|
|
|
29 Kasım 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kahve Molası'nda ona su yok!.. |
Merhabalar,
Dünkü yazıma gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederek başlayayım. İlgi dediysek, tabi hep sırtımız sıvazlanmadı ama olsun ilginin sağı solu olmaz, yeter ki olsun. Bir dostumuzun attığı mesajdan böbürlenmedim değil hani. "Bay Altan Jr.'u, bu konuda bir siz eleştirmişsiniz, helal olsun." diyordu. Baktım hakikaten kimseden ses çıkmamış. Hoş bu adam zart dese secdeye varan onca insan varken, eleştiri beklemek hayaldir ama olsun, insan aklın yolu birdir diyerek bekliyor. Eh bir de 1 liraya sattığı gazeteyi okuyan kaç kişi var acaba diye düşündüğünde konudan bihaber pek çok insan olduğu ortaya çıkabilir. Ama eminim kendisi bu yazısını bir sonraki kitabına alır ve tüm süpermarketlerde 3 liradan satar. Bana kızanlar Altan'ı sevdiklerinden değil, benim türbana takındığım tutumdan rahatsızlar genellikle. Anlaşılan o ki, siyasilerin elinden bayrağı ve kitabı almadıkça birbirimizden daha çok rahatsız olacağız, çok.
Gün içimde bir canım arkadaşım Ahmet Hakan'ın dünkü yazısını okumamı isteyince emir sayıp gidip okudum. Hazret çıktığı yumurtanın kabuğunu reddedercesine bir manifesto yayınlamış aklınca. Aklı erecek yaşta olsaymış, Deniz Gezmiş'in yanında olmaktan gurur duyarmış. Oldu güzelim, biz de inanıp seni bağrımıza bastık bile. Her neyse, konumuz bu değil zaten. Az önce bugün ne yazmış diyerek siteye gidip yazısına baktım. Yazısının sonunda "Bir meslektaş ricası" diyerek bir not koymuş. Bizim de rastladığımızda aramızda konuşup dalga geçtiğimiz bir konu olduğundan hoşuma gitti doğrusu. Hatta ben bunu daha önce niye yazmadım diye de hayıflandım. Türban konusunda bir tek kişi haricinde hemen herkesin olumlu ya da olumsuz söz söyleme hakkı vardır. O tek kişi de, Türkiye'de tesettür giyimin lideri Tekbir Giyim'in sahibi olan adamdır, diyor özetle. yerden göğe kadar haklı değil mi? Dünyalığı satacağı türbana endeksli bir adamın, fırsat bulduğu her yerde, "Müslüman kadınlar başlarını örtmelidir." demesi, ayetler okuması gerçekten bir komedi. Hakan'ın tavsiyesine uyacağıma söz veriyorum. Kahve Molası'na gelip bunları söylemeye kalkarsa havasını alır, ekrandan içeri sokmam vallahi. Haydi hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Barış Güvercini : Banu Kurtis Chouard IKEBANA ve DEVLET TEORILERI RIKKA -8 |
|
16. Yüzyılın başlarında Ikebana Zen sanatları ve çay merasimleri için hazırlanan Chabana ve Negeire çiçekleri halk tarafından ilgiyle karşılanmış ve çok sevilmişti. Buna rağmen Japon halkı 16. Yüzyılda hâlâ atalarından miras kalan geleneksel adak veya saçı çiçeklerine de sadık kaldılar. Herhangi bir düzenlemeye tâbi tutulmaksızın mabetlerin kapısına bıraktıkları ve doğayı simgeleyen bu çiçeklerin adı, "TATEBANA" idi. Hiçbir kural ve kaideye bağlı olmayan, düzensiz, hacmi çok büyük bu çiçekli dalların ardında tabiatın tüm varlıkları simgeleniyordu. Tatebana kelimesinin ilk hecesi olan "TATE", Japonca'da ayakta kalmak veya var olmak anlamını taşır.
Zaman içerisinde, Tatebana çiçek buketlerinden ilham alan birçok resim ve yazı sanatkarları da bu adak çiçeklerinin resimlerini duvar panolarında canlandırmaya başladılar.
Daha sonraları, Japonca'da "haiku" diye tanınan devrin sanatçı şairleri de bu panoların üzerlerine doğaya atıfta bulunan kısa şiirler veya deyimler ekliyorlardı. Halk tarafından hayranlıkla seyredilen bu paha biçilemeyecek panolar sadece aristokratlarca satın alınabiliyordu. Geride kalan halk ise kendilerine yaşama gücü veren bu dalların mitolojik değerlerini, Orta-Asya ve Çin'in devlet kuruluşlarındaki kahramanların şecerelerine benzetiyorlardı. "Kabuki" adı verilen halk tiyatrolarında da kuklalardan esinlenerek geliştirilmiş dramatik eserler sahneleniyordu. Kısa süre önce savaştan çıkmış, samurai denilen savaşçılar ve ticaret ile uğraşan bir kısım halk, aristokratların üstünlüğünü kabul etmiyorlardı.
Bu devirde Japonya feodal bir devlet rejimi ile idare ediliyordu. Devrin İmparatoru Tokugawa, Japonya'da Hıristiyanlığın bir hayli yayılmasından dolayı tüm Dünya devletleri ile siyasi ilişkilerini kesmiş, halka da ağır cezalar koyarak, dış ülkelerle iletişimi yasaklamıştı (Çin, Kore, Hollanda hariç).
İmparator TOKUGAWA, devlet otoritesine yeterliliğine herkesi inandırarak kendine sağladığı itaat ve güvenle halk üzerindeki hâkimiyetin, yaptırım koyma ve kullanma gücünün, tüm sanatlardaki geleneksel otoriteyle ve egemenlikle kurulmasını istiyordu. Halkının asude ve sulh içerisinde yaşaması için mutlak suretle günlük yaşamlarının yanında bir de sanat veya spor (JUDO, AKIDO, KARETE) gibi uğraşılarının olması gerektiğine de inanıyordu. Japonya tarihinde bu devrin adı "EDO devri" diye geçer. EDO aynı zamanda devrin de başşehri olup şimdiki Tokyo şehridir.
Devlet için yapılan reformların ilkini, Konfiçyüs kanunlarına sadık kalınarak, hiyerarşik düzenin iş başına geçmesi ile sanat dallarında gösterdi. Çiçek sanatının resmi devlet sanatı haline getirilebilmesinin tüm sorumluluğunu da 6. Yüzyıldan beri varlığını ciddiyetle devam ettiren IKENOBO okuluna verdi.
Ikenobo okulu, diğer tüm sanat okullarında olduğu gibi, "IEMOTO" adı verilen hiyerarşik bir aile sistemi ile idare edilir. Iemoto, Ikebana okulunun tüm öğrenim metotlarını, kurallarını direk olarak kendisinden sona gelecek Iemotoya devir etmek mecburiyetindedir. Iemoto, son derece prensipleri ve otoritesi olan yetkilidir. Ikebana okullarının öğrencileri doğrudan Iemotoya bağlıdır. Okuldan mezun olan öğrenciler, ilk önce kademe kademe diploma alırlar. Fakat ders verebilmeleri için mutlak suretle Iemotodan lisans almaları gerekir. Bu lisans da epey pahalıdır. Lisans alıp ders verecek yeni öğretmenlere ise, "NATORI" denir.
Ikenobo okulu, ilk kez bu devirde Japon çiçek düzenleme sanatının resmi adını "IKEBANA" olarak Japon milletine duyuracak ve İmparatorun da emriyle, yepyeni bir düzenleme olan "RIKKA" üslubu ile ilk defa Japonya'da sergiler hazırlayarak, halka tanıtacaktır. Ikebana, bu devirde artık Japon İmparatorluğunun ve aristokrasinin sanatı değildir.
RIKKA'nın anlamı da zaten Tatebana ile aynı olup "ayakta kalmak" veya "var olmak" demektir. Tabii bu da hayatın zorluklarını yenmektir. En önemli anlamı ayakta kalmak için gereken gücü tabiattan almak, bunu gerçekleştirmek için de öncelikle doğayı sevmek, saygı göstermek ve korumak temel ilkesidir. Ayakta kalmak için verilecek mücadele RIKKA'nın ana temelidir.
Bu temeli kurmak için de buketin çatısını oluşturan 9 ana dalın her biri tabiatın en kutsal varlıklarının simgesidir. Dalların en uzunu çok kutsal olup büyük ve yüce "GÖK"ü temsil eder. Gök dalının hemen yanında dağları temsil eden dal yer alır. Dağlar, evrenin en yüksek yerleridir. Göğe çok yakındırlar. Eski devirlerde dağlara olan bu geleneksel saygı sadece Japonlarda değil, tüm Orta-Asya kültlerinde de vardı. Zaten hangi lisanda olursa olsun tüm dağların adı tanrı dağları idi. Bu dağlar yörelere göre kutsallaşmıştı. Mesela, Türk boyları için tanrı dağları ÖTÜGEN'de idi. Ötügen aynı zamanda da kutsal bir ormandı.
Göktürklerin dini, gök ve kök (gök ve toprak) tanrı dini idi. Gök veya kök kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu konusunda daha somut örnekler de vardır. Günümüze kalan belgelerde devletin başına kağanı göğün getirdiği belirtilmiş, devletin ve insanların yönetimi de göğe mâl edilmiştir. Gök gücü insanın yaşamını doğrudan etkiler, insanlara bağışladığı iktidar (kut) ve kısmetin (uluğ) değerini bilmeyenlerden geri alır. Bu nedenle de Türklerde göğe atıfta bulunmak için kesilen adaklar yerine Japonlar göğe saygılarını ve bağlılıklarını çiçeklerle belirtmeye çalışmışlardır.
RIKKA çiçek üslubunda diğer dallarının en kısası da toprağı (kök) simgeler ve göğü temsil eden dal kadar önemlidir. Gök ile toprak arasındaki dallar ise sırasıyla; yeryüzü sularını (denizler, göller, nehirler, şelaleler), tepeleri, rüzgârları ve güneşi, ayı, sisin ve karlı tepelerin arasında kalan insan evrenini anlatır.
Bir devletin kuruluş kaidelerini veya kudretini içeren doktrinlerden alınan ilhamlarla geliştirilerek yapılan Ikebana RIKKA düzenlemelerinin boyları bazen 22 metreye kadar uzanıyor ve paha biçilemeyecek kadar değerli bronz vazolar içersinde sergileniyordu.
RIKKA düzenlenmesi kutsal niteliğinin yanında, çok yer kaplaması, tekniğinin çok disiplinli kurallara bağlı bir çalışma gerektirmesi gibi nedenlerle, halk arasında düzenleme sanatı olarak benimsenmesine rağmen evlere girememiştir. Günümüzde RIKKA üslubundaki çalışmalara çok ender rastlanmaktadır. Zaman zaman bazı üstatlar tarafından halka örnek olması amacı ile gerçekleştirilmektedir.
RIKKA, okulun verdiği teknik şemalar ile adeta kopya edilerek, modern aranjmanlarla da yapılabilir. Bu nedenle de birçoklarımız bilmeden modern çiçekçilik anlayışı ile yapılan bu tip buketleri Ikebana düzenlenmesi sanmaktadırlar. Tüm ticari çiçek aranjmanları düzenlemenin temelinde Ikebana üslubu hatları olabilir, fakat Ikebana düzenlemeleri ister klasik, ister modern olsun, taşınmaya ve satılmaya asla müsait değildir.
Banu Kurtis Chouard
Redaksiyon : Ferda Önler Yararlanılan Kaynaklar:
* Türklerin ve Moğolların eski dini, Jean Paul Roux
* nihalatsiz.org/dinler.htm
* L'art des fleurs au Japon, Donald Richie
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hasan Demirpaz Eylülden sonrası Nisan |
|
Eylülün ortalarında bir akşamüzeri... Tam bir sonbahar havası İstanbul'da. Hafif, belli belirsiz bir serinlik, neredeyse artık üşütmeye meyleden bir rüzgar eşliğinde adımladığım kaldırımlar...
İçimde bir heyecan, bir mutluluk sormayın. Ama adımlarım inadına aheste. Adımlarım sonbaharın tadını çıkarmamı istiyor telaşlarıma, heyecanlarıma aldırmadan.
Yüksek taş duvarlarına işlenmiş motiflerle kim bilir kaçıncı sonbaharını yaşayan binaların, o binaların önünde uzanan sokakların gürültülü telaşından heyecanından çok farklı içimdeki heyecan. Denize uzanan sokağı, rengârenk, her birinin içinde başka başka heyecanlar, telaşlar taşıyan arabalarla dolu geniş bir cadde bitiriyor. Caddeden sonrası deniz... Denizde irili ufaklı gemiler... Kimi demir atmış, kimi demir atacağı yere ilerlemekte. Uzaktalar, içindekiler görünmüyor, ama olsun, telaşlar, heyecanlar, mutluluklar, kim bilir belki de hüzünler, kederler uçuşuyordur tayfaların köhne kamaralarında.
Sonbahar... Hüznün mevsimi, hazan mevsimi diye bilinir öyle değil mi? Ama bugün öyle değil işte. Dünden kalma bir rahatlık, yarına sâri bir mutluluk var bugün.
Mutluluğun yarına sirayeti, kalbe sığmayan, tarifi mümkün olmayan bir güzelliğe dair. Bu anda hayal dahi olsa, bildiğim varlığıyla, hayal olarak kalmayacağına dair inancımla yarınlara sirayet eden bir mutluluk.
Soğuk kış günleri hüküm sürerken, bir güneş belirir bulutsuz gökyüzünde bir gün hani. Pırıl pırıl, sıcacık. Evin geniş penceresinin perdeleri aralanıp camın önüne elde bir bardak çayla oturulur ya. Hani içiniz, ilikleriniz kışı, soğuğu unutur da camdan dolan güneşle alabildiğine ısınır ya. Öyle bir güzellik işte anlatmaya çalıştığım.
Eylülün ortasında bir akşamüzerinde bahar çiçeklerinin açması çok anlaşılır, izahı pek kolay değil belki. Ama işte herkes yaşadığını bilir derler ya, anlatmak böyle zor olsa da yaşamak güzel.
Sarmak ister kollar, sardığını bağrına basmak, içine doldurmak ister. Düşü döşünde bulunca her mevsim bahar, her gün aydınlık bir gündüz olur. Sararıp dökülen yapraklar düşmez yere, her biri taze bir filiz olur açar dallarda. Bir sıcaklığı, bir güzel kokuyu sarar kollar. Bağrına bastıkça sardığını, buram buram mutluluk yükselir gökyüzüne.
Kış değil gelen, bakma sen bu serin rüzgârın, bulutlanan gökyüzünün oyunlarına, eylülden sonrası hemen nisan.
Hasan Demirpaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç CEHALETİN KARANLIĞINDAN BİLGİNİN AYDINLIĞINA… |
|
Bilginin geçer akçe olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Günümüzde bilgiye ulaşmak geçmişe nazaran çok daha kolaydır. Tabir caizse bilgi deryasında yüzüyoruz. Fakat bu nimetten faydalanmayıp cehaletin kör karanlığında debelenenler az değildir. Bilgiye ulaşma konusunda sınıfta kalanların durumu Divan Edebiyatı şairi Naili'nin "Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler" berceste mısraını hatırlatır. Erişimi olmayan malumatın kimseye hayrı yoktur. Demek ki mühim olan şey, bilgiyi stoklamak değil, hayatın her yanına yaymak ve yeri geldiğinde cömertçe kullanmaktır. Ancak bununla çağa ayak uydurabilir, sağlıklı neticelere varabiliriz. Şair Ruhsatî'nin "Basma cahilin izine, gitme şeytanın sözüne" dizesi cehaletin bir ucunun şeytana dayandığını gösterir. Sırat-ı müstakimden ayrılıp, yolu şeytanla kesişenlerin sonunun cehennem olacağını hatırlatmakta fayda vardır.
İranlı şair Sadi-i Şirazi'nin cehaletle alakalı çok hoş bir sözü vardır: "Bilgisiz bir kimse, savaş davuluna benzer, sesi çok, içi boştur." Gerçekten de öyle değil midir? Çevremize şöyle bir bakalım… Kimlerin sesi daha çok çıkıyor? Bilen insanlar az ve ölçülü konuşurlar. Her sözün hesabını ince ince yaparlar. Çünkü söz vardır ipe götürür, söz vardır, ipten indirir. Yine aynı şair, az ve yerinde konuşma konusunda şu misali anlatıyor: "Bilgelerden birini dinledim. Diyordu ki: 'Hiçbir kimse cahilliğini itiraf etmez. Biri konuşurken daha sözünü bitirmeden lafa başlayan kimse müstesna… Ey akıllı kişi, sözün başı, sonu vardır. Sözün ortasında söze başlama. Akıllı, tedbirli, bilgili insan, eğer susan yoksa söze başlamaz."
Bizde "Cahil cesur olur" diye hoş bir söz vardır. Bunun doğruluğunu, yaşadığımız yakın ve uzak çevreden de görebiliriz. Fakat cehalet bilgi azlığı değildir sadece. Cehaletin bilgiye ve idrake dönük iki ayrı cephesi mevcuttur. Bazı bilgili insanlar da gerekli ve yeterli idrakten yoksun oldukları için ciddi hatalar yaparak gerçekte ne kadar cahil olduklarını gösteriyorlar. Bunun bizde ve dünyada sayısız örnekleri vardır. Dünyayı ateşe verenler bu idrak cahilleridir. İkinci Dünya Savaşı'nda insanları kızgın fırınlara atıp yakan Hitler bilgisiz bir insan mıydı? Bilgiliydi ama dünyaya hissî açıdan bakıyordu. Hisleri hakikatleri görmesine engel ve perde oluyordu. Bunda inanç faktörünün etkisi de çok büyüktür.
Dört halifeden biri olan Hz. Osman: "Cehalet öyle binektir ki, üzerine binen zelil olur, onunla arkadaşlık yapan yolunu kaybeder." diyerek cehaletin bütün değerleri hiçe sayan, kişiye hakikat yolunu kaybettiren karanlık bir yol olduğunu dile getirir. Bu mağrur ve inatçı binek, üzerindeki süvariyi uçurumlara götürüp aşağıya fırlatır.
Cahilin bütün fiillerinde bir noksanlık vardır. İngiliz Bernard Shaw'ın "Hareket halindeki cehaletten daha korkunç hiçbir güç yoktur." sözü bu gerçeği dile getirmektedir. Onun içindir ki cahilleri hayati makamlara ve mevkilere getirmemek gerekir. Onların yapacağı hatalar milletleri felakete götürecek noktalara varabilir. Devletin ve kurumların başındaki kişilerde liyakat aranmalıdır. Liyakat da idrakle beslenen doğru bilgiyle tekmil olur.
Cahillik bir zehirse onun panzehiri de şüphesiz ki bilgidir. Fakat vahiyle nurlanmayan bilginin insanları hak ve hakikate eriştiremeyeceği de ayrı bir gerçektir. Bugünkü Batı milletleri bilgiyi teknolojiye çevirerek hayatı kolaylaştırmışlardır. Fakat açık bilgi pazarı olan Avrupa'daki insanlar hâlâ arzuladıkları manevi huzura ve refaha erişememişlerdir. Demek ki vahiyle cilalanmayan bilgi kör ve topaldır. Onunla gerçekleri göremezsinin, onunla çıktığınız yolculukta hakikat menziline ulaşamazsınız. Doğu'nun vahiyle aydınlanmış idrakini, Batı'nın bilgisiyle birleştirip yepyeni bir sentez oluşturabilirsek insanlığa aydınlık bir yol açmış olacağız. Bunu gerçekleştiremezsek Doğu'nun da, Batı'nın da hep bir tarafı eksik kalacaktır.
Yarınların refah ve mutluluğuna talip olmak istiyorsak cehalet savaşında bilgi kılıcını kuşanmalıyız. Bilgi kılıcının Hz. Ali'nin Zülfikar'ı gibi her iki tarafı da keskindir. Fakat bu sadece cehaleti biçer. Çünkü bilginin olmadığı yerde cehaletin kör saltanatı hüküm sürer. Bu saltanatı devirmek için bilgiden güç alan bilgelerin muktedir olması sağlanmalıdır.
Günümüz toplumlarında insanlarımız bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkıyorlar. Kişiler bilgi ve ilgi alanlarının dışına çıkıp sürekli ahkâm kesiyorlar. Bu sahada ehliyetli olmadıkları için de birkaç cümleden sonra foyaları ortaya çıkıyor. Lakin bu tip insanların hatalarını idrak edecek düzeyde basiretleri de olmadığı için çukurlaştıkça yükseldiklerini sanıyorlar. Bilginin iktidarında bu gibi çirkeflikler yaşanmaz elbette.
Tarihi süreç içerisinde milletlerin başına gelen nice felaketler vardır. Bunlar arasında tabiî felaketleri, salgın hastalıkları, yönetim hatalarını sayabiliriz. Fakat bilgi noksanlığından doğan elim acılar bunların çok fevkindedir. Düşünmeyen, araştırmayan, merak etmeyen, umursamayan fertlerin devlete ve millete hiçbir katkıları yoktur. Bunlar ilk bakışta geniş mezhepli ve uyanık olarak algılansalar da gerçekte öyle değillerdir. Aydın düşünceli insanlar şapkalarını önüne koyup tüm verileri ortaya döküp onlardan sağlıklı neticeler çıkarırlar. Bunlar aynı zamanda önyargılardan uzak bir anlayışı benimserler. İster zafer, isterse hezimet olsun bütün tarihî neticelerden hükümler çıkarırlar, geleceğe yön verirler.
Bilginin iktidarını elinde bulunduranlar, topluma sırt çevirirse o bilginin halka müspet yansımaları hiçbir zamanda ve zeminde görülmez. Bilginin cehalete alan bırakmayarak set çekmesi, toplumsal bilinci kontrol altında tutması, insanlar arası ilişkileri tanzim etmesi, demokratik bir ortam sağlaması, tavanın tekelinden kurtarılıp belli bir plan içerisinde tabana yayılması tarihi süreç içerisinde vuku bulan olayların iyi okunması hataların tekrarını önleyecek, aydınlık bir geleceğin temeli bugünden atılacaktır. Bunun gerçekleştirilmesinde hem fertlere, hem yöneticilere, hem de kanaat önderlerine ciddi vazifeler düşmektedir.
Bilgi nazlı bir bebektir, oysa cehalet bulaşıcıdır. Sağlıklı ve temelli bilgilerin geniş kitlelere yayılıp uzun süre bilinçlerde tutunması çok güçtür. Oysa temeli olmayan, dedikodu kültürünün bir parçası olan kırık dökük düşünceler zihinlerde kendilerine kolayca yer bulur. Bu hastalığı ancak bilgi ilacıyla tedavi edebiliriz. Cahiliye Araplarından bugünün sözde çağdaş dünyalılarına kadar hayata dair yaşananlar, cehaletin gerçekten sinsi ve müzmin bir hastalık olduğunu gösteriyor. Bu illetten kendimizi kurtaramazsak dünya ve ahiret saadetimizi ziyan etmiş oluruz. En iyisi bu süreğen belaya kapılmamak, kapılanlardan uzak durmaktır. Fakat Müslüman bencil olamayacağı için bu dertle yaşayan ve kurtuluş yolu arayanlara dostluk elini uzatmamız gerekir. Yoksa onlar da bilerek veya bilmeyerek bu illeti topluma yayarak yarınlarımızı karartırlar. Karanlıklar bizi evimize de düşebilir.
Vatandaşlarını bir çatı altında toplayan ve birbirine kenetleyen aynı kültürel değerlerden ve geçmişten beslenen devletlerdir. Devletin varlığı, fertlerin bir çeşit hayat sigortasıdır. Özellikle ulus devletlerde kültürel birlik çok önemlidir. Devletin muktedir olması, üzerindeki vatandaşların moral değerlerine sahip çıkması, birlik ve beraberlik yolunda fertlere güven verir. Bunun hayata geçirilmesi bilimin baş tacı edilmesi, cehaletin sindirilmesiyle mümkündür. Bilinmelidir ki cehaletin girdiği yuvalar dağılmaya mahkûmdur.
Dünyada ve Türkiye'de köklü devletler, milletler ve iktidarlar yanlış bilgilerin hayat kazanmasıyla son bulmuştur. Devletlerin uzun süre yaşamasında değişimlere ve gelişimlere ayak uydurmak çok önemlidir. Bunun yanında fitne ve fesattan uzak durmak hayatî önem kazanmaktadır. Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı devletinin duraklamasına ve çöküşüne zemin hazırlayan olaylara baktığımızda çoğunun temelinde yanlış anlamaların, kışkırtmaların ve bilgi eksikliklerinin rolü olduğu görülür. Bunlar bazen kendiliğinden, bazen de bir kısım şer odaklarının planlamasıyla olmuştur. Neticede doğru bilgilerin bıraktığı boşluğu, yanlışlar doldurmuş, gözler cehalet bağcıklarıyla bağlanmış; aklara kara, karalara ak denmiştir.
Bütün buhranlar ve felaketler cehaletin başının altından çıkmıştır. Cehalet bazen daha ileri boyutlar kazanarak taassuba dönüşmüştür. Taassup yüzünden gerçekler tersyüz edilmiştir. Eski dönemlerde Lut kavminin başına gelenler cehaletin ve batıl inanç kirliliğinin sapıklığa varan neticeleridir. Devletleri ve milletleri cehaletin zifiri karanlığından kurtarıp aydınlığa çıkarmak için vahiyle nurlanan, materyalizmden arınan bilgi ve inancın gölgesinde soluklandırmalıyız. Cehalet karanlığından bilginin gül yüzlü aydınlığına ancak böyle varılır.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BÖCEKLERİN TANRISI -II-
Sineğin yolculuğu üç ay kadar sürmüş, o sırada böceklerde büyük değişiklikler olmuştu. Üç ay uzun bir süre olduğu için bazı böcekler, sineğin artık gelmeyeceğini, bazı böcekler, onun öldüğünü, bazı böceklerde orada çok güzel bir yer bulduğu için geri dönmeyeceğini düşünüyorlardı.
Artık öbekleşmiş ışıkların altında toplanmayı bırakmış, karanlıkta da dolaşmaya başlamışlardı. Sineği, Tanrı olarak kabul etmeyi reddetmişler, fakat geldiğinde, gördüklerini söylemesi için onu kandıracaklarını, Tanrı olduğunu kabul ettiklerini söylemeye karar vermişlerdi.
Sinek, bu üç ay süresince durmadan hep yukarı doğru uçmuş, kanatlarının ağırlığı ve yorgunluğu baskın çıktığı zamanlar geri dönmek istemiş, fakat kendini Tanrı ilan etmesi için bunu yapması gerektiğini düşündükçe yolculuğuna hırsla sarılmıştı.
Çok sancılı ve korkulu bir üç ay geçirmişti. Etrafını saran karanlıktan ve nereden geldiği belli olmayan, göz kamaştırıcı ışık huzmesinden başka kimse yoktu. Bu uzun sürede, neredeyse konuşmayı unutmuştu. Sürekli kafasındaki sesleri dinliyor, kendi yaptıklarını ve söylediklerini tartıyor, hiç durmadan düşünüyordu. Düşünmekten neredeyse çıldıracak halde gelmişti, bir kişi yalnız kaldığında delirirmiş meğerse.
Düşündükçe zayıfladığını, eski gücünü yitirdiğini, liderlik hırsının yok olduğunu, Tanrı olmanın saçma ve gereksiz bir şey olduğunu, söylediği onca süslü lafların kendine ait değil, sonradan başka biri tarafından yerleştirilmiş olduğuna inandı.
Tek düşünmeye çalıştığı şey, nasıl öldüğünü hatırlamaktı. O sahne, gözünün önüne hayali şekilde geliyor, her seferinde sahne değişiyor, bir türlü gerçek olanı hatırlayamıyordu. Geçek olan sahneyi, kendi kafasının kurcalayarak aramaktan bıkmıyordu. Artık o hale geldi ki, ışık huzmesini ve böcekleri unutmuştu. Artık onun için yalnızca kendisi vardı.
Bu düşüncelerle debelenirken, ışık huzmesinin kaynağına ulaştığının farkına vardı. Gördüğü şey korkunç, sıkıcı, sinir bozucu ve hayal kırıklığı olarak tanımlanabilirdi, çünkü hiçbir şey yoktu. Sadece karanlığın içinden yayılan, sanki kara bir delikten tutulan fener gibiydi. Yukarısında ve aşağısında yalnızca karanlık vardı.
Sinek, ne yapacağını ve ne düşüneceğini bilemeden tekrar aşağı doğru süzülmeye başladı. Şaşkınlıktan başka bir his duymuyordu. Tıpkı bir Tanrı'nın olduğuna inanması gibi, yine hayal kırıklığına uğramış, tam üç ayını boşa geçirmişti; tıpkı tüm hayatını boşa geçirdiği gibi.
Aşağı yavaşça iniyor, hiç acelesi yokmuş gibi davranıyordu. Aşağı geldiğinde, böceklere ne söylemesi gerektiğini düşünüyor, çare bulamadıkça sinirleniyor ve üzülüyordu.
Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Acaba gerçeği tam olarak söylemeli mi, yoksa onların umutlarını yıkmayıp içlerinde hep bir hayal parçası mı bırakmalıydı?
Daha sonra yine kendi durumunu tahlile koyuldu. Bu saatten sonra, nasıl ve neden öldüğünü aramanın bir anlamı olmadığına karar vermişti. Neden Tanrı olmak istediğini, içindeki bu sonsuz gücün nereden kaynaklandığını, hayatında hiçbir zaman söylememiş olduğu sözleri nasıl söylediğini, bu böceklerden ne istediğini ve en önemlisi Tanrı'nın neden var olmadığını sorup durmuştu kendine.
Bu düşünceler kafasını her zaman meşgul etmiş, yere ne kadar çabuk vardığını anlayamamıştı. Yere geldiğinde böceklerin etrafına toplanmasını, meraklı yüzlerini ve tezahüratları boş bir bakışla karşılamış, bu böceklerin kendinden ne istediklerini hatırlamaya çalışmıştı.
Birden bir şey oldu. İçine yine o tanıdık duygu, beklenmedik şekilde yerleşti. Böceklerin yüzlerine baktıkça onları yönetme isteği duyuyor, liderliğin zevkine varıyor, konuşma isteği ve kendini bu böceklere zorla saygı duydurmak istiyordu. Meğerse kalabalıklara yukarıdan baktıkça, onları yönetme isteği duyuyormuş.
Sinek, kendini yeniden içindeki dürtülerin akışına bırakmış halde, böcek kalabalığını gururla izliyordu. Sinek, böcekler görmediğinden beri çok büyümüş, şeffaf kanatlarındaki damarlar kalınlaşmış ve gözlerinin kırmızısı daha koyulaşmıştı.
Genç ve zeki görünen bir böcek konuşmaya başladı:
- Hoş geldin sinek! Bize gördüklerini anlatmanın zamanı çoktan geldi.
Sinek:
- Evet doğru söylüyorsun genç ve sabırsız böcek. Size gördüklerimi anlatacağıma söz vermiştim, ama bunun yanında bir de şart koşmuştum.
Yine aynı genç böcek:
- Evet, hatırlıyoruz sinek. Koştuğun şartı kabul edip, seni Tanrı'mız olarak kabul ediyoruz. Hadi anlatmaya başla.
Kalabalık, genç sineğin konuşması beğendiğini göstermek için uğultular oluşturmuştu. Sineğin akılan bir şey gelmişti:
- Söylesene genç böcek, benimle sürekli konuşan yaşlı, şişman böceğe ne oldu.
- O artık sözcü olmak istemediğini söyledi. Biz de onun yaşına hürmeten hiç itiraz etmedik.
İşin aslı, sözcü böcek, sineğin kandırılmasına razı olmuyordu. Sürekli sinekle diyalog halinde olduğu için, onunla kendi arasında bir bağın oluştuğunu hissediyordu; bu yüzden sinekle konuşarak onu kandıramayacağını, onun yerine başka bir sözcü bulmaları gerektiğini söylediğinde, hemen bu genç ve atak böcek sözcülüğe aday olmuş, başka aday bulunmadığı için de seçilmişti.
Sinek, bu sözcü işinin üzerinde fazla durmadı ve sanki söyleyeceği şeyi çoktandır biliyormuş gibi bir duyguyla söze başladı:
- Sevgili böcek halkım. Madem ki siz beni Tanrı'nız ilan edip, beni kabul ettiniz, o halde benim söylediklerime şüphe etmeden inanmak ve uygulamak zorundasınız.( Kalabalıktan onaylayıcı uğultu yükseldi.) O halde size şunu emrediyorum: Yukarıda birçok şey gördüm. Bunlar anlatılmayacak kadar değerli şeylerdir. Hatta o kadar yüce bir şey ki, orta zekanın kaldıramayacağı nitelikteler. O yüzden gördüklerimi size anlatırsam, sizin için zararlı olacağına ve size anlatmamaya karar verdim.
Böcek kitlesinden huzursuz bir gürültü yükseldi. Genç sözcü böcek sinirlilikle atılarak:
- Sen ne diyorsun? Üç ay boyunca boşuna mı bekledik? O halde seni neden Tanrı'mız olarak kabul edelim ki?
Sinek soğukkanlılıkla:
- Az önce beni Tanrı'nız olarak kabul ettiniz. Böylece benim, sizin üzerinizde karar verme hakkım oldu. Ve bu bilginin size zararlı olacağını söylüyorum. Bu konu üzerinde fazla durmayın ve kendinizi benim kontrolüme bırakarak rahatlığın ve huzurun tadına varın.
Sinek, gürültülere ve karşı çıkmalara kulak vermeden tekrar yukarı doğru çıkmaya uçmaya başladı. Kafasından hiçbir şey geçmiyordu. Söylediği sözlerin ağzına başka bir güç tarafından konulduğunu hissediyor, fakat bu durum onu hiç rahatsız etmiyordu.
Aradan bir hafta geçmiş, böcekler cesaret gerektiren bir karara varmıştı. Sinek her zaman yukarılarda, böcekler tarafından görülmeyen yerlerde yaşıyor, arada sırada böceklere görünüyordu.
Yine böyle bir zamanda, sinek aşağı doğru indiğinde, böcekler etrafını sarmıştı. Genç sözcü, büyük bir hevesle:
- Sinek! Seni Tanrı'mız olarak seçiyoruz. Anladık ki, içimizdeki inanma duygusu bizi rahatsız ediyor, bunun için sana tapmaya karar verdik. Bu yüzden aşağı, yanımıza gel de seni kabul etmemiz için bir tören yapalım.
Sinek:
- Sonunda söylediğime geldiniz. Bunu anlamanız geç oldu, ama sizi affediyorum. Ben, böceklerin Tanrısıyım.
Sinek, yüzündeki güvenle ve gururla aşağı indi. Her tavrında başarı kokuyordu. Sinek iyice böceklerin içine doğru girdi. Genç sözcü, sineğin başına bir taç takmak istedi. Sinek kabul etti ve gözlerini kapayarak başını böceğe doğru uzattı. Genç böcek, geri dönülemez bir an yaşıyordu. Sivri dişlerini, sineğin boynuna heyecanla yapıştırdı. Sinekten tiz bir çığlık duyuldu. Akabinde arkasında duran birkaç böcek çaresizce çırpınan kanatların üzerine çıkıp, ağızlarıyla koparmaya çalıştılar. Böcekler, ağızlarındaki kan tadı ve içlerindeki güvenle sineği öldürmüşlerdi.
O günden sonra, sineği bir daha hatırlayan olmadı, çünkü böcekler yine eski Tanrılarına inanmaya başlamış, her gün dua etmişlerdi, ta ki sonları gelene kadar.
Doğukan Güney
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.800 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
MUTLULUK
Mutluluk kuşun kanadında,
Akreple yelkovanın arasında,
Yere hızla düşen,
Bir yağmur damlasında.
Bir güvercinin gagasında.
Çalan bir telefonda,
Ansızın gelen elektrikte,
İçtiğin bir yudum çayda.
Giydiğin kırmızı pijamanda,
Kumbaraya attığın her lirada.
Kopardığın sıcak bir ekmekte.
En sevdiğinin, doğum gününde.
Yeni aldığın elbisede.
Güneşin sarısında.
Tarlada gördüğün başakta.
Gökyüzündeki mavi bulutta…
Neslihan Güzel
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ben.sen.o@kahveciyiz.com
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.
Merih Günay'ın "Martıların Düğünü" adlı ikinci öykü kitabı yayınlandı. h@vuz yayınları arasından çıkan kitap, Ankara: Dipnot, Arkadaş, Turhan, Bilimsanat, İmge ve Dost Kitabevleri yanısıra Net Kitabevleri'nden ve www.kitapyurdu.com sitesinden de temin edilebilir.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Babalığınızla öğünüyorsanız kendinize şunu sorun: "Çocuğumla ne kadar süre geçiriyorum?" İngiltere'de bu süre günde 15 dakika... ABD'de ise daha da vahim: 40 saniye... http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=1499 Hayata geç kalmayın ya da nefes almayı akıl ettiğinizde suyun dibine batmış olmayın.
Bilgisayarınız için muhteşem duvar kağıtları isteyenler için sağlam bir kaynak http://www.socksoff.co.uk ve hatta kaynakların kaynağı. Resim arşivine bakınca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
...Renklerin oluşumunun en son aşaması insan beyinde gerçekleşir. Gözdeki sinir hücreleri elektrik sinyaline dönüştürülen görüntüleri beyne iletir ve dış dünyada gördüğümüz her şey beyindeki görme merkezinde algılanır. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=58012 Beynimizde cisimlerden gelen elektrik sinyalleri deşifre edilmekte ve cisimlerin renkleri ve diğer bütün özellikleri algılar şeklinde oluşmaktadır...
Göz yanılması mı yoksa gif animasyon oyunu mu? http://www.webhocam.net/Konuizle.asp?t=15984 Bakın bakalım anlayabilecekmisiniz?
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.8.3683 / Windows / 4.48 MB http://www.gomplayer.com/down/GOMPLAYERENBETASETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
Yukarı
|
|
|
|
|
|