Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 6 Sayı: 1.329

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 5 Aralık 2007 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : Ben de sünnet araştırması istiyorum kardeşim!..


Merhabalar,

Bundan bir süre evvel, yurtdışı kaynaklı bir araştırmanın sonuçlarını yorumlamış, yandım Allah nidalarıyla söylemediğimizi bırakmammıştık. "Azınlık laikler" deniliyordu araştırmada. Altıyüz yıllık cihan imparatorluğunun ardından, türlü badirelerden sonra Mustafa Kemal tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, hilafeti kaldırmış, tekke ve zaviyeleri kapatmış, dinin devletle ilişkisini kesip kurallara bağlamış, yürüyüşüne devam ederken, Cumhuriyetin 79. yılında iktidar olanlarca ters yüz edilmiş ve dış mihraklarca(!?) az İslam, ezik laik olarak nitelendirilecek kıvama getirilmiştir. İşin özeti bu uzunca tek cümledir. Değişip geliştiğini söyleyen takkeli imamlarla liboşlar bir olup devletin parmak uçlarına kadar sızmayı başarmışlardır. Sadece mevkilere sızmakla kalmamış, yargı, eğitim, sağlık gibi en temel organları ele geçirerek, özellikle gençleri taraftar, yaşlıları da ensesine vurulup, üç beş kuruşla oyu alınacak kaz yerine koymuşlardır. Takkeli liboşlarla, tatlı su demokratları da elbirliği etmiş, gölge etmemiş aksine karanlığa el feneri tutmuşlardır. İçi, dışı, medyası bir olmuş, Kasımpaşa'nın bağrından kopup gelmiş Tayyip Bey ve şurekasını baş tacı etmiş ve memleketin elden çıkarılması işlemi layıkıyla sonuçlandırılmıştır. Hayal kurmaya gerek yoktur. Bundan geri dönmeye de olanak yoktur. Çünkü bir kere terazinin dengesi bozulmuş, pirinç ağırlıklarda çentikler parmak kadar olmuştur. Bu adamlar gitmediği sürece de çentik atılmaya devam edecektir. Hele bir bakın bakalım, lafta uzlaşmayla başkomutan seçilen saygıdeğer Gül bile dedikodu sınırında sözler sarfedip mağdur ama şirin rolüne soyunabiliyor artık. ("Eşi karaçarşaflı diye not gönderiliyor." lafını hatırlayınız.) Ya da Tayyip Bey, çocukların türban derdine derman olmak için telefonlara sarılıp babaların yüreğine su serpiyor. "Bekleyin, herşey düzelecek efendim." İşte geldiğimiz son nokta bu, arzederim.

Yukarıdaki cümleler benim ama feyz aldığım kaynak Konda Araştırması. Hani şu seçim sonuçlarını önceden bilen ama hiç önemseyip ciddiye almadığımız, ardından şapa oturduğumuz araştırma şirketi. Haydi bakalım sıkıysa bunu da ciddiye almayalım. Ve birkaç yıl içinde ebemizle yeniden karşılaşalım. Araştırma sonuçları üzerine türlü yorumlar zaten yapılıyor, rakamları burada tekrar etmeye gerek yok ama bir nokta benim için oldukça can sıkıcı. Türbanlı sayısının son dört yılda 5 katına yakın artması zaten gözlemlediğimiz bir durum ama yaygınlaşmanın 18-28 yaş grubu arasında olması vahim. Baş örtüsüne saygı genlerimizde olmasına rağmen laik Türkiye Cumhuriyeti'nin fertleri olarak siyasi türbana sıcak bakmamız düşünülemez. Bir bez parçasıyla siyasi rant peşinde koşanların amacı dini yüceltmek asla olamaz. Zaten, paranın, gücün etrafında dolananların da dinle ilşkisi olamaz. Bakın Sabah grubuna bir tek Çalık grubu pey sürmüş. Çalık grubunda Tayyip Bey'in damadı çalışıyor. Çalışsın yiğit, sözümüz yok. Ama olmaz ki kardeşim, bu kadar da kör gözüm parmağına olmaz ki. Kimbilir hangi dolaplar dönüyor, hangi sözler ne için veriliyor. Bekleyelim görelim.

Yalaka bir tek bizde yok anlaşılan. İslami çevreye şirinlik yapma sevdasındaki İngiliz yöneticiler, hastanelerde 5 vakit yatakların kıbleye döndürülmesini önermişler. Saygıdeğer sağlık bakanım bizim neyimiz eksik sorarım. Bizim yataklarımız ilelebet kıbleye dönük dursun efendim. Elin gavurundan ne eksiğimiz var Allahaşkına. Kalın sağlıcakla.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








 


 Kahveci : Nejat Güç


KARA FIRIN

Fırını, ilk önce nerede, İstanbul'un hangi semtinde görmüştüm, şimdi hatırlamıyorum hem hatırlasam da artık bunun ne önemi var...Dikenli tellerle çevrili bomboş bir yangın arsasının ortasında, gökyüzüne doğru upuzun tırmanan ve bazı puslu havalarda uc kısmı görünmeyen, o isten kapkara bacasıyla, yerini ta ötelerden hemen belli eden tek katlı bir binaydı. Buraya hep köpeklerin havlayarak dolaştığı daracık, çamurlu sokaklardan erişirdik...Sabahları çok erken, henüz günün aydınlanmadığı, kentin uyukladığı bir saatte kara fırının bacası tütmeye koyulur ve boş arsayı, hepsi birbirine benzeyen, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, nereden, hangi delikten çıktığı belirsiz, omuzları her zaman çökük, yüzleri hep bir karanlığın gölgesine saklı, genç ya da yaşlı, kadınlı erkekli insanlar doldurmaya başlardı. Şüphesiz ki içlerinden birileri günün birinde yazacak olsa, daha doğrusu eline kalemi alacak maddi bir güce erişse, en önemlisi ruhunda dayanılmaz bir yazma arzusu duysaydı ne tek kelime eksik, ne tek kelime fazla, hiçbir söz oyununa, edebi güzelliğe gerek görmeden bunları, aynı benim size anlattıklarım gibi yazacaktı, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen ve yüzlerini bir türlü loşlukta seçemediğim, omuzları her zaman çökük, genç ya da yaşlı, kadınlı erkekli insanlar diyecekti. Tel örgülüyle çevrili bu arsanın ortasında, dumanı sürekli tüten bir fırının yanıbaşında, sabah ayazının içinde titreşerek, birbirleriyle hiç konuşmadan ve her biri kendi dünyasına, kendi çıkmazlarına, umutsuzluklarına gömülü, sadece çevredeki köpek havlamalarını dinleyerek bekleşen kalabalık, bana nedense fotoğraflarda ve filmlerde gördüğüm Auschwitz' i çağrıştırırdı, belki saçmaydı belki abartılıydı, hatta gülünç olabilecek bir karşılaştırmaydı da bazen hepimizin kendi Auchwitz'imizi yaşadığımızı ve sondan bir önceki nokta olarak bu fırının bahçesinde bulunduğumuzu, ötesinde ise çoğumuz için, o sabah soğuğunda durmadan tüten bacadan, sonsuzluğa doğru bir duman, bir kül olarak olarak savrulmanın bir mutluluk olduğunu düşünürdüm.. Hepimiz eve ekmek götürmesi gereken bir babanın, evliliği artık o bir türlü bitmek bilmeyen işsizlikten yıkılma noktasına gelmiş bir kocanın, uzun yıllardan sonra hapisten çıkmış, kendine alnının teriyle para kazanabileceği bir iş arayan eski bir hükümlünün, taşradaki yoksul bir ailenin varını yoğunu harcayıp, türlü sıkıntılarla okuttuğu artık çalışma zamanı gelen ama bir türlü iş bulamayan evladının,.. dul, bakmak okutmak zorunda olduğu çocukları ve varoşlarda bir kira evi olan, arkasında bir aile desteğinden yoksun, ama işe girdiği her yerde, patronunun, diğer çalışanların taciziyle karşılaşan bir kadının bunlara benzer, ya da bir ötekinden farklı , yahut hepsi birbirinin aynı öykülerine sahip insanlardık. Onların öykülerini bilmiyorum, ama yukarda da belirttiğim gibi, içlerinden biri yazacak olsa, daha doğrusu günün birinde yazabilecek duruma erişse ve ruhunda yalnızca yazma, bütün bu olup bitenleri anlatma isteği duysa, aşağı yukarı aynı, benimkinden ne bir eksik ne de bir fazla sözcükle, hiçbir kelime oyununa, hiçbir edebi güzelliğe gerek görmeden böyle bir öykü yazacak ve benim öykümün de buna benzer bir şey olabileceğini tahmin ettiğini, ama bunun aslında pek de önemli olmadığını asıl önemli olanın, bu hepsi birbirinden değişik veya birbirinin benzeri öyküler, değil de sadece kara fırında varolduğumuzun gerçeğini dile getirmek olduğunu söyleyecekti... Bu aklı, yani kara fırına gitme fikrini karım vermişti. Bilirsiniz, hep böyle fikirler kadınlardan gelir. Onlar her zaman yuvalarının geleceği ve çocukları konusunda daha mantıklı, gerçeğe yakın düşünürler. Ona anlatmış olmalıydım... Fırın bir akşam, kentin adını şimdiye kadar hatırlayamadığım yoksul bir mahallesinde, aylak aylak dolaşırken, aynı batmakta olan bir gemi gibi sürüklenerek, ayaklarımı çeke çeke yürürken çıkmıştı karşıma. O sırada karnımın acıktığını, bulunduğum sokağa çöken pişmiş taze ekmek kokusunu takip ettiğimi ve en nihayet fırına girdiğimde, gariptir ki ne raflara dizili ekmeklere, ne de tablaların içindeki simitlere rastladığımı söylemiştim karıma. O her yana sinen hamur kokusu, isten kapkara olmuş ve insana kasvet veren fırın kapağı, duvarda bir işkence aletiymişçesine asılı duran kanca uçlu bir demir, tavandan sarkan uzun tahta saplı fırıncı küreği ve bir kenara yığılmış odunlar da bulunmasa başka bir yere gelmiş olabileceğimi düşündüğümü karıma anlatmış olmalıydım ki hepsini aklının bir köşesine not etmişti.. Sonra o yalnızca, kadınlara özgü kusursuz yeteneği ile başka ayrıntılarda hatırlıyordu.. Kirli bir atletle dolaşan ve her yanı beyaza bulanmış fırıncıdan ekmek ya da simit, dahası sabahtan kalmış bir poğaçayı istediğimde " bu dediklerin burada bulunmaz " diye cevap verdiğini, sonra konuşmamı beklemeden bana ansızın işsiz olup olmadığını sorduğunu, hayretle bunu nereden anladığını belirttiğimde, duruşumdan sezdiğini, istersem bana yardım edebileceğini söyleyip, bir kapıdan çıkıp kaybolduğunu tek tek anımsıyordu... İşte tam geldiğimiz bu noktada karım , haftalar mı aylar mı yoksa yıllar mı önce yaşadığımı bilmediğim olayı bana hatırlatıvermişti. ,İkimiz de şimdi kara fırına gitmemi, ne tartışacak, ne sorgulayacak ne de erteleyecek, bir durumdaydık.....Her zaman korkulu rüyamız olan kış yakındı. İşsizdim. Boğaz sırtlarında, Sarıyer taraflarında, rüzgarın alabildiğine estiği, tam üstünü bir fıstık çamının, sanki bir şemsiye gibi dallarıyla, örttüğü derme çatma bir evde yaşıyorduk. Rüzgar her şiddetli estiğinde, fıstık çamının kozalakları kopar, çatıya bir el bombası gibi düşerdi. Her düşen kozalak , kırılan bir kiremit, kırılan her kiremit ise, eve bir parça daha su girmesi anlamına geliyordu.. Elimizde su toplanabilecek ne kadar kap varsa odalara koyardık..Ve kentte biz hiç yağmur yağsın, hiç rüzgar essin istemezdik ...Ta aşağılardan, marmaradan, kınalı, burgazada önlerinden, moda burnunun oradan kopup gelen lodos, boğazın yukarılarına erişene kadar kuvvetini azaltırdı da, evimize yakın karadenizden esen rüzgarlar, hele hele poyraz pek bir acımasızdı. Gecekonduyu şöyle bir temellerinden sarsar, pıtır pıtır düşen kozalakların, çatlayan kiremitlerin korkutucu sesine, arada bir gürültüyle kırılan çamın dalları karışır, böylece sabahı zor ederdik. Hatta bazı poyrazın böyle kudurmuşçasına estiği gecelerde, karımla ben çocukları battaniyelere sarar, yakınlardaki üzerinde ağaç olmayan, komşu evlerinin kapısını çalardık....Katalitikle ısınıyorduk ve katalitiğin güçsüz, mavi alevi, duvarlarımızı daima kırkbir derece ateşle yanan bir hasta gibi su içinde bırakırdı .Her yanımız suyla kaplıydı, sanki bu kentte, bu Asitane-i Aliye'de, bu masalların, aşkların, şarkıların, sarayların ve her mayıs ayında açan erguvan ağaçlarının şehrinde, biz batan bir teknede boğulmak üzere gibiydik..Katalitiği zehirlenme korkusuyla yatarken kapadığımız an, ev ansızın soğurdu aynı düğmesine dokunulduğunda sessizliğe bürünen radyo gibi...Ve hepimiz bir anda buza keserdik, işte böyle gecelerde yatağa, ocakta ısıttığımız, tuğla parçalarıyla ve kalın yün çoraplarla girerdik, çocuğu ise bağlardık, deli yatardı, battaniyeyi tekmeleyip üstünden yere atardı bazen, biz de açılmasın üşümesin diye battaniyesini, bir arabanın brandası gibi, divanın ayaklarına tuttururduk...Çoğul eki kullanıyor ve çocuğu diyorum artık, ötekini, neden ve nasıl yitirdiğimizi anlatmanın bir anlamı yok sanırım, yalnız henüz beş yaşında olduğunu bilin yeter, yukarda yazdığım gibi bu kentte, bazılarımız, yani kara fırının çevresinde bir sabah vakti, henüz gün ağarmadan ve kent uyanmaya başlamadan birikmeye başlayan bizler, hep kendi Auschwitz'imizi yaşıyorduk ve o günden sonra ben de Adorno' nun söylediği gibi " Auschwitz' den sonra asla bir şiir yazılamayacağını " anlamıştım. İşte karım, bana o kara fırını hatırlattığında, yine bir kış başlamak üzereydi, yine işsizdim ve yine boğaz sırtlarında, bu Şehr-i İstanbul'un, Dersaadet'in güzelliklerini anlatan, öykülerde romanlarda günümüzde ya da geçmişte hep tasvir edilmiş, bir şemsiyeyi andıran yayvan dallı, gölgesi pek latif fıstık çamının altındaki evde oturuyorduk. Kızım ilk kez okula gidecekti, yani kocaman parlak düğmeli, kar gibi beyaz dantel yakalı siyah bir önlük, rengarenk bir sırt çantası, kitaplar defterler,bir tarafı kırmızı bir tarafı lacivert kurşunkalemler, fare gözlü, fare kulaklı, baygın kokulu silgiler, sonra ne kadar ödeyeceğimi bilmediğim kayıt parası ve her gün cebine konacak bir simit ve bir ayran parası lazımdı. Ertesi gün, erkenden, etraf henüz aydınlanmadan kara fırına gittim. Bu defa içerde, tepsiler dolusu küçük ekmek ve bir masanın üzerinde hiç görmediğim çoklukta, kırmızı yumurtalar, çocukluğumun mutlu ve rahat geçtiği güzel, aydınlık evlerine, mutlaka kimi ermeni komşularımızdan, paskalya günlerinde hep Kurtuluş'taki Bahar Pastahanesinden alınmış damlasakız kokulu çörekler ve tavşan suretli kocaman çukulatalarla birlikte gelen o renk renk yumurtalardan vardı...Kuyruğun en sonundaydım. Hiç birimiz, diğerinle konuşmuyordu, hatta birbirimizin yüzüne bile bakmıyorduk, belki sözcüklerimizi tüketmiştik ya da konuşmayı unutmuştuk belki de ağzımızı açamayacak kadar yorgun ve güçsüzdük...Sıra bana gelince, yine kirli bir atletle dolaşan ve her yanı unlara bulanmış ı fırıncı " Hoş geldin, bekliyordum seni, " demiş ve elimden tutup fırından yeni çıkmış, tazecik küçük ekmeklerin yanına götürüp " Yapacağın iş çok basit .... Adımız gobitçidir bizim, bu kentin sokaklarında, kahvelerinde, cami avlularında, parklarında, kıyılarında, okul önlerinde, şu gördüğün yumurtalı küçük ekmekleri satarız. Senin de yapacağın sadece buradan dışarı çıkıp, yürümeye başlaman...Bağırman gerekmiyor, zaten burada gördüğün bütün bu insanlar da bağırmıyor,, hatta sesini çıkarman, ben buradayım demen de gerekmiyor, yalnızca bekle ve mümkün olduğunca kentin uzaklarına git, insanlar mutlak seni farkedecek ve yanına yaklaşıp ekmeklerinden alacaktır, buraya gelenlerin hepsi bunu yapabildiğine ve başarabildiğine göre sen de yapabilirsin, ne kazanırsan yarısı benim. Ötesi senin şansına kalmış " diyerek bana yeni işimi anlatmış ya da buna benzer bir şeyler söylemişti. Böylece kentin, sokaklarında, parklarında, kıyılarında ayağımı sürüye sürüye yürüyüp, küçük ekmeklerimi satacağım, ne kadar sürdüğünü ve ne zaman, bittiğini bilmediğim, dahası bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğuna hala karar veremediğim, gariptir ki böyle ya da buna benzer bir düşü gördüğünü karımın da hatırlayıverdiği, ama nedense bu konuda hiç konuşmak istemediği kara fırın günlerim başlayıvermişti. Her sabah erkenden, henüz gün aydınlanmadan, birlikte sıraya girdiğimiz ve hiçbir şekilde birbirimizle konuşmadığımız, dahası yüz yüze bile bakmadığımız insanlardan biri günün birinde fırından ayrılsa ve bütün bunları anlatmak için ruhunda dayanılmaz bir yazma arzusu duysa, şimdi benim size yazdıklarımdan, ne bir kelime eksik, ne bir kelime fazla, hiçbir söz oyununa ve edebi güzelliğe gerek duymadan böyle bir öykü yazacak, benim öykümün de değişik, veyahut aynı, ya da buna benzer bir öykü olduğunu tahmin ettiğini ama aslında önemli olanın öykünün kendisinin değil, sadece kara fırında varolmak olduğunu söyleyecekti sizlere....

Nejat Güç
Nejat59@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
3 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kahveci : Nurcan Candan


Sunumu Hazırlarken... FRİGYA

Frigya Vadisi-Yazılıkaya Eskişehir, Kütahya, Afyon illerimiz arasindaki Frigya Vadisi ile ilgili birçok çalisma yapmış kişi ve kuruluşlar vardır. Fakat dikkatimizi çeken çesitli kaynaklarda Frigler ve kurdukları medeniyet hakkında parça parça olarak bahsedilmekte. Aslında Anadolu'nun bu altın medeniyetini bize doğruca anlatan bir yayına da rastlamadım. Evet, Frigya Medeniyetinin izlerini ve vadisini anlatan kaynaklar var. Peki ya yaşadıkları...

Eskişehir, dünya tarihinin en önemli uygarlıklarını yaratmış olan bir coğrafi bölgede yer almaktadır. Bu bölgeyi de içine alan topraklarda pek çok görkemli uygarlık doğmuş ve gelişmiş; toplumsal varlık olarak tarih sahnesinden çekildiklerinde de arkalarında çok değerli tarihi kültür mirası bırakmışlardır. Eskişehir bölgesindeki doğal ve biyolojik zenginlikler yanında söz konusu tarihi miras, tüm insanlığın ilgisini çekebilecek turistik bir potansiyel oluşturmaktadır. Bir başka deyişle; tarihi zenginlik Eskişehir'in yerel kaynak envanteri içinde çok önemli bir yer tutmaktadır.

Bugüne kadar gerekli bilincin oluş(turul)up yeterince değerlendirilemediğini düşündüğümüz bölgesel tarihi ve kültürel potansiyel içinde Eskişehir ilçeleriyle birlikte önemli bir merkez oluşturmaktadır. Eskişehirin arkeolojik ve kültürel mirası, Eski Çağlar dan başlayıp Hitit, Frig, Lidya, Likya, Karya, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıkları ile sürüp Türkiye Cumhuriyetine uzanmaktadır. Bunlar arasında çok büyük bölümü Eskişehir?in Han ve Seyitgazi ilçeleri sınırları arasında kalan ve Friglerin yaşadığı topraklar olan Frigya Vadisi nin özel bir önemi vardır. Bu bağlamda Friya Vadisi'nin değişik jeolojik, jeomorfolojik ve biyolojik fauna, flora ve peyzaj özelliklerini de dikkate alarak "ulusal park" yapılması çalışmalarının acilen tamamlanması, bölgenin gelişimi açısından değerli bir adım olacaktır.

Diğer yandan Frigya Vadisi konusunu bir proje olarak ele olarak ele aldığımızda; bölgesel turistik değerleri kapsamlı bir yerel ulusal envanter olarak değerlendirmeliyiz. Bir simge olarak Frigya Vadisi Projesi (FVP); Midas Kenti'nden Pessinus'a, Sivrihisar'dan Han ve Seyitgazi'ye, Seyit Battal Gazi Külliyesinden Kurşunlu Camii ne, Yunus Emre'den Nasreddin Hoca'ya, termal tıp turizminden uluslar arası kongre ve festival organizasyonlarına kadar genişleyen bir tarihi, kültürel ve turistik zenginlikler demeti sunmalıdır.

Devam edecek

Nurcan Candan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
4 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kahveci : Gülsüm Karatag


Handikapın nakavt olma durumu

Solucan sinek ve tavuk dnalarının benzeştiği maymunsal davranışları tavana vurmuş bir insancık olmanın erdemiyle...

Kadraja sığamayanları seviyorum, okuyamadığım kitapları ve izleyemediğim filmleri bir de... Bir de bunalım yaşayıp solucanlaştırmayı şu köhneliklerimlerimde kaybolduğum hayatımı. Zira başka bir evrende başkalaşmış ve yarım yamalaklaşmışlığımla buluyorum kendimi. Hoşuma gidiyor böylesi. Bugün yirmi beş kere topaç çevirdim, beş kere işedim, yedi şeye üzüldüm, bir kere ağlamaklı oldum, biraz üşüdüm, hastalandım. Bokböceği yaşantımı giyindim gene üstüme... Yakıştıramadığım bir imgelemki bu yüklendiğim zor artık içinden çikmasi da, ve zor artık çikilasi bir iç aramak ta. Nafileliğimde böyle yitip gideceğim işte. Aylardan ne yıllardan kaç ve bugün günlerden hangisi... Solucan Salının matemi mi çöken ömrü vucuduma ?

İşte ne dokunaklı bir hayat ne dokunaklı bir film senaryosu bu! Hayatımdan alınıp gidilenlerle çaldırdığım nice güzel şeyle, elimde avucumda kalmış bir gıdımlık takâtımla ne dayanılası bir kabus... Bekle ve görlerin uzamışlığıyla ve kendime yediremediğim sülükleşmiş ve sümsükleşmiş ömrümle yaşiyoruz işte abicim, bu günü de böyle kurtarıyoruz diyerek ve hiçbir açılımına dalmadan hayatın öylece sürüyorum karanlık tarlamı. Ektiklerim nafile biçtiklerim boş şeyler. Bu yüzden bu kadar, bu kadarcık herşey. Bir nihavent heyecanda kaybolup gitmelerle takasım bu karanlık izbe sokaklarımmış meğer. Şimdi kim kimden ve niçin, neye dayanarak özür dilemeli ? Hatanın büyüğü hatalar aramak şu ömrü hayatımda ! Nedenselliğinde önünü sonunu göremediğim yaşam bulamacım beni ne labirentine buluyor ne yoruyor eskisi gibi, ama yine de sıkıyor ... Sıkılıyor içim. Bir umut , bir heyecan... Başka ne için yaşayabilirim ki ? Hepsi geride ve çok uzağımda kalan anılara el sallayarak ve göz kırparak zaman zaman ayırdına varmadan oralarda uzun uzadıya kalıp kendimi paralayarak ve aslında bu güne dönüşü imkansızlaştığı noktada bir bakımlık yakaladığım çözümün çözümsüzlükte yitip gitmek olduğunu anlayarak ve aslında hiç yaşamadığını bilmenin verdiği kabız duyguyla daha ne kadar kusabilirim içimde kendi yatağına akan irinimi. HAYIR! Böyle olmayacak. Olmuyor çünkü. Olmadığı için olmuyor. Desem yine olmuyor. Çünkü olurundasızlıklarda gezinmek benim suçum oluyor bu kez. Olunası şeyler yapmaksa hiç içimden gelmiyor işte. Ağlayayımmı yani. Oralaramı gömüleyim yine... Bir yığın kitap almışım. Yine aldım, alırımda daha. Hangisi bu kadar yana yakıla sevmeme rağmen bana acı vermedi. Hiçbiri. Kapıldımı bir girdaba böyle gidiyormuş demek. Acı çekmek erdem değil a canımın içi. Biz kendimizi yaşama paralattığımızı sanıp aslında bir hiç olmanın erdemi bulma sokağına çoktan girecekken sapa kalmışız bir yerde ucunu sonunu göremediğimiz bir boka bulanmışız... Anlıyormusun ? Kendimi yazıyorsam bilki irinimi kusuyorumdur yine. Bağışlanması zor bir noktada dönülmez bir ufkun az gerisindeki o yakan duyguyla çalan kilise çanını ve gece yarısı okunan sâlâ seslerini affetmeyeceğim... Gizlendiğim delikten çikarmak isterken beni, neden derinlerine iyice tıktığımı bilmeden affedilmez yaşantımı yine yarım yamalaklığı ve yaralı yerleriyle öpmeye çalisacagim. Ki bu da ayıplanamaz bir çile yumağım... Bir intihar mektubuna sığamayan ne gerçekler varken bunların binde birini yazabilme uğraşi veriyorum işte. Acıyorum her yerimden. Böyle değilki bu hayat. Böyle değildi!

Son olarak sevdiklerime selam mı yollamalıyım, bir veda bile etmeden çekip gitme isteğini bağışlamalarını mı dileyeyim. Onları aslında ne çok sevdiğimi ama lanet olsun ki artık dayanamadığımı ve beceremediğimi mi kusayım yüzlerine.
Hiçbirşey yapmayacağım. Birden, apansız gitmenin sadeliğine ereceğim. Topyekün herşeyim gibi sade ve kırılganlığımda hayatımın başka türlü olamazdılığın yürek atışında ve kalp ağrısında...

El ve da...


Bu mektubu okuduğumda oldukça etkilenmiş ve şaşırmıştım. Nasıl olur da bir insan böyle kaleme alabilirdi hayatını ve belki sahteliklerin ardındaki gerçek hayatı. Ve nasıl hangi cesaretle isimsiz ve adressiz olarak ve hiç tanımadığı bir adrese gönderebiliyordu. Tatilden yeni dönmüştüm. Henüz üstümden atamamıştım yine de gerginliğimi. İşyerimden arkadaşlar daha ne kadar dayanabileceğimi bu işin artık böyle çözülmeyecegini anlamam gerektiğine ikna edip kafamı toplamam için tatile çikmam gerektiğini kafama yerleştirdiler. Ertesi gün hemen biletimi alıp ne kadar uzağa gidebilirsem gittim. Japonlara hep bir önyargim vardı ta ki hobi olsun diye gramer bilgimi arttırmak için gittiğim dil kursunda birebir onlarla tanışana kadar. Bu kadar sade yaşantıları ve erdemleri olan insanlar görmedim şimdiye kadar. Yuri kurs bittikten sonrada arasıra telefonla görüştüklerimden biri. Hemen oraya bir bilet aldım. Oda eşinden boşanmış kız çocuguyla ve işsiz ama yinede hayattan zevk alabildiği bir yaşam sürüyor. İki hafta az geldi. Biraz buruktuk ayrılırken. Karımın deniz kazasında ölmesinden bir yıl geçmesine rağmen hala kendimi toparlamamış olmam onu anlayışlı kılıyorsa da yinede halime üzüldügünü gizleyemiyordu. Onsekiz saatlik uçak yolculuğundan sonra kendimi zor attığım evime gelmiştim ve posta kutumdaki mektupların içinden bu adı sanı belli olmayan mektup gözüme ilişti. Kime gönderildiği de yazılmamıştı. Ve bu bir intihar mektubuydu sonradan ögrendigime göre. Karımın o gün kısa kestirdiği saçlarıyla ela bakan gülen gözleri ve en sevdiğim gülüşüyle çekilmis fotoğrafının önüne usulca indirip bir kaç gün öylece zarfından çıkarmadan bırakmıştım. Ta ki iş çıkışı Pedi ısrarla bir kadeh birşeyler içip benimle moralimi düzeltmek adına vakit geçirmeye niyetleninceye kadar. Geldiğimizde Tiger, sevgili karım Betty'nin sevimli köpeği bizi kapıda karşıladı. Bir duş almalıydım önce. Pedi birer kadeh buzlu viski hazırlayıp eskilerden bir bir plak taktı. Ve duştan çıktığımda oldukça şaşkın gözlerle elinde tuttuğu bir dosya kağıdına iyice kilitlenmişti, odaya girdiğimi duymadı bile. Pedi oldukça iyi bir insan olmasına rağmen başkalarının özel hayatlarına balıklamasına girmekten de kendini alamayan biriydi. Bu yaptığına şaşirmadım bu yüzden. Yine de tuhaf bir gerilimle hızla elinden aldım mektubu.

- Bunu okumaya hakkında yok Pedi. Benim bile değil bu mektup. Doğrusu kime ait olduğunu bile bilmiyorum. Yarın postaneye geri gönderecektim.
- İyi ama çok olağanüstü birşey bu, ve sen bunu açıp bir kez bile okumadınmı
- Hayır elbette okumadım. İlk gördüğümde banadır diye zarfı açıp sonra üstünde birine dair bir yazı görmeyince ve hayli yorgun olduğumdan orda bıraktım ve açmak hiç içimden gelmedi.
- Ama onun ne olduğunu bile görmeden üstelik üstünde isim yazmasada belki sana ait olabileceği gelmedimi aklına
- Hayır elbette onu düşünecek ve ilgilenecek bir psikolojide değilim Pedi biliyorsun. Ve şimdi nihayet içimizden biri onda neler olduğunu biliyorken söylermisin banamı?
- Bilmiyorum. Belki sanadır.
- Ne yani sonuna kadar okudun ve sende anlamadın kime olduğunu öylemi.
- Evet çünkü bu bir intihar mektubu ve sanıyorum hiçbir amacı olmadan öylesine birine gönderilmek üzere postalandı. Belki bunu yazan herkimse intihar bile etmedi. Biraz oyun oynamak istedi.
- Hmm. Şimdi baksam iyi olur. Nede olsa mektubun bekaretini bozmuş birileri oldu.

Mektubu bitirdiğimde yüreğimde bir sancı duydum. Sanki birileri artık bir seneden beri bana olan duyguları kaleme almıştı. Çok etkilenmiştim. Yine de belli etmedim ve zarfına yerleştirip hemen kaldırdım. Pedi'ye de bu konu hakkında tek kelime daha duymak istemediğimi söyleyerek müzik eşliğinde buzlu visiklerimizle iş yerinde dönen dolaplar üzerine konuştuk.

Pediyi geceyarısı yolculadıktan sonra dehşetle mektubu tekrar okumaya koyuldum. Ertesi gün hiç olmadığım kadar kararlı bir şekilde işe gittim ve istifamı verdim. Bankadaki paramla bir süre daha idare edebilirdim bu arada artık boğulduğum bir iş yapmaktansa kendimi zevk alacağım sade bir işe vermek daha iyiydi . Çünkü Betty'den sonra hayat sanki bir yerlerde dondurulmuştu benim için. Ve biraz içimi ısıtacak birşeylere ihtiyacım vardı. Önce kimliksiz yazarın peşine düştüm. Tabi bu kolay olmadı. Hangi postaneden atıldığını kontrol ettim. Dortmund'tan atılmış mektup. Arabama atlayıp Dortmund'a gittim. Birkaç eski arkadaşimdan yardım istedim izini bulmak için. Tabi gizli tutarak nedenleri. Sonunda Eisenerden atıldığını buldum. Ve yaklaşik bir ayımı polis kayıtlarını ve hastane kayıtlarıyla adli vakaları incelemekle geçirdim. Cinayet ve hastalıktan ölme vakalarını eledikten sonra onsekiz adet ilginç vaka kalıyordu elimde. Bunlardan üçü kaybolduktan haftalar sonra ölü bulunan kişilere, aşirı hızdan trafik kazasında ölenlere, ikisi kendini asarak ölenlere, üçü de aşirı dozda eroinle altın vuruş yaparak ölenlere aitti. Tek tek bu kişilerin evlerini ziyaret ettim. Bu çok acı veren birşeydi. Ne de olsa yaklaşık iki ay önce ölmüş olan yakınları hakkında onlarla konuşmaya giden bir yabancıydım. Ne polistim ne doktor nede bir arkadaşlarıydım. Bir kaçına ulaşamadım. Şehri terketmişlerdi. Bir iki kişi de görüşmeyi reddetti. Bunları not edip daha sonra bir çıkar yolunu bularak elimde kalanları eledikten sonra tekrar görüşmeyi deneyecektim. Kendini tavana asarak ölenler daha sonuca yakın gibi geldi. Nede olsa bu bir intihar yolu değilmiydi.

Kapıyı bembeyaz saçlı, seksen yaşlarında bastonla yürüyebilen bir kadın açtı. İçeriden genzi yakan tuhaf acımtrak bir koku insanın yüzüne vuruyordu hemen. Beni oldukça nazik karşıladı. Hemen konuya giremedim. Birer kahve içtik önce. Sonra bana;
- onun arkadaşimısınız diye sordu
- ... cevap veremeden ağlamaya başladı
- Niçin böyle yaptığına hala bir anlam veremiyorum. Ona herşeyi sunmuştuk. Onun böyle bir yol seçmesi için hiçbir neden yoktu. Tamam yemek soğuk olunca asabileştiğini bile bile o gelmeden ısıtıp geldiğinde de yatmış olduğumdan yemekleri soğuk soğuk yemesine sebep oluyordum ama yine de arkadaşlarıyla görüşmesine mani olmuyordum. Onca aylak ve serseri olmalarına rağmen torunumun arkadaşlarına bu halimle elimden gelen nezaketi gösteriyordum. Neden anlamıyorum . Bir neden göremiyorum.

Biraz soluklanıp ve gözlüklerinin ardından gözyaşlarını kurulayarak

- Yalnız evladım sizi daha önce hiç görmedim yanında. Son zamanki arkadaşlarından birimiydiniz?
- Hayır

Ağır aksak kalkıp eski bir dolaptan bir kağıt parçasıyla döndü ve durdu önümde.

- Bak evladım bunu yazıp bırakmış. Hiç anlamıyorum. Hala sorup duruyorum nerde yanlış yaptığımı. Annesi öldügünden beri ona ben baktım. Annesi o daha üç yaşindayken öldü.

Mektubu işaret edip.

- Bakmama izin verirmisiniz? diye çekinerek sordum

Mektubu bana uzatırken yaptığım işten şu yaşlı kadını soktuğum bu halden ve herşeyden rezilce tiksindim. Tabi önce kendimden. Serserice ve argo bir ağızla hayatına girmiş herkese küfürler yağdıran bir mektup yazılmıştı. Aletinin küçüklüğünden duyduğu utançtan ve kız arkadaşi Amelie'nin seksinden zevk alamaması yüzünden onu kasap bıçağıyla öldürerek derisini yüzdüğü bir köpeğin içine doldurmaktan ve nice iğrenç şeyden daha bahsediyordu. Ananne senin ...mını ..keyim diye bitiriyordu.

Tek başına bu korkunç ve ürpertici havada soluklanarak yaşayan yaşlı kadının ısrarlarına rağmen daha fazla kalamayıp hemen sıkıntıyla ve utançla terkettim orayı. Diğer kendini asarak intihar eden kişinin evini bulduğumda oldukça geç olmuştu. Bir otel bulup hemen yatağa attım kendimi. Biraz dinlenmeden devam edemezdim. Sabah kalktığımda hala bir aydan beri karşıma çıkan ve hayatımda hiç görmeğim yaşamlara girmiş olmanın ve bunların yarattığı allak bullaklıkla nasıl başedebildiğime şaşarken ve yine de hala umutla not defterimi karıştırdım. Odamda kahvaltı ettikten sonra diğer vakanın evine gittim. Oldukça sapa bir yerdeydi. Zile iki kere basmama rağmen kapı açılmamıştı. Üçüncüye basarken kapıda iki kız çocuguyla genç bir kadın karşiladı beni.
Başta eve almak istemedi. Oldukça korkuyordu. Gözlerinde hep bir dalgınlık ve endişe vardı. Onu zarar vermek için gelmediğime ikna edebilecek cümleler arıyordum. Üstümü arattırdı çocuklarina elinde başıma doğrulttuğu silahla. Bir parça giysiyle holde öylece kıpırtısız duruyordum.
Kızlardan biri

- Anne, temiz deyince kadın rahatladı. Silahı indirmeden tek parça kalan donumu da indirdi.
Küçük kız hemen bağırdı
- Ne kadar korkunç şey bu anne

Kadın heryerimi tekrar yokladı saç aralarımda yada hayalarımda sakladığım mikroskobik bir biyolojik silahmı arıyordu bilmiyorum. Yinede buradan sağ çikabilmek umuduyla ve kahvemi içerken bile doğrultulmuş bir silaha konuşmak insanı oldukça geriyordu. Kadın gerçek anlamda bir paranoyaktı ve bu gidişle şizofrende olabilirdi. Çocuklarin da pek sağlıklı olduğu söylenemezdi zira küçük kız çikarken aletime saldırıp avaz avaz
- Anne ben yine görmek istiyorum diye ağlamaya başladı.

Kapının dışına adım atar atmaz koşarak arabama bindim ve son hızla uzaklaştım oradan. Kocası intihar etmeden önce korkunç bir kavga geçmiş aralarında. Bunu çocuklar anlattı. Adamın yüzbin Euro kumar borcu varmış. Herkes yattıktan sonra kendini çatı katında bir çamaşır ipiyle asmış. Ve beni ikna eden tek şey adamın gerçekten okuma yazma bilmemesi. Hayatını kumar oynayarak geçirmiş biri. Ve kadın da beni kumar hayatından borcu olan biriyimdir ve onları öldürmeye geldim sanarak onca tedirgin ve isterikti.

Kafamı toparlamam lazımdı. Elimdeki verilerle hiçbiryere varamıyordum. Kendimde altın vuruştan ölenlerin aileleriyle görüştükten sonra bakalım geri dönüp görüşemediklerimle görüşme gücü bulabilecekmiydim. Vazgeçmek en iyisiydi aslında. Hiç yoktan bir yola girdim ve dönemiyorum. Bu saçmalık. Hem birinin eşşek şakasıda olabilir bu Pedinin dediği gibi. Neden olmasın. Neden bu kadar ciddiye aldım. Neden Betty'nin acısıyla sürdüğüm hayalet hayatımı bırakıp bu tozlu kasabada hiç bilmediğim hayatların ve ölümlerin içine burnumu sokmaya kalkıştım. İşimden de istifa ettim. Şu halimi bir görseler. Acırlar mı, gülerler mi..? Hayır ama artık dönemem. En azından şu işi bir şakadan ibarette olsa bir hiç uğruna vaktimi tükettiğimi bile bilsem çözmeliyim. Günün ilk ışıklarıyla Eiseiner'daki uyuşturucu batağına varmıştım. Kapıyı açan olmadı. Beş on dakika beklerken bir sigara içtim. Hava soğuktu üsütmüs olmalıyım hapşirdım. Arkadan bir ses;
- Sağlıklı yaşayın diyerek beni ürkütüp daha sonra kapıdan çekilmemi isteyerek anahtarlarını çıkarıp açtı kapıyı. Arkasında bir genç kızla ellerindeki torbaları özenle içeri yerleştirdiler. Kapıda bekliyordum. Kimi aradığımı sordular. Derdimi usanmış bir şekilde anlattıktan sonra, buyur edildim ve her gittiğim yerde içtiğim kahvelerden tıkanmış olmaktan bir papatya çayi istedim. Mutfakta ve diğer odalarda aldıkları eşyaları yerlerine yerleştirirlerken kısık sesle konuştuklarını işittim. Yine de duyamadım ne konuştuklarını. Belki yine bir silahla karşima çikan deliler evinden birine gelmiştim yada burda beni öldürseler kimsenin haberi bile olmayacak bir psikopatlar deliğinde tıkalı kalmıştım . Belirsizlikler içinde beklerken genç kız elinde kırmızı şarapla içeri girdi. Papatya çayımız yok ama severseniz kırmızı şarap soğuk algınlığınıza da iyi gelebilir diyerek elindeki bardağı uzattı. Tereddütsüz aldım ve bir dikişte içmek gibi bir aptallık ettim. Midem boştu ve fena halde çarptı bu içirdikleri kırmızı şaraptan başka tadı herşeye benzeyen içecek. Birkaç bardaktan sonra konuşamayacak hale gelmiştim. Bununla birlikte bulunduğum ortamda kimi aradağım dışında bana soru sorulmamış ve ordan burdan konuşarak geçmişti. Konuya bile girme fırsatı bulmadan, kendimi banyoda, kapıda karşilandığım genç çocuk tarafından kusturulurken buldum. Düştüğüm durumun farkına vardığımda utançtan yüzüm kızararak kendimi kapıya attım. İzin vermediler. Koltuğa yatırıp üstüme bir battaniye örttüler. Öyle rahat ve içtendiler ki, kendimi ancak evimde böyle rahat hissedebilirdim. Benim kimin nesi olduğumu bile bilmeden nasıl böyle rahat olabilirlerdi hem. Gece yarısı uyandığımda başım zonkluyordu ve üst kattan sesler geliyordu. Sessiz olmaya çalisarak duymaya çabaladim. Merdivenlere doğru yürüdüm. Heryer karanlık olmasına rağmen basamakların hangi yönde olduğunun aklımda kalmış olmasına hiç bu kadar sevinmemiştim. Bir kaç basamak çiktiktan sonra kızın sesini net olarak duyabildim;

- Ailesinden biri olmayacağı ne malum. Hem belki kızlarının ölümünden bizi sorumlu tutacak. Düşünsene başimızın ne kadar belaya girebileceğini.
- Saçmala Kristin, Güzin'in ailesinin olmadığını annesi onu doğururken öldükten sonra babasının intihar ettiğini hiçbir akrabasının onu sahiplenmediğini ve Türkiyede Aziz Nesin Vakfının onu büyüttüğünü buralara ne şartlarda geldiğini sende biliyorsun.
- Ama belki yıllar sonra bir akrabası zavallı kızın izini bulmak için buralara gelmiş olamaz mı? Belki buralarda bir akrabası vardı. Hem Almanyada ne kadarda çok Türk var diyen sen değilmiydin. Onun İstanbulda ki çok sevdiği bir iki dostu vardı. Onlardan biridir hem ailesi değilse bile. Ve o zaman buda açıklayamayacağımız bir sorun yumağı çikarir ortaya. Artık sıkıldım bu tür şeylerden. Sakin ve dingin bir yaşam istiyorum. Sadece ikimiz.
- Neden olmasın
- Aşağıda yatan bir yabancı yüzünden mesela olmayabilir. Yine biz binlerce sorunun içine girebiliriz. Hatta onların katili olarak suçlanırsak hapislerde çürürüz. Hayır istemiyorum bunu. Derhal onu uyandırıp herşeyi neden burda olduğunu sormak istiyorum. Neden evimize geldiğini neden kimi aradığını bilmediğini sadece eroinden ölmüs birini diyebildiğini, polismi dedektifmi olduğunu herşeyi ögrenmek istiyorum. Belki de hiç olmadığını sandığımız akrabalarından biri yada çok sevdiği bir dostunun peşimize taktığı bir dedektiftir.
- Sakinleş biraz Kristin. Sabah kahvaltıdan sonra herşeyi sorarız. Sabırlı olmayı ögren.
- Sabır mı dedin. Sabır mı? Bana nasıl bunu söylersin. Evlenmek için yedi senedir sabrediyorum. Tamam evlenmeyi artık düşünmüyorum yada bu şekildede gideceğine kendimi ayarladım ama ya diğerleri, beni defalarca aldatmana ve bir türlü kötü alışkanlıklarını bırakmamana sabretmem, devletten aldığımız yardımı bu kadar rezil şeylere harcamana göz yummam ve bu yaşantıya sabretmem ne oluyor peki. Hayır hayır bana sabırdan bahsetme Larry.
- Peki haklı olduğun konular var diyelim. Yinede ne bekliyorsun, yani aşağı gidip adamın yakasına yapışıp seni orospu çocugu derdin ne neyin peşindesin öt bakalım diye boğazını sıkıp orada öldüreyim mi. Ne bekliyorsun?

Sesleri duymam zor olduğundan bir basamak daha çıktım. Tabi basamaktaki süs saksılardan biri devrilene kadar kendimi hala vaktimin olduğuna inandırmıştım bir an önce kaçıp gündüz vakti ve adamakıllı herşeyi anlatmak üzere döneceğime. Yinede başarılı olamamıştım. Işiklar yakıldı. Ve genç adam önde kız arkasında aşağı inerlerken;
- Su almak için uyanmıştım. Karanlıkta önümü göremediğimden... şeklinde zırvalamam bitmeden aksi bir bakış attılar birbirlerine. Ve çok istenilen oldu.
İndiler ve konuşmaya başlamak için kız bana suyumu getirdi. Susamamı inandırıcı bulmadığı suyu uzatışından belliydi. Ben hemen sözü alıp tartışmalarına sebep olmayacak şekilde hikayemi anlattım. Karım Betty'i Tiger'i, işimi, Japonya seyehatimi, mektubu ve istifamı. Ve bu zamana kadar başima gelenleri.
Onlarda dört arkadaş yaşadıkları zamanı herbirinin hayatını ve yaşam şekillerini özetlediler. Hemen hergün üniversiteden aylak serseri her tipten ve yaşayıştan arkadaşlarıyla verdikleri partileri, hepsinin uyuşturucu kullandığını ve ev ardaşları Stief ve Güzinin çok iyi anlaştıklarını ve hiç bir işi yalnız yapmadıklarını ölüme bile birlikte gittiklerini anlattılar. Stief'in bir ailesi vardı. Stief'in ailesine ve Kristinle Larry'e bıraktığı mektupta bir önceki günden herşeyi planladıklarını ve hayatlarında sadece intihar mektuplarının ayrı olacağını yazdığını söylediler. Larry heryeri aramalarına rağmen ne polisin nede kendilerinin bir intihar mektubuna rastlamamalırından dolayı Güzinin bırakmak istediği bir mektup bile olmayacağına karar verip bunuda Stief'in mektubundan ayrı bir mektup yazmak istememesinden yazmadığına karar verip konuyu kapattıklarını düşündüğünü söyledi. Evet olay oldukça ilginçti. Stief aileisine verilmesi üzerine bıraktığı mektupta onları reddettiğini ve sadece bu mektupla yetinmeleri gerektiğini, katolik bir ailesi olduğundan inançlarının köklülüğünden yararlanarak kendisi bir ateist olmasına rağmen cenazesine gelmemelerini söylemiş. Ailesi göz yaşları içersinde bunları bize bildirirken, elimizden gelen birşey yok, oğlunuzun son isteğine saygı duyun demekten başka çaremiz yoktu. Güzininse her zaman içtikten sonraları ölürsem Stiefle aynı yere gömülmek isterim. Altlı üstlü. Ama ben üstte olmalıyım. Derinlik korkum var biliyorsun Stief diye şakalaşip kahkahalarla güldüğünü çok duymuştuk. Bu yüzden böyle yaptık. -diye özetledikleri olay kafamı karıştırmıştı yinede.

Duyduklarım beni dehşete düşürmüştü. Tüylerim ürpererek, aradığım kişi olabileceğini bir yandan hiçte istemeyerek bilmek istiyordum. Çekinerek ve titrek bir tonda;
-Ona ait bir el yazısı görmem mümkün mü diye sordum
Kristin hemen yukarı çikti. Oda heyecanlanmış gibiydi. Larry üzüntüyle arkadaşlarına ait herşeyi kolileyip bodruma kaldırdıklarını yalnız Kristinin Güzin'e olan aşirı sevgisinden ve hala ölümünü kabullenememesinden belki birşey bulurum diye kaldırmadığı birkaç günlüğü sakladığından ve muhtemelen onları getireceğinden bahsetti. Sıkıntı ve heyecan karışımı hayatımda duymadığım bir hisle orada oturmuş dalgın beklerken cebimden mektubu çıkardım. Kristin gözlerinde yaşlarla geldiğinde mektuba dalmıştım. Rasgele bir sayfasını açtım ve mektubu diğer sayfasında tutarak karşılaştırdım sonra başka sayfalara önden arkadan ortadan rastgele karşılaştırdım. Hepsinde de dikkati çeken bazen sağa yatık, bazen sola yatık, bazen dikine , kiminde yuvarlak kiminde keskin hatlarla yazmış olması, tıpkı elimde buruşmuş mektuptaki gibi. Uzun süre susarak oturduk. Evet haftalardan beri çözmek istediğim şeyi çözebilmistim, üstelik daha aylar süreceğini düşünürken. Şimdi ne olacak peki. Niye böyle bir uğraşın içine girmiştim. Neydi beni tüm bunlara iten şey. Burda bitmesi mi gerekiyordu, hemen ordan uzaklaşip bir daha dönmemecesine gitmem mi gerekiyordu. Yine de öyle yapamadım. Otelimi, telefon numaramı bırakıp bir iki günlüğüne Güzin'in günlüklerini okumama izin vermelerini istedim. Bir güven vermiş olmalıydım ki, sorun çikarmadilar. Kristin hala mektubu okuyordu ben kapıdayken. Sizde kalabilir nede olsa ben sizden daha yabancıyım mektuba yine de bir fotokopisini alacağım geldiğimde. Perşembeye görüşmek üzere deyip çıktım. Hava ayazdı ve o gece otele gitmedim. Arabamla gezdim bilmediğim yerleri. Salaş bir restorantta üç bira içip patetes kızartması yedim. Betty'in fotoğrafına bakıp göz yaşlarımı gören garson kız halime acıdığındanmıdır bilmem bana bir bira daha ısmarladı. Karşıma geçip biraz sohbet etti. Dükkanda benden başka kimse yoktu. Dertlerimden kurtulmak istiyorsam başkalarının dertlerine katık olmam gerektiğini onların izini sürmem gerektiğini söyledi. Ben tek kelime etmedim. Sürekli konuştu. Buraya içkiçi kocasının dayaklarından usandığı için karın tokluğuna gelip çalistığını. Aldığı parayı yine de kuruşu kuruşuna kocasına vermek zorunda olduğunu yoksa buraya gelip rezillik çıkarıp onu zorla eve götürdükten sonra acımasızca dövdüğünü anlattı. Buranın sahipleri iki yaşlı çiftse olanlardan rahatsız değildi. Az paraya harıl harıl çalisan bir garsonu kim istemezdi. Üstelik küçük bir yer başka birine ihtiyaçları da olmuyordu, öglen işçilerin yemek saatleri dışında. Kadın annesinden babasından, alt komşuları Günter'in bir erkekle evlendiğinden onların nasıl çocuklari olacağına aklı ermediğinden çocuk sahibi olamadığı için kocasına duyduğu öfkeden, kocasının içki yüzünden kısır olduğundan ve buna benzer ne kadar ayrıntılı allahın cezası konu varsa herşeyden bahsetti. Gün doğmak üzereyken iri yarı bir adam girdi. Sarhoştu ve garson kadın hemen tezgahın arkasına geçti. Sipariş alacağını umarken, kavgaya başladılar. Adam boş bulunup bir yumruk attı kadına. Kadın ağrı içinde ağlayarak küfürler savurdu. Bir bira içti karşıma geçip salyalı gülerek. Moralimi bozan hangisiydi bilmeden, karısını dövmesi mi, bu salyalı gülüşü mü bilmeden bir yumrukta ben onun suratına geçirdim. Bu öyle bir rahatlamaydı ki, sanki yılların biriktirdiği bir öfkeyi hiç tanımadığım şu izbandut heriften alıyordum. Adamı yere yatırıp tekmelemeye, yumruklarımı daha sert vurmaya başladım. Kafasına gözüne savurduğum yumruklar ve hayalarına attığım tekmelerden olmalı dudaklarından süzülen kanla birlikte adam hareketsizleşmişti. Kadın dehşet içindeki gözleriyle tezgahın ardından bakarken Benimle ya şimdi gelirsin yada bir daha ağzını açmazsın dedim. Korkuyla başinı salladı sadece. Adamın nabzına baktım. Hala sapasağlamdı. Hırsla çıktım. Arabaya binecekken, Betty'nin fotoğrafını masada unutmuş olduğum geldi aklıma. Hemen geri döndüm. Fotoğrafı alıp hızla cebime koydum. Bu arada adamın cüssesinin yerinde olmadığını gördüm. Dükkan sahipleri üst kattaki evlerinden gelip adamı mutfağa taşımışlar ve yaralarını temizliyorlardı. Karısı elinde bir döner bıçağıyla tehtitler savuruyordu. Elinde küçük bir bavul vardı. Adamın suratını çizmisti ayrıca kanlar sızıyordu bıçak yarasından. Arkasına dönüp hızla koşacakken beni gördü.
-Size çok teşekkür ederim bayım. deyip o hızla uzaklaştı
Artık kimsenin yaşamına girmek yok diye kendimle konuşurken saat hayli geç olmuştu. Bir an önce otele gitmem, dinlenip şu günlükleri aldığım yere götürmem gerekiyordu. Artık birşey okumak istemiyordum. Ama öyle olmadı. Uzun derin bir uykudan sonra sabaha tuhaf bir dürtüyle günlükleri okumaya koyuldum. Hayattan bu kadar nefret eden bir kişi daha görmemiştim. Ama neydi bu hale getirebilecek şey bir insanı. Hiç bir yerde ailesizliğin canını yaktığı bir şey bulamadım yazılarında. Stief'ten çok bahsetmiş, evdeki olaylardan, Kristin ve Larry'den ot içmenin ne güzel bir nimet olduğundan dem vurup durmuş. Yine de karanlık ve izbe sokakları hayatımın diye belirttiği üzüntüsünün kaynağını ele verecek bir ipucu yok yazılarında. İntihar eden yada genç yaşta ölen yazarların hayat hikayelerini özetlemiş, notlar almış kimi yerinde. En sevdikleri Nilgün Marmara, Kanat Güner, Primo Levi, Oğuz Atay, Tezer Özlü ve Nietzsche. Ve tabi daha birkaç yazar.
Simgelerle anlaşmanın bir yolu olsa demiş 8 Mayıs başlıklı yazısında. Eğer öyle olsaydı bu kadar anlayamadığım bir dünya olmazdı ve beni bu kadar anlamayan bir dünya. Ne de olsa simgesiz yalın kelimelerin yozlaştırıp uzaklaştırdığı insancıklar kuşatmış etrafı ve kimsenin umurunda değil bir diğerini dinlemek. Yazık ki hep beraber yaşıyoruz. Teker teker değil...
Buna benzer ve mektubundaki uslupta yazılar. Ve ben aslında çok uzağında ve o kadar yakınındayken artık içinden çikamadığım noktada bıraktım bu esrarengiz kızın hayatına burnumu sokmayı. Ertesi gün günlükleri aldığım eve geldiğimde, yine kimse açmadı. Kapıda paspasın altında bir not vardı.
Kilisedeyiz.

En yakın kiliseye vardığımda orada bir düğün töreni oluyordu. Çok az davetli vardı. Davetlilere göz gezdirdim, aralarında yoklardı. Arkamı dönüp gidecekken, biri koluma girip beni içeri çekti. Gelindi bu. Ve Kristin'di. Larry'le hemen evlenmeye karar verip bunu geçiktirmemenin akıllıca olduğunu düşünmüşler. Peder Kristin'i çocuklugundan beri tanıdığından ve Larry'e olan sevgisini çok iyi bildiğinden hemen ertesi gün nikahlarını kılabileceğini söyleyince beni tamamen unuttuklarını ama yine de son anda biriyle kapıya benim için not bıraktıklarını söyledi heyecanla. Törene katılıp o mutlu anlarında yanlarında oldum, içimde bir huzur vardı nedenini bilmeden. Karşımda evlenen şu iki insandan mı Betty'nin ölümünden beri ilk defa kendimi affedebildiğimden mi bilmiyorum ama inanılmaz huzurluydum. Onlara Japonya'da bir balayı hediye edip evime kendimi attıktan ve artık bana oldukça büyük gelen iki odasını karanlık oda yaptıktan sonra rahat bir nefes aldım. Çünkü çocuklugumdan beri yapmak istediğim şey herşeyin fotoğrafını çekmekti. Gözlerimle çektiklerim aynı berraklıkta çıkmıyordu karşıma ve Güzin'in de dediği gibi ben de artık kadraja sığamayanları seviyorum. Ve onların peşinden gideceğim...

Gülsüm Karatag
Almanya


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,259,259,259,259,259,259,259,259,25
4 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


Mete Çağdaş

 Kahveci : Mete Çağdaş


  ŞEMSİYEM VAR AMA ISLANIR DİYE ALMIYORUM YANIMA !...

( Nasılsa açacak Güneş !.. )

Ben halen orada takıldım kaldım!..
Başbakan'ın, başbakan olmazdan önce bir terörist'in önünde diz çökmüş fotografını,
günlük bir gazetenin manşetin de gördüğüm o günden beri takıntılıyım!..
Dünya'nın aradığı Terörist Hikmetyar'ın,
İstanbul Fatih ilçesinde ve o meşhur çarşamba semtinde,
Recep Tayyip Erdoğan isimli Türk vatandaşı ile ne işi vardı acaba???
Yoksa, "Perşembe'nin geleceği Çarşamba'dan belli mi olmuştu o gün !.."
Ve bir takılı kaldığım nokta da;
Recep Tayyip Erdoğan'ın, bir partinin genel başkanı olarak,
tam da seçimler sonrası ve partisi iktidar, kendisi milletvekili bile değilken
ve de Ülkenin başbakanına randevu verilmez iken, ABD'ye davet edilmesi...
Beyaz sarayın oval ofisinde, yuvarlak işler mi döndü? takıldım kaldım işte !..
Sonra Recep Tayyip, niçin " Davam için papaz elbisesi bile giyerim" demişti???
Ayrıca, Papa'nın önünde saygı ile eğilen ( ! )Fethullah Gülen'in
ABD'deki iftar yemeğine niye katılmamıştı???
Bülent Arınç'ın değil de,
Niçin Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi için çaba harcadı???
Bu arada unutmadan, o meşhur terörist Hikmetyar nerede???
ABD onu kırmızı bültenle arıyordu.
Recep Tayyip'e oval ofiste o resim mi soruldu acaba?
Afganistan'lı bu terörist hikmet;
Çarşamba'dan arkadaşı Türkiye de Başbakan olunca, perşembe veya cuma aradı mı onu???
Apo içerde,saddam mezarda (!) Bin ladin ile hikmetyar nerede?
Recep Tayyip'in önlenilemeyen yükselişinin arkasındaki güç ne???
Ve bir soru daha : "Medya Recep Tayyip'i niye bu kadar çok sevdi acaba???"
Aydın Doğan ile birlikte tekelleşen medya da, kemikleşen o yağdanlıkcı yazar takımının
kadrolaşması da neyin nesi???
ABD elçiliğinde verilen kahvaltı da, en çok neyi konuştu davetliler kendi aralarında ve
CIA kaç kare fotograf aldı o kahvaltıdan???
Her cuma namazı sonrası yapılan Türban gösterilerine ne oldu?
Mini etekli kızla kol kola türbanlı kız fotografları da neyin nesi?
Dinler arası dialog nasıl sokuldu cemaat literatüsüne???
cafeterya da barlarda,türbanlı guruplar da neyin nesi son günlerde?
THKP-C öldü de HİZBULLAH nasıl kayboldu ortadan birden???
Milleti havaya sokan Kuzey Irak operasyonu ne oldu?
Nerde o bizim tarafın "Asarım,keserim havacıları???"
Recep Tayyip'in torunu ile Fethullah
ne zaman dönecekler acaba Türkiye'ye?
Off...Off...
Başım ağrıyor düşünmekten,Pat diye çatlayacak ortadan sanki...
" Hanım kalk,ağrı kesici ver..."
Dışarıda kara bulutlar sarmış her bir tarafı,gök gürültüsü
birde sağınak yağmur...
Şöyle bir yürüyeyim,iyi gelir belki!..
Şemsiyem var ama
ıslanır diye almayacağım yanıma
" Bilirsin ki her yağmurun arkası güneştir
Nasılsa açacaktır o güneş!... "


Mete Çağdaş
mettecagdas@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,438,438,438,438,438,438,438,43
7 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Dost Meclisi


YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
Yorumlarınız için bekleriz.

Fotograf : Mete Çağdaş

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.800 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.


 


 Tadımlık Şiirler


Çetik

Renkli iplikleri ve beş şişiyle,
İlmek ilmek örerdi çetiğini,
Misafir gideceği ev sahibine...
Saatleri usul, divanın kenarında,
Pencereden bakarak geçerdi...

Sabah kahvesini yarım saatte içer,
Kahve telvesinde
Gelecek anları müjdelerdi,
Misafirlerine...

Pencerelerinde yapraktan yetiştirdiği
Afrika menekşeleri...
Ördüğü çetiklerin renklerini
Onlardan kopya ederdi...

Nohut oda bakla sofa evinde,
İki divan, üç sandalye, bir masa...
Televizyonunun örtüsü danteldi.
Küçük tabaklarında çinko tenceresinde pişirdiği,
Yemeklerini yerdi.
En çok patlıcanı severdi...

Divanında bir ayağı kıvrılmış oturur,
Beş şişiyle imzasını atardı...
Gittiği her eve hediye götürmek ve
Kış ile hatırlanmak üzere...
Avuçlarıyla, üşüyen ayaklarla birlikte,
Yürekleri de kavrardı...

Aslı Sarıoğlu

Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Bulmaca - Sudoku






SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.



Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Biraz Gülümseyin






KMTV Sunar...

 


 Kıraathane Panosu


ben.sen.o@kahveciyiz.com

Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 5 GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.

Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.






Merih Günay'ın "Martıların Düğünü" adlı ikinci öykü kitabı yayınlandı. h@vuz yayınları arasından çıkan kitap, Ankara: Dipnot, Arkadaş, Turhan, Bilimsanat, İmge ve Dost Kitabevleri yanısıra Net Kitabevleri'nden ve www.kitapyurdu.com sitesinden de temin edilebilir.






İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr


 


Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Babalığınızla öğünüyorsanız kendinize şunu sorun: "Çocuğumla ne kadar süre geçiriyorum?" İngiltere'de bu süre günde 15 dakika... ABD'de ise daha da vahim: 40 saniye... http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=1499 Hayata geç kalmayın ya da nefes almayı akıl ettiğinizde suyun dibine batmış olmayın.

Bilgisayarınız için muhteşem duvar kağıtları isteyenler için sağlam bir kaynak http://www.socksoff.co.uk ve hatta kaynakların kaynağı. Resim arşivine bakınca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

...Renklerin oluşumunun en son aşaması insan beyinde gerçekleşir. Gözdeki sinir hücreleri elektrik sinyaline dönüştürülen görüntüleri beyne iletir ve dış dünyada gördüğümüz her şey beyindeki görme merkezinde algılanır. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=58012 Beynimizde cisimlerden gelen elektrik sinyalleri deşifre edilmekte ve cisimlerin renkleri ve diğer bütün özellikleri algılar şeklinde oluşmaktadır...

Göz yanılması mı yoksa gif animasyon oyunu mu? http://www.webhocam.net/Konuizle.asp?t=15984 Bakın bakalım anlayabilecekmisiniz?

 


 Damak tadınıza uygun kahveler






http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Gom Player Version 2.1.8.3683 / Windows / 4.48 MB http://www.gomplayer.com/down/GOMPLAYERENBETASETUP.EXE
Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

 


KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
KM-abone-unsubscribe@googlegroups.com
(Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
E-posta:


Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


Kahve Molası MS Internet Explorer 5.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - 2002-07©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

 






Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM




Mia pista apo fosforo - Haris Alexiou









Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20071205.asp
ISSN: 1303-8923
5 Aralık 2007 - ©2002/07-kmarsiv.com