|
|
|
25 Ekim 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Haketmiştir mutlaka!.. |
Merhabalar,
"Microsoft Feysbuk'un %1.6 (yüzde bir nokta altı) sını 240 milyon dolara satın almış." Bu haberi duyduğum andan beri sarhoş oldum, o duvar senin bu duvar bennim sallana sallana dolaşıyorum. Hesapladım tamamı onbeş küsur milyar dolar ediyor. Çatlamamak elde değil. İzin verirseniz ben gidip üç yıl sonra Microsoft'a satabileceğim bir proje üzerinde kafa patlatacağım. Birşey bulursam nasılsa haberiniz olur. Bugünlük beni mazur görün, yarın görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Türkiye, 29 Ekim, Yönetim |
|
Çok büyük ve matah girişimler içine girmenize gerek yok. Bugünlerde ne tarafta bir insan kalabalığı görsek akşamki haberlerden bahsediyorlar. En azından benim gördüklerimin büyük bir çoğunluğu… Birbirlerine bir kez daha anlatıyorlar, her ikisinin de izlediğinden emin olduklarını…
Çok sürmüyor. Bir ya da iki gün… Haber yasağı getirildiği öğreniliyor. Radyo Televizyon Üst Kurulu bir açıklamayla uzun uzadıya anlatıyor nedenlerini…
Referandum… Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilirliğini öngören anayasa değişim paketi… Oylamaya katılan seçmenin % 69.123'ü pakete "evet" oyu verdi. Katılımın sadece %30.876'lık gibi bir bölümü oyunu "hayır"dan yana kullandı… TC anayasasının bazı maddelerinde değişiklik yapılması durumunda, cumhurbaşkanlığının halk tarafından 5 yılda, en fazla 2 defa seçilmesi; milletvekili seçimlerinin 5 yılda bir yerine 4 yılda bir kez yapılması, TBMM toplantı yeter oy sayısının 184 olması öngörüldü…
Suya, ekmeğe yetmeyerek toplu taşıma araçlarına getirilen zamlar…
Türkiye'de genciyle, yaşlısıyla, çalışanı, emeklisi, öğrencisi milyonları bulan kalabalıklar meydanları doldurarak terörü lanetliyor. Bu sağduyuyu kaybetmemek çok güzel. Bu sağduyuya inanmak da öyle. Ama yine de sadece meydanlarda ses olmak bir ülkede payına düşen sağduyuyu sahiplenmek değildir, olmamalıdır. Çok uzun olmadı, bilenler hatırlar 14 Nisan 2007'yi gösterdiğinde tarihler, Tandoğan'da binler yine tek ses oldular… Laikliği, Cumhuriyetimizin bölünmez bütünlüğünü, Türklüğün temel ilkelerini kemiğinde, iliğinde hisseden bir Cumhurbaşkanı isteyen binler vardı o meydanda, binlerdik… "Türkiye laiktir, laik kalacak." seslerinin yankı olduğu o meydandı. Üzerinden çok uzun geçmedi. Seçimler yaşandı, sonuçlar açıklandı… O gün büyük bir inançla Tandoğan'dan yükselmiş tüm iliklerde hissedilen ve dilenen oldu mu takdiri siz değerli okuyucularım versin isterim. Ve tam da bu noktada belirtmeden geçmek istemiyorum meydanları doldurarak tek yürek olmak, bu sağduyu ve inancı yitirmemek ama tüm ülke sorumluluğunun da bireye biçtiğinin bu olmadığına inanan aydınlık bir gelecek… Gelmeli…
Cumhuriyetimizin kurulum günlerinin asra ramak kaldığı yılları yaşıyoruz. Aynı biçimde ülke olarak yine birliğin ve bütünlüğün ve inancın en üst seviyede olması gerektiği günler bu günlerdir. Laik, inançlı, hukuk değerleriyle birebir örtüşen, sulh içinde, demokratik bir ülkenin 84. Cumhuriyet yaşını kutlarken başta Ulu önderimiz ve tüm silah arkadaşlarını rahmet, hürmet ve özlemle anıyoruz. O günlerden bu günlere değişenlerin neler olduğunun öğretildiği tarih kitaplarını aştı. Biz büyüdük. Tarihi okuyarak değil yaşayarak gören gençler olduk. Atamızın inanç ve izinden yürüdük. Anmadık sadece Atamızı, biliyorduk istediği hiçbir zaman yalın bir anılmak olmamıştı, biz Atamızı sadece anmadık bu yüzden, anladık, anlatmayı bir vatanperverlik, bir ülkedaşlık olarak misyon edindik, uyguladık… Hepimizin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun, barış olsun, aydınlık olsun… O günlerden bu günlere yönetimde değişen neler oldu, çok şey… Bir babanın ülke yöneticisine yazdığı mektupla anlayalım isterim. İçten dökülmüş, az sonra okuyacağınız mektup, aslında binlerin sesi, değişenlerin muhteşem bir kanıtıdır, almak isteyen için de çok, çok acı gerçekleri barındırır içinde. Dikkatle okuyun isterim bu mektubu. Sağlık ve selametle…
"Sayın Başbakan,
Birbirinden başarılı iki oğul babasısınız. Oğlunuz Burak alnının teriyle genç yaşta gemi aldı. Diğer oğlunuz Bilal, Dünya Bankası'ndaki başarılarıyla stratejik ortağınız Amerikan başkanı Bush'un bile iltifatlarına mazhar oldu. İkisi de pırlanta gibi, Allah bağışlasın.Demem o ki, bir evlat nasıl yetişir, bir baba evladına baktığında nasıl içi titrer, nasıl burnunun direği sızlayarak sever biliyorsunuz...Ama oğlu ertesi gün askerlik kurası çekecek bir baba o geceyi nasıl geçirir, Güneydoğu'yu çeken oğlunu otobüse nasıl bindirir, 15 ay boyunca geceyi gündüze nasıl ekler, saat başı haberlerini nasıl içi içini yiyerek seyreder, telefonda konuştuğunda "Operasyona gidiyoruz, hakkını helal et baba" diyen oğluna ne cevap verir, bilmiyorsunuz. Çünkü dediğim gibi oğullarınızdan biri armatör oldu. Güneydoğu'da deniz yok, Atatürk Barajı da oğlunuzun gemisi için pek küçük kalır, yakışık almaz. Yani Burak güvende. Allah bağışlasın.E diğer oğlunuz Bilal de dediğim gibi Dünya bankası'ndaydı. Şimdi ise Dünya Bankası her nedense sözleşmesini yenilemediği için The Brooking Institution'da. İşi düşünce üretmek olan bu kuruluş da geçenlerde Diyarbakır'ın belediye başkanı Sayın !!!! Osman Baydemir'i ağırlamıştı, hatırlatırım. Yani sözün kısası Bilal de Washington'da, güvende. Allah bağışlasın.O yüzden de "Artık şehit cenazeleri görmek istemiyoruz" diyen bir vatandaşa gönül rahatlığıyla "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir, canım kardeşim" diyebiliyorsunuz.Ben de artık şehit cenazeleri görmek istemeyenlerdenim, bu yüzden ben de sizin "Canım kardeşim" diye hitap edebildiklerinizdenim. Can kardeşliğin verdiği samimiyet hissiyle, olanca içtenliğimle merak ediyorum.
Sayın Başbakan, 5 ayda verilen 50 şehidin ardından, "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" dediğiniz için; şehitlere "kelle" dediğiniz için hiç mi utanmıyorsunuz? Bırakın politikaya devam etmeyi, meydanlarda büyük büyük laflar etmeyi; hala nasıl sokağa çıkabiliyorsunuz?Artık neredeyse her gün kalkan cenazelerde o kadar kişi tek bir ağızdan sizi ve bakanlarınızı yuhalarken ne hissediyorsunuz? Yani mesela, "Yan gelip değil, can verip yattılar" diye bağırırken binlerce kişi, "Yer yarılsa da içine girsem" diyebiliyor musunuz?Orada, şehitlerin cenazesinde, Ajan Smith gözlüklerinizle gizlerken yüzünüzü, neye daha çok üzülüyorsunuz? Şehitlere mi, düştüğünüz hale mi?İktidarınızın ilk günlerinde terör sıfırken dört buçuk yılın sonunda gelinen durum nedeniyle hiç mi suçluluk duymuyorsunuz?Şimdi sürekli "şehitlik üzerinden siyaset yapmayın" diyorsunuz ya meydanlarda. Peki, o zaman tam seçim arifesinde niye şehit aileleri ile gazilere TOKİ aracılığıyla kurasız ucuz konut veriyorsunuz? Bu durumda asıl siz şehitler üzerinden siyaset yapmış olmuyor musunuz?Sayın Başbakan, bir baba olarak soruyorum size. Aynaya baktığınızda ne görüyorsunuz? Akşam yastığa başınızı koyduğunuzda uyuyabiliyor musunuz? Kelle deyip geçtiklerinizin ahından korkmuyor musunuz? O mağrur, çocuk bakışlı erler, onların babasız evlatları, anaların ağıtları, babaların "Vatan Sağ olsun" derken titreyen dudakları hiç mi rüyanıza girmiyor?Bir "canım kardeşiniz" olarak olanca samimiyetimle soruyorum. Bu kadar sevilmemek nasıl bir duygu Sayın Başbakan?Ha, bu arada, bir oğlunuz, Bilal, hani stratejik ortağınız Bush'un iltifatlarına mazhar olan, askere gitmedi. Diğeri, Burak, hani alnının teriyle gemi alan ise çürük raporu almış. Askerlik yapmayacakmış. Ne diyeyim. Bilal de, Burak da pırlanta gibi çocuklar. Allah bağışlasın..."
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
MUSTAFA
Boncukları her yana dağılmış bir kolyeden esinlenerek yazıldı bu satırlar, yadırgamayacağınızı umarak…
Bir de lütfen Can DÜNDAR'ın "Bir Dost" isimli yazısını, kendi sitesinden sesli dinlerseniz sade kahve niyetine, iyi gelebilir…
Size Mustafa'dan bahsedebilir miyim? Yahut anlatabilsem keşke… Ben anlatamam belki ama siz anlayabilirsiniz umarım.
Mustafa'nın gözleri küçülür gülerken. Gözleri küçüldükçe neşesi yerine gelir sanki.
Onun canının sıkılması insana dünyayı dar eder. O, canı sıkıldıkça oflar, ofladıkça dünyadaki hava azalır sanki. Yani bana öyle geliyor…
Bazen sesi, beni beş yaşında sokakta arkadaşlarımla "yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş ben satarım"lı öğleden sonralarına kadar götürebilir. Gülümserim o zamanlar, içim ısınır; o fark etmemiş olabilir…
Onu her aradığımda, sesinin o tonunu duymak isterim illâ. Çekingenlikle nezaket arasında gidip gelen ama " kimseyi kırmak istemem" hissiyle tedirgin…
Onu ilk nerde, nasıl gördüğümü hatırlamıyorum. Zaten ömrümün en mühim tanıklarıyla olan ilk anlarımızı hatırlamam nedense. Öncesiz ve sonrasız olsunlar diyedir belki de. Neyse, Mustafa'ya dönelim… Bu arada Mustafa diyorum, onunla aramızdaki samimiyetten. Yoksa kabalık değil niyetim.
Nerde kalmıştık..? Onunla ilgili ilk anı hatırlamıyorum. Mustafa usul usul dostum oldu benim. Hani yavaş yavaş kanınızın ısındıkları vardır ya… Şimdi düşündüm de, onun bana hiç zararı olmadı. Hem de hiç. Arada kızdıysam ona, o da kendine biçtiği mütevazılığın Everest'i aşmasındandır. Halbuki, bu ülkede tevazu yanlış anlaşılır ve hatta hiç anlaşılamayabilir. Kendine güvensizlik veya beceriksizlik diye düşünenler olabilir ama onlar hayatı, dünyayı ve kendilerini bilmezler; Sokrates'ten hiç rol çalmamışlardır.
Ne diyordum… Ha, Mustafa beni hiç kırmadı. Bu, değil ki hiç kırmayacak. Ama saymaya gerek duymayacağım kadar yıldır beni hiç kırmadı. Bu, çok mühim ve kıymetli benim için. Ölmeden önce söylemek istediklerimin arasında vardı, bu. Ama ben kırdım Mustafa'yı. Bir kez de değil üstelik…(Şimdi Mustafa gülüyordur.) Ne kadar kırdığımı da saymak istemiyorum ama. Beni affettiğini ummak istiyorum.
Biz Mustafa'yla eğleniriz ama öyle pek umduğumuz zamanlarda değil. Bunun nedenini de bilmiyorum ya da mutluluk, anıldığı an yok olduğundandır…
Bir keresinde -yine hastayım- , Mustafa telefonda ve karşı yakada dedi ki bir çırpıda: Gelip, çorba yapayım sana. O derken daha, iyileşmeye başlamıştım. İşte budur. Can dostlar cümleleriyle iyileştirirler sizi.
Hem ben İstanbul'da rahat nefes alıyorsam; bu, Mustafa'nın da bu şehirde nefes almasındandır. Hoş, onun bu şehirde nefes almasına ne kadar katkım var?
Aslında aynı lisede, Ege'de okuduk onunla. Ama hiç konuşmuşluğumuz yoktur Yeditepe'ye gelene kadar.
Farklı takımlar tutar, ama onun tuttuğu takımın maçlarına gideriz. Tamam itiraf da edeyim: Kapalı'dayız.
Dolmabahçe'de çay içeriz.
Çorlulu'da kahve…
Adliye'de beni görünce, "Gel, bi çay içelim" dediğinde ne kadar mutlu olduğumu biliyor mu acaba?
Benim nazımı çektiğini bilirim, ona nazlanmak keyiflidir de. Hani sitem sevgiden doğarmış ya, naz da öyledir.
Onu sevmeyen yoktur zaten. Yani ben daha rastlamadım, rastlayacağımı da sanmam.
Ama onunla daha Cibali'deki harikulade manzaralı cafeye gidemedik, bir ara sürpriz yapmak istiyorum.
Daha Güney Amerika'ya yapacağımız seyahatleri de planlayamadık iş, güç, telaştan. Ama Alaska'ya uğrayıp da dönelim, olur mu?
Bana hep içinden geldiğinde hediye alır, çok severim bu huyunu. Ben de bunu alışkanlık haline getirmeye çalışıyorum.
Hayatıma giren hiç kimseyle yüzeysel bir ilişki kurmak istemem. Dürüst, doğal ve sahici olmalı insan. Her an. Bundandır ona verdiğim değer. Birkaç yıldır hayatımdaki çirkinliklerden bahsetmemeye yahut onları yazmamaya çalışıyorum. Demem odur ki güzellikleri parlatmayı, eğer yapabilirsem onların tozunu almayı tercih ediyorum. Hani çürük portakalın yanına sağlam bir portakal koyarsın ve o sağlam portakal da çürümeye başlar ya bir zaman sonra, bu sebeple olumsuzlukların üzerinde (yanında) durmamak lazım ve beni gülümsetenlerden söz açmalıyım. Bu ihtiyaçtan yazıyorum Mustafa'yı.
Burada Mustafa sayesinde öğrendiğim bir öğretiye de yer vermeli:
"Öfke bir yüktür. Hayat sürekli kızgın yaşanmayacak kadar kısadır. Buna kesinlikle değmez. Biz düşman değiliz, dostuz. Düşman olmamalıyız. Hırslarımız zorlayabilir. Ama yürek bağlarımızı koparamaz. Hafızamızın gizemli yolları tekrar aşıldığında canlanacak. Ve tabiatımızın iyi yönlerinin yanında olacaktır."(American History X filminden)
Mustafa'yla her sohbetimiz sonrası bilirim ki bir ilmek daha atılmıştır, bir tohum daha ekilmiştir, bir ağaç daha sürgün vermiştir, bir güzellik daha olmuştur işte!
Bazen Mustafa'ya art arda cümleler kurarım soluksuz. O tek cümle etmez ve bu sorun da olmaz aramızda. Susarken anlatanlardandır.
Mustafa'yı görmediğim zamanlarda keyfinin kaçtığını hissedebilirim, internetteki yazılarına bakıp, ipucu bulmaya çalışırım.
Mustafa iyidir. Zaten iyi olmak bir meziyet değildir; olması gerekendir ama iyiler pek kalmadı sanki… Ama bunu biraz açmak lazım. Kadir, kıymet bilir o. İnsanları hiçbir zaman kırmak istemez. İnsanları (sevmese bile onları) kıracağına kendini parçalayanlardandır. Bu sebeple ayrıca saygı duyarım.
Mustafa'ya kardeşinizi gönül rahatlığıyla teslim edebilirsiniz, sadece çok iyi bir abi olduğu için değil, aynı zamanda çok güvenilir bir insandır ve sırtınızı ona dönebilirsiniz.
İki cihanda da hakkını ödeyemeyeceğimi söylerim ona sık sık. Mübalağa değildir.
Hani o şarkıdaki gibi "İyi dostlar biriktirdim, hepsi ailem oldu" şeklinde içimden geçirirken bu şehirde ilk aklıma gelendir. Bunu Mustafa'ya hiç söylemedim.
İlk geldiğim gün bu şehre, gerisin geriye dönmek istedim. Çıkıp biri deseydi, "Hadi gel, geri götüreyim seni", tereddüt etmezdim. Ne oldu da sonra sekiz yıl bitmiş bu şehr-i cihanda… Halbuki Nazım'ın otobiyografisinde dediği gibi yapmalı: 1902' de doğdum. Doğduğum şehre dönmedim bir daha. Geri dönmeyi sevmem. Hayatımın en güzel, en unutulmaz anları hani avcı tarafından vurulan Daffy Duck gibi tepeye sıçradığım anlar yani bu şehirdedir. En kötüleri? Onları bilmiyorum. Ama en çok sıkıldığım günler burda değil.
Vakt-i zamanında İstanbul üzerine bir programda şöyle deniyordu: İstanbul'a her geldiğinde, ilk defa gelmiş gibi olursun.
Dersaadet her gün yeniden başlatır senin- benim hayatımızı. Dostluk, kök salar ama bu şehirde. Buna, İstanbul bile engel olmaz. Olamadı. Haksız mıyım Mustafa?
Sen de ben de yazmayı yeğleriz konuşmaya.
Son sohbetimizde sana "Gitme" diyemediğimi fark etmişsindir.
Gücüm kalmadığı için değil.
"Gitme" deme hakkımın olmadığına da inanmıyorum.
Sen gidersen ben senden bahsederim burda tanıştığım insanlara…
Sen gidersen ben yalnız da giderim Kapalı'ya…
Sen gidersen ben Dolmabahçe'de yine çay içerim…
Sen gidersen Sultanahmet'ten Karaköy'e kadar yalnız da yürürüm… Kestane bile yerim!
Sen gidersen ben yine Özsüt'ün terasına çıkarım…
Sen gidersen ben yine bahsederim TEGV'den yanımdakilere…
Sen gidersen ben yine hasta olurum bu şehirde….
Sen gidersen ben yine giderim "Ödemiş Kebabını çok sevenler" köfte gününe…
Sen gidersen ben yine planlar yaparım Anadolu Kavağı'na gitmek için…
Sen gidersen bile ben devam ederim "Mustafa, İstanbul'da kalmalı" propagandası yapmaya…
Sen gidersen yine Pinhani konserine giderim… Bronx'ta değil ama.
İnanmayacaksın belki ama bu yazıyı yazarken isteksizce açtım radyoyu¸ yeminle bu şarkı çalmaya başladı:
yalnız kaldıysan , kalkıp pencerenden bir bak
güneş açmış mı, yağmur düşmüş mü
dön bak dünyaya
herkes gitmişse , sakince arkana dön bir bak
dostun kalmış mı , aşkın solmuş mu
dön bak dünyaya , dön bak dünyaya
bir sonbahar kadar yalnız , bir kış kadar savunmasız
ya da ilkbaharsan , yolun başındaysan…
asla vazgeçme , kalkıp da pencerenden bir bak
güneş açmış mı, yağmur düşmüş mü
dön bak dünyaya
Giderken es geçemeyeceğin bir şey olsun istedim. Dediğin gibi seni bu şehre bağlayan bir şey yoksa bile bu şehirde artık seninle ilgili satırlar olsun istedim.
Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsan bu yazıyı al
Hayatının en güzel yılları bunlar
İstanbul'da kal.
Sana gitme demeyeceğim
Gene de sen bilirsin
Israr istersen ısrar ederim
Bilirim istemezsin.
Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme Mustafa
Adını anacağım
Bunu bil Mustafa.
Simge Aybey simgeaybey@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Kahveci : Semih Bulgur 2006'da Bir Dilek, 2007'de Beddua Gerek |
|
Öncelikle "Ankara'ya gitmenin en güzel yanı İstanbul'a dönecek olmaktır " sözüne yüzde yüz katıldığımı belirtmek isterim. Hakikaten doğru söylenmiş.
Tarih 06.06.06 saat 06:06 ve ben 06 plakalı Ankara'da bir otel odasındayım. Sabahın bu saatleri beyinin en dinç olduğu saatlerdir deyip, erken kalkmış, yazıp, çizip, radyografi sertifika sınavına hazırlanmaktayım.
Sanat ve edebiyatın ferahlığında derin bir nefes alıp, denklemlerin, atom fiziği ve X-ışınları spektrumu'nun derinlerine dalıyorum. Başkent'te çıt yok ve simsiyah uyuyor, benimse içim kaynıyor ve trafik tıkanmış. Bu gelgitler arasında 06'ların bu enteresan dizilişini fark ettim.
Gerçi bu kadar altının yan yana gelmesinin hayra alamet olmadığı, 666'nın şeytanın rakamları olduğu, hatta kıymetin kopacağı bile yazılıp çizilmekteydi. İyi veya kötü bu kadar 06 yan yana gelmişken, kendi kendime tebessüm ederek "Bir dilek tutmak gerek" dedim.
Sabah güneşi odayı keskin bir çizgiyle ayırmıştı, ben ise ayıklık ile baygınlık sınırındaydım. Ve şu sözler dökülüyordu dilimden.
"Allah'ım, ilmimizi ve sanatımızı arttır ki, hayra ve barışa yönelik işler yapalım. Allah'ım bize güç ver ki doğruyu yazalım güzeli çizelim".
Tarih 12.10.07 saat 23:00 ve ben 34 plakalı İstanbul'dayım. Rakamların hiçbir özelliği yok ama yaşananların önemi çok büyük. Ve benim bir beddua etmem gerek.
Sen çapulcu, kalleş başı ve hainleri en alçağı
Kravatlı hain ve sen, en azılı emperyalist uşağı
Terör sosyolojik, ekonomik ve petrolkolik dedin
Yetmiş milyon seviyor bu vatanı, sen hiç mi sevmedin?
Tam tam tam tam tam
Cehennem yakıtı, odun sesi bu
Yok artık size bir yudum bile su
İçeceğiniz irin ve katran
Yaptıklarının karşılığıdır bu, sus ve katlan
Yiyecek olarak ta dikenli zakkum sana yeter
Lanetlendin sen, olacaksın daha da beter.
Semih Bulgur www.semihbulgur.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo Irana Palm |
|
Sinemaya gitmeyi severim. İnanıyorum ki okurlarımın birçoğu benimle bu cümlemi paylaşacaklardır. Birçoğumuzun sinemayla ilgili güzel anıları ve yüreklerimizde yer etmiş filmler vardır. Zevkler ve renkler farklı olsa da, "sinemaya gitmek" bizleri ortak paydada buluşturan keyifli zamanlardan biri. Sohbetlerimize konu olur, serbest zamanlarımıza anlam katar, kimi zamansa bazı filmler, hayata dair farklı bir bakış açısı kazandırır. Bazı filmler en derinlerimizde bir yere dokunur, ruh dünyalarımızda sarsıcı ama sonuçta olumlu bir etki yaratır. Hollywood film endüstrisinin bu etkideki yeri tartışabileceğimiz bir konu; buna karşılık İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın bahar aylarında düzenlediği "İstanbul Film Festivali" ve "Filmekimi" haftaları, içerdiği yapıtlarının kalitesi bakımından, çoğu zaman benim için tartışmasızdır.
Eylül'den bu yana haftalardır Filmekimi'ni bekliyordum. Sonbaharın bu özel haftası sonunda başladı. Pazar gecesi, tanıtımlarda en çok ilgimi çekmiş film olan "Irana Palm"ı izledim. Dostlarımın da bu filmi görmelerini arzu ederdim, belki bir gün DVD'si çıkar. Bu haftaki köşe yazımda, film üzerine birkaç satır yazmayı istedim; çünkü filmden çok etkilendim ve hayatımın, dolayısıyla köşemin böyle zamanlarda daha fazla anlam kazandığına inanıyorum. Filmin konusunu broşürden aktarıyorum:
Hasta torunun hayatta kalmasını sağlayacak tedavi sürecinin masrafını karşılamak için para arayan orta yaşlı Maggie, Londra sokaklarında çaresizce dolaşırken "Sexy World" tabelalı bir dükkânın penceresinde "konsomatris aranıyor" ilanıyla burun buruna gelir ve Irina Palm takma adıyla pek de alışık olmadığı bu dünyaya adımını atar. "El âlem ne der?" kaygıları güden orta sınıftan dul bir kadın için katlanması çok da kolay olmayan bu hayata oğlu Tom, gelini Sarah ve torunu Olly aşkına cesaretle göğüs germekle kalmayıp kendi çapında bir şöhret sahibi olur. Bu yıl Berlin'de Altın Ayı için yarışan filmde Maggie rolünü yıldız şarkıcı Marianne Faithfull başarıyla canlandırıyor.
Irina Palm, satırlarda yazıldığı hâliyle duran bir film değil. Son derece başarılı bir oyunculuk, görsel bir yönetmenlik söz konusu. Emek Sineması'nda dolu bir salonla birlikte yer yer gülseniz de, içinizde bir şeyler titriyor. Dünyamızda nice çok hasta insan, yeni tedavilere nice umut bağlayan fakir aile var; hayat zorluklarla dolu. Orta yaşlarındaki Maggie de parasız, toplumcu kabul görülebilir bir iş için pek nitelikli olmayan hâli; ama pürüzsüz elleriyle farklı bir iş bulabiliyor ancak. "Sexy World" tabelalı dükkânla işçisinin dünyasına açılıyor film, onların yüz yüze kaldığı şartlara, en medeni toplumların bile düzen sağlanırken, insanların katlanmakta olduğu zorluklara... Böylece bir anlayış geliştirme şansı yakalıyorsunuz. Elbette bir noktadan sonra Maggie'nin ailesi ve el âlem giriyor devreye, bir "gerçek" gün yüzüne çıkıyor. İzlediğim her ne kadar kurgusal bir film olsa da, biliyoruz ki insanlar yeri geldiğinde dayanıyorlar en beklenmedik koşullara, özellikle de söz konusu olan çocuklarıysa...
Irana Palm'ın en büyük özelliği, kanaatimce biz seyircilerin ruh dünyalarında yarattığı gerilimdi. Bir yanda hasta bir çocuk ve onun kurtarılması için toplumsal ve kişisel değerlerini yeniden ele alan bir büyükanne; öteki tarafta ise (yine toplumun ihtiyaç duyduğu ama günümüzde dahi tam olarak sindiremediği) bir zevk ve eğlence dünyası var. Taban tabana duruyorlar çaresizlik, onun verdiği üzüntü ve zevk için hizmet vermek. Hiç kolay değil; ama hayat dediğimiz bir yanıyla, biraz da bu değil mi?
Herkesin bir hikâyesi vardır. Sahip olduğumuz yargılar, en başta kendimizi sınırlar. Farklı hayatları öğrenmek, bir anlayış geliştirmek için çabalamak ise bizi zenginleştirir. İşte bunu öğretiyor Irana Palm, dedim. Hollywood endüstrisi ve düşünce dünyalarımıza ket vuran televizyon programlara karşılık, Irana Palm ve benzeri nitelikli yapıtlara daha çok ama çok ihtiyacımız var.
David Ojalvo www.davidojalvo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.800 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÇOCUKLUK AŞKI
Düşün, düşün ki anne ben daha çok küçüğüm
Ilık ellerimden tut, beraber götür beni
Oyuncakçıda büyük mavi bir gemi gördüm
İşlenmiş, dalgaların köpüğüyle yelkeni.
Şu renk renk toplara bak anne, ne güzel renk renk
Dönüyor içimde bir bayram yeri dönüyor
Yuvarlanıyor gönlüm şu uçan toplara denk
Bir yokuştan koşarak kalbim sana iniyor.
Kan değil, zafer akar benim savaşlarımda
Hürriyet için ölür genç kurşun askerlerim
İnsanlığın cenneti saklı göz yaşlarımda
Yeni bir bahar çağı getirecek zaferim!
Korkma, korkma kaçmam ben, tahta atımla dağa
Senden daha güzel bir dağ var mı rüyalarda?
Niçin uğraşsın küçük kuş yurdundan kaçmaya
Yaşarken annesinin yeşerttiği kırlarda?
Kırılır, bütün iyi oyuncaklar kırılır
Çocuk kalblerinden mi yaparlar hep onları
Niçin oyun biterken en sonra hatırlanır
Hatıralarımızın en tatlı oyunları?
Satılır mı zengin bir oyuncakçıda söyle
Anne, dün okuduğun masaldaki güzel kız?
Yeter, altın bir kalbim olsun, Tanrıdan dile
Bütün zenginliğimi verir onu alırız.
CEYHUN ATUF KANSU
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
|
ben.sen.o@kahveciyiz.com
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.msnbc.msn.com/id/21253084/ Ermeni Tasarısı ile ilgili olarak MSN de yapılan bir anket. Girip ağız dolusu bir "NO" demek istersiniz sanırım!..
http://www.kuresel-isinma.org/ Adamlar üşenmemiş "üresel Isınma" ile ilgili herşeyi bir araya getirmişler. Size düşen ise girip biraz ilgi göstermek. Haydi bakalım...
Türkiye'den yola çıkıp, dünya denizlerinde küresel ısınmaya karşı insanları uyaracak bir yelkenlinin hikayesi... http://www.globalwarner.org/ Küresel Uyarıcı Olun! Çocuklarımıza dünyayı yaşanır bir yer olarak bırakmak istiyorsanız, sizi de Global Warner’ın dünyayı uyarmak için çıktığı yolculuğuna bekliyoruz
Üstlendiği misyon, yaptığı filmle bu yıl Nobel Barış Ödülü'ne ortak olan Al Gore'un filmi için hazırlanan sitesi. İlginç şeyler bulacağınızdan eminim. http://www.climatecrisis.net/
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|