Kurtuluş Şavaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!
Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımzı asla kâfi göremeyiz; çünkü, daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.
Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmis asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.
Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebaruz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk milleti!
On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiç birinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Gaziantep adliyesi karşısındaki Maarif Kavşağından ikindi üzeri insan akıyor. Kavşağın altındaki tünelse bir başka acayip, horlar gibi… Kavşaktan akan herkesin acelesi var. Kimse ışıkları beklemek istemiyor. Kavşağın ortasında yirmili yaşlarında bir delikanlı barak söylüyor. Arabaların sesini bastırabilmek için neredeyse gırtlağını paralayacak. Başında tuttuğu takımın renklerinden yün iplik şeritler, ayaklarının dibinde spor bir şapka… Söylediği şarkıları tam olarak anlayamıyorum. Barak ile arabesk karışımı şeylere benziyorlar. Gaziantep'te ikindi üzeri bir delikanlı Fransa'daki akranları gibi dileniyor. Dualar etmeden, duygu sömürüsü yapmadan ve sokaklara şarkılar döküp saçarak.
Az ilerideki katmerciden çıkan anne ile küçük kızı şarkı söyleyen delikanlıya bakıyorlar. Kadın gülüyor, küçük kız ise "Anne bu amca ne yapıyor?"diye soruyor. Küçük kızın dudakları fıstık kokuyor. Annesi küçücük ellerini siliyor. Kaldırımlar ıslak mendil kolonyası kokuyor. Küçük kız inatla bir kez daha soruyor.
- Anne bu amca ne yapıyor?
- Boş ver kızım, diyor annesi. Boş ver sen hadi yürü, çabuk.
Küçük kıza adamın ne yaptığını nasıl anlatacağını bilemiyor. Kolayına kaçıyor,
- Boş ver kızım o adamı, diyor yeniden. Teyzen bizi bekliyor. Hadi yürü biraz, çabuk
ama…
Kavşaktan karşıki kaldırıma küçücük adımlar daha yeni geçmişti ki birden zınk diye bir araba
duruyor. Ama ne durmak? Asfalt tekerleklerin altında acıyla kıvranır gibi bir feryatla bağırıyor. Herkes dönüp arabaya bakıyor. Hatta korkanlar, irkilenler bile oluyor. Kırmızı bir araba diğer yoldan gelen siyah bir arabanın önünü kesiyor. Birden kimsenin ne olduğunu anlayamadığı bir koşuşturma başlıyor. Adamların ellerinde silahları var. İki kişi silahlarını siyah arabanın içindekilere doğrultmuşken ötekisi kapıyı açıp sürürcüyü dışarı çıkarıp yere yatırıyor. Bizde durup izliyoruz.
- Polis, sakın yanlış bir şey yapmayın. İnin arabadan çabuk. Elleri göreyim, hopp sen
mavili, sakın indirme ellerini…
Siyah arabadan üç kişi indirdiler. Hepsini asfalta yatırıp ellerini kelepçelediler. Hepsinin
üzerlerini aradılar. Adamları yerden kaldırıp kırmızı arabaya bindirdiler. Siyah arabaya da polislerden biri bindi. İki araba peş peşe toz duman içinde çekip gittiler. Kimse ne olduğunu bilmiyordu. Her şey neredeyse üç dakika içinde olupbitti. Kaldırımdan akan kalabalık birden kavşağa yığıldı. Sessizce ve korkulu gözlerle olan biteni izledi. Kimsenin çıtı bile çıkmadı. Yaşlı bir amca yanındaki;
- Toz işidir bu garanti dedi. Bilme mi? Öteki ona baktı ama bir şey söylemedi.
Polisler gittikten on on beş saniye sonra her şey eski haline döndü. Kavşaktan arabalar ve
insanlar akmaya devam etti. Sanki orada bulunan onlarca kişi ortak bir rüyayı görmüştü. Çünkü caddede olan bitene dair en ufak bir iz bile kalmamıştı. Benim aklımda bir tek Cemal kaldı. Polisler arabadan inerken biri diğerine "Cemal sen direksiyondakini kolla." demişti. Cemal uzun saçlı, bir haftalık sakalıyla kirli yüzlü biriydi. Ayağında siyah bir kot pantolon, üstünde lacivert, beyaz, mavi çizgili bir gömlek vardı. Birde son zamanlarda çok moda olan kıpkırmızı spor ayakkabıları. Sinirli, telaşlı ve aceleci biri gibi görünüyordu. Üstelik biraz sakar biriydi de. Arabadan inip öteki arabaya koşarken ayakları birbirine dolaşmış düşmüştü. O yerde yuvarlanırken annesinin elinden sımsıkı tutan küçük kız yine aynı soruyu sordu.
- Anne o amaca ne yapıyor?
- Düştü kızım düştü, dedi kadın. Başka bir şey demedi.
Beklide sadece o kırmızı ayakkabılardan ötürü olan bitenden bir tek Cemal kaldı aklımda. Ve elbette o küçük kız.
Aynı gün yine o saatlerde Şahinbey Burç Jandarma Karakol komutanlığında otuz beş yaşında bir adam ağlıyordu. Jandarma komutanı da kafayı oynatmak üzereydi. Adam bir türlü laftan anlamıyordu. Çaresiz kalan komutan adamı yazıcı askerin odasına aldı. Yazıcı ayağa kalkıp esas duruşa geçti. Komutanın emrini bekliyordu.
- Oğlum al bunun ifadesini, dedi.
- Emredersin komutanım, diyen asker komutanı odadan çıkınca hemen bilgisayarın
başına geçti. Adı, soy adı, doğum tarihi, ana adı, baba adı, adresi diyerek yazmaya başladı.
Bütün gün televizyon karşısında çakılı kaldım. Gözümün önünde ateşböcekleri uçuştu. Oysa yazılarım vardı yazılacak, kitaplarım vardı okunacak. Anladım ki sözüm bitmişti. Nicedir "iyi saatte olsunlar" a gönderdiğim korkularım gerçeğe dönecekti, yazık. Fidan ömürler Hakkari Dağlarında kalmıştı; daha nice fidan ömürleri tuzaklara çekerek.
Kimdi böylesine gözü dönmüş, böylesine canice sabır sınayan. Üç beş hain mi, iki aşiret reisi mi?
Geçelim bunları. Çakallar, düşlerinde bile sınayamaz kurtların sabrını. Çünkü onlar da kurtların coğrafyasında yaşar. İyi bilirler kurdun tarihini. Bilirler rüzgâr ekenlerin, ne yaman bir fırtına biçtiğini.
Bir yerlerde de mi okumuştum; yoksa düşte mi uydurmuştum bu masalı? Ben anlatayım da okuyan okusun, dinleyen dinlesin. Desinler bu bir dünya masalıdır.
Zaman zaman içinde şu uçsuz bucaksız evrende bir küçük gezegen varmış. O gezegende de her hayvan değerliymiş. Ama domuz kendisini herkesten daha çok değerli görür, bu gezegen benden sorulur dermiş. Öylesine açgözlü, öylesine hak bilmezmiş ki nerede ot yeşerse, nerede bir varsıllık filizlense hemen oraya dikermiş gözünü. Kafasına koyarsa yok etmeyi ne ahlak dinlermiş ne kural. Onda bahane mi yok, uydururmuş bir şeyler. Önüne çıkan her engeli şerle, hileyle olmazsa kaba güçle yok edermiş. Yanlışlıkla birisi tırnağına bile dokunsa geçmezmiş bir türlü öfkesi.
Gezegenin ortasında develerin yaşadığı bir bölge varmış. Develer çalışmayı sevmez, günlerini gölgede geviş getirerek geçirirmiş. Develerin dağlarında ot bitmez; ama yeraltı nehirlerinde altınsuyu akarmış. Onlar da bu altınsuyunu satıp pek rahat yaşarmış.
Domuz aslında develerden nefret edermiş. Üstelik ırmaklarından altınsuyu akıyor diye de pek kıskanırmış onları. Çünkü altınsuyu domuz için bengisu gibi bir şeymiş.
Bir gün develerin yurdunda bir eşek peydahlamış. Pek de alımlı çalımlıymış kendisi. Söylence gerçi, bu eşek de domuzun oyunu mu neymiş!
Domuz, biraz semirsin diye gevşek tutmuş eşeğin yularının ipini. Niyeti onu develere baş etmek, altınsularını onun sayesinde içmekmiş.
Ancak iyice semirince eşek, gemi azıya almış. Çifteleriyle içte ve dışta korku salmaya başlamış. Üstelik bir de yularından kurtulmaya kalkışmış. Bakmış ki domuz, elinden uçup gidecek altınsuları, kafa kafaya verip tilki kardeşleriyle bir oyun kurmuş. El altından haber uçurup eşeğe, demiş ki:
- Hani şu senin tarla komşun genç deve pek semirdi kısa sürede. Bakarsın yarın tepeleyiverir seni ve öteki develeri. En iyisi sen, git kuvvetli çiftelerinle güzel bir ders ver, o altınsuyu herkesten çok senin hakkın.
Bu son cümleyi duyunca ağzı sulanmış eşeğin. Girivermiş genç devenin bağına. Bunu gören develer, korkmuşlar sıra kendilerine geliyor diye. Varıp kapısına domuzun:
- Aman, demişler kurtar bizi bu eşekten.
- Memnuniyetle, demiş domuz.
Ne kadar hayvan varsa ormanda toplayıp bir nutuk çekmiş:
- Bu ne küstah eşek. Nerde hayvan hakları. Tepkimizi koyalım birlikte.
Ayı uykusundaymış o zaman, kaplan yavru besleme derdinde. Bu yüzden nazlanmışlar birazcık yapma etme, diye.
O civarda bir kurt varmış. Domuz, yıllar yılı onun yardımıyla dik durmuş ayıya karşı. Bu yüzden sever görünürlermiş birbirlerini. Domuz, kurda:
- Bunca yıllık hukukumuz var. Şu eşeğin bahçesine, senin bahçenden geçmem gerek. İzin verirsen sana da veririm bir dilim ekmek, demiş.
Kurt, anlamış domuzun niyetini, yutmamış bu pis oyunu.
Domuz, aklına koymuş bir kez eşeği tepelemeyi. Yanına tilki kardeşlerini de alarak develerin bahçesinden girivermiş eşeğin bahçesine. Eşek onca güvendiği çiftelerini kullanmaya bile fırsat bulamamış. Çünkü maiyetindeki çakal, çaktırmadan takıvermiş ayağına demir bir köstek.
Sanıyormuş ki domuz. Eşeği tepeleyince güllük gülistanlık olacak bu bölge. Artık altınsularını içiyormuş; ama sıpalar rahat vermiyormuş ki kendisine.
Anlamış ki domuz, bu bölgede ilelebet kalabilmek için, daha büyük bir dümen çevirmesi gerek. Bunun da en kestirme yolu "böl, parçala, yönet"miş.
Bu iş için en taze kuvvet çakalmış elbet. Çünkü eşeğin zulmünden kurtardığı için pek de minnettarmış domuz efendisine. Domuz, şimdi onu koymaya niyetliymiş eşeğin yerine. Çakala sen buraların kralısın diyor, onu şişirdikçe şişiriyormuş. Biraz bitlenip kanlanınca çakal, unutmuş yıllarca kurdun sadakasıyla karın doyurduğunu. Artık domuz efendisinin gölgesine sığınıp pay alabileceğini düşünüyormuş kurdun toprağından kendisine.
Kurdun gözü yokmuş kimsenin bağında bahçesinde. Kendi çalışıp kendi üretirmiş yavruları daha güzel günler görsün diye.
Kurt, bilirmiş kimin maşasıdır çakal. Bu yüzden dönüp dönüp söylermiş:
- Gelin el ele verelim. Bu topraklar domuzun değil.
Ne çakal ne develer ne eşek yavruları, hatta ne de pars dinlemez; ardından kuyusunu kazarlarmış kurdun birlikte.
Kurt, sabretmiş yıllarca. Anlatmaya çalışmış domuzun niyetinin onları birbirlerine kırdırıp tüm zenginliklerine el koymak olduğunu.
Tınmamış çakal, inadına sınamış sabrını kurdun. Ama kurdun sabrının da bir sınırı varmış elbet.
Bir gece sabaha karşı, köpekler on iki yavrusunu yiyince dayanamamış. Bu köpekleri istemiş çakaldan. Çakal, domuz efendisinin arkasına saklanıp:
- Ne köpeklerimi veririm, ne de senin gelip almana razı gelirim, demiş.
İşte o an kurdun sabrının bittiği anmış. Dönüp domuza, "Söz bitti!" demiş;
Şimdi sözün bittiği ve silahların konuşacağı andayız.
Domuz ellerini ovuşturarak kurduğu tuzağın nasıl işlediğini bir makinenin işleyişini inceler gibi inceleyecek. Çünkü toprağa düşen fidanlar onun fidanları, yüreğine kor düşen analar, onun anaları olmayacak.
Ben, masalın bundan sonrasını anlatamayacağım. Çünkü neler olacağını bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var:
"Masal, masal olsa da her masalın sonunda iyilerin kazandığı değişmez bir gerçektir."
Çok değerli büyüğüm, dostum Cemal Yalçın'ın anılarından birini paylaşmak istiyorum sizinle.
Yıl: 1933 Yer: Artvin
1933 yılında Cemal Bey ve ailesi, o zamanlar kaza olan Artvin'de ikamet etmektedirler. Dönemin kaymakamı Ömer Bedrettin Uşaklıgil'dir ve Cemal Bey'in babası Şükrü Yalçın Bey'de Cemal Bey'in tabiriyle Tahrirat Başkatibi'dir. Cemal Bey henüz ilkokul 3. sınıf öğrencisidir. İlkokul 1. ve 2. sınıfta da Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılmıştır ama o sene herşey farklı gelişmektedir. Çünkü o sene Cumhuriyet'in 10. yılıdır ve yurdun dört bir yanında 10. yıl kutlaması için hazırlıklar yapılmaktadır.
Eylül ayının sonunda Kaymakamlıkdan bütün Devlet memurlarına bir bildiri dağıtılır, bildirinin konusu; Cumhuriyet Balosu'dur. Ve Artvin'de görevli ne kadar devlet memuru varsa eşleri ile birlikte Cumhuriyet Balosu'na davet edilir.
Kaymakamlıkdan bu davetiye gönderildikten sonra Artvin'de neredeyse diğer meseleler unutulmuştur. Herkes, heryerde sadece bu baloyu konuşmaktadır. Tek konu balo oluvermiştir. Kasabada yaşayan ne kadar memur ailesi varsa biraraya geldiklerinde sadece balo konuşulmaktadır artık. Tabii özellikle de bayanlar. Herkesi bir telaş almıştır. Cemal Bey'in elinden dikiş gelen annesi kendi elbisesini dikebildiği için şanslıdır, çünkü kasabada yaşayan bütün memur eşleri o geceye özel kıyafet diktirebilmek için terzilerin kapısını aşındırmaktadır. Kadın erkek, herkes o gece için hazırlanmaktadır.
Cemal Bey'in hafızasında kalan ve onu en çok etkileyen şeylerden biri, annesinin, yıllardır uzattığı simsiyah saçlarını balo gecesi için kestirmesi olmuş. Sadece bir balo için yıllardır gözü gibi baktığı saçlarını kestirmesini anlayamamış bir türlü Cemal Bey. Nedenini annesine sorduğunda ise annesi kısa saçın, kendisini daha modern göstereceği için kestirdiğini açıklamış. Annesinin söylediğine göre Cumhuriyet artık 10. yılına girmiştir ve Cumhuriyete yakışır şekilde yaşamak gerekmektedir.
Balodan bir kaç gün önce merkezden (Ankara'dan) Cemal Bey'lerin evine kocaman koliler gönderilmiş. Herkes merakla kolilerin açılmasını beklerken babası kolilerin Cumhuriyet Bayramı kutlamalarından bir gün önce açılacağını söyleyince ev halkının merakı bir kat daha artmış. Kapının girişine konan koliler hakkında ev halkının herbirinden farklı yorumlar yükseliyormuş. Merkez'den gelen koliler ev ahalisinin balo telaşını az da olsa hafifletmiş, gündem balo ve koliler arasında gidip gelmeye başlamıştır.
Balo gecesinin sabahı yani 29 Ekim 1933 sabahı, bütün kasaba halkı Kaymakamlığın önünde toplanmış. Bir sebep kutlamaların başlaması ama diğer ve önemli bir sebep ise, Kaymakamın özel olarak o gün için yaptırdığı Atatürk büstünün açılışı imiş. Kaymakamın yaptığı konuşmanın ardından, alkışlar eşliğinde büst açılmış. Cemal Bey'e göre bu seramoninin en ilginç tarafı ise, Atatürk henüz 10. yıl nutkunu okumamıştır ama 10. yıl nutkunun sonunda yer alan ''Ne Mutlu Türküm Diyene'' sözü, kaymakam tarafından büstün altına yazdırılmıştır. Yani Cemal Bey ''Ne Mutlu Türküm Diyene'' sözünü 10.yıl nutku okunmadan öğrenmiştir.
Balo gecesine saatler kala, evde telaş son safhadadır, anne ve babası baloya hazırlanadursun çocukların aklı hala kapıdaki kolilerdedir. Kolilerin başında bekleyen çocuklar annelerinin odanın kapısında belirmesi ile adeta donakalmışlardır. Annelerini 3 sene önceki teyzelerinin düğününde bile bu kadar bakımlı görmemişlerdi çünkü. Bir anda bütün gözler annelerine çevrilmiştir. Herkesin yüzüne gururla karışık bir gülümseme gelip oturmuştur. Hazırlanan anne ve baba dışarı çıkmak üzeredir ki, baba daha fazla dayanamaz ve biraz sonra gelecek kaymakamlık görevlisine kolileri teslim etmesini söyler evde kalanlara. Ve kolilerin sırrını açıklar. Kolilerin içinde havai fişekler vardır... Gece olduğunda bütün yurtta havaya havai fişekler fırlatılacaktır, 10. yıl şerefine. Merkezden yurdun dört bir yanına bu gece için yollanmış Cemal Bey'in deyimiyle ufacık bir savurganlıktır bu. Ne savurganlık ama.....
Baloyu ve baloda yaşananları maalesef bilmiyor Cemal Bey, ama sabah kalktıklarında anne ve babasının mutlu hallerinden çok güzel geçtiğini tahmin ediyor.
Yazımın başında da söylediğim gibi, yer, henüz şehir bile olmamış Artvin, sene bundan 74 yıl önce.
Cumhuriyetin 84. yıl kutlamaları için hazırlıklar yapılırken, katedilen ya da katedilemeyen mesafeyi hepbirlikte görelim istedim.
Cumhuriyeti daha yoğun hissedebileceğimiz nice 84 yıl yaşamak dileğiyle.
Uçak alçalmaya başladığında dümdüz bir ova gözünüze çarpmaya başlıyor. Riyadh'a inerken de aynı duyguları yaşamıştım, en ufacık bir tepe, bir yükselti görememenin burukluğunu yaşamıştım. En nihayetinde burası çöl diye kendimi avutmuştum iyi de burası çöl de değil ama Riyadh benzeri düz bir ova. Şehrin içinden bir de nehir gözüktü. Her yer yemyeşil, tipik Avrupa. Alçaldık, alçaldık ve keklik gibi düz ovaya indik.
"Ya şu tarihe gelin ya da şu tarihten sonra biz gelelim" deyince Polonya'lı Paul dostumuz, zamanı düşünerek "Tamam, biz geliyoruz" dedik. Ucu ucuna vize işlemleri, pasaport, uçak bileti, otel rezervasyonu derken yine korka tırsa uçağın kapısına geldim. Otel pahalı ama firma ile anlaşması varmış diye kıramadık artık, battı balık... Havaalanında bir adamcağız; "Taksi lazım mı?" diye sokuldu yanımıza, "Tamam" dedik, "Burada bekleyin, otopark'a parketmiştim, alıp geleyim" dedi, geldi, taksi değil koca bir minibüs. Yolda bize 200.000 kişinin anıt mezarını gösterdi. Hitler'den kaçarken Stalin'e vurulmuş zavallı Polonya halkı. Klasik muhabbet :
"Where are you coming from ?". El cevap :
"Türkiye"
"Ooo !" çığlığı arasında adını hatırlayamadığı bir kadın Başbakanı'mızın Polonya ziyaretinde korumalığını yaptığını söyledi ( Bizlerin unutması mümkün mü ? ). Umarım basın toplantısı düzenlememiştir diye düşündüm ama ya düzenlediyse ? Şöyle demiştir muhtemelen :
Sevgili hemşehrilerim, sevgili Çekoslavakyalılar..! Bu güzel başkentiniz Helsinki'ye ilk ziyaretim. Sizlere Polonezköy'deki bacılarınızdan sevgiler getirdim, bende bacınız sayılırım. "4-5-6... Polonya battı..." tekerlemesine de bayılırım.
Şehir hummalı bir şekilde yeniden inşa halinde. Düz ovayı bulmuşlar, eski binaları yıkıp yıkıp yerine yenilerini dikiyorlar. En görkemli binalarından resimdeki müzeyi üç ayrı noktadan belgelemiş bulunuyorum. Gündüz gözüyle, gece gözüyle ve onunla hemen hemen aynı boya sahip otelimizin 43.katındaki havuzundan ( Bizler 23.katta idik ). Eski şehrin bulunduğu tarafta birbirinden özenli, pencere önleri çiçeklerle düzenli, insanın içini açan evlerin olduğu sokaklar var. Birkaç saatimizi bu güzelim sokaklarda geçirebildik, hatta küçük kahvelerden birine bile oturabildik ( Eh, Zlotki'miz kadar elbette ).
Bence; geleceğin yıldızı olabilecek bir ülke Polonya. İnsanları güleryüzlü, baldızları güzel yüzlü geldi gözüme.. Yani ... "Eh işte !" diyelim en iyisi... Zira; Riyadh De Janerio'da ( arkadaşımın ilk kez S.Arabistan'a gidecek personele motivasyon amaçlı tanımlama ) değil b'si baldızın, gözünü görmek bile ne mümkün Arap Kızı'n ?
İki gece iki gündüz, çoğu klasik müzik azı Bossanova, Warşova dediğin koca bir ova...
Bu ara hem iş yerinde, hem de dışarıda yoğun bir program içindeyim. Bütün bu yoğunluğun içinde zaten pek tercih etmediğim haber programlarını izlemek ve de internetten de olsa haber takip etmek pek mümkün olmuyor. Gel gör ki, Pazar günü yine bir dolu gencecik insanın katledildiğini öğrenmekte gecikmedim. Her yerde bu var çünkü.
Aklım almıyor benim. Bu insanların böyle öldürülmesi ve bunların, adı "asker" olan bu gençlerin - çocukların, böylesine ziyan edilmesini - yok olmasını aklım almıyor. Kaldı ki, kendi toprağında kendi askerini koru(ya)mayan bir devletin kendi sınırları dışında bir eyleme girişme hevesini / ya da kendilerinden böyle bir beklentiyle taleplerde bulunulmasını da anlamış değilim. "İçeride" dediğimiz yerde, insanlar ( askerler ve siviller) ölüyorsa, "dışarıdaki"lerin içeri girmesini engelleyemiyorsak ya da, o zaman bu nasıl bir yönetimdir? Nasıl bir politikadır? Haberleri takip etmediğim bu bir iki günde bu bilgilere dair elzem bir şeyler vardı da ben izlemeye başlayınca bu bilgi birden bire kayıtlardan mı silindi? Yoksa ben nerede arayacağımı kestirememiş olabilir miyim bu mühim mevzuyu?
Ortalıkta "savaş halindeyiz resmen", "girelim, verelim boylarının ölçüsünü", "29 Ekim'e kadar bilmem kaç bayrak" vb. aşırı milliyetçi ya da demagojik söylemlerin dolaşmasına da ayrıca sinir oluyorum. Ama bütün bunlara karşı nasıl bir tutum takınmak lazım onu da çözemiyorum pek. Tabi ki ben de istemiyorum; bu gencecik insanlar ölmesin, hiç suçu günahı yokken hayatlarından olmasınlar, (tıpkı çalışmaya giderken balık istifi içine sığdıkları minibüste trafik kazasına ölen o insanlar gibi) ama öte yandan da, "Kürtler dışarı" diye sloganlarla Tarlabaşı'nı basan o "milliyetçi bozuntusu" tipleri de onaylayamıyorum. (Ölen çocuklardan birinin Kürt olduğunu yazıyor gazetelerin biri, diyor ki annesi tek kelime bile Türkçe bilmiyormuş çocuğun, çocuk kalkmış bu memlekete olan sorumluluğunu yerine getirmek için askere gitmiş ve sözde "Kürt haklarını savunanlar" tarafından öldürülmüş. Sonra ben nasıl kalkıp derim, "Kürtler dışarı"… "sen bizdensin", "sen değilsin" "sizin grubunuz" "bizim grubumuz" diye nasıl etiketlerim sokakta yürüyen, evinde oturan insanları?) Olayların etnik değil de siyasi çatışmalar olduğunu ne zaman anlayacağımızı merak ederek, endişe ile bekliyorum sadece. Her yerde endişe, insanların kafasında soru işaretleri, içlerinde korku varken, acındırma politikaları, kışkırtma ile asıl önemli konunun - ülke sınırları içindeki kargaşaya karşı nasıl durulması gerektiği, izlenecek yolun ne olduğu, nasıl tepki verilmesi gerektiği - pas geçildiğini düşünüyorum. Ve bunun sebebinin de bu nev-i şahsına münhasır, çözüm yollarını ABD Başkan'ında arayan, hükümetimiz olduğunu düşünmeden de edemiyorum nedense. Ve eğer bu işin illa ki birilerine danışılması gerekiyorsa, bunun sebeplerini neden bizlere "anlayabileceğimiz ve inanabileceğimiz bir açıklıkla" anlatılmadığını da merak ediyorum doğrusu.
Böyle böyle düşündükçe, iyice geriliyor umutsuzluğa düşüyorum, o yüzden artık bugün keyif yazısı yazamıyorum, "yine". Ben mi tuhaf düşünüyorum, yoksa herkes mi zıvanadan çıkmış bilemiyorum. Niye kimse "isyan" etmenin dışında "sorgulayıcı" olmuyor bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Yardıma muhtacım.
Tereddütlü zihnimle güzel bir hafta sonu diliyorum herkese. Olabildiğince…
Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.800 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Dağlarda tek tek
ışıklar yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle
ışıltılı,
öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam nasıl ve
ne zaman
geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere
inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla
duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında
O'nu gördü
Paşalar onun arkasındaydılar
O, saati sordu.
Paşalar: "Üç" dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak
çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına
kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde
yaylanarak
ve karanlıkta akan
bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovası'na
atlayacaktı
......
Ayın altında kağnılar gidiyordu
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru
Toprak öyle bitip tükenmez
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleri ile
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti
ayın altına öküzler
Başka ve küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayın altından akan
toprak,
toprak
topraktı.
Nazım HİKMET
<#><#><#><#><#><#><#>
ONUNCU YIL MARŞI
ÇIKTIK AÇIK ALINLA ON YILDA HER SAVAŞTAN,
ON YILDA ONBEŞ MİLYON GENÇ YARATTIK HER YAŞTAN;
BAŞTA BÜTÜN DÜNYANIN SAYDIĞI BAŞKUMANDAN;
DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANAYURDU DÖRT BAŞTAN.
TÜRK'ÜZ, CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!
BİR HIZLA KÖTÜLÜĞÜ GERİLİĞİ BOĞARIZ;
KARANLIĞIN ÜSTÜNE GÜNEŞ GİBİ DOĞARIZ.
TÜRK'ÜZ BÜTÜN BAŞLARDAN ÜSTÜN OLAN BAŞLARIZ;
TARİHTEN ÖNCE VARDIK, TARİHTEN SONRA VARIZ.
TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!
ÇİZEREK KANIMIZLA ÖZ YURDUN HARTASINI,
DİNDİRDİK MEMLEKETİN YILLAR SÜREN YASINI.
BÜTÜNLEDİK HER YÖNDEN İSTİKLÂL KAVGASINI;
BÜTÜN DÜNYA ÖĞRENDİ TÜRKLÜĞÜ SAYMASINI.
TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!
TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!
F. Nafiz Çamlıbel - B. Kemal Çağlar
Bulmaca - Sudoku
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın. Kolay gelsin.
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.