|
|
|
30 Kasım 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ödül de verilecek merak buyurmayınız!.. |
Merhabalar,
Hepinizi saygıyla selamlarız sayın muhbir vatandaşlarımız. Bundan böyle yetimin hakkını, soğanın cücüğünü ipsize sapsıza bırakmayacağız. Mahallenin namusunu kurtardık, sıra internete geldi, görevimizin bilincindeyiz. Elimizde ne var ne yok birleştirip amansız bir savaşa girişeceğiz. Bu savaşta açtığımız cephe, sizin damarlarınızda akan kanda var olan vatan aşkıyla betondan duvar olup ahlakımızı küffara teslim etmeyecektir, bunu bilir bunu söyleriz.
Sayın muhbir vatandaşlarımız, elinize verecek topumuz tüfeğimiz yok. Onları gelecek 25 yılda muhtemelen yapacağımız sinir ötesi harekat için saklamaktayız. Ama sizi de donatacağız hiç kuşkunuz olmasın. Yapacağınız görevi yanlış tasvir edip sizi bedbaht edenler olacaktır. Yılmayacaksınız. Klavyenizin son damlasına kadar muhaberata devam edeceksiniz. Kiminle? Pek tabi ki bizimle sayın muhbirlerimiz. 85 yıldır el atılmamış bir ormana giriyoruz. İnternet denilen bu edepsiz ormandan sizi, bizi, onları velhasıl tüm insanlarımızı korumak boynumuzun borcudur sayın vatandaşlarımız.
Bize ulaşmak çok kolay. Size bir telefon kadar yakın, klavye kadar kucak kucağayız. Ha zırlayın ha tıklayın karşınızda derhal bizi, kapatmaya, karartmaya kararlı ve muktedir olarak bulacaksınız. Bulamazsanız, 3 dakika içinde yeni kasa açmayı taahhüt ederiz.
Üşenmedik, yemedik içmedik, türlü meşakkatlere katlanarak, irfan yuvamızla güreşerek kendimize bir alan adı tahsis ve siz saygıdeğer muhbir vatandaşlarımız için yepyeni, pırıl pırıl bir web sitesi ihdas ettik. www.ihbarweb.org.tr ismiyle maruf bu muhteşem sitede, günlük havanıza uygun muhbirlik seçenekleri mevcut olup sizlerin ivedilikle ihbar edip sonra kaçmanıza olanak sağlayacak vasıtalar hazır beklemektedir. Kimlik bilgilerinizi istememizi hoş karşılamayanlar olacaktır şüphesiz ama yılmadan görevinizin başında olmanız bir vatan borcudur unutmayınız. Tahriklere kapılmadan yüce görevinizi yerine getiriniz.
Artık internette yol alırken sağdan gidip cüzdan bulmayı, sağı solu araştırmayı, şikayet edecek bir yeri bulup çıkarmayı şiar edininiz. Şimdilik bütçe yetersizliğinden ödül verilmemektedir ama en kısa zamanda bir ödül mutlaka konulacaktır. Şimdilik muhbir sitemizde günün, haftanın, ayın muhbirini seçip baş köşeye koymayı uygun görmekteyiz. Vatandaşlık görevinizi bu hafta sonunda da yerine getirmenizi diler hepinize sıhhatli günler dileriz. Klavyeye basan parmaklarınıza Allah zeval vermesin. Amin.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÖYKÜLER AKŞAMLARI BİR BAŞKA SEVER - 2 |
|
Bedestende ustalar bakır döver. Taa sabahtan geceye kadar. Küçücük çekiçlerinden nakış akar diş diş… Akşamın ilk ışıklarında sokağa şakır şakır bakır akar. Karagöz'de çarşılar kuru üzüm, kaysı, fıstık, badem, patlıcan, biber ve pestil kokar. Akşam yolunu şaşırır, aklını yitirir. Bin yıl öncesinden bir akşam gelmiş, sokağı köşe bucak kaplamış sanırsınız.
Akın'ı anlatıyordum. Lafımı unuttum, cümlelerin yolumu kaybettim. Telefona iliştirilmiş bir yaşam nasıl olur diye düşününce içinden çıkamazsınız. Eğer meraklısıysanız Akın'la telefonda konuşmadan da saatlerce telefonları konuşabilirsiniz. Her marka, her model cep telefonlarını bütün özeliklerine kadar bilir. Yeni modeller çıkmadan önce onun mutlaka bir yerlerden haberi olur. Ve O hep beş bin liralık, şarjı günlerce giden bir telefon sahibi olmayı düşler. Duyunca aklımı yitirecektim. "Beş bin liraya insan araba alır kardeşim. O paraya telefon mu olur," deyiverdim. Akın için benim gibi ot insanların ne dediğinin pek önemi yoktur. Biz zevkten ne anlarmışız kardeşim. Zevkler ve renkler tartışılmazmış işte…
Akın'ın telefon maceralarını öyle bir iki cümleye sığdırmak, birkaç dakikada anlatmak ne mümkün. Size telefonla konuşurken sokaktaki çukura düştüğünü anlatsam gülmekten yerlere yatarsınız. Hele hele yanlışlıkla kendisini arayan biriyle kırk dakika süren konuşması dillere destandır. Böyle anlatmaya değer onlarca olay var. Hangisini anlatacağıma karar vermekte zorlanıyorum. Neyse en kısa olanı anlatıyım da aydın havası olsun. Geçmiş zaman, bir gün Akın'ın telefonuna bir çağrı bırakılmış. Bizimki de arayan kim diye merak etmiş. Çok kontörü gitmesin diye bir mesaj atmış. Anında da yanıt almış. Bizimki mesaj, karşıdan mesaj bunlar iyice samimiyeti ilerletmişler Bizimkini arayan da meğer can sıkıntısından patlayan bir ev kızıymış. (Oldum olası bu ev kızı tabirine gıcık olurum.) Resimler gönderildi, telefon trafiği iyice sıklaştı. Kızın sesi güzelmiş, sohbeti de… Akın kızla her saat görüşememekten çok sıkılıyordu. Çünkü olağan ev halleri buna izin vermiyormuş.
Neyse uzatmayayım. Bunlar birbirlerine aşık oldular. Telefonun sesinden gelen tınıya, cümle kurgusuna nasıl âşık olunur? Benim aklım ermez. Öylesine hızlı gelişti ki bu aşk sanırsın hormonlu domates. Eve haber salmış, "baba ben evlencem," demiş bizimki. Anne baba da oğlumuz kendisine uygun bir şey buldu diye pek sevinmişler. Kızı hiç görmedim. Telefonda tanıştık deyince babanın kafasının tası birden atıvermiş. Evde kızılca kıyamet kopmuş. Adam ağzına geleni söylemekle kalmamış Akın'a saldırmış. Bana anlatırken "Babamı hiç böyle sinirli görmemiştim. Ne var bu kadar sinirlencek? Âşık olmak ayıp mı?" diye kendini haklı göstermeye çalışıyordu. Sanki her şey çok normal. Akın için telefonda aşık olmanın sokakta aşık olmaktan bir farkı yok ki. Adamın bütün yaşamı mikrofon ve hoparlör üzerinden akıyor sonuçta.
Bunların aşkı telefon üzerinden birkaç ay sürdü. Kız bir gün "Doktora gittim. Randevum vardı, İlaçlarım çok ağır geliyor. Sürekli uyuyordum. Bu gün gidip doktorla görüştüm," deyince her şeyin rengi yavaş yavşa değişmeye başladı. "Niçin ilaç, ne doktoru, neden uyuyorsun?" muhabbeti bambaşka bir gerçeği ortaya çıkarıverdi. Kızımızın bir iki tahtası çatlakmış. Bana sorsa kesinlikle bu kadar çatlak su kaçırmaz diyebilirdim. Ama akın baktı ki bunun sonu kötü olacak ufak ufak tüymeye karar verdi.
Kız bunu hissetmiş olmalı ki eskisinden bile daha çok aramaya başladı. Böylece bir Akın mucizesi gerçekleşti. Akın'ın telefonunu kapatması çünkü mucizeden başka bir şey olarak tanımlanamaz. Birkaç ay süren telefon aşkından kurtulması da yine bir iki ay kadar sürdü. Kız bir ara yanına geleceğim diye tutturmuş. Neyse ki gelmedi. Bizimki de en sonunda rahat bir nefes alabildi.
Alleben deresi kıyısındaki parka akşam ince ince çiğ yağar gibi iner. Çocuklar ağır çantaları sırtlarında okuldan döner. Okul bitmiştir ama oyun henüz bitmemiştir. Sesleri dallarda oynaşan serçelerin cıvıltısına karışır. Önce kocaman bir otobüs geçer horlayarak. Arkasından simsiyah bir duman koşturur. Cicim Pastanesine formalı okul kızları gelir, oğlanlarla. Gömlekler eteklerinin üzerine bırakılmıştır. Oğlanlar biraz kabadayı, biraz bıçkın… Karşıda otobüs durağı tepeden tırnağa insan. Antep'e usul usul, perde perde akşam iner.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu |
YATAĞAN'A İKİNCİ TERMİK SANTRAL Mİ?
Seksenli yılların sonunda bir bahar ucuydu. Belçikalı bir mermerciyle Yatağan dağlarını dolaşıyorduk. " Şu bizim Kozağaç!"deyip geçtiğimiz köyün yaslandığı yamacı tırmanırken mermerci:
"Bay Topçuoğlu, izin verirsen şurada soluklanmak istiyorum" dedi.
Bunu dinlenme izni olarak algıladım. Mermerci, bir kayanın başına oturdu ve sigarasını yaktı. Sigarasından derin bir nefes çektikten sonra:
"İsviçre'yi de Avusturya'yı da dolaştım. Böylesine güzel bir manzara görmedim" deyince şaşırdım.
Elin mermercisi "Şu bizim Kozağaç!" ta ne bulmuştu ki böyle söylüyordu?
Yağmurun iyice yıkayıp da kurutması için güneşin kucağına atıverdiği çamların arasından aşağılara doğru kaydı gözlerim. Çamların bittiği yerde zeytinlerin gümüşi yeşili bayramlı-yordu bizi. Daha sonra da çiçekleri çağlaya dönmüş erik ve badem ağaçlarıyla çığlık çığlığa çiçeklenen çöğür ve armut ağaçlarının peşinde köyün dar sokaklarına giriyorduk. Köy, sarp yamaçlı dağların kucağında bir bebek gibi masum, uyuyordu.
Çoğunluğu toprak damlı taş evlerin bacalarından çıkan ince dumanları ve sağ yamaçta çift süren köylüyü görmesek bu köyde kimse yaşamıyor derdik. Ses yoktu. Ömrünün bir saatinde herhangi bir nedenle fırçalarını, boyalarını sandıklara saklamış bir ressamın tövbesini bozduracak; esin perisini yitirmiş nice şaire, benzersiz dizeler yazdıracak bu görüntünün büyüsünden bir keklik gak gak gubarağı duymasak ne mermerci ne ben sıyrılabilirdik.
Mermerci, yukarılardaki mermer ocağına gidecek, fabrikası için mermer beğenecekti. Gitmedi. "Dönelim." dedi. Neden diye sormama fırsat vermeden ekledi:
" Benim işim güzellik yaratmak, güzeli talan etmek değil."
Mermercinin sözü günlerce beynimin içinde köşe kapmaca oynadı. En yakınımızdaki güzelliklerin farkında olmayışımızın nedeni göz alışkanlığı mıydı; yoksa bize güzel, başka türlü mü ezberletilmişti? Yoksa yoksa kendi iyiliğimizi başkalarının iyiliğinden, kendi güzelliğimizi doğanın güzelliğinden üstün tuttuğumuz için mi hep, yap boz oyunları oynuyorduk.
O zamandan sonra dağlarıma, sularıma, ovalarıma, ağaçlarıma, otlarıma; bilcümle hayvana, haşarata, kuşa böceğe ve insanıma hep mermercinin gözüyle bakar oldum. Anladım ki bu topraklar boşuna yurt seçilmemiş. Buralarda aşka adanmış şehirler boşuna kurulmamış, dünyada bir örneği olmayan tapınak boşuna yapılmamış, insanın sanatı sayesinde tanrılarla yarışabileceği, ölümsüzlüğünü sulara gizleyebileceği söylenceleri boşuna uydurulmamış.
Dünyada başka bir Stratonikeia yok, Hekate tapınağı yok, Marsyas çayı yok.
Son zamanlarda birçokları ezber bozmaktan söz ediyor. Ezberi olmayanlar, hangi ezberi bozabilirler ki? Onlar ganimet kültürünün çocuklarıdır. Bu yüzden nerede bir değer görseler çekirge sürüleri gibi talan etmeyi adamlıktan, yurtseverlikten sayarlar.
Yıllar önce öyküyü duyduğumda Mevlana'ya kızmıştım.
Devrin sultanı, bir gün Mevlana'ya sormuş:
" Ya Mevlana ben bir duvar yıktıracağım. Kime yıktırayım."
"Türklere, yıktır." diye yanıtlamış bilge şair.
Yine bir gün:
" Bir duvar yaptıracağım. Kime yaptırayım" diye sorunca. Mevlana'nın yanıtı bu kez:
"Rumlara yaptırın." olmuş.
Sanırım Mevlana'nın dili sürçmüş de tersini söylemiş. Bu toprakların çocukları olarak biz hep yapıcı olduk; hiç kırıp dökmedik, öfkemizi sabrın çarmıhında durulttuk; can yakmadık, analar ağlatmadık. Oysa onlar geldiler Stratonikeia'yı yok ettiler. Yıllardır insanlarımıza zehir soluttular. Onlar nereden bilecek seksenlik ninelerin emek emek yetiştirdiği marulların, marulların üç beş dakika içinde eriyip sapsarı pelteye dönüştüğünü görünce döktüğü gözyaşlarını? Onlara ne anlatır doksanlık dedelerin taşlı tarlalarda bir ömür gece gündüz çalışarak yetiştirdiği elmaların, eriklerin, cevizlerin, armutların meyvelerine uzaktan bakmasının acısı?
Akıllarınca, şimdi sıra Lagina'da diyorlar. Ama aldanıyorlar. Koyun olup ses anladık; ama herkes, kendimizi sürüye saydırmayacağımızı bilmelidir.
Kim ki yıkmanın ustasıdır, bizden değildir. Kim ki bu yıkımın altına imza atar, bu yıkıma çanak tutar, bizden değildir. Çünkü biz geçmişe saygısı olmayan, fincancıya giren filler gibi kırıp döküp ardına bakmadan geçip gitmeyi alışkanlık edinmiş o para dullarını çok iyi biliyoruz. Biz bindiği dalı kesen Hoca Nasrettin'lere çok güldük; ama bindiğimiz dalı kesenlere gülmeyecek kadar deneyimliyiz artık.
Son sözüm, yok mu başka çimento fabrikası, termik santral diyen başkanlara, beylere, paşalara, mühendislere, işçilere, el kapılarına tamah eden köylülerime… Bu topraklar, bin yılların mirasını bize kadar getirdi. Üretmesini bilirsek soyumuzu dünya durdukça doyuracak kadar cömert. Termik santralciler, çimentocular bu topraklardan alacakları bitince çekip gidecekler. Ama geride karnınızı doyuracak toprak, içecek bir bardak temiz su, soluyacak temiz hava bırakmayacaklar. Belki şimdi üçünüz beşiniz kendinize, oğullarınıza, kızlarınıza iş bulacaksınız. Arabalarınızı, televizyonlarınızı yenileyecek; ama akşamları zehir soluyarak büyüyen çocuklarınıza, torunlarınıza, asitle pişmiş çimento, kömür tozu karışımı bir somun ekmek götüreceksiniz. Onları aç bırakmadığınız için mutlu da olabilirsiniz; fakat kanserden, astımdan ölen arkadaşlarınızın, analarınızın, babalarınızın, çocuklarınızın, torunlarınızın sallarına omuz verirken "Bu ölümde benim payım nedir" diye kendinizi sorgulayan vicdanınıza ne yanıt vereceğinizi şimdi bir kez daha düşünmelisiniz.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Heyt Be Koçum Okuyucu… |
|
Her özleyebilme halinde öyküler saklanıyor
Ebe olanı, saklananı, sayanı, ebeleyeni, sayıklayanı umursayan yok.
Düşüncesinde gölgeler bulunuyor dediler
Kılıfına inandılar
Yapmayın dedim
Gölgesi aklından büyük
Yapmayın, inanmayın…
Gölgesine kraliyet bir aile sığar zannettiler
Oysa söylemiştim
O kadar ebelendi ki
Ömrünün geri kalan her salisesinde sobelese şimdi
Yetersiz, değersiz, çaresiz dedim.
O kadar çok kılıflarla ilgilendi ki
Aslına suret olsa her surat
Ne inanmak ne de inanç yok!
Anlaşılabilmek değildir her divitin isteği
Her çocuk krala "çıplaksın işte ulan, oyalama elalemi" diyemiyor ki
Belki kalemlerin tamamı anlaşılmak için yazıyor da divitlerin bir kısmı söz olunca mürekkep, kağıtla sevişiyor hepsi o…
Her akım da sanat olmak zorunda mı ki canım
Bu sanat akımsız kalacak kadar mesleki dayatmalara karşı.
Sanat sanata, toplum topluma
Ve bazen de hem sanata hem topluma…
Her kelam aşikar olsa bana eziyet
Her divit bu denli saçmalasa topluma cinnet…
Daha en başından söyledimdi cancağızım
Her çocuk krala "off sıktın ama hadi bak örümcek adam 4'ü çekeceklermiş" diyemiyor ki
Bütün divitler de "kral çıplaksın, krallığın lüzumu yok giyin de gel" diyebilsin…
-Hişt yazıcı, ne kralı ya
Burası monarşiyle mi yönetiliyor
Heytt be, koçum okuyucu!
Çıplaksın
Giyin de gel…-
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Futbol Arabika |
|
Geçenlerde hoşuma giden bir e-posta aldım ve derhal e-arkadaşlarımın olduğu gruplara gönderdim. Konu; neoloji diye adlandırılan, kelimeler üzerinde 1-2 harf değişikliği sonucu türetilen yeni kelimeler hakkında idi. Konuyu sevdiğimden bu sütunlarda benim de bu tür çalışmalarımın ve benzeri kelimeler türettiğime şahit olmuşsunuzdur ( mendropoz, bushbakan, prostut, gibi ). Ülkemizde çok ilgi gören ve bir o kadar da sevilmeyen futbolu, her geçen gün adım adım ilerlediğimiz Osmanlıca-Arapça karması bir lugatla türetirsem belki eğlenebiliriz diye düşündüm. Belki de; "Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağar mı ?" sorusuna da bir yanıt alabiliriz. Primleriyle, reklamlarıyla belleklerimizde iz bırakan son milli maçımızı bu ağdalı dille ve fakat hepimizin anlayabileceği biçimde yorumlamaya çalışacağım.
Mühendis-i Kürre-i Hümayun Terim Paşa'nın verdiği gazla sahaya çıkan Asakir-i Milliye-i Devleti Türkiyye; Volkan'ın cezası nedeniyle Muhafazza-i Kal'a da Rüştü, Asakir-i Muhafazza-ül satih mevkiinde Gökhan-Servet-Emre-Hakan, Asakir-i Saha-ül Merkeziyye mevkiinde Hamit-Aurello-Emre B.-Arda ve Müfreze-i Krampon-ül Bomba mevkiinde Semih-Nihat onbiri ile sahaya dizildiler. Defterdar-ı Cihad-ül Kürriye saatini kontrol edip, Sancaktar-i Hatt-ül Saha arkadaşlarından "Tamam" işaret alınca Sur-ül Düttürü ile maçı başlattı. Son yıllarda zaten Vaziyet-ül Madaralar sözkonusu değildi ( Beşiktaş'ın 8-0 durumu hariç ), en fazla Hezimet-ül Yarabbi Şükürler yaşamıştık. Maçın başlamasıyla beraber tribünlerdeki Gariban-i Umumiyye derhal Tezahür-ü Cümle-i Cemaat'e başlamıştı. Kamera önce; Şerefiye-i Tribün Numerra'sındaki Divan-ül Kürre-i Hümayun Ulusoy Hazretleri'ne, oradan da "Ben olsam şöyle oynatırdım, böyle taktik verirdim" diye hergün yaptıkları neşriyatlarla başımızın etini yiyen İblis-i Vesvese tribününe yöneldi.
Evvel zaman ve fi tarihinden gelen dostluk ile Asakir-i Milliye-i Devleti Bosna-Hersek'in Hiyanet-ül Vatan-fir Kayme yoluyla yatacağına inananlar bir de gördüler ki vaziyet hiç de öyle değil, Taarruz-u Fevkal Beşer yapıyorlar, bizim Taarruz-u Selam-ı Aleyküm'ümüze binaen Taarruz-u Aleyküm Selam'ı gayet güzel uyguluyorlardı. La havle ve la kuvveten atılacak bir gol ve gelecek 3 puan bizi sevince garkedecekti lakin o gol bir türlü gelmek bilmiyordu. Zaman zaman Darbe-i Müstehcen ile karşılaşıyorduk amma velakin ne Cenaze-i Mefta-i Kürre organizasyonu yapabiliyor ne de Taarruz-ül Beleş'den bir gol atabiliyorduk. Mikrofonu eline geçiren bir zat-ı şahane Reis-i İmam-i Cematiyye'liğe soyunup; "Asakir-i Milliye-i Devleti Türkiyye oley, Asakir-i Milliye-i Devleti Türkiyye oley" gibi garabetle karşılanan tezahürat bile yapmıştı. Bu maçı muzaffer eyleyemezsek hem Mühendis-i Kürre-i Hümayun Terim Paşa'ya hem de Divan-ül Kürre-i Hümayun Ulusoy Hazretleri'ne Darbe-i Mabad ameliyesi Lam'ı Cim'i olmaksızın mutlaka yapılacaktı artık. Bu 70 milyona bir Akıbet-ül Hüzzam olacaktı zira. Ya da kazaen yenilebilecek 1 gol zaten tazyik altındaki Krampon-ül Deccal-i Üryan üzerinde hepten hüzüne dönüşecekti. Üstelik İblis-i Vesvese tribünündeki Ulema-i Rezil-i Rüsva tarafından kimbilir devrisi neşriyatlarda neler neler yazılacaktı.
Külliyen şans bizden yana döndü ve Müfreze-i Krampon-ül Bomba mevkiinde oynayan Krampon-ül Deccal-i Üryan Nihat'ın Hakimiyyet-ül Kürresiyle beraber şavulladığı fevkalade gol, tribünleri zevk-ü safaya taşıdı. Kameralar hemen sular seller gibi gözyaşı döken Şerefiye-i Tribün Numerra'sındaki Divan-ül Kürre-i Hümayun Ulusoy Hazretleri'ne çevrilmişti bile. Sonrasından her geçen dakika zulüm idi ki hele Akıbet-ül Cihad ya Seydi hiç bitmek bilmedi. Zaman-i Fuzuliyye'ye oynamaya başlamıştık artık. Defterdar-ı Cihad-ül Kürriye'nin saatini kontrol edip son düttürüsü ile önce derin bir "Oooohhh !" çektik. Hiç bir zat-ı muhterem tenkit edemezdi artık, Fatih'in aslanları zoru başarmış takımımızı muzaffer eylemişti. Şimdi bol keseden kaymeleri, hesaplara aktarılacak akçeleri konuşmanın zamanı gelmişti, gerisi laf-ı güzaf idi. Bilumum neşriyatın manşeti gönülleri okşayacaktı. Devleti Türkiyye'nin gündemini meşgul eden konular unutulacak, birkaç gün daha cumhurun yüzünde güller açacaktı. Havai-ül Fişek ile muazzam kutlama programı yapılacaktı.
Bu derin mevzuu kimbilir daha kaç vakit manşetlerde yer alacak, kimbilir kaçıncı kez tarihler yazılacaktı, bu vesile ile cumhurun böğrüne beynine kazılacaktı. O sırada kaşla göz arası bir kararname daha çıkartılıp, her zamanki gibi Cumhuriyet'e karşı biraz daha azılacaktı. Futbol Arabika'dan daha iyi fırsat mı olacaktı ?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahvenin Köpüğü : Melis Mine Ben Ruhi Bey Nasılım? |
|
Tekrar izlemek bir başka oluyormuş aynı şeyleri, aradan zaman geçince. Tıpkı dediği gibi şairin, aynı nehirde iki kere yıkanılmıyor*muş. Edip Cansever'in şaheserine uygun bir anlatımla dökmek istedim içimdekileri, o tadı verebildimse ne mutlu bana…
Başka söze, yoruma gerek yok, keyifli seyirler dileyip huzurdan çekilmektir bugün bana düşen.
Kahvenizin köpüğü bol olsun,
İyi hafta sonları…
Yazan: Edip Cansever
Rejisör: Cüneyt Çalışkur
Dekor: Ethem İzzet Özbora
Kostüm: Gülhan Kırçova
Işık: Önder Arık
Müzik: Tamer Çıray
Oyuncular: Uğur Polat, Taner Birsel, Rüçhan Çalışkur, Mahmut Gökgöz, Ali Fuat Çimen, Ali Ersin Yenar, Canan Sanan, İbrahim Selim
2002 (6.) Afife Tiyatro Ödülleri
Yılın En İyi Erkek Oyuncu
Yılın En Başarılı Işık Tasarımcısı
…
Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına…
…
Ve her şey dönüştü işte
Kahverengi bir çarşambadan
Sapsarı bir cumartesiye…
…
Renkler mi dönüşür, günler mi geçer? Yoksa sadece baktığımız yer midir değişen? Aslında kahverengi bir çarşambadan sarı bir cumartesiye ya da pembe bir cumartesiden simsiyah bir salıya dönüşen biz miyiz, günlerden günlere savrulup?
…
Ne peki?
Yere dökülen bir un sessizliği mi?
Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi?
İşini bitirmiş bir org tamircisinin tuşlardan birine dokunacakkenki dikkati ve tedirginliği mi?
…
Nedir kendimizde ölesiye kurcaladığımız? Anılar mı? Pişmanlıklar mı, yapamamış olduklarımızdan biriktirdiğimiz? Nedir o un sessizliğinde içimizden kopan? Hangimiz, "ben varım - yaşıyorum" diyen hangimiz, "hayatta niye varım" diyen hangimiz o sessizliği yaşamadan geçip gitmiştir ki dünyadan? Kendi gürültüsünde kaybolanların geçebildiği bir sessizliktir o ancak. Huzursuz ruhların hepsi, hepimiz o sessizliği duyarız. Öyle içimizde biliriz, duyarız ki o sessizliği, ne yapsak bozamayız, o sessizlik orada öylece durur. Bakarız. Bekleriz. Geçsin diye dualar ederiz belki, ama biliriz. O bize geldiği gibi, bizden gideceği zamanı da kendi seçer. İşine titizlenen bir işçidir o, büyülü piramitleri inşa eden köleler gibi. Sıradan, ama eşsiz… Sadece kendisinin bildiği, kendisinin seçtiği bir zamanda gelir, hayatımıza girer, bizi değiştirir - telafisiz bir değişikliktir bu, üzgünüm itiraf ettiğime ama bir daha asla eski "kendimiz" değilizdir o gittiğinde - sonra da arkasında o sessizlikleri duyan bir biçare bırakıp gider…
…
Bırakıp gidiyor anılarımı rüzgâr
Denize bırakılmış çöpler gibi,
Yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi,
Geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.
…
Duyduğumuz o sessizlik hayatı sorgulamaya savurur bizi, anılarımız köşe başlarında bizi bekler. Doğru - yanlış bir bir gelir, hayatımızın dönemeçlerinde bize selam durur. İşte o zaman anlarız anıların ne önemli, ne acı veren, ne mutlu eden, ne hüzünlendiren bir zamanı temsil ettiğini…
…
Ben ruhi bey, nasıl olan ruhi bey nasılım?
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim,
Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
Kapıyı iyice kapadım
- Kapadım mı, evet, kapadım -
Çitlembik ağacının altından geçtim,
Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım,
Dişlerimle sıyırdım,
Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum,
Azıcık gülümsedim
Ve dünya bana gülümsedi
…
Hep kendimi dinlerim ben. Nasılım? Mutlu muyum? Üzgün müyüm? Kırgın mıyım? Nasılım? Sevinçli? Telaşlı? Neşeli? Umutlu? Öfkeli? Çaresiz? Nasıl? Kendimi dinlerken mi duydum o sessizliği, o sessizliklerde mi öğrendim kendimi dinlemeyi, hiç bilemedim. Bazen öyle çok dinledim ki kendimi, Maçka parkı'nda buluverdim bedenimi, ellerimde o herkesin illa ki oturmuş olduğu alçak tabureli çay bahçesinin temiz mi kirli mi olduğuna aldırış etmeden avuçlarımı ısıtmak için sıkıca tuttuğum, içinde sabahtan beri kaynayan acı çayın bulunduğu çay bardaklarıyla? Orada denize bakıp, kalemimle defterime hızla yazdığım satırları kaç kez okuyup, gözlerime bir sis perdesi çekip ara verdim denizi seyretmeye? Kaç kez unuttum kendimi de ağladım, denize bakıp? Kaç kez gülümsedim, sokaktaki insanların düşüncelerine aldırmadan, kendi kendime? Kaç kez sanki fotoğrafım çekiliyormuş gibi durdum, tıpkı Ruhi Bey gibi? Ve kaç kez, kim bilir kaç kez, bana gülümsedi dünya ve ben pek çoğunda onu görmeden gittim?
…
Nasıl olacaksınız Ruhi Bey?
Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey?
…
Böyle sabah sabah Ruhi Bey?
Akşam akşam Ruhi Bey?
Akşam sabah Ruhi Bey?
…
Sizinle görüşelim Ruhi Bey?
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi bey
Kendimle bile, kendimle bile.
(olmaz ki, kimse kimseyi sevemez ama hiç kimse.)
…
Hep insanlarla çevremde, yalnızlığı özlediğimde yüzümde gülümseyen - gülümseten maskemle hafif geride durdum, ona kadar saydım, geri geldim. Gelmesem geri çağırdınız, "Nasılsınız?", "Nasıl olacaksın? İyisin, iyisin…", "Bugün de erkencisin?", "Muhakkak görüşelim…" oysaki ben gitmek istiyordum, sizden, herkesten ve her şeyden ve hatta kendimden…
…
Bu meyhaneyi yirmi yıldır işletirim
Doğrusu Ruhi Bey gibisini hiç görmedim
Mısır çarşısı'nda baharatçı dükkânları vardır, bilirsiniz
Ruhi beyi ben o dükkânlara benzetirim
Binlerce şeydir çünkü ruhi bey
Nanedir, adaçayıdır, zencefildir
Bu çevrede herkes onu tanır
Bana sorarsanız tanımaz
Şöyle ki, bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar
Şarabıyla batar, uykusuzluğuyla batar
Gülmesi hüznüne
Konuşması susmasına batar.
…
Ama gidemedim de. Durup durup kendime battım, gitmediğim / gidemediğim için de… Ama kendime battığımı da kimselere anlatamadım. Anlatsam beni deli sanarlardı belki, yine geldi bunun jezabel**'i derlerdi içlerinden. "Amma da bunalımlı, ne derdi var ki bunun?" derlerdi. Sonra gülümseyip yaklaşır, "A, ama hiç yakışıyor mu sana? Hadi gülümse biraz, bak yakışmıyor hiç" derlerdi. Sonra türlü şekilli saçmalık anlatır, kendi hüznünde boğulmaya bile bırakmazlardı insanı. Eminim. İşte bu yüzden kendi kendime, bir de benim gibi birkaç sessizlik yolcusuna battım ben hep.
…
Ve yıllarca sonra kadının ölüsünü
Bir bulantı cenazesi gibi kaldırdılar içimden
…
Sonra bir gün anladım. Kendimi bırakıp gitmenin bir yolu yoktu. Mutluluğumun temelini de, mutsuzluğumun temelini de kendi elimle atıyordum ben. Öyle bir kendi başına, öyle bir kalabalık içinde, ama öyle bir yalnızdım ki, kimsenin gücü yetmiyordu bu etten duvar, demirden kafes içine girip düşüncelerimi değiştirmeye. İşte o gün artık kokuşmaya başlayan bir cenaze gibi, o üzgün çocuk ölüsünü de içimde bir yerlere gömmem gerektiğini anladım.
…
Tepebaşı'ndan Pera'ya girerken
Küçük bir alandan geçeceksiniz,
Geçmeyin!
…
Ben, karim, bir de anjel
Biz ucumuz kurk kaplarız, kurk dikeriz
anjel elimizde büyümüştür, iyi kızdır
Hemen hemen hiç konuşmayız - içersi biraz loştur -
Yoktur ki ne konuşsak yıllarca konuşmuşuz.
…
İşte o zaman kendimle konuşmaktan da geçtim. Düşünmekten de geçmeli… Ne konuşacaksam, ne düşüneceksem düşündüm zaten. Düşünmek bir yere getirmedi ki beni… Sorunları tahlil ettim, inceledim de ne oldu, çözümsüz bir bulmacanın içinde kalakaldım. Ne konuşsam daha önce söylemişim, ne desem çemberimin içinde kaldı sesim…
…
Kimseye bir şey söylemedim
Ama bir daha gelmedi
Ne sevgi, ne nefret, önceleri bir şey duymadım
Sadece gelsin istedim
Uyanık bekledim
Gelsin istedim
Ama bir daha gelmedi.
…
Bir daha gelmedi, hayır, bir daha hiç gelmedi
Ama onunla ben
Ne zaman istedimse o zaman yattım.
…
Sonraları anladım içimde beslediğim bir umudun peşimi bırakmadığını, hep o çemberi kırmak için gizliden gizliye kendimi büyüttüğümü, gizliden gizliye bekleyip, açıktan açığa koruduğumu, hep o yalnızlığı paylaşacak birilerini aradığımı, korktuğumu, korktuğumu kimselere diyemediğimi… Korktum, güçlü görünmek zorunda olduğumu sandım, kimselere diyemedim işte... Hayallerimi büyüttüm kendime, uykuların sıcaklığını düşledim sarmaş dolaş, güne uyanan gözlerde aksimi görmeyi bekledim. Sadece benim olan, sadece beni gören bir çift göz bekledim... Sonra bir adam yarattım, gözlerinde yansıdığım. Sesinde sadece kendi adımı duyduğum... Ama bu adam, sadece hayallerimde kaldı.
...
Anlamadığım şu:
Ben neden bir otel kâtibiyim?
Eskiyim, renksizim, kimsesizim,
Yontulmuş kalemlerden, sosisli sandviçlerden iğrenirim;
Papazlardan, homoseksüellerden iğrenirim;
Kız kurularından ve saldırgan dullardan
Ve yaşlı adamların sararmış dudaklarından
Ve deli saraylılardan, onların aybaşı kokularından
Kendimden, kendimden..
Ve nedendir ki ben
Sararmış bir sürahide kirli bir su gibi bekletilirim.
...
Ömrüm sorgulamakla geçti hayatı, kendimi, sevdiklerimi, sevmediklerimi, duyduklarımı, gördüklerimi, okuduklarımı, yazdıklarımı, eşi - dostu, yöneteni, yönetileni, astı - üstü... Nereye vardın derseniz? Kendime batmaktan öte gitmedim, gidemedim. Herkesten soğudum, her şeyden iğrendim. Ama kendimden üç adım öte, gidemedim. Ve kendimle çıktığım tüm yolculuklarda, dünümü, bugünümü, yarınımı unutup öyle gelmek istedim geriye, ama, beceremedim.
...
Sorarım - ki otel kâtipleri sorar - bir terlik nedir?
Terliğin yenisi yoktur,
Geçmişi yoktur, geleceği yoktur,
Yeri ve kimliği zaten yoktur,
Bir terlik; bir terliktir o kadar.
...
Peki, ben neyim, kimim? Hem geçmişimi, hem geleceğimi günümün üstünde içinde taşıyan ben? Durmadan soran, durmadan düşünen, ne olduğunu, niye var olduğunu arayan ben? Ait olduğum yer var mı? Göz bebeğimde hangi durakta ineceğini bilmeyen tren yolcuları gibi bu bakış, niye?
…
Ama baksak ki birbirimize arada
- Yorulunca işten bakarız da -
Sanki herkes yeni bir haber getirmiş gibidir
Öyledir, öyledir
Yüzlerimiz ona göre kesilmiş,
Ona göre biçilmiştir.
Çünkü insan yalnızken kat ettiği yollardan,
Ne zaman dönse yeni bir haber getirir
…
Öyle çok gidip geldim ki yalnızlığı arkadaş edip kendime, her gittiğim yoldan dönüşlerimde öyle başka bir ben oldum ki, kime anlatsam inanmaz. Bu yollarda değişmeyen tek şey, refakatçim oldu. Yalnızlığım… Onunla öyle bir bütün olduk ki, gün gelip de ansızın kapımı çalmayın derim, sesiniz öyle bir böler ki yalnızlığımı ortadan ikiye, dayanamam acısına. Bunca yıllık yol arkadaşımı değişemem artık başkasına…
…
Ne de olsa herkes biraz ölüdür,
Otel müşterileri en önde gelir.
Kendileri soyar kendilerini, kendileri giydirir.
Büyük kentlerin büyük tabutlarıdır oteller,
Nedense işte onlar gökyüzüne gömülür.
…
O koca kalabalıklarda insanlar zannederler ki, yaşamaktalar. Zannederler ki hayat akıp gitmekte ve onlar yaşamaktalar… Zannederler ki kalabalıklar, zannederler ki hayat dolu, umut dolular… Oysaki bilmezler, yere dökülen o un sessizliğini bilmedikleri, duymadıkları gibi… Ölülerden daha çok ölü, aslında hiç yaşamamış olduklarını. Sadece zamandan ödünç aldıkları günleri hiç doldurmadan usulca yerine bıraktıklarını… Büyük şehirler, büyük merkezler, büyük evler, yalılar, konaklar… Hepsi insan dolu da olsa, o kalabalıklar örtmeye yetmez yalnızlıkları. Ruhumuzun yalnızlığını örtmeye yetmez kalabalıklar.
…
O ben ki,
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi?
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi?
Yalnızca bir hayalet mi yoksa?
…
Bir hayal âlemidir belki kendimize yarattığımız, mutluluğumuz özenle büyüttüğümüz çiçekler, üzüntümüz çiçeklerimizin dibindeki sarmaşık… Hep düşünüp yerimizi bulmaya çalışırız dünyada, bir çocuk bedenindeyken büyüğüzdür, bir kadınken - bir adamken çocuk. Aslında birken hep yarım zannedip kendini, kayıp yarısını aramakla ömrünü tüketen birer yitik ruh. Hayallerimizin peşinden koşar dururuz.
…
Biz karı koca masada çalışırız
Anjel yerde çalışır
Nedense hoşlanır bundan, yerde çalışır
Biraz da açık saçık giyinir - söylerim, dinlemez -
Kürkleri bacaklarının arasına sıkıştırır
Kızarsa donunu filan gösterir - söylerim, dinlemez -
…
"Dur" derim dinlemez… "Bekle" derim dinlemez... "Yapma" derim dinlemez, "Canın yanar, gitme" derim dinlemez. Gençlik delidir çünkü, ruh durulmaz. Umutludur, acıyı bilmez çoğu zaman, bilse de çabuk unutur, gençtir çünkü, dinlemez. Oysa ben, bilirim acının ne ulu ağaçlar büyüttüğünü, ne dalları kuruttuğunu… Öğrendim.
Öğrendim gökyüzünü biz boyarız maviye beyaza, öğrendim biz yazarız hayatımızın romanını. Öğrendim yalnızlığın paylaşılmadığını***…
Melis Mine * Herakleitos
** Jezabel, (Atilla İlhan'ın Üçüncü Şahsın Şiiri'nden…)
*** Yalnızlık Paylaşılmaz, şiir, Özdemir Asaf, 1978; şarkı, Duman, 1999.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mete Çağdaş ANNEME SÖYLEMEYİN KATİL OLDUĞUMU BİLMESİN!.. |
|
Geceleri savaş helikopteriyle çıktığı insan avında,
can alıcı atışlar yapan Yuval adındaki İsrailli binbaşı,
gündüz de doktor olarak;
ölümcül hastalığın pencesindeki çocukları kurtarmak ve yeniden hayata döndürmek için
olanca güçüyle çaba sarf ediyormuş!..
Amerikan Washington Post gazetesi, İncil'den alıntı yaparak
"Öldürme zamanı da vardır; iyileştirme zamanı da"
başlığı kullanarak,binbaşı yuval'ı desteklemiş...
Savaş hem başlatan,hem de bitiren için çok acı sonuçlar doğuran bir şeytan işidir!..
Benim merak ettiğim konu ise
ana rahminde ceninleşirken,genetik ruhun töresi mi çalışıyor orada acaba???
Yani öpüp koklamaya doyamadığımız bir bebek,
sonunda nasıl oluyor da canileşebiliyor?
Örneğin, ne Hitler'in babası " katil" di, ne de Mussolini'nin...
Fakat,
her ikisi de birer kan emici ve dolayısıyla cani ruhlu insanlardı...
Varmak istediğim sonuç:
" katil olmak " veya" katil ruhu" nu taşımak " genetik varlığın dışında da olabiliyor!..
Çünkü, öldürmek için sebep gerekmiyor!..
" Bana yan baktı" veya " niye selam vermedi" bahanesi bile,
öldürmek için en büyük neden ne yazık ki
İsrailli binbaşı Yuval'ı biraz olsun " katil" olmaktan ayrıcalıklı kılan ise
Filistinli çocukları yaşatma çabasıdır!..
"Geceleri öldürüp, gündüzleri yaşatan " iki ruhlu bir yaratıktır yuval!..
Aşkına karşılık vermedi diye
üniversiteli kızın kafasına sıkan inşaat işçisiyle;
doktor olup hayat sunmakla,
asker olup insan vurmanın çelişkili ruhlarıyla donanımlı ayrıcalığıdır yuval!..
Dahası, "Kafama sıkar giderim" şarkılarının dinletisinde
" sosyalist'lik yapmanın ayrıcalığıdır " katil" olabilmek!..
Yine istemeyerek geldiğimiz nokta:
" ölüm ve öldürmek sebep aramaz" olacaktır sonunda...
Düşünsenize.
Geceleri kan uykunuzdan kalkıp,açık kalmış yorganını üzerine çektiğiniz o minik yavrunuz,
gün geliyor sebepsiz cinayetin zanlısı oluyor...
Öpmeye kıyamadığınız o pamuk eller,
öldürücü darbeler vuran birer pençe gibi adeta...
Öte yandan hangi Anne " katil doğurmak" adaylığına talip olur,
o da benim ayrı bir merak konum tabi ki
Kaza ile veya tesadüfen katil olmakla
" zevkine katil " olmak arasında dağlar kadar fark vardır...
Binbaşı Yuval'a ne kadar teşekkür etsek azdır!..
Baksanıza...
Onun nezdinde katil olmakla,
katilliğe aday olmak, tez konusu oldu yarışmamızda...
Aslına bakarsak, ondan şimdi aynen şu sözü duyar gibiyim:
" Anneme söylemeyin
katil olduğumu bilmesin!.."
Bu idama giden bir doktorun son sözü
acıklı bir öykünün ise ilk sözüdür!...
Mete Çağdaş mettecagdas@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.800 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Sihirli Peri
Defne'ye
Minik bir hediyeydim, dünyaya geldim
A4 kağıdı boyutlarında.
Adımın konulması için 40 gün bekledim,
Bekledim adımı yazmak için yaşama,
Bekledim sandalımda...
Hüznü sevince döndürdüm ilkin,
Sonra annemin ak memesinden beslendim,
Sütüyle tutundum yaşama...
Pamuklara sarınmaya tamah etmedim,
Çünkü bağlıydım kalın halatlarla.
Diğer bebelerin doğdukları kilodayken yürüdüm,
Yürüdüm kendi yarınlarıma...
Kelimelerimi küçücükken edindim
Ve başladım, yaşam boyu sürecek oyunuma...
Henüz başındayım yaşamın,
Renklerimi devşiriyorum daha...
Bir gökkuşağı olacak yaşamım,
Ne şiirler yazılacak adıma...
Aslı Sarıoğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ben.sen.o@kahveciyiz.com
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 5GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.
Merih Günay'ın "Martıların Düğünü" adlı ikinci öykü kitabı yayınlandı. h@vuz yayınları arasından çıkan kitap, Ankara: Dipnot, Arkadaş, Turhan, Bilimsanat, İmge ve Dost Kitabevleri yanısıra Net Kitabevleri'nden ve www.kitapyurdu.com sitesinden de temin edilebilir.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Babalığınızla öğünüyorsanız kendinize şunu sorun: "Çocuğumla ne kadar süre geçiriyorum?" İngiltere'de bu süre günde 15 dakika... ABD'de ise daha da vahim: 40 saniye... http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=1499 Hayata geç kalmayın ya da nefes almayı akıl ettiğinizde suyun dibine batmış olmayın.
Bilgisayarınız için muhteşem duvar kağıtları isteyenler için sağlam bir kaynak http://www.socksoff.co.uk ve hatta kaynakların kaynağı. Resim arşivine bakınca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
...Renklerin oluşumunun en son aşaması insan beyinde gerçekleşir. Gözdeki sinir hücreleri elektrik sinyaline dönüştürülen görüntüleri beyne iletir ve dış dünyada gördüğümüz her şey beyindeki görme merkezinde algılanır. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=58012 Beynimizde cisimlerden gelen elektrik sinyalleri deşifre edilmekte ve cisimlerin renkleri ve diğer bütün özellikleri algılar şeklinde oluşmaktadır...
Göz yanılması mı yoksa gif animasyon oyunu mu? http://www.webhocam.net/Konuizle.asp?t=15984 Bakın bakalım anlayabilecekmisiniz?
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.8.3683 / Windows / 4.48 MB http://www.gomplayer.com/down/GOMPLAYERENBETASETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|