|
|
|
23 Kasım 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Tepkisiz kalmayın!.. |
Merhabalar,
Yazılarıma yorum almadığım zaman buna kendimce cevaplar bulabiliyorum. Yorumu sadece yazının altına yazılan birkaç satır olarak görmüyorum, gün içinde gelen epostalar, dostlarla yapılan telefon görüşmelerini de yorum olarak değerlendiriyorum. Yalanım yok, dünkü yazıma epeyce tepki bekliyordum. Ve ilginçtir, numunelik tek bir yorum almadım. Yani öyle ya da böyle bu konuda ne düşündüğünüze dair hiç bir fikrim yok. Bu konuyu şöyle değerlendirmek te mümkün elbet. Belki yazıyı kimse okumadı. Olabilir, ama haber sitelerinde konu ile ilgili yazılara da yorum yok denecek kadar az. Oysa internet ortamında takip edilen bir e-gazetenin ya da haber sitesinin okuyucularından bu konuda daha duyarlı olmalarını beklerdim doğrusu. Acaba yanlış olan ben miyim diye de düşünmedim değil. Yani tüm iyi niyetimi takınıp, yetkililerin son derece hak hukuk gözeten kişiler olduğunu varsaydım gene de işin içinden çıkamadım. Yuvarlak tanımlamalardan başımıza ne belalar açılabileceğinin örnekleri oldukça çoktur oysa. "Müstehcenlik" diye tarif edilen suçun değerlendirmesini atanmış bir komisyon yapacak örneğin. Siz bir siteyi şikayet edeceksiniz, atanmış kurul üyeleri bakacak "Derahal kapatıla" ya da "Yok yahu bu masum" diyecekler. Bu sansürlü süreç bugün itibariyla başlıyor. Başımıza gelecek ilginçlikleri izleyip göreceğiz. Bakalım gülebilecek miyiz yoksa bol bol ağlayacak mıyız?
...
Kimler farketti parmak kaldırsın. Nükleer enerji yasası çıktı. En geç altı ay içinde ihale edilecek pozisyona gelecek bir nükleer santrale izin çıktı. Türkiye'de bu konu yöresel birkaç kavga gürültü hariç, enine boyuna tartışılmamışken, Dünyanın pek çok ülkesinde olanların kapatılmasına başlanmışken, bizde apar topar bir yasayla bu işi başlatmaya ne gerek vardı bilemedim. Nükleer enerjiye karşı olmak gibi bir anlamsız serzeniş en azından ben gibi mühendis kafalı adamlara pek uymaz. Zaten karşı çıkılan enerjinin üretilip kullanılmasından öte, taşıdığı risklerdir. Hele en teknoloji yoğun sistemleri nasıl kullandığımız göz önüne aldığında Türkiye'de risk faktörünün daha en başında artı bir puanla başlayacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Bana kalırsa bugünden tezi yok, bu konu, her açısıyla ele alınıp tartışılmalı. Eğrisi doğrusu halka iyice anlatılmalı, ve belki de sonunda buna referandumla halk karar vermeli. Neden olmasın?
Tüm eli öpülesi, çağdaş, laik, demokrat öğretmenlerimizin Öğretmenler Gününü kutlar, herkese güzel bir haftasonu dilerim. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÖYKÜLER AKŞAMLARI BİR BAŞKA SEVER |
|
Alleben deresi şimdi kendi sonbaharının resimlerini boyuyor. Ağaçlardan incecik akıntıya yapraklar düşüyor. Sonra bir tane daha, bir tane daha, yeniden ve hiç durmadan. Serin bir esinti ağaçları, çimenleri, süs havuzlarını ve akşamı yalıyor. Sığırcıklar durmadan kentin üzerinde uçarak sığınacakları yüksek ağaçlar arıyorlar. Sokaklar insan ve araba kaynıyor. Gaziantep kendi akşamına hazırlanıyor. O durmadan cep telefonuyla konuşuyor. Elini kolunu sallıyor. Oturduğu sandalyeden kalkıyor. Sonra yine yerine oturuyor. Ama hep konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor.
Ne zaman uzun uzun telefonla konuşan birini görsem aklıma hep Akın gelir. Akın aslında telefonla konuşmak tanımlamasının çok ötesine geçmiş biridir. Uykuda geçirdiği saatlerin dışında cep telefonuna iliştirilmiş olarak yaşamaktadır. Geçen hafta cumartesini pazara bağlayan sabahın dördünde biriyle telefonla konuşurken sızıp kalmış. Bana kendisi söyledi. "Valla abi biriyle konuşuyordum. Sızıp kalmışım. Ne konuştuğumu da hiç anımsamıyorum. Ne zaman koptuğumu da, " demişti.
Akın iyi çocuktur aslında. Kitap, gazete, dergi gibi şeyleri kesinlikle okumaz. Televizyondaki dizilerin de hastası sayılmaz. Arada bir eğer odasındaki televizyon açıksa telefonla konuşurken göz ucuyla baktığı olur. Ama hepsi bu kadar… Onun için biriyle tanışmak telefon numarasını almaktan ibarettir. Sokakta, minibüste, markette ayaküstü lafladığı insanların bile çok geçmeden telefon numaralarını ister. Diyelim ki işten çıktı. Yolda yürüyor, az sonra minibüse binecek. Veya evin kapısından içeri adımını yeni attı. Kesinlikle telefonla hemen birini arar. Yemek yerken, çay içerken, giyinirken hatta tuvalette bile telefonla konuşur. Bir tek banyo yaparken konuşamaz ve uyurken…
İnsanları aramak için belli bir amacı da yoktur. Hep öylesine aramıştır. Özellikle akşamları telefonuna kayıtlı numaraları alfabetik sırayla aramaya başlar. Elbette aradığı herkes konuşmak için uygun değildir. Ama o hiç bozuntuya vermez. "Tamam, önemli değil, ben seni sonra ararım," der ve sonraki numaraya geçer. Konuşmalarının amacı olmadığı gibi belli bir düzeyi de yoktur. Örneğin onun konuşmalarında;
" Ya ne olsun be baba, işten az önce geldim. Bir şeyler yedim. Şimdi üstümü değiştiriyorum. Çoraplarımı çıkarıp kirli sepetine attım. Birazdan televizyonu açıcam. Bilgisayarın başına oturup internette dolanırım belki de. (Bilgisayarı ve interneti yoktur. Sadece muhabbet olsun diye söylüyor.) Perdeyi açıp dışarı bakıyorum. Hava da yağacak gibi sanki. Sen gitmedin mi hiç Bedesten'e? Aldırma, boş ver. Bakırcılar akşama kadar tık tık bi şeyler çekiçleyip durur zaten orda. Eski Kahve güzeldir ama. Geçen seni ordan aramıştım ben. Hatırlarsın. Yok be öyle değil. Oradakilerin çoğu da ayak takımı. Karı kız uğramaz oraya. Neyse emrin olur baba. Görüşürüz eyvallah baba. Ben seni ararım. Hadi öptüm bay…
Evde olduğu zamanlar telefonunu şarza takar ve öyle konuşur. Sokaktayken onu en çok kızdıran şey telefonunun bataryasının bitmesidir. Günün nasıl geçti bu gün diye sorarsanız. "Allah kahretsin, yine telefonum şarjı bitti. Tam da bir konuşmanın ortasındayken," diyorsa. Günü kesinlikle çok kötü geçmiştir. Onu en çok mutlu eden şey telefonu olduğu için en mutsuz edeni de yine o olabilir. Kendi akranlarına, telefonunda kayıtlı yaşıtlarına hep baba diye hitap eder. Önceleri bunu anlayamadım. Onu sürekli babasıyla telefonda konuşuyor sanmıştım. Ve cidi ciddi yahu bir delikanlı acaba babasıyla bu kadar ne konuşuyor diye düşünüp dururdum.
"Ya baba ne olsun be… Yaşayıp gidiyoruz işte, saksı çiçeği gibi. Yok yok o kadar beter de sayılmaz canım. İç güveysinden biraz hallice sayılırım. Ya baba, ne oldu bizim tatlılar? Gelcem bak ama oraya. Ciddi diyom ya inan bak. Pazartesi uğrarım belki. İmam Çağdaş'tan başka yerde hayatta yemem ben fıstık sarmayı. Tamam, be baba bi dahakine benden olsun. Sende hemen girmesene iddiaya… Top yuvarlak bi şey sonuçta. Delikanlılık ne gezer . Beşiktaş iki sıfır alır maçı demeseydin. Bırak maçı almayı sekiz tane yediler harbiden . İnsanın inanası gelmiyor. Gastelerin son bombasını gördün mü? Çarşı dokuza karşı, sekize razı yazmışlar manşetten. Boş ver be baba, bırak yöneticiler üzülsünler. Tamam, baba kendine iyi bak ha…
Akın bu, başkalarına benzemez. Kazandığının çoğunu cep faturalarına yatırır. Hatta evden arada bir takviye bile ister. Kazık kadar adam fırsatta babasını yolar. Akın neden bu kadar telefona iliştirilmiş bir yaşam sürer bilmiyorum. Neden telefonla saatlerce konuşmak dışında keyif aldığı başka bir şey yok? Hiç anlamıyorum. Onunla odalarımız ayrı olsa da aynı evi paylaşıyoruz. Bazen çıldıracak gibi oluyorum. Gecenin saat üçünde uykunuz da biraz kaçmaya meyilliyse sürekli çalan bir telefona komşu olmak nasıldır bilir misiniz? Ben çok iyi bilirim. Aklımı kaybedeceğimden korktuğum zamanlar bile oluyor. Onunla belki onlarca kez konuştum. Ama telefona yapışık bir yaşam sürmesini zerrece değişikliğe uğratamadım.
Alleben deresi ince ince geceye doğru akıyor. Parklar tenhalaşırken köprülerin ışıkları bir bir yanmaya başlıyor. Süs havuzları beton kenarlarına iyice yaslanarak uyumaya çekiliyor. Sığırcıklar çoktan geceleyecekleri yüksek ağaçlara yerleştiler. Güvercinler bile Kendirli Kilisesinin taş duvarlarındaki oyuklara çekildiler. Yeni yetme bir geceyi ciğerlerime çekip yürüdüm. Şahinbey Parkı'nda dut ağaçları uykulu gözlerle akan ışık selini izlerken Evirgeç Lokantasından içeri girdim. Önce yuvarlama çorbası istedim. Sonra da ekşili nohut…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay Güvercinler (*) |
|
Her gün tam da bu vakitte yaptığı gibi tahta kulübenin küçük tel kapısını açtı ve teker teker, ürkekçe ve hızla dışarı çıkarak birbiri ardına havalanan güvercinlerinin, küme halinde gökyüzünde daireler çizerek süzülüşlerini izledi sessizce.
Sonra yaşadığı deniz kıyısındaki barakadan çıkıp yüz adım kadar ileride, kendisi gibi tek başına yaşayan arkadaşının evine doğru yola koyuldu.
Elindeki hortumla bahçesindeki çiçekleri sulayan arkadaşının yanına yaklaşırken: "Bir tane daha!" dedi, "Bir tane daha eksilmiş."
Evin önündeki sandalyeye oturup söylenmeye devam etti:
- Bu adada benden başka güvercin besleyen yok, yani başka bir sürüye karışma ihtimali yok, çalınma ihtimali yok, kaçmaları içinse bir sebep yok! Bu hafta üçüncü oldu. Onlara ne olduğunu anlamıyorum.
- Yırtıcı bir kuşun işi olmasın?
- Ben hiç görmedim. Sen gördün mü?
- Hayır.
- Öyleyse ne?
- Bilemiyorum.
Elindeki hortumu yere bırakıp arkadaşının yanındaki sandalyeye oturdu. Başlarını hafifçe yukarı kaldırıp belirli bir düzen içerisinde uçan güvercin kümesini izlediler.
- Bazen gelip taraçama konuyorlar. Saksı çiçeklerimi gagalıyorlar, topraklarını deşiyorlar ve her tarafa pisliyorlar.
- Kedin neden yanında değil?
- Gebe. Son günleri... Bir yerlerde uyukluyordur.
Güneş batarken arkadaşıyla vedalaşıp güvercinleri kapatmak için evine döndü: "Güvercinleri sevmiyor." dedi kendi kendine, "Oysa karısı çok severmiş. Balkonunu kirletiyorlar diye tartışmışlar; öldürmüş karısını tek kurşunla, kafasına: Bam!"
Birkaç gün evinden uzaklaşmadı. Kitap okudu, güvercinleriyle ilgilendi, yüzdü. O akşamüstü güvercinleri kapatırken bir tane eksik saydı ve arkadaşının evine gitti. Bahçede değildi. Kedi giriş kapısının yanında uyukluyordu, iyice şişmişti. Kapının kolunu indirip içeri girdi. İçerde de değildi. Gözü odanın sonundaki, taraçaya çıkan merdivenlere ilişti. Yavaşça ilerleyip basamakları tırmandı. Kapı açıktı. Arkadaşı birkaç metre ileride, sırtı ona dönük; eğilmiş, yerden bir şey almaya çalışıyordu. Sağ elini hızla yukarı doğru çekti; ince, acı bir ses çıktı. Elini yukarı doğru kaldırdı. Avucunda tuttuğu yabani bir güvercindi, can havliyle bağırıyordu. Taraçanın zeminine dikkatlice baktığında; yuvarlak daireler halinde sürülmüş yapışkan sıvıları ve üstlerindeki kopuk; kuş tırnakları, parmakları, ayakları gördü. Zamk sürülü olmayan aralarda ve üstlerinde ise; buğday taneleri, ufalanmış ekmek parçaları serpiliydi.
Arkadaşı, bir elinde yabani güvercin olduğu halde dönüp sol tarafa doğru, zamklara basmamaya dikkat ederek ilerledi. Birkaç adım ötesinde, bugün eksildiğini fark ettiği güvercin, ayaklarını zamktan kurtarmaya çabalıyordu. Onu da hızla çekip, diğer avucuna aldı. Sonra onları, taraçanın dibindeki köpek kulübesine benzer, büyükçe bir tahta kafesin içine attı ve üstteki küçük camdan izlemeye koyuldu. İçerdeki tepişmeden kulübe yerinde sallanıyordu.
Bir süre izledikten sonra kendi kendine söylenmeye başladı: "Saksılarımın topraklarını eşeliyorlar, onlara zarar veriyorlar, üstelik her yere pisliyorlar!"
Arkasını dönerken, sessizce basamaklardan aşağı inip çıktı ve evine döndü. O gece çok uzun geçti. Sabah erkenden kalkıp tüm gün çalışarak güvercinlerinin kulübesinin tam karşısına büyük ve sağlam bir taş oda yaptı. Takip eden günler, güvercinlerini uçurmadı.
On gün kadar böyle geçti. Bir akşam üstü evinin önünde otururken arkadaşı çıkageldi.
- Günlerdir bana uğramıyorsun, güvercinlerini de görmedim. İyi misin?
- İyiyim, dedi usulca.
- Kedi yavruladı, üç tane. Bahçede oynayıp duruyorlar.
- Ya kuşlar?
- Her gün! Güvercinler, kargalar, bazen de martılar! Yerleri ve çiçekleri mahvediyorlar.
- Karını sever miydin?
Cevap vermedi, yerinden kalktı ve evine doğru ağır ağır yürüyerek, ağaçların arasında gözden kayboldu.
Ertesi gün adam nefes nefese tekrar geldiğinde: "Yok!" diyordu, "Her tarafı aradım, yok!"
- Nereye gider? Hele yavrularını bırakıp…
- Belki vahşi bir hayvan, ne bileyim, aç kalmıştır.
- Sus! Ama öyle olsa bile neden yavrularını değil de onu?
- Belki, onları korumak için atılmıştır ve…
- Hayır! Bunu aklıma bile getiremem.
- Seni anlıyorum. Benim de güvercinlerimden birinin başına böyle bir şey gelse… Seni anlıyorum.
Günler hızla geçti. Güvercinleri kafeslerinde besliyordu. Arkadaşı yine nefes nefese ve sinirliydi:
- Yok! Nereye gider küçücük yavru!
- Belki, martılar aç kalmıştır. Baksana ne kadar büyükler.
Adada, bitki yetiştirmek ve hayvan beslemekten başka yapılacak pek fazla şey yoktu. Güvercinleri uçurmayalı da bir ayı çoktan geçmişti. Onları uçarken izlemeyi çok severdi.
Kucağında, sırtını okşayarak getirdiği son kedi yavrusuna bakarak:
- "Sadece bu kaldı" dedi, "Günlerdir diğeri de ortalarda yok; neler oluyor!"
- Karını sever miydin?
Cevap vermedi. Kediyi yere bırakıp sandalyeye oturdu. Martıları izlerken söylendi: "Her tarafı kirletiyorlar ve tüm gün bağrışıp duruyorlar!"
Baltanın tersiyle arkadaşının kafasına vurdu. Neye uğradığını anlayamayan adam, sandalyeyle birlikte yere yığıldı.
Gözünü açtığında, elleri ve ayakları bağlı olarak taraçada, güvercin kulübesinin önündeydi. Diğeri, elinde ensesinden tuttuğu, miyavlayıp çırpınan kedi yavrusuyla taş odanın önünde, ayakta duruyordu. "Orada ne var?" diyebildi, "Annesi" diye cevapladı: " On gündür aç!"
Ve yavruyu odanın küçük penceresinden içeri bıraktı.
Taş odadan sesler yükseldi, korkunç sesler! Hemen sonra ses kesildi. "Güvercinleri severim" dedi ve bağlı olan ayaklarından sürükleyerek adamı güvercin kulübesinin önüne getirip içeri fırlattıktan sonra kapıyı kapattı: "Onlar da açlar" dedi, "Çok açlar."
Polisler, iki aylık rutin kontrol için geldikleri, iyi hali belirlenen, yaşlı, kimsesiz mahkumların, devlet tarafından yerleştirildiği ıssız adadaki evlerin birinin taraçasındaki iki kulübede bir kedi ve paramparça edilmiş üç kedi yavrusu ile gagaları kanlı iki düzine güvercin ve tanınmaz hale gelmiş bir erkek cesedi buldular. Yakınlardaki diğer evin taraçasındaki eski mahkum ise elindeki ıspatula ile yerdeki zamkları kazıyordu.
Kapısı açık kulübenin içinde üst üste yığılmış kuş iskeletleri, her tarafta uçuşan tüyler vardı.
Alt kattaki yatağın üzerindeki üst üste konulmuş üç tane kuş tüyü yastık ve boş yastık kılıfları evin yeni sahibine kaldı.
Adanın yeni konuğu yetmişli yaşlarda bir seri katildi ve simetri düşkünüydü. Elinde bavuluyla evine doğru yürürken yanındaki görevliye gökyüzünde süzülen bir düzine güvercini işaret ederek sordu:
- Neden aynı hizada uçmuyor bunlar?
Merih Günay
(*) Eskişehir Sanat Derneği Öykü Yarışması-Mansiyon Ödülü (2007)
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Gurme olasım geldi |
|
Arkadaşlıklarımı ve dostluklarımı bırakmam emesen, feysbuk gibilerinin ellerine, kuş mu kondu ki telefonun tellerine ? Fırsat bulduğumda ararım mutlaka, maksat muhabbet konu belki de kel alaka. Yani; "Eee, arkadaş, nasılsın ?" diye sormanın keyfini e-arkadaş ile aynı kefeye koyamam. Arkadaşlarıyla, dostlarıyla gurur duyar insan, onların başarılarıyla övünür, elbette onun üzüntüsüyle dövünür. Matematiksel olarak 4 işlem diliyle; "Dostluk; sevinçleri çarpar, acıları böler, mutlulukları toplar, dertleri çıkartır" biçiminde ifade edebiliriz. İnsanın göğsünü gere gere; "İşte, bunu yapan benim dostumdur veya arkadaşımdır" diyebilebileceği cümleler kurmaya ihtiyacı vardır. Bu konuda kendimi şanslı insanlar arasında değerlendirebilirim çok şükür. Son başarı; lise arkadaşımdan geldi. Binbir emek ve zahmetle yetiştirdiği üzümlerden yine binbir zahmetle ürettiği şarabını bir marka olarak piyasaya çıkartmasını bildi. Zaten; Fikret için eylem adamı diyebiliriz. Sen hayal ederken, bir de bakmışsın o hayalleri gerçeğe dönüştürmüş bile. Bir şarapsever olarak zaafımı bildiğinden; İstanbul ziyaretinde tadımlık şaraplarını bana da getirmiş sağolsun. Benim de bu durumda gurme olasım geldi. Açtım şişelerin tamamını, dizdim kadehleri, gurmeliğin verdiği keyifle teker teker içtim. Sonra ağzımda kalan tatları anımsaya çalıştım, hatırlayamadıklarım oldu elbette, dönüp bir kez daha onların tadını sindirmeye çalıştım. Ne zor işmiş bu gurmelik, takdir edersiniz sonunda oldum küfelik...
- Nice yıllara sevgili dostum !
Haydi oradan be, bugün mü düştüm aklına ?
- Ama Ferda'cığım, önce hayran kitlen arasın, telefon trafiğinde izdiham yaşanmasın diye 48 saat bekleyeyim demiştim.
Ba ba ba baa, unuttum demenin Patagonya telaffuzu herhalde !
- Yahu, günler öncesinden aklımdasın, hatta dün az kalsın arayacaktım.
Eee, ne oldu da aramadın ?
- Küfelik olmuşum ..!
Nasıl yani ?
- Gurme olasım geldi de.. Fikret'in şaraplarına dalmışım, mutfakta öylecene kalmışım.
Ben de onu diyecektim, ortalıkta uçuşan mail'lerini gördüm. İnsan; önce yıllanmış şarap gibi olan dostlarına, arkadaşlarına ilgi gösterir, yeni yetme şaraplara değil. Koca 34 sene geçmiş dostluğumuzun üzerinden.
- Haklısın Ferda ama Fikret'de çok güzel bir iş başarmış doğrusu, çok gururlandım.
Ben de çok alındım, bütün gün elimde telefon sizlerin aramasını bekledim. Ama ne gezer, sen bir Emel iki, bir kaşık suda boğacağım ikinizi.
- Yine de çok çok öpüyorum seni, doğumgünün kutlu olsun..
Aynı gün ve fakat birkaç saat sonra...
- Aaa, Emel'ciğim, hayrola ?
Naber dostum ? Ortalıkta dolaşan e-postalara göre nedir o Fikret'in şaraplarının İstanbul Bölgesi Dağıtım ve Organizasyon Daire Başkanlığı'na başlama durumları ?
- Ondan önce yıllanmış şarap Ferda'nın hem seni hem de beni haşlama durumları !
Nasıl yani ?
- Bittin sen kızım, haydi ben sadece aynı sınıfta idim, sen ise onunla aynı sırada !
Ne olmuş yani, çıkar dilinin altındaki baklaları ?
- Sen de düşün bakalım telefon edince atacağın taklaları ..!
Bana bak, uçan tekme atacağım şimdi, ne taklası ?
- Diyelim bugün Kasım'ın 20'si, birşeyler hatırlıyor musun ?
Eyvaaah Ferda ..! Haklısın bittim ben..
- Antreman vereyim sana istersen. Yani ben Ferda olayım şimdi, sen de beni rötarlı olarak o nedenle aramış ol, ne dersin ? İddiaya varım, muhtemelen sen de şu şu küfürleri yersin.
Yufff yani, böyle mi dedi sana ?
- Evet, hem de sınıf arkadaşına, dostuna, yaa ! Sanırım daha okkalısını sıra arkadaşına sıralayacaktır. Ben yine de ucuz yırttım diye düşünüyorum. İstersen, filanca saatte sen ev telefonundan ara, ben de cebinden, naklen yayın misali dinleyeyim sana sıraladıklarını kulağımın dibinden..
Yıllanmış dostlukların ve arkadaşlıkların gurmeliği kolay değildir. Bazen içmezsiniz ama zılgıtı yersiniz, bilmem siz ne dersiniz ? Gurme olasım geldi...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahvenin Köpüğü : Melis Mine Fincanın Dibindeki Tortular |
|
Kafam dağınık biraz bugünlerde, size bir fincan kahve yanına karışık bir okumalık vaat edebiliyorum ancak, daldan dala konan serçeler uçuşuyor çünkü içimde… (Bir dostum ne çok sevdiğimi bilerek gittiği Malatya'dan dinlenmiş ve gülen yüzünün yanında kayısı esaslı pek çok güzellikle dolu bir kutu getirmiş, ben onları tüketeceğim bir süre çayın kahvenin yanında size de bu tortular düştü bu günlük. Affınıza sığınırım…)
Birkaç günlük aradan sonra etraflıca gazete okumaya vaktim oldu dün, okumaz olsaydım diyesim geliyor… Ne nükleer santrallere verilen izinler, ne Türkçe yerine Arapça kelimelerin kullanımı ile ilgili yayınlanan yönlendirme yazıları, ne TRT Genel müdürü ataması, ne de diğerleri… Hiçbir okuduğum içime su serpecek etkide değildi. Tam tersine bir öbek çalı çırpı daha ilave edilen kamp ateşleri gibi oldum. Bir ara ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım, "her şeyi bu kadar dert edinip bu kadar sinirlenip üzüldüğüme göre, acaba benim psikolojik bir sorunum olabilir mi?" diye, sonra sonra konuştukça bazılarıyla, anladım "sorunlu"nun yalnız ben olmadığımı… Ama yine de içimde bir hafifleme olmadı niyeyse.
Bu akşam bir yarışmadan kazandığım davetiyelerle "Ben Ruhi Bey Nasılım?"a gidiyorum tekrar. Aradan geçen zaman bakış açıma ne getirdi ne götürdü anlamak için geçen sezon yazdığımı okumadan gideceğim. Sürahide sararan sular gibi yaşanan pek çok şeyi belki bugün daha net ayırt ediyorum ama belki de unuttuklarım olmuştur yine… Kim bilir belki haftaya yine aynı oyunu yazarım burada, geçen zamana rağmen ne değişti diye kıyaslama yapabilmemiz için birlikte. Bu sezon son kez oynadıklarını söylemişti Uğur Polat bir konuşmasında. AKM tahliye edildiği için son kez oynuyoruz, sonra ne olur bilinmez demişti…
Geçen akşam Fransız Öpücüğü'nü izledim. Meg Ryan, Kevin Kline ve Jean Reno'nun oynadığı o klasik filmi… Trendeki o öpüşme sahnesiyle aslında o anda Meg Ryan'a âşık olan Kevin Kline'ı bunun farkında olarak izleyenlerden misiniz sizde? O zaman ne kadar duygusal bir film oluyor değil mi insanın gözünde birden bire? Filmi izlerken "niye bütün kadınlar hep aynı?" dedim, "niye bütün erkekler hep aynı?" ve "niye herkes bu filmlerdeki gibi "temiz" yürekli, sevgi dolu, sevmeyi bilir, dürüst, inandıkları için canının yanmasına aldırmadan direnecek kadar cesur değil?" Çünkü onlar sadece filmlerde olur, öyle değil mi?
Filmin şarkısı "La vien Rose"ı Edith Piaf'tan dinleyip de şarkıya bağlanmamak mümkün mü? O şarkı'dan "Jeux d'enfants"*a uzanmamak ve yine duygulanmamak peki? O filme birlikte gidilen dostu düşünmemek ve bir an için onun mutluluğuna sevinip gülümsememek elde mi? Onun için Aya Yorgi'de dilenen dileğin gerçekleştiğini düşünüp, mutluluğundan pay çıkarmak ve sevinmek?
Her sabah ve her akşam serviste okuduklarımı düşünmemek, Atilla Atalay'a önce gülüp sonra ağlayarak "işte bir gün böyle yazmalıyım" dememek, K** okudukça, bütün sanatçılar dengesiz aslında, bendeki bu tuhaflıklar dizisinin sebebi de, az da olsa sanatçı ruhu taşıdığıma dalalet midir diye düşünüp Pollyanna'cılık oynanamamak? Telepati yoluyla insanlara istediğimi yaptırabildiğimi düşünüp mutlu olmak gerçekten Pollyanna'cılık oynamak mı? Düşüncelerimin olayları etkilediğini düşünmek tuhaflık mı?
Atilla Atalay'ın dediği gibi "Kişi Başına Bir Yalnız" düştüğünü getirmek akla, reklâmları seyredip ağlamak, her gün hayata dair yeni hedefler eklemek listeye, erişilenlerin üstünü çizmek, her gün kendi kendini biraz daha zorlamak ve bu koşturmacadan - belli ki farkında bile olmadan - keyif almak?
Belki bir müddet gerçekten hiçbir şey okumamalı, hiçbir şey izlememeli, hiçbir şey dinlememeli ve en önemlisi hiçbir şey düşünmemeliyim ki, tazelensin her şey. Yazdıklarım gibi olmasın yazacaklarım, düşündüklerim gibi olmasın düşüneceklerim, kendim gibi olmayayım ben… Belki o zaman, Pollyanna'cılık oynamaya gerek kalmadan bol keyifli, bol köpüklü olur hayat…
Size keyifli bir hafta sonu diliyorum, kendime arınma; bu yazıyı okumuş olmanıza/ yazmış olmama rağmen…
Melis Mine *Jeux d'enfants, Türkiye'de "Cesaretin var mı Aşka?" ismiyle 2003'te gösterime girdi.
**K, Alkım Basım A.Ş., Haftalık dergi.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ACAYİP ÜLKEDE YAŞAMAK..!
Aslında her birimizin yüreğinde raylar döşelidir..!
Ve bu raylar ki kader taşıyan, getirip götüren raylardır...
Ya da ceviz ağacının altında, evcilik oynayan yüreklerimiz vardır!
Veya içersi oya işlemeli mendillerle dolu, tahtadan asker bavuludur
yüreklerimiz!
Hep sarhoş masalarda başlar baş dönmeleri,ve yıkılır kuşluk vaktinde göz
kapakları!
Namımıza sövene eyvallah da, avradımıza asladır delikanlılığımız.
Çünkü biz, acayip bir ülkeyiz!
kavgalarımızda kan lekesi çıkmak ne bilmez gömleklerimizden
cinayet sebebi hep vardır önceden!
Şeyh de şıh da töre çıkarmasıdır öteden beri
Ondördünde çocuk doğuran kızlarımız vardır bizim
Onbeşinde hapse düşen erkeklerimiz.
Çünkü biz ,acayip bir ülkeyiz!
300 gram ekmeğe beşyüz lira verenle ,bir bardak viskiye 50 milyon verenlerin
Arasındaki dağlarda vurulur, Hüseyin emminin mehmedi...
Kürklere batmak bilmez o kahramanlık madalyalarının iğnesi
Hep bozulma hırkalardan yapılmış analara düşer Vatan sancısı !
Onların çocuklarına kuş tüyü yataklar,Ahmet emminin mehmedine
Kandil dağında taştan yataklar!
Çünkü biz,acayip bir ülkeyiz!
Politikacımızı silah zoruyla, iki kez gönderir de
Seçim yoluyla yedi kez döndürürüz geriye
Başbakanımızı asar da,esas asılacağını baş tacı yaparız başımıza!
Kanun kitaplarımız vardır da , daha çok kitapsızlar durur raflarda!
Doğruluk vergiye tabidir de, yalana vergi yoktur bu ülkede.
Onun içindir ki yalandan kulelerde saklıdır siyaset.
Çünkü biz, acayip bir ülkeyiz!
Mete Çağdaş mettecagdas@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç EĞİTİM ORDUSU YAHUT ÖĞRETMENLER |
|
Eğitimin ve bilginin geçer akçe olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu altın çağda bilgili ve donanımlı olanlar önde yürüyecek, cehalet bataklığına saplananlar geride kalacaktır. Bunun böyle bilinmesi, tercihlerin ve gayretlerin bu doğrultuda olması gerekir.
Bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu bir zaman dilimindeyiz. Teknolojik gelişmeler bilgiye ulaşmayı her zamankinden daha çok kolaylaştırdı ve muhataplarına yaklaştırdı. Bilgisayar teknolojisi ve internet, eğitimin çağdaş ve ileri düzeye erişmesi için atılan atımların en dikkat çekenlerindendir. Fakat bütün bu teknolojik yeniliklere rağmen öğretmenin yerini tutacak bir robot bugüne kadar yapılamadı. Bu amaçla çalışıldıysa da yapılan ruhsuz, duygusuz ve mekanik aletler öğretmenin yerini tutamadı. Çünkü öğretmen sadece bilgi aktaran bir vasıta değil, sevgi, hoşgörü ve şefkat duygularını veren gönül dostudur.
İrfan ordusunun neferleri olan öğretmenler; içinden çıktıkları toplumun kültürünü, tarihini ve tüm değer yargılarını yeni kuşaklara aktarırlar. Karşılarındaki kitleleri ruh ve şuur sahibi fertler olarak görüp onların yüreklerini milli ve manevi değerlerimizle bezerler. Atalarımızı kök, kendilerini gövde, yeni nesilleri dal, yaprak ve çiçek olarak görüp çınarın gelişip serpilmesi için onu düzenli olarak sularlar. Onlar Douglas Malloch'ın şu güzel ve veciz ifadelerini kendilerine şiar edinip elleri altındaki yüreklere nakış nakış işlerler:
"Dağ tepesinde bir çam olamazsan, vadide bir çalı ol. Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın. Çalı olamazsan bir ot parçası ol, bir yola neşe ver. Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol. Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın. Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz. Dünyada hepimiz için bir şey var. Yapılacak büyük işler, küçük işler var. Yapacağınız iş, size en yakın olan iştir. Cadde olamazsan patika ol. Güneş olamazsan yıldız ol. Kazanmak yahut kaybetmek ölçü ile değildir. Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın."
Öğretmenler öncelikle en iyi olmanın zorlu mücadelesini iç dünyalarında verirler. Daha sonra ellerindeki öğrencileri bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek onlara da aynı idealleri yaşatırlar. Bu ideallerin hedefe varması için takipçi olurlar. Karşılarına hangi engel çıkarsa çıksın doğruluk, iyilik ve güzellikten ayrılmazlar. Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmezler. Kovanları fütursuzca sırtlayıp götüren ayı değil, bin bir çiçekten bal alan arı olurlar. Aldıkları çiçek özlerini başkaları için özenle bala dönüştürürler.
Öğretmenler karanlığı aydınlığa, acıları lezzete, açlıkları doygunluğa, basiretsizliği uyanıklığa, karamsarlığı umuda, cehaleti bilgi ve görgüye tebdil ederler. Onlar kapkaranlık gecemizi ışıtan, yüreklerimizi ısıtan el fenerleridir. Varlıklarının ehemmiyetini, yaydıkları ışığın gücünü ancak gecenin zifiri karanlığında hakkıyla bilir ve anlarız. Onlar yerle gök arasına sinen kara bulutları bahar esintileriyle dağıtırlar. Toprakta kök, kökte ağaç, gövdede dal, dalda çiçek, çiçekte arı, petekte bal olurlar. Şefkat rüzgârlarıyla, ufkumuza çöreklenen kapkaranlık bulutları bertaraf ederler. Berrak ve aydınlık bir iklimde bahar olurlar.
Hayat onlarla anlamını bulur, aksi halde bir tarafı eksik kalır yaşamın… Yürekleri katıksız şiir doludur onların… Kitapları zihinlerine saksı yapmışlardır. Umutları, sevinçleri ve doyumsuz düşleri ruhlarının gıdası bellemişlerdir. Onlardan almışlardır yaşama, yaşatma ve direnme güçlerini… Gemileri nefret koylarından kaçırıp sevgi limanlarında eğlemişlerdir. Kandil olmuşlardır karanlık gecelerin zifiri suretlerine… Şairin mısralarında söz, yavuklusuna varmayı bekleyenlerin yüreklerinde vuslat, sevgi ve hülya olmuşlardır.
Öğretmenler balçıktan yaratılmış et yığınından ibaret kul iken, zamanın gergefinde işlenip öpülesi el, Ferhat'ın dağları delerken içindeki cesaret ve metanet, Mecnun'un gönlündeki umut, Eyüp'ün parıldayan sabrı olmuşlardır. Nefeslerinde kılıç keskinliğini, kalplerinde hallaç pamuğu yumuşaklığını, zihinlerinde yağmur bereketini taşımışlardır.
Onlar bazen Sinan'ın elinde sihirli bir balyoz, Dede Efendi'nin notalarında tatlı bir nağme, İbn-i Sina'da hayat veren bir neşter olmuşlardır. Kendilerini insanlığın hizmetine ve saadetine adamışlardır. Hal ve hareketleriyle hayata hayat katmışlardır. Bir mum misali erirken etraflarını aydınlatmışlardır. Ne mutlu onların rahle-i tedrisatından geçip hakikat bahçelerinden hakkıyla ve layıkıyla nasiplenenlere!....24 Kasım Öğretmenler Gününüz kutlu olsun güzel insanlar!...Sizlere olan vefa ve gönül borcunu ödeyebilecek miyiz acaba?
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.800 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Ses'ler
Ses'ler vardı etrâfımda
Ses'ler vardı dört tarafımda
Ses'ler vardı sesi soluğu çıkmayan
Bir ses bastırır senin sesini
Bakarsın dışarıda düşmanın sesi
Karanlık eller sardı dört cepheyi
Unutsan da yârın bekler seni
Sorarsın geçmişe umudun sesi
Ellerin titrerse korkunun sesi
Ellerini uzatırsın yolların sesi
Duyulur uzaktan şafağın sesi
Alkım Saygın
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ben.sen.o@kahveciyiz.com
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.
Merih Günay'ın "Martıların Düğünü" adlı ikinci öykü kitabı yayınlandı. h@vuz yayınları arasından çıkan kitap, Ankara: Dipnot, Arkadaş, Turhan, Bilimsanat, İmge ve Dost Kitabevleri yanısıra Net Kitabevleri'nden ve www.kitapyurdu.com sitesinden de temin edilebilir.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bilgisayarınızda mutlaka bulunması gereken bazı yardımcı yazılımlar vardır. Bunları her ihtiyacınız olduğunda çabucak bulmak ve kullanamak istersiniz. http://www.100-downloads.com/ web sayfasında 15 farklı kategoride sınıflandırılmış tamamı free yazılımlar bulacaksınız. Konu başlıklarına bakarak gruplandırmaya göre size uygun olanları seçip bilgisayarınıza indirip kullanmaya başlayabilirsiniz. Bedava hayat oh ne rahat.
En kral oyunların bulunduğu :) web sayfası http://www.kraloyun.com/ Şaka bir yana oğlumun en sevdiği flash animasyonlu oyunların bulunduğu, web sayfası olarak tavsiye edebileceğim ve ara sıra vakit geçirmek için kullandığım güzel bir ortam.
Haberleri internet ortamında takip etmenin bir kolay yolu daha http://www.haberweb.com Tüm haberlere ulaşabileceğiniz, hoş bir web sayfası. Ayrıca ilginç haberler, şakalar, ilginç video ve resimler de mevcut olan bir web sayfası.
http://www.cekulvakfi.org.tr ÇEKÜL gönüllüsü olmak... Onun penceresinden bakabilmek farklı geliyor bana. Ben İç Anadolu'da mitolojik adı Halys olan Kızılırmak'ın yay çizdiği, Ana Tanrıça Kibele'nin yarısı yıkılmış devasa heykelinin bulunduğu, birçok coğrafyaya kısmet olmayan 260 adet höyük ve tümülüsüyle, Selçuklu'nun kurduğu gök bilimleri medresesinin gölgesinin düştüğü tarihi ve doğasıyla bir bütün şehirde yaşıyorum...
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.8.3683 / Windows / 4.48 MB http://www.gomplayer.com/down/GOMPLAYERENBETASETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|