içindir ve işletmedeki tüm üretimler de toplum içindir, varlık işletmelerimizin bileşkesi olduğuna göre bu neyin nesidir Allah aşkına?
Ağzı olan konuşurken, özgürlüklerinde bir sınırı var ve bereket böylesine kinle beslenmiş ırkçılarımız yok bizim ve tüketmişiz çok şükür bu kinleri. Şimdi zinhar mutasyona uğramayanlar, tükettikçe tüketecek, üretmeyecek cebinde kalan üç beş yükselen değerle de alçalışa geçecektir.
Türk Toplumu, toleranslıdır ama, tüketime meyilli kişileri de görür ve bilir... Kendisinin geçmişinin tüketilmesine de izin vermez ve sever insanı, sever dünyayı... Üstüne üstlük iş başa düştü mü neler üretir neler Türk İnsanı... Ama gene ve lâkin kimselerin bu üretimlerden haberi olmaz çünkü o toplum, MİLLETİN özünden gelir, tarlasında bahçesinde, sanayisinde, hatta evinde kendi yaşadığı hayatında üretir...

Şadıman Şenbalkan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahvenin Köpüğü : Melis Mine


Amistad

Yönetmen: Steven Spielberg

Senaryo: David Franzoni

Oyuncular: Anthony Hopkins, Morgan Freeman, Matthew McConaughey, Stellan Skarsgard, Djimon Hounsou

Yapımcı: Debbie Allen, Steven Spielberg, Colin Wilson

Müzik: John Williams

Süre: 152 dk. 1997, ABD.

Dil: İngilizce, Mendece, İspanyolca

Özgürlük verilmez. Doğuştan bir haktır. Ancak bazen geri alınması gerekebilir. Bize özgürlüğümüzü verin!


La Amistad gemisi 1839 yazında içinde 53 tane Afrikalı köle ile Küba Sahillerinden hareket eder. Köleler Cinque'nin önderliğinde gemide isyan çıkarırlar ve mürettebatla savaşarak gemiyi ele geçirirler. Artık Afrika'ya dönmek için bir şansları vardır. Mürettebattan sağ kalan son iki kişinin onları doğru yere doğru götürdüklerine inanmaktan başka şansları yoktur. Ancak bu sırada bir Amerikan savaş gemisi tarafından yakalanırlar. Korsanlık ve cinayetle itham edilirler. Gemide çıkan köle isyanı ve Amerikan sularında olması nedeniyle Amerikan mahkemelerinde kölelerin kaderine karar verilmesi, tam da eyaletler arasında kölelik düzeninin en tartışmalı olduğu döneme rastlar. Ve böylece açılan dava Aristokrasiyle özgürlüğün savaşına dönüşür.

Gerçek bir öykünün uyarlaması olan filmi izleyenleriniz neler düşündü, neler hissetti bilmiyorum, ama ben ağladım izlerken. Gözyaşlarımı tutamadım… İki elinizi ve ayağınızı kullanabiliyor musunuz düşünmeden? Fütursuzca başınızı gökyüzüne kaldırıp güneşe bakabiliyor musunuz? Bugün sabah evden çıktığınızda akşam huzurla eve dönebilme ihtimaliniz yüksek mi? inanıyor musunuz buna? Özgürlüğünüzü tarif edebilir misiniz? Nedir özgür olmak? Neyle ölçülür ederi? Neyle karşılayabilir insanoğlu özgürlüğe biçilen bedeli? Kendi toprağında, kendi dilinde, kendi inancında, güçlünün güçsüze hükmetmeye çalışmadığı bir dünyayı hayal edince mi tarif ediyorsunuz özgürlüğü yoksa elleriniz kelepçede olmasın, ayağınıza pranga vurulmasın yeter mi özgür olmaya?

Hele hele şimdilerde iyice su yüzüne çıkan - pek çoğumuzun kıymetini bilemediği özgürlüklerin kaybı ile ilgili - endişeler geldi aklıma. Amistad'daki insanların kurtuluşa koşmaları, umutla canlarını tenlerinden ayırmak pahasına yaptıkları savaşı izlerken gözyaşlarımı tutamadım ben.

Bir kadının çocuğunu kurtarmaya çalışması, bir adamın kanıyla özgürlüğüne kavuşma çabası… Ölümden medet umarak, hayatta kalmak için, yitirdiklerinin acısını hissederek öldürmek… Bir cani gibi görünen bu insanları nasıl da birden bire mağdur olarak gördüğünüze şaşıyorsunuz ki bu hikâyenin gerçekliğinden mi Spielberg'in ustalıklı anlatımından mı bilinmez.

Bir adamın inatçılığını görüyorsunuz öte yanda, tüm düzene, dünyaya karşı koymaya çalışan bir adamın azmini ve zaferinin gözlerinde parlayışını görüyorsunuz Amistad'da. Hukukun bittiği yerde - ki filmde de görüldüğü üzere Amerika'da da pekâlâ bitiyor hukuk zaman zaman, neticede orası da insanların ve hırsların mevcut olduğu bir yer, olmaz olmaz değil yani - aklın hukuku devirmeye çalıştığı, inancın, yüreğin insanları doğruya götürdüğü incelikle işlenmiş. Anthony Hopkins az ama etkileyici oyunuyla göz dolduruyor Morgan Freeman'ın birkaç sahne dışında hissedilmeyen varlığı Djimon Hounsou'nun dilini bilmesek de bizi büyüleyen duruşu, bakışı kendini anlatışıyla kabul edilir hale geliyor.

Filmde takıldığım pek az nokta var; alttan alta verilen Hıristiyan misyonerliğinin filmde bir eksikliği olur muydu? Yani kölelerden biri İsa'nın hayatını Cinque'ye anlatmasaydı elindeki kitapla (İncil olabilir mi kitap, bilmiyorum.) filmde ne eksik kalırdı? Zaten pek çok boşluğu kelepçeli ellerini havaya kaldırarak herkesin anlayacağı şekilde "bize özgürlüğümüzü verin" diyen Cinque doldurmuyor muydu? (O sahnede önce etrafındaki bütün özgür insanları, ellerini - kollarını - ayaklarını özgürce hareket ettiren insanları gören ve aklının sınırlarını yitiren Cinque'nin suratındaki ifade, bazen sadece kayıp halinde kıymetini anladığımız pek çok şeyi hatırlattı bana)

Ne çok şey anlatmak isterdim aslında, ne çok yazmak, ne çok konuşmak… Ama öyle bir şey ki bu özgürlüğümün bir sınırı var, ne istediğim kadar çok yazabilirim - yer sıkıntısı değil yazmamı engelleyen, kalp kırma tedirginliği ve zaman sıkıntısı - ne de istediğim kadar çok - yine aynı sebeplerden ötürü -… Demek ki çok özgür zannederken bile kendimizi, aslında o kadar özgür değiliz aslında. Çünkü benim özgürlüğüm bir başkasının özgürlüğünün bittiği sınırda başlıyor. Bugün pek çokları unutsa da bu önemli ayrıntıyı, ben de sizler gibi unutmuyorum ve sevgiyle gülümseyip huzurlarınızdan ayrılıyorum. Keyfiniz bol olsun, iyi hafta sonları, bol köpüklü kahveler…

Melis Mine


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
3 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Dost Meclisi


YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
Yorumlarınız için bekleriz.

Fotograf : Gülendam Oğuz

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı


 


 Tadımlık Şiirler


"Ne Yapar" Ne Yapar

Sokaklar üşürken bulutlar ne yapar
Kaldırımlar biterse sokaklar ne yapar
Kendinden kaçarsan aynalar ne yapar
Şarkı mı söylersin düşlerin ne yapar
Yârın çok uzaksa masallar ne yapar
Gemi eğer battıysa rıhtımlar ne yapar
Yüreğin paslanmışsa hayat ne yapar
Yolculuk bittiyse yollar ne yapar
Kapılar kilitliyse merdivenler ne yapar
Ellerin kirlenmişse eldivenler ne yapar
Anlamak istersen yarım kalan düşleri
Soru sormak istersin sözcükler ne yapar
Kaçarsan kendinden umutlar ne yapar
Öyleyse gülüm "ne yapar" ne yapar

Alkım Saygın

 


 Bulmaca - Sudoku




SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.



 


 Biraz Gülümseyin


YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
Yorumlarınız için bekleriz.

Çizer : Hüseyin Alparslan

Yukarı


 


 Kıraathane Panosu


ben.sen.o@kahveciyiz.com

Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.

Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.


İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı


 


Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Günlük hem de 14 günlük hava durumu bilgisi için http://www.havadurumu.com.tr/ web sayfasını ziyaret edebilirsiniz. Kişiselleştirebilme özelliği sayesinde, istediğiniz şehri belirleyip hem hava tahmin raporunu alıyor, hem de belirlediğiniz sayfayı giriş sayfanız yapabiliyorsunuz. Ben detaylı inceleyip saymadım ama 10.000'den fazla şehrin hava tahmin bilgisine ulaşmanız mümkün görünüyor.

Mp3 uygulamasının yasallığı tartışılmaya devam ediyor etmesine ama, bir yandan da kaynak sayıları günden güne artmaya devam ediyor http://music.download.com web sayfası mp3 indirmek isteyen ve bilgisayarına herhangibir program yüklemek istemeyenlerin yeni gözdesi olmaya aday. Siz yine de güvenilir kaynakları kullanarak ve emeğe saygı göstererek müzik marketlerden cd temin etmeye devam edin.

İşte bu da bizden, yani Türkiyeden bir internet radyo hizmeti http://www.yurttansesler.com Sadece Türkçe müzik dinlemek isteyenlerin beğeniyle tercih edeceklerine inandığım bir platform. hazırlayan arkadaşların ellerine sağlık. klasik internet radyo mantığıyla çalışan bu yapıda, verdiğiniz oylarla kendi profilinizi belirliyorsunuz.

İnternet üzerinde video paylaşım uygulamaları iyice arttı ve aldı başını gidiyor. http://www.izlesene.com/ bunlardan en çok izlenen yerli web sayfası olma özelliğine sahip olanı. Popüler videolar kısmını özellikle tavsiye ediyorum

Yukarı


 


 Damak tadınıza uygun kahveler






http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı


 


KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
KM-abone-unsubscribe@googlegroups.com
(Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
E-posta:


Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


Kahve Molası MS Internet Explorer 5.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - 2002-07©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

 






Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM




Concerto de Aranjuez
Milva









Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20070921.asp
ISSN: 1303-8923
21 Eylül 2007 - ©2002/07-kmarsiv.com