|
|
|
9 Ekim 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : 40 satır mı 40 katır mı!.. |
Merhabalar,
Akşam haberlerini izlemeye dayanamadım. Ateş düştüğü yeri yakıyor tabi ama evlat sevgisini içinde duyan herkes bu acıyı az da olsa hisseder. Allah o acıyı kimseye göstermesin. Biraz acımasız olacak biliyorum ama bu çocukların en büyük şanssızlığını mevcut yönetim zaafı olarak görüyorum. Görmekle de kalmıyorum buna inanıyorum. Hamasi nutukların dışına çıkamayan sorumlular, eli kolu siyasilerce bağlanmış silahlı güçler, eleğe dönmüş sınıra maalesef hakim olamıyorlar. Bu aczi bir yönetim zaafı olarak algılamayacak ta ne yapacağız Allah aşkına? Aylardır tırmanan terörü önlemek için icazet bekleyen bir anlayışla teröre çözüm bulacağını sananlar büyük gaflet içindeler. Tayyip Bey çözümü de bulmuş, 1 ay sonra torununun gazını çıkartmaya gittiğinde Bushu da ziyaret edip konuyu görüşecekmiş. Gittiğinde Temsilciler Meclisi önünde açılacak muhtemel Ermeni soykırım anıtına da bir çelenk bırakır herhalde. Nedir yahu, neyi bekliyoruz? Niye masaya vurup "YETER" diyemiyoruz? Neden İran kadar olamıyoruz? Neden üç gün önce senden para dilenen çapulcuya ses çıkaramıyoruz? Neden İncirlik'i Demokles'in kılıcı olarak kullanamıyoruz? Neden?
...
Dün referandum saçmalığına alet olmayacağımı söyledim ya sağolsun bazı arkadaşlarım kulağımı çınlatmış. Seçimde oy oy diye bağırırken neden referandum da oy kullanmayacakmışım? Sonra nasıl eleştirecek mişim? Bu nasıl demokratlıkmış? Sağolun varolun. Ama sapla samanı birbirine karıştırmadan önce beni bir anlayın hele. Birincisi o bir seçim. Seçime katılmakla siyasi fikrini, seçimini beyan ediyorsun ve etmelisin. Oysa bu referandum benim tasvip etmediklerim tarafından 40 satır mı 40 katır mı diye önüme konan bir soytarılık. Alt yapısı hazırlanmadan sırf inat uğruna çıkarılmış bir kanuna beni alet etmek istiyorlar. İşte ben buna isyan ediyorum. Asıl bu referandumda oy kullanmayarak demokrat duracağıma inanıyorum. Tıpkı 82 Anayasası içine monte edilmiş Evren'in Devlet başkanlığına hayır demiş %8'in arasında olduğum gibi. Cumhurbaşkanını halk seçsin mi? Evet seçsin. Ama bu kadarla kalıyor mu? Evet dediğinizde 5+5 görev süresine, aday olmak için illa en az 20 tane milletvekilinin aday göstermesine, %10 barajına da evet diyorsunuz. Yani gene milli mutabakata değil, lider arzusuna dayalı bir Cumhurbaşkanı seçimine evet diyeceksiniz. Ve seçtiğiniz Cumhurbaşkanının ne gibi görevleri olacak onu da bilmiyorsunuz. Şimdi üzeri karalanmaya çalışılan geçici maddeler üzerinde konuşmak bile istemiyorum. Ama Tayyip Bey'in bundan sonra referandumla size çok soru soracağız demesini önemsiyorum. Bunu halka danışma olarak niteleyip şak şak tutanlara da sadece gülüyorum. Yarın size biri çıkıp "Hafta sonu tatilini Pazar'dan Cuma'ya alalım mı?" diye sorarsa hiç şaşırmayın olur mu? Çoğunluk haklıdır diyenlere de "Nerde çokluk orada b.kluk" deyimini hatırlatmak isterim. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
Kahveci : Nurten Karahasanoğlu |
ADI ÖZLEM
Bir çocuğum olsun istedim hep. Yirmi yıllık evliliğimde tek amacım bu oldu. "Aman canım ne olacak, olmuyorsa bırak artık. Çocuğu olmayan bir tek sen misin? Allah böyle istiyor demek ki, vardır bir hikmeti. Sen de keyfine bak, kolay mı çocuk kahrı çekmek?" diyenlere inat yıllarca uğraştım. Gözümün önünde büyüyen yeğenlerim "hala, hala" diye çevremde dolaştıkça içim acıyordu. Bana "anne" diyecek bir çocuk, tek istediğim buydu. Bir çocuk bana "anne" desin. Gitmediğim doktor kalmadı. Aslında en başından Suphi beyin dediklerine inanmalıydım. "İşin Allah'a kalmış" demişti Suphi bey. "Yapılacak her şeyi yaptık."
İşe girmiştim, bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyordum, sigortam ödeniyordu. İşimin Allah'a kalmış olması ise beni çıldırtıyordu. Mutlaka bir yolu olmalıydı. Sağ olsunlar, bana yol gösteren çoktu. Doktorun sözünü dinleyip de bilinmez bir zamanı bekleyeceğime, gittim konu komşunun sözünü dinledim. "çalışma" dedi konu komşu bana. Evde oturursam çocuğum daha kolay olurmuş. Çalışan kadın çocuk tutamazmış rahminde. Ben de onları dinledim. Hemen işten çıktım. Patronum çok ısrar etti çalışmaya devam etmem için. Çocuğumun olmasını o kadar istiyordum ki arkama bile bakmadım. "Kapımız sana her zaman açık kızım, istediğin zaman dönebilirsin" dedi patronum. Böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmiyordum. Her gün dua ettiğim güzel Allah'ım bana da bir çocuk verecekti elbet.
Çok güzel uğurladı beni iş arkadaşlarım. Bir tanesi bile "gitme, kal" demedi. Çünkü onlar da evde oturursam mutlaka çocuğumun olacağına inanıyordu. Doktorlardansa tamamen ümidimi kesmiştim. Toptan cahilmişiz hepimiz. Şimdi düşünüyorum da güleyim mi ağlayayım mı bilmiyorum.
İlk birkaç ay hiçbir şey yapmadım. Sadece oturup bekledim. Evimin işini bile annemle ablam aralarında paylaşmışlardı. Ben sadece dantel örüyor, gazete okuyordum. Magazin ve cinayet haberlerini. Akşam Kemal'e anlatıyordum okuduklarımı, kızıyordu. Her şeye kızıyordu. Gazetede aklı başında bir haber okumadığım, işten çıktığım, kocakarı yöntemlerine bel bağladığım, en çok da bu kadar ısrarla olmayacağı oldurmaya çalıştığım için. Zaten hiçbir zaman benim kadar istemedi soyunun sürmesini. Anlayamadım ben de onu hiçbir zaman. Çevremde, çocuğu olmayan kadınların tümü kocaları tarafından aşağılanıyor hatta dayak yiyorken Kemal hiç dert etmiyor, neredeyse seviniyordu bu duruma. Varsa yoksa kuşları, onlar bir yana dünya bir yana. Gecekondumuzun girişindeki taş döşeli boş alanı kanarya kafesleriyle doldurdu. Bir çocuğa bakar gibi besliyor, temizliyor, çiftleştiriyor. Dünyaya gelen yavruları biraz büyüttükten sonra kendi gibi kuş hastası arkadaşlarıyla takas ediyor yahut isteyene parasız veriyor. Bu parasız verme işine öyle kızıyorum ki. Çünkü dünyanın parasını harcıyor yemlere, kafeslere. İyi yem almak için İstanbul'dan ta İzmit'e kadar gidiyor hiç üşenmeden. Sokağın başındaki bakkala gönderemiyorum bazen. Nasıl kızmayayım? Değişeceğini umuyordum, belli etmiyordu ama sonunda o da bir erkekti ve kendi kanından dünyaya gelecek bir yavru ile daha da mutlu olacaktık.
Sonunu heyecanla beklediğim, bitmek bilmeyen o birkaç ay geçti. Hiçbir şey olmadı.
Düş kırıklığı ve hüzün. Bol bol da gözyaşı.
Yine konu komşum devreye girdi. Bir Çarşamba sabahı Fatih'in Çarşamba pazarına daldık annem ve ablamla. Kırk tane hamile kadın arıyoruz. Bulduğumuza can simidi gibi sarılıp bir lira istiyoruz. Kırk lirayı denkleştirmemiz gerek. Harcayacağım bir para değildi bu, hamile kalır kalmaz ben de dağıtacaktım benim gibi bahtsızlara. Anlatıyoruz derdimizi. Kadınlar tuhaf tuhaf bakıyor önce. Kimi halime acıyıp dua ederek veriyor bir lirayı. Uçuyorum sevinçten. Kimisi de bir lirayı vermek şöyle dursun dövmekten beter ediyor bizi. Bu zamanda böyle batıl inanç olur muymuş? Aklımızı mı yitirmişiz? Dilenci yerine koyanlar bile oldu. Daha neler neler... Ama yılmadık hiç. Tabanlarımız su toplamış, topuğumuz düşmüş halde akşam alacasına doğru toparlayabildik kırk hamile kadından kırk lirayı. Bir lira, o zaman da bugünkü gibi sadaka tutarında bir para. Asıl sorun hamile kadın bulmaktı, insan azmedince yapamayacağı şey yokmuş, o gün anladım.
Önceki gibi, heyecanım had safhada bekledim birkaç ay,.
Hiçbir şey olmadı. Yine düş kırıklığı, yine hüzün, yine gözyaşı.
Eski işyerimden Resmiye abla aradı, "gelir misin?" dedi, işler yığılmış. O kadar inanıyordum ki bir gün en büyük arzuma kavuşacağıma ve bunun önündeki en büyük engelin iş hayatı olduğuna, gitmedim. Yine sağ olsunlar, âlim konu komşum da inancımı yitirmemem için ellerinden geleni yapıyordu.
Bir hoca buldular. "Nefesi kuvvetli, muskası kudretli" dediler. Kemal'le birlikte gitmemiz gerekiyormuş. Bin dereden su getirerek ikna ettim, gittik. Çok yaşlıydı hoca, karanlık yüzlüydü. Kirli beyaz uzun sakalını bir eliyle sıvazlarken yüzümüze dik dik bakıyordu. Korkmadım desem yalan olur. Gerçi daha önce de gitmiştim birkaç kez hocalara, alışıktım. 'Bu son olur inşallah' diyerek can kulağıyla dinledim söylediklerini. Kısaca derdimi anlattım. Karın boşluğumda dolaşıp duran sınav ağrıları, hocanın sorduğu sorulara yanıt vermemi güçleştiriyordu. Kaç yıldır evli olduğum, kocamın ne iş yaptığı, imanımızın tam olup olmadığı gibi birkaç sorudan sonra, içine eski yazı yazdığı küçük bir kâğıdı elimize tutuşturdu. "Haftada üç gün arka arkaya cinsi münasebette bulunacaksınız. Münasebetten önce bu yazıyı kocan senin sağ eline yazacak. Sabaha kadar silmeyeceksin. Sonra iki gün ara verip tekrar aynı işlemi yapacaksınız. Bu böyle hamile kalana kadar sürecek. Tamam mı kızım?" dedi. Tövbe estağfurullah, kendimi tutamadım: "Ama hocam yıkanınca silinmez mi yazı?" dedim. Hocanın "Yıkanmayacaksın" diyen gür sesi kulaklarımı aşağı çekiyordu sanki. Bu kez daha da hayretle "Ama hocam nasıl olur, cünüp mü yatacağız sabaha kadar? Günah?" der demez Kemal'in dürttüğü, acıyan kolumu ovuştururken hocanın sesi daha da gürledi: "Ne diyorsam onu yapacaksın. Yıkanma diyorsam yıkanmayacaksın. Günahı sevabı benden iyi mi bileceksin?" Şaşkınlık içindeydim, ama denize düşen yılana sarılır. Kovar gibi uğurladı bizi hoca. Biz de kaçar gibi çıktık evinden.
En zoru buydu doğrusu, ama denedik. Kemal'imin bütün karşı koymalarına rağmen üç hafta inatla direndim. Artık deli gözüyle bakıyordu bana galiba. Bense hâlâ umut doluydum.
Üç hafta sonra yine aynı hiçbir şey, hüzün ve gözyaşı.
Bu kez çok ağladım, umutlarım iyice tükeniyordu. Öyle mutsuzdum ki, hırsımı bir şeylerden, birilerinden çıkartmalıydım. Bize o anlamsız yazıları yazıp günaha sokan nefesi kuvvetli, muskası kudretli hocaya gitmeye karar verdim. Beni boşu boşuna umutlandırdığı, zamanımı boşa harcattığı için söyleyecek iki çift sözüm vardı. Neredeyse koşa koşa gittim Eyüp'teki kararmış tahtalı eski eve. Ne talihsiz bir kadın olduğumu burada da anladım. Karısı çıktı kapıya, hoca bir hafta önce ölmüş, yedisi okunuyormuş. Allah taksiratını affetsin dedim yine de. Söyleyemediğim iki çift sözümü yüklenip eve döndüm.
Uzunca bir süre, neredeyse altı yedi ay yenilgiye uğramışların ruh hali içerisinde aptal aptal oturdum evde. Tam kendime gelir gibi olup işe yeniden başlama kararını vermiştim ki kocakarı yöntemlerinin yararlarını anlata anlata beynime kazıyan konu komşum birden çark etti. Eyüp'te bir doktor varmış; ona tedavi olup da çocuğu olmayan yokmuş. Hocalardan, muskalardan umudu kesmiştim ya bu doktor can simidi gibi geldi bana. Dedikleri doğruysa, bu kadar yetenekliyse bu doktor "neden olmasın?" dedim İlk günkü coşkum, umutlarım yanımda gittim doktora annemle. Bende çift rahim var, biri küçük diğeri normal. İki rahmin arasında da bir zar. "Bu zarın alınması gerekiyor" dedi doktor, "hemen ameliyata alalım seni." Ameliyat sözü beni ürkütmesine karşın tek çare buysa olmaya karar verdim. İşten çıktığım için sigortam yoktu artık. Kemal de o sırada sigortasız çalışıyordu. Kolumdaki iki üç bileziği hiç acımadan bozdurdum. Haftasına ameliyat masasındaydım. Bir çocuğumun olması için geçirdiğim deneyimlerimin hiçbirinde bu kadar umutlu olmamıştım. O uğursuz zar alınacak ve şıp diye hamile kalacaktım. Göğsümü gere gere gidebilecektim artık Kemal'imin ailesine. Kayınvalide kayınpeder çoktan göçmüştü bu dünyadan ama ablaları hiç aratmıyordu onları maşallah. Kardeşlerinin eksik bir adam olarak yaşamını sürdürmesinin sebebi bendim. Üstelik dik başlıydım. Kafama koyduğumu yapıyordum. Hem çocuğum olmuyor hem de dik başlıyım. Olacak şey değil, de sanki Kemal çok uysaldı, sanki tanımıyorlardı kardeşlerini. Doktorlar ona sigara içmemesini söylemişlerdi. Asıl sorun bendeydi ama, spermlerin de kaliteli olması gerekiyormuş. Ben ne kadar tedavi görüp iyileşsem de spermler kaliteli olmadıktan sonra tedaviler hiçbir işe yaramazmış. Umursamadı bile, hatta daha da arttırdı sigara sayısını. Ameliyattan çıktım, annem başucumda, umutla doktoru bekliyoruz hastane odasında. Akşama doğru doktor geldi, yüzünde bir ışık arıyorum, tamam desin, oldu bu iş, artık hamile kalabilirsin. Sanki bilmiyormuş gibi sabırsızlığımı, önce ameliyat sonrası herhangi bir sorun olup olmadığını, tahlil sonuçlarımın normal olup olmadığını falan sordu hemşireye. Epeyce sonra: "Kızım, metanetli ol. Sakın üzülme, maalesef açtık ve kapattık. Bu zar çok kalın, alınabilecek gibi değil" dedi. "Belki tüp bebek denenebilir." Sinirden katıla katıla güldüm. "Doktor, ne diyorsun sen, ne tüp bebeği? Kaç para olduğundan haberin var mı senin?" diye bağırdım sonra.
Lanet ettim her şeye. Konu komşuya da, parasızlığıma da, dolayısıyla kaderime de.
Artık bu konuyla ilgili hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Tekrar işe dönüp çalışmak istiyordum, ama ya bana ihtiyaçları yoksa? Mizacım bunu sormaya elvermediği için aramadım iş yerimi. Yaklaşık dört beş yıl evde boş boş oturduktan sonra bir gün aradılar beni iş yerimden. Geçici işçiye ihtiyaçları varmış, belli olmaz sürekli de olabilirmiş. Telefonu nasıl kapattığımı bilemedim. "Geliyorum yarın sabah" dedim Resmiye ablaya. Ne güzel olurdu sürekli işçilik. Sigortam ödenir, emeklilik hakkımı elde edebilirdim belki bir gün. Sırf çocuğum olsun, illaki bana "anne" diyen bir çocuk olsun bu dünyada diye yitirdiğim yıllara hayıflanmakla geçen günlerim sona ererdi hem.
Bir iki ay geçici işçiliğin ardından sigortamı yaptılar, sürekli işçi oldum. Tekrar eski günlere dönmüştüm. Para kazanıyor, her ay bir bilezik alıyor, arkadaşlarımla sohbet edip sıkıntılarımı unutuyordum. Üstelik kitap okumaya başlamıştım. İşe benden sonra girmiş bir modelist kız vardı. Çok kitap okurdu, öğle tatillerinde bize de anlatırdı okuduklarını. Hiç kibirli değildi. Ne bileyim, ben modelistleri hep kibirli sanırdım, bu kız başkaydı. Ondan kitaplar aldım ödünç, okudum. Okudukça ufkum açıldı. Zaten genç kızlığımdan beri gazete okumaya meraklıydım. Şimdi kitap okuyordum. Kadınlıkla ilgili, insanlıkla ilgili kitaplar, romanlar, öyküler.
Bir gün o modelist kız bana: "Evlat edinmeyi hiç düşündün mü?" dedi. Hayır, hiç düşünmemiştim. İnsanın çocuğu kendi kanından olmalı diye düşünürdüm hep. Ama neden olmasın? Bu soruyu sorabilmiştim işte sonunda. Kendimi öyle huzurlu hissettim ki. Çocuk Esirgeme Kurumlarında bir sürü kimsesiz çocuk vardı ve sıcacık bir yuva özlemi içindeydiler. Akşam Kemal'e açtım düşüncemi. Önce çok şaşırdı. Zaten aylardır kitaplara gömülmemi de şaşkınlıkla ama memnuniyetle karşılıyordu. Daha önce yaptığım saçmalıklara ortak olmaya ikna etmekten çok daha kolay oldu bu. Tek şartı okul çağında bir çocuğu evlat edinmemizdi. Çünkü ikimiz de çalışıyorduk, küçük bir bebeğe bakacak kimsemiz yoktu. Ama okul çağındaki çocuğumuza annem göz kulak olabilirdi. Hayatımda bu kadar mutlu olduğum bir anı hatırlamıyorum. O hafta sonu, yakınımızdaki bir Çocuk Esirgeme Kurumu'na gittik. Neden daha önce buraya gelmedik diye sorduk Kemal'le bir birimize. Gözyaşlarımı tutamadım o küçücük, kimsesiz çocukları gördüğümde. Bizim için kız ya da erkek fark etmiyordu. İçimizin ısındığı, onun da bize içinin ısındığı belli olan bir kız çocukta karar kıldık. Hiçbir engelimiz yoktu evlat edinmek için. Yaşımız ve maddi durumumuz uygundu. Hemen işlemleri başlattık.
Artık bana "anne" diyen, ilköğretim birinci sınıf öğrencisi, çok sevimli, esmer güzeli bir kızım var. Adı Özlem! Yılların acısını çıkartıyorum, çeşit çeşit giysiler, oyuncaklar alıyorum ona. "Dikkat et şımartacaksın bu çocuğu" diyor konu komşu. Artık onları dinlemiyorum. Darısı diğer bahtsız kadınların başına diyorum.
Nurten Karahasanoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Bâbil Kulesi Yükseliyor!.. |
|
Kültür târihini okumanın türlü yollarından biri de insanın tanrı olma veya kendini tanrılaştırma eğilimi üzerinden gitmek olsa gerek..
Feuerbach: 'insanın öldüğü yer tanrının doğduğu yerdir' demiş, bendeniz öğrencilik yıllarımdan beri bu sözü hep "insanın doyduğu yer kendini tanrılaştırdığı yerdir" biçiminde okumuşumdur..
Feuerbach insanın kendine ve toplumuna yabancılaşmasının en üst aşamasının tanrı olgusu olduğuna inanmış ve bu yabancılaşmanın aşılması durumunda tanrı olgusunu terk edeceğini savunmuş..
Bence çok iyimsermiş; çünkü insan doğası pek çok bakımdan insanın kendini tanrılaştırmasına dönük arzu, istek, içgüdü, bastırılmış ego vb.. dolup taşıyor ve bunlardan kurtulması sanırım mümkün değil..
Teknoloji dediğimiz şey zâten bu değil mi?
İnsan uçmak ister ama uçamaz, kalkar uçağı îcât eder; aynı anda daha geniş insan kitlelerine hitâp etmek ister, televizyonu îcât eder..
Yâni insan aslında sonsuz güç, sonsuz özgürlük vb.. kısacası: sonsuzluk peşindedir ve eline azıcık güç geçti mi tanrı olma saplantısını gerçekleştirdiğini zanneder..
Arkaik Mezopotamya medeniyetleri döneminde kendini tanrı ya da tanrının evlâdı ilân eden krallar zamanla yerlerini tanrı adına hükûm veren krallara devretmiş, Ortaçağ'da Kilise ve ruhban sınıfı bu işi üzerine almış, kapitalizmin kurumsallaştığı toplumlarda ise paranın tanrısallaştırılmasına bağlı olarak burjuva sınıfı kendini tanrılaştırmış ve bugüne gelinmiş..
İmdi târihin hangi kesitine bakarsak bakalım eline bir parça güç geçen pek çok insancığın kendini tanrı yerine koyma çabası içine girdiğini; tanrı adına hükûm vermek, insanların neyi ne şekilde yaşayacaklarını belirlemeye çalışmak ve hattâ yaşama haklarını nasıl kullanacaklarını tâyin etmek yönünde irâde ortaya koymuş olduğunu görüyoruz..
Yâni bu insancıklar Tanrı'yla yarışmışlar ve her defâsında kendilerine yeni Bâbil Kuleleri inşâ etmişler..
Kültür târihçileri tek bir Bâbil Kulesinden bahseder ama, bakmasını bilene kültür târihi Bâbil Kuleleriyle dolu..
Ve dolayısıyla kültür târihini okumanın bir yolu olarak eski bir kulenin nasıl yıkıldığına ve yerine yenisinin nasıl inşâ edildiğine bakmak oldukça yol aldırıcı olacaktır..
Misâl: İkinci Dünyâ Savaşından sonra Nazilerin ve nasyonal sosyalizmin kulesi yıkıldı, yerine Doğu Bloğunda Stalinizmin kulesi yükseldi..
Gorbaçov ise SSCB'de Stalinizmin kulesini yıkarken çoktan neo-liberalizmin kulesi inşâ edilmeye başlanmıştı..
İmdi 11 Eylül saldırılarının da bir kuleyi hedef alması oldukça mânidâr; konunun komplo teorileriyle ilgili kısmı bir tarafa, mâlûm terör örgütü aslında kapitalizmin Bâbil Kulesini hedef almıştı ama, bunu yaparken binlerce mâsum insanın da ölümüne neden olmuştu..
Eski zamanlarda inşâ edilen Bâbil Kulelerinin yerleri, boyutları, sınırları azbuçuk hesâbâ kitâbâ geliyordu; Berlin Duvarının yıkılmasından sonra ABD'nin tek süpergüç olarak öne çıktığı şu yaşlı dünyâmızda kurulmakta olan Bâbil Kulesinin ise ölçüye tartıya gelir bir tarafı yok..
Ancak şunu biliyoruz ki bu kulenin inşaat mühendisi George Soros'tur, emri altında bulunan Açık Toplum Enstitüsü ve sivil toplum örgütleri, dernekler ve vakıflar bu kulenin birer tuğlasıdır ve tahakkümü altına aldığı komprador iktidarlar ve bu arada bizdeki komprador iktidâr (AKP; yâni Anti-Kemalist Parti) da bu kulenin birer katıdır..
Mustafa Yıldırım Beyefendi daha önce Sivil Örümceğin Ağında isimli o eşsiz çalışmasında bu yapıyı bir tür örümcek ağına benzetiyordu (11. Basım, Ulus Dağı Yayınları), kuşkusuz haklıdır da.. Ama bendeniz bu yapıyı Bâbil Kulesine benzetmekten ve böylelikle bu yapının benzer oluşumlarla târihsel, kültürel ve entellektüel bağlarını kurmaktan ve bu yolla daha geniş bir târihsel, sosyolojik ve psikolojik incelemeye konu edinmekten yanayım..
Güç, iktidâr hırsı, koltuk sevdâsı, hem millî değerlere bağlı görünüp hem uluslararası sisteme uşaklık yapmanın doğal bir sonucu olarak gelişen kişilik bölünmesi, iktidâr uğruna hemen tüm gençliğini yadsıma ve kendini kimliksiz, kişiliksiz hissetmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan travmalar ve "gel-gitler" bu şekilde daha sağlıklı incelenebilir olsa gerek..
İmdi günümüzün Bâbil Kulesi Anglo-Sakson-Siyonist ittifâkının kulesidir; başta Kürt emperyalizmi olmak üzere PKK terör örgütü, siyâsî uzantısı olan DTP, onlarla dirsek temâsı içinde olan (İ)kinci Cumhuriyetçiler ise bu kulenin ameleleri..
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır'da toplanan Kürt Konferansı bize bu kuleyi birkez daha görmenin üzüntüsünü yaşatmıştır; ancak Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın son çıkışı, bu amelelere tokat gibi cevâbı yüreklerimize su serpmiştir..
Ne diyor Yaşar Paşa:
"Terör örgütüne 'terörist' diyemeyen, terör örgütü mensuplarını 'kardeşlerimiz' diye tanımlayan, TSK'ya 'bölücü' diyen bir zihniyetle karşı karşıya bulunmaktayız. Demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti bu sorunu hukuk içinde çözmek zorundadır. Hiçbir ülkenin güvenlik güçlerinin terörle mücâdele azmi ve uygulamaları gizli bâzı emellerle bu kadar engellenmemiştir.."
Bu sözün üzerinden henüz 24 saat geçmeden Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı Alman Heinrich Böll Vakfı ve Diyarbakır Barosu tarafından düzenlenen bu konferans hakkında inceleme başlattı..
Ümit verici bir durum..
Özellikle de adı geçen vakfın sicili son derece karanlık; Türk kamuoyu bu vakfın adını ilk defâ Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu'ndan duymuştu; Necip Hoca, Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası isimli o değerli çalışmasıyla bu vakfın faaliyetlerini, Alman Dış İstihbârat Servisi Bundesnachrichtendienst (BND)'le olan ilişkilerini büyük bir açıklık ve cesâretle deşifre etmişti..
Ne var ki 18 Aralık 2002 târihinde evinin önünde uğradığı hâin bir saldırı sonucu hayâtını kaybedecekti..
İşte, Necip Hocamız Heinrich Böll Vakfı ve âit olduğu konsorsiyum tarafından katledilen bir Kemalizm şehididir..
O târihlerde bendeniz Hacettepe Felsefe'de lisans eğitimimi sürdürüyordum; olayı öğrenmemin hemen akabinde Necip Hocamızın eserlerini yenibaştan ve çok daha ince eleyip sık dokuyarak irdeledim ve ulaştığım sonuçlar netîcesinde dilim tutuldu desem yeridir:
Gördüm ki adı geçen vakıf Hacettepe Felsefe'de de örgütlenmiş; Bölüm'ün o zamanki başkanı İoanna Kuçuradi isimli BM ajanı okul bünyesinde kurduğu İnsan Hakları ve Felsefesi Uygulama ve Araştırma Merkezinin çalışmalarıyla özellikle de üniversite gençliğini emperyalizmin mesajlarına açık hâle getirmeye, onları savunmasız bırakmak için zihinlerini dumur etmeye dönük bir çabanın içinde..
Amaçları: Alman Kültür Enstitüsü ve Goethe Enstitüsünün de yardımıyla ülkemizde Alman sempatizanı, Kemalizmden yüz çevirmiş ve millî birlik ve berâberliğimizin altını oymaya aday bir gençlik yaratmak..
Necip Hoca benim gözlerimi açtı, beni dogmatik uykumdan uyandırdı desem yeridir ve kendisine ne kadar minnet duysam azdır; nitekim Felsefe ve Kapitalizm isimli kitabımı bu sâyede yazdım ve gerek bir felsefeci olarak gerekse ülkesini seven bir Kemalist olarak kendi üzerime düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeye çalıştım..
(bkz: Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Üçüncü Basım, Mart 2003, İstanbul; Köstebek, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2003, İstanbul; 'Şeriatçı Terör'ün ve Batının Kıskacındaki Ülke Türkiye, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2003, İstanbul)
Pekî aradan geçen bu beş yıllık süre zarfında bu hâin saldırının fâilleri yakalanabildi mi?
Hâyır..
Pekî herhangi bir siyâsî parti veya demokratik kitle hareketi bu işin peşini tâkip edebildi mi?
Hâyır..
Ve daha da kötüsü: dönemin başbakanı bugün cumhurbaşkanı..
İşte bunlardan cesâret alan Heinrich Böll Vakfı hem de büyük de bir fütursuzlukla siyâsî mastürbasyon yapmaya tam gaz devâm ediyor; hâin ve bölücü ve alçakça girişimlerini rahatlıkla sürdürebiliyor..
Ve hattâ mâlûm Kürt Konferansına katılanlar üzerinden TSK'nın bölgedeki operasyonlarını ivedilikle durdurması ve genel af ilân edilmesi, PKK'nın demokratik ve meşru siyâset zemînine çekilmesi propagandasını rahatlıkla yapabiliyor..
Hepimiz biliyoruz ki Kürt emperyalizmi bugün îtîbârîyle Meclîs'te teröristbaşının sözcülüğünü, Kandil'deki uzantıları da ataşeliğini üstlenmiş durumda ve hattâ AB+D yanlısı çevreler saçma sapan bir "düşünce ve ifâde özgürlüğü" nâmına bu yapıyı açık bir şekilde desteklemekten sakınmıyor..
Hâl böyle olunca bugün îtîbârîyle TBMM eski Osmanlı Mebusan Meclîsi'nden farklı bir görünüm vermiyor: o zamanlar da ırkçı emperyalizmin yerli işbirlikçileri sözüm ona "demokratik ve meşru yollarla" millî birlik ve berâberliğimizin altını oyuyordu, bugün de böyle..
Pekî bu tablo karşısında sessiz kalmayı seçen siyâsîlerimize karşın Yaşar Paşa ne diyor:
"Biz askerler olarak birkez daha vurguluyoruz: bizim taraf olduğumuz ve vazgeçmeyeceğimiz unsurlar vardır. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter devlet yapısının, üniter yapıdan oluşan ulus devlet yapısının, bu temel yapıya dayalı laik devlet yapısının ve Silâhlı Kuvvetler'in yerleşik düzenlemelerinin politik, hissî ve önyargılı yaklaşımlarla bozulmamasıdır."
Yâni sivillerin yapması gereken; fakat bunu dile getirmekten bile imtinâ ettikleri işlere kalkışmaktan aslâ yüksünmeyecekleri mesajını veriyor..
Son kısma dikkat ettiniz mi: "(…) Silâhlı Kuvvetler'in yerleşik düzenlemelerinin politik, hissî ve önyargılı yaklaşımlarla bozulmaması.."
Paşa niçin buna dikkat çekmek istiyor?
Çünkü hazırlanmakta olan karşı-devrim anayasasında MGK'nın Cumhurbaşkanı değil; Başbakan lîderliğinde toplanması sağlanarak TSK'nın karşı-devrimciler üzerindeki denetleyici ve düzenleyici rolü ortadan kaldırılmak isteniyor; bu bağlamda, önceki anayasa değişikliğiyle etkinliği azaltılan kuruldan Jandarma Genel Komutanının çıkartılması ve askerin ağırlığının iyice zayıflatılması amaçlanıyor..
Sürecin sonunda ise tüm Kuvvet Komutanlarının kurul bünyesinden çıkartılması ve TSK'nın yalnızca Genel Kurmay Başkanı tarafından temsil edilmesi sağlanacak ve MGK, Genel Kurmay Başkanı tarafından hükümete muhtelif konularda brifing veren sıradan bir istişâre organı hâline getirilecek..
Yâni kısaca: 28 Şubat'ın öcü alınacak..
Yaşar Paşa da bunun farkında ve "(…) Silâhlı Kuvvetler'in yerleşik düzenlemelerinin politik, hissî ve önyargılı yaklaşımlarla bozulmaması.." diyor, sonra da rest çekiyor: "Vatan söz konusu olduğunda gerisi teferruattır!.."
İmdi asker söylenebilecek son sözü söylemiştir; bundan sonrası Kemalist güçlere; Kemalizme sözde değil, özde bağlı güçlere kalmıştır..
Kemalizm yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu'da Îtilâf Devletlerinin kurmaya çalıştığı Bâbil Kulesini başlarına yıkmıştı; Îtilâf Devletleri İkinci Dünyâ Savaşından sonra yeniden örgütlendiler, yanlarına ABD'yi de alarak bu kez İtlâf Devletleri şeklinde Anadolu'yu karşı-devrimcilerin taşeronluğunda işgâle geldiler; ama bu defâ tankla tüfekle değil; ondan çok daha etkili olan kültür emperyalizmiyle..
Demokrat Partinin "Küçük Amerika Projesi" bu kulenin diğer adıydı ve 27 Mayıs'la birlikte Ordu bu kuleyi başlarına yıktı..
Fakat karşı-devrimcilerin pes etmeye niyeti yoktu, kısa zamanda örgütlendiler ve Adâlet Partisinin içine doluştular. Başına da kısa bir süre sonra, mason olduğu belgelerle sâbit Süleyman Demirel'i geçirdiler (ayrıntılar için bkz: Masonların Saklı Târihi; Tuncay Tuğcu, Gökçe Kitapevi Yayınları, 3. Baskı, Ankara 2005, syf: 229-238).. Ve böylelikle, başlarına yıkılan kuleyi yeniden inşâ etmeye kalkıştılar; ancak 12 Mart'la birlikte yeni bir darbe aldılar..
12 Eylül'ün hemen ardından iktidâra gelen Özal karşı-devrimcilerin yeni kurtarıcısı olmuştu, Özalizm ise bu kulenin diğer adı.. Liberalizme geçiş nâmına özelleştirmeye hız verdiler, komprador burjuvanın desteğiyle emperyalistleri ihyâ ettiler..
Bu süreçte güçlenen karşı-devrimciler artık kendi sermâyelerini yaratabilmiş, kendi medya kuruluşları mârifetiyle benzersiz bir propaganda dönemine girmişlerdi.. Ve 28 Şubat diktikleri bu kuleyi başlarına yıkmıştı..
27 Mayıs, Menderes'in kulesini yıkmayı başarmıştı, 28 Şubat da Erbakan'ın; ama 27 Nîsan, AKP'nin kulesini yıkmayı maalesef başaramadı.. Ve bundan cesâret alan (İ)kinci Cumhuriyetçiler kuleye bir kat daha çıktılar, Çankaya'ya yerleştiler..
Soros'un kulesinin Türkiye'de en tepesinde de artık Gül var..
Ve öyle görünüyor ki bizde maalesef hiçbir demokratik iktidâr emperyalistlerin ve siyonistlerin ve işbirlikçilerinin kulelerini başlarına yıkamıyor..
Bunun birçok nedeni var ama bunlardan en önemlisi: milletimizin cehâleti..
Seçim zamânı kapısının önüne bırakılan iki kilo pirinç, bir kilo mercimek karşılığı oylarını "satıyor"..
Gönül ister ki demokratik mekanizmalar mârifetiyle bu kule yıkılsın; ama maalesef bugün îtîbârîyle bu mümkün değil; çünkü Kemalizmin henüz bir partisi yok..
CHP mi?
O çoktan Baykalist bir parti oldu ve maalesef partinin sağa çekilmesi sûretiyle Kemalizmle olan târihsel, kültürel ve entellektüel bağları artık nostaljik bağlar hâline geldi..
CHP içinde sürdürülegelmekte olan muhalif hareket ise evlere şenlik..
Gün geçmiyor ki ortaya yeni bir adayın ismi atılmasın..
Fakat ne kadar ilginçtir ki henüz Kemalizmden bahseden biri çıkmadı..
Bugün îtîbârîyle Kemalizm maalesef Baykalizmin yanlış ve hastalıklı projelerine, saplantılarına, kişisel hırs ve tutkularına emânet edilmiş durumda ve bu nedenle âdetâ fetret devrini yaşıyor..
Doğal olarak tüm Kemalistlerin ivedilikle örgütlenmesi, ortak bir siyâsî plâtformda biraraya gelerek ve sağlam bir ekonomi-politik görüşünde anlaşarak iktidâra yürümesi gerekiyor..
Bu olmaması hâlinde veya geç kalınması hâlinde askerin yeni bir darbe yapacağını düşünmüyorum; devir artık çok değişti, artık darbe yapmak eskisi kadar kolay değil; ama Türkiye, bu güzel millet, daha pek çok şeyini kaybetmeye devâm edecek; stratejik önemi tartışılamaz kamu kurum ve kuruluşları ile yeraltı ve yerüstü kaynakları emperyalistlere ve siyonistlere peşkeş çektirilecek, hukuk sistemimiz paspas edilecek, Mehmetçiklerimiz Amerikan kurşunlarıyla şehit edilecek, muhtemel bir Suriye ve Îran operasyonunda kardeş halklar İncirlik üzerinden bombalanacak vb.. vb.. vb..
Kısacası: Anglo-Sakson-Siyonist ittifâkının Bâbil Kulesi yükselmeye devâm edecek..
Yanlış mı düşünüyorum!?
***
Ek: geçen akşam oturmuş bunları düşünüyordum, şâir gönlüm: kalk bir kalem bul, böyle duracağına dök içindekileri, dedi; kalktım şunları yazdım:
Göğsümde tutuklu kalmış bir yürek acısı,
öksürüp atmak istiyorum, ama nefesim yetmiyor..
boğazıma kadar kederliyim..
genzim yanıyor, ellerim titriyor;
sığınakta baskına uğramış gibiyim,
kendimi terk edesim var..
korkudan değil fakat;
içimde büyük bir aldatılmışlık hissi var!..
Bu tekmil beden hâllerini tanır mısın!?
ne işkenceler için omuzlarıma dolanan Filistin askısı
ne domuz bağı ne copların yeşile dönük moru
ne kan revân içinde bedenime değen tuz..
bunlara dayanmasına dayanır da insan,
vatan sağ olsun demesini de bilir lâkin;
vatan elden gidiyor..
bir sinek vızıldasa,
bir solucan dolaşsa parmaklarımın üzerinde;
tâkâtim yok..
Kim bilir kaç kez seni hüzünlere emânet ederek ayrıldım kollarından,
ya da eyyamlık yakarışların sesine terk ettim, çâresizce;
kendi yalnızlığımda kaç kez ıslak kaldırımlara kapaklandım..
güneş gözlerinde kırılıp masama vururken,
sana bakıp içimi ısıtmak yerine,
kim bilir kaç kez o sarı sayfaların küf kokusuna bıraktım kendimi..
ne içindi bunlar?
kadınlarımızı kara çarşafa sarıp sarmalayıp mumyalasınlar diye miydi?
cehennem odunundan çaldıkları ateşle kitaplarımızı yakmaları için miydi?
ne içindi bütün bunlar, ha ne için?
şimdi sesim kısıldı, kolum kalkmaz oldu, ayaklarım gitmez..
sana bakacak yüzüm yok artık..
oysa ne umutlar yeşertirdik;
geçmişi onlara bıraktık, gelecek bizim, derdik;
yenilsek de
binlerce kez dipsiz kuyulara atılıversek de
yârından umudumuzu kesmezdik..
küçük umutları tespih tâneleri gibi birbirine ekleyip devrim diye ant içerdik..
işte sevdiceğim, tespihimizi kopardılar, umutlarımızı çaldılar..
dev değirmenlere aktık oluk oluk
ve ufaldık
ve un ufak olduk
ve kendi sesimizi sâdece kendimiz duyduk..
Fakat pes etmek yok,
değil mi ha, pes etmeyeceğiz..
el ele verip güçleneceğiz,
birbirimize destek olup direneceğiz..
bir devrimci ancak umutları kadardır;
umutlarımızı çalmış olsalar da göl hâlâ bizimdir,
ve şimdi daha büyük umutlar mayalama zamânıdır..
göz kapaklarımıza inen bu pençe karanlığı söküp atma zamânıdır..
kır çiçekleri şâhidim, şiirlerim kefîlim olsun ki,
son gülü koklamadıkça,
son peteğin balından tatmadıkça,
son ırmağın suyundan içip,
son çağlayan başında özgürlük türkülerimi söylemedikçe,
dönen dönsün ben dönmezem yolumdan!..
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
KOPYAN
Yazmanın derdindeyim bu aralar. Okumayı ve yazmayı unuttuğumu fark ettim yaklaşık üç aydır... Evet şaşılacak gibi ama doğru, yorgunluğumun üçüncü ayı dolmak üzere. Şimdi bana geçmiş üç ayını mı geri istersin yoksa bu üç ay içindeki son iki günümü diye sorsan; hiç düşünmeden siler atardım son iki günümü, hiç düşünmez, hiç sorgulamazdım... Bu kadar ağır geçeceğini hiç bilemedim ki...
Yanımda hep benimle yürüyen bir kopyan var, benimle gülüyor, benimle üzülüyor, ama hiç konuşmuyor, sadece yanımda bana eşlik ediyor. İnanması güç ama yanımdaki sen senin aslından bile daha büyük, daha güçlü, daha korunaklı...
Hiç dokunmuyoruz birbirimize kopyanla, hiç umursamıyoruz tenlerimizin beklentilerini yada umursamamak için çaba sarf ediyoruz karşılıklı. Biliyoruz çünkü dokunmanın da bir yerde konuşmak olduğunu... Eğer temas edersek her şeyin eski haline dönmesinden korkuyoruz belki de...
Ne kadar çok soru varsa aklımda, bütün sorularımı inkar edercesine de o kadar az yanıt var. Yeni bir hayat istiyorum... Reddediyorum aşkı, sevdayı, özlemleri, kırılmışlıkları, hüzünlü geceleri, tek içebildiğim çilek şarabını...
Güneş istiyorum; Gündüzleri en tepede parlayan gece olunca da yerini Ay dede'ye ve havarilerine seve seve bırakan...
Deniz istiyorum; Deniz atlarının, balıkların coşkuyla oynadığı, deniz yıldızlarının gökyüzüyle birleştiği, krallığın köpek balıklarına yada ahtapotlara değil de yunuslara ait olduğu...
Ve tabi ki orman istiyorum; Yeşiliyle beraber turuncunun, kırmızının, eflatunun ve mavinin harmanlandığı, denizimin ve gökyüzümün derinliğine yakışan...
Yeni bir hayat istiyorum...
Yanımda gelmek istemeyeceğini biliyorum ama senin aslından bile daha büyük, daha güçlü ve daha korunaklı kopyanın beni bırakmayacağına eminim...
Gamze Aytekin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Sanatın Yolculuğu : Serkan Azeri İSKENDER LAHDİ VE İSKENDER BÜSTÜ |
|
Bu yazımda İstanbul Arkeoloji Müzelerinin oluşumunda en önemli rolü oynamış olan eseri inceleyeceğiz. Hellenistik dönemin en büyük sanat eserlerinden biri olarak bilinen İskender Lahdi.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri , içinde barındırdığı zengin eserleri ile dünyanın sayılı Arkeoloji müzeleri arasında. Her yıl binlerce turist bu müzeyi geziyor. Sadece hellenistik dönemin harikalarından biri olan İskender Lahdini görmek için gelenlerin sayısı da az değil. Eser , dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilerin hayranlık dolu bakışlarını üzerinde toplamaya devam etmektedir. Hatta meraklı ziyaretçiler müze içindeki zamanlarının çoğunu Lahdi inceleyerek geçiriyorlar. Müze yetkilileri de doğal olarak bu eser çevresine insanların oturmaları için özel yerler koydurmuş.
Şimdi bu lahdin bulunma ve müzenin oluşma hikayesinden bahsedelim.
Osmanlı 'nın yıkılmamak için dayanacağı ülkeler aradığı dönemde , Anadolu'dan çok sayıda eser yurtdışına kaçırılır. O dönemde eğitimini Fransa'da tamamlamış olan Osman Hamdi Bey Arkeoloji ve müzecilik çalışmalarının Osmanlıda da hayata geçmesi için çalışmalara başlar. Arkadaşları ile birlikte 1887 yılında Sayda 'da (Sidon , Lübnan) kazı çalışmaları sonucu ,başta İskender Lahdi olmak üzere ; Ağlayan Kadınlar Lahdini , Satrap ve Likya lahitlerini de ortaya çıkarır. Raylar yardımıyla deniz kıyısına getirilen lahitler özel bir gemi ile İstanbul'a getirilir. Osman Hamdi ; lahitlerin sergilenmesi için padişah Abdülhamid' den bir müze binasının yapılmasını ister ve sonunda İstanbul ilk müzesine kavuşmuş olur. Daha sonraki yıllarda yapılan arkeolojik kazılar sonucu ele geçen eserler müzeye taşınır.
Osman Hamdi 'de İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin ilk müdürü olur.
Anadolu'dan birçok eserin Avrupa'ya kaçırıldığı dönemde , Osmanlı ile ilişkileri en sağlam devlet olan Almanya 'nın imparatoru Kaiser Wilhem , İstanbul 'a yaptığı bir ziyarette , İskender Lahdini görür , çok beğenir. Ülkesine götürmek için Abdülhamit'ten izin ister. Tam onu ikna edecekken Osman Hamdi devreye girer ve "Bu lahitin ülke değerinde olduğunu , onu vermenin ülkeyi de vermek olacağını" söyleyerek olacak bir kaybın önüne geçer…
İskender Lahdi (Sarkofajı ; Yüksek kabartmalarla süslenmiş lahit) aslında , Doğu seferi sırasında İskender'in desteğiyle kral olan Abdalonimos'a aittir. (MÖ 4.yy) . Hayatı boyunca İskender'i örnek alan Sayda kralı tarafından İskender'in başarılarını yadetmek amacıyla yaptırılmış . Mermerden yontulmuş olan lahdin dört yüzünde İskenderin kazandığı başarılar yüksek kabartma tekniğinde işlenmiş. Figürlerin her biri lahitten bağımsız birer heykel izlenimi verirler. Bir yüzünde İskender'in Pers kralı Darius' u yendiği İssos Savaşı , diğer yüzünde de İskender'in aslan avı canlandırılmıştır. Kapağının ön ve arka yüzlerinde kabartmalar ve tepesinde de aslan figürleri ile günümüze gelememiş olan kartal figürleri bulunmaktadır. Lahit kapağının alt kısmıda yaprak motifleri , gövdesinin üst kısmında ise şerit halinde svastica sembolleri işlenmiş. İskender doğu seferi sonunda iki farklı kültürü birleştirmiş , kaynaştırmıştır. Lahit , yapıldığı dönemde boyalı ise de günümüze belli belirsiz bir kaç detay dışında boyası ulaşmamıştır.
Bir de, müzenin hellenistik dönem eserleri salonunda yine müzenin önemli eserleri arasında yer alan İskender büstü sergileniyor.
Hellenistik Dönemin (Mö 330 - 30) en tanınmış heykeltraşı İskender'in portrecisi olarak bilinen Lysippos'tur. Klasik dönemde "İnsan vücudunun uzunluğu yedi baş uzunluğu ile eşittir" anlayışı Hellenistik Dönemde "Sekiz baş uzunluğu" olarak değişmiş ve heykellerin yüzlerinde ifadeye de önem verilmiştir.
Arkeoloji Müzelerindeki İskender başı (büstü) Bergama'da M.Ö. 2.yy'da bulunmuştur. Bergama heykeltraşlık okulu dönemin en önemli okularındandı. Lysippos'un kopyalarından biri olduğu sanılmaktadır. Başının hafifçe sola doğru eğimi Biyografi yazarı Plutharcos'un tarifine uymaktadır. Saçları ise bir aslan yelesine benzemektedir. Yüzündeki derin düşünceli ifade onu tanrı Apollon'a benzetmektedir.
Serkan Azeri
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SİZ
Gözleriniz silisyum gibi,
Çekiyorsunuz beni,
Elektron ve proton gibi.
Fen dersine bağlandım,
Türü de kovalent bağ
Mitokondrim gibisiniz,
Enerji veriyorsunuz.
Ayrılamıyorum gerçekten,
Fiziksel yöntemlerle,
Bana elektroliz gerek.
Sizi ne zaman görsem,
Kaynama noktam artıyor,
Sabit doğrusal hareketle,
Koşuveriyorum birden.
Kararlıyım ben artık,
Evet, öyle metal değilim.
8 elektronum oldu,
Kimyasal bağ yaptım...
Pelin Tan
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
|
ben.sen.o@kahveciyiz.com
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Her konuyu uzmanına danışmak gerekirmi bilmem ama uzman bulmanın kolay bir yolu var http://www.uzmantv.com/ Bir çok konuyu uzmanları tarafından ve görsel destekli olarak öğrenebileceğiniz orjinal bir web sayfası. Bu kadar çok ve farklı çeşitli konuyu bir arada bulabileceğiniz başka bir web sayfası görmedim diyebilirim. İsterseniz bir de siz deneyin. İster klarnet çalmanın sırlarını, ya da isterseniz karate nasıl yapılır sorusunun cevabını alabilirsiniz.
Eğlencelik bir web sayfası isteyenlere http://www.oyunus.com/ Kelime temelli oyunları sevenler için ideal bir site. Üyelik işlemini gerçekleştirdikten sonra girip saatlerce başından kalkmadan oynayabileceğiniz güzel bir çalışma olmuş.
Online imsakiye için http://www.diyanet.gov.tr/turkish/vakithes_imsakiye.asp Siz sadece ülke ve ardından şehir seçiyorsunuz. Ramazan imsakiyeniz hemen hesaplanıp ekranınıza geliyor. İster yazıcıdan çıktı alıp duvarınıza asın, ya da istediğiniz arkadaşınıza mail olarak gönderin. Hayırlı ramazanlar.
...Ramazan orucu müslüman , akilli ve ergenlik çagina gelmis kimselere farzdir. Ramazan orucu, kameri
aylardan Ramazan ayinin bazen 29, bazen 30 gün sürmesine göre 29 veya 30 gün olarak tutulur. Oruçlarda niyet önemlidir. Niyet kalp ile olur. Geceleyin imsaktan önce veya imsak vaktinde ertesi gün oruç tutacagini kalbinden geçiren bir müslüman o günün orucuna niyet etmis olur. Oruç tutmak düsüncesi ile sahur yemegine kalkan kimse de oruca , niyet etmis sayilir. Ancak oruç tutan kimsenin hem içinden niyet etmesi, hem de dili ile "Niyet ettim Ramazan'in yarinki orucuna" diye söylemesi daha iyi olur... http://www.islamiyet.gen.tr/oruc.php
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|