|
|
|
24 Aralık 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bakmak ve Görmek!.. |
İyi haftalar,
Kısa tatilin sonuna geldik hayırlısıyla. Giderayak kurbanları ele almıştık, yanılmadığımızı anladık. Alınan onca "sözde" önleme, uyarıya rağmen iki ayaklı kurbanların beyinlerinde en ufak bir gelişme olmadığı ortaya çıktı. Yol kenarında vince asılmış boğa bıçaklayan "laf ola beri gele" din kardeşlerimiz, parasını ödeyip kesimi yasal hale getirmeyi bile becerdiler. Bunu dinle imanla açıklamaya kalkan herkesle tartışmaya hazırım. Lami cimi yok, bugün elimde yetki olsun kurban kesimini külliyen yasaklarım. Amaç sokak arasında sucuk yapmaksa amenna, yok ibadet edip sevap kazanmaksa o zaman orada dur, şöyle bir düşün, sonra gereğini yap. Gereğini de dinimiz zaten söylemiş, verirsin vekaletini, keser kurbanını bir bilen, sonra dağıtır muhtaca. Neyse...
Dün Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın yobazlarca katledilişinin 77. yıldönümüydü. 77 yıldır anılan bu kara günün bir tek özelliği var. O da rejim düşmanlığının o gün için vardığı noktayı işaret etmesi. Tabi ki hassasiyetlerin farklı oluşu, henüz kuruluşunun üzerinden sadece 7 yıl geçmiş bir Cumhuriyet'in ve halen hayatta olan Atatürk'ün dirayeti ile olay o haliyle kalıyor. Ama aradan geçen yıllar boyunca köprünün altından çok sular akıyor, Sivas'lar, Malatya'lar yaşanıyor ve bugünlere geliniyor. Bugün, laiklik yeniden tarif ediliyor, şeriat hükümleri Anayasa'ya, türban okula sokulmaya çalışılıyor. Ama ne halkta Cumhuriyeti 77 yıl önceki gibi savunacak ortak yürek ne de başta Atatürk gibi dirayetli bir lider var. Balık baştan kokmuş, başlar ayak, ayaklar baş olmuş. Ve ne yazık ki etraf işin ciddiyetini hâlâ kavrayamamış tatlı su demokratlarından geçilmiyor. Önümüzde yerel seçimler var. %47 ile ülkeyi yönetenler %50 ile yerel yönetimleri de aldıklarında ben göreceğim onları. Alamazlar mı diyorsunuz? Diyorsanız şöyle bir etrafınıza bakın, bakmaya bakarsınız da görebilir misiniz bilmem. Hoş biz bakmaya, şansa görmeye devam ederken birileri yukarıdaki gibi okulları inşa ediyor bile. Allah beterinden korusun. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
Parmaklardaki O Ruhsuz Yara
Hesap gününde zor bir soruya, yetersiz bir cevap olarak okunması üzere…
Sabah uyanıp asansörün kapısına gelene kadar içerisinden geçtiğim hızlı dünyanın farkında olmadığım gibi, o yaşlı kadının da farkında değildim...
Randevu, işler ve onların etrafında dönen detayların dışında kalan hiçbir şeyin farkında olmadığım gibi, o yaşlı kadının benimle birlikte asansör beklediğine dikkat etmemiştim…
Bugün yaşlı bir kadını asansöre binerken elimle hafifçe ittim...
Evet, işyerine çıkmak için beklediğim asansöre binerken, yaşlı bir kadını elimle hafifçe ittim...
Vakti geçmek üzere olan randevum ve bitirilmeyi bekleyen işlerim için, onu asansörün içine doğru, farkında olmadan, hafifçe ittim...
Elim, bir an, istemeden, onun omzuna hafifçe değdi...
Gecikmek üzere olan randevum, hissiz bir yasa gibi yönetti ellerimi...
Hatırlıyorum, ona sevgi ve öfkenin karışımı bir dokunuşla dokundum. Hatırlıyorum, ona iyilik ve kötülüğün yan yana yarıştığı bir dokunuş ile dokundum... Hatırlıyorum, ona dünya hayatı gibi dokundum; onu boşluğa doğru itmek için, ona sevgimi gösterdiğim zamanı seçtim…
Parmaklarımda şüphesiz bir iyilik vardı... Onun yürümesine destek olmak içindi bu iyilik… Parmaklarımda bir kötülük de buldum…
Durması gereken yeri biraz geçmiş bir dokunuşta gördüm o kötülüğü…
Durması gereken yerden biraz daha ilerde, kendi ritmini çok az geçmiş bir dokunuşta gördüm…
Dokunuş, durması gereken durağı biraz geçmek istedi: Sadece bir nokta kadar…
Dokunuş, iyilik için başladı, sonra iyilik ile kötülük arasındaki görünmez çizgiye kadar yürüdü. Aradaki mesafeyi daralttı: Sadece bir nokta kadar…
Ve dokunuş, yükünü taşıyamayan bir sandal oldu; geciken randevuyu yüklendi, biriken işleri yüklendi, asansörün önünde bekleyen yaşlı bir kadını yüklendi, sadece bir nokta kadar ileriye geçtiği için, iyilik yerine kötülük olmuş kendini yüklendi ve aniden batmaya başladı...
O ruhsuz talimat birden çıkageldi. Evet, o ruhsuz talimat… Yani geç kalınmış bir görüşme için yaşlı bir kadını hafifçe itme emri… İyilik kisvesi altında beynimden bir sinyal olarak yola çıktı… Ellerime yöneldi...
Bir an ne olduğunu anladım. Ama bu anlama, gidişatı durduramayacağımın göstergesiydi aslında.
Yardım için omzuna hafifçe dokunduğum yaşlı kadını, asansörün içerisine doğru hafifçe itmekte olduğumu, faili bir başkasıymış gibi, uzaktan uzağa, onaylamadan, iç geçirerek, içimden ve tepki göstererek seyrettim...
Utançları hep sorular takip eder. O yaşlı kadını asansörün içine ittim ve beynimden ellerime ulaşan o ruhsuz sinyalin peşine sorularla düştüm… O ruhsuz sinyalin peşine gerçek cevaplarla düştüm…
Onu ittim, çünkü o yaşlı kadının işlerle ve randevularla bir ilgisi yoktu... Onu ittim, çünkü onun faturalarla, şirketlerle, kariyerlerle bir ilgisi yoktu...
Onu ittim, çünkü onu itsem bile diplomalarımı kıramaz, maaşlarımı iptal edemez, işime son veremezdi, zayıftı… Onu ittim, çünkü o, sektörlerle ve rekabetle örülü bu hayatın dışındaydı, fazladandı…
Onu ittim, çünkü o planlardan çok gerçeklere benziyordu.
Onu ittim, çünkü kendisi için acele edilmesi gereken şeylere benzemiyordu.
Onu ittim, çünkü sonsuza dek yaşamak yerine ölümü hatırlatıyordu.
Onu ittim, çünkü eğer onu hafifçe itmeseydim, sevgisi ve şefkati dışında bir şeyi kalmamış parmaklarımla, bu hayatta tırmanılması gereken yokuşlara tırmanamayacaktım…
Asansöre bindik, kapı kapandı.
Yüzünde hesap soran bir yavaşlık aradım... Bunu yapmadı…
Orada, asansörde, onun yüzünde kendisinin dışında bir kişinin daha olduğunu düşündürecek bir çizgi aradım… Eğer o çizgiyi bulabilseydim, onu hafifçe ittiğimi anlamadığını düşünecektim.
Kendi yüzümde ise sıradan bir sakinlik aradım… Eğer onu bulabilseydim, o masum sakinliği bulabilseydim, o kadını hafifçe itmediğime kendimi inandırabilirdim…
Yüzüm susmadı… Yüzü susmadı…
Bu suskunluk, içeride iyilik avcısı bir kötü bulunduğunu ele vermek içindi sanki.
Aslında ben, o yaşlı kadını asansörün içerisine iterken; içli duygularımı, samimiyetimi, masumiyetimi, onunla birlikte, bir süreliğine, kendi varlığımın dışına ittim...
Ben o yaşlı kadını asansörün içerisine iterken; yoksulları, şiirleri, dokunaklı şeyleri, sonradan bulup geri getirmekte çok zorlanacağım sonsuz bir boşluktan aşağıya attım... İnançlarımı, düşlerimi, heyecanlarımı dipsiz bir kuyuya attım.
Ben o yaşlı kadını iterken, tepki gösterdiğim insanların durumuna düştüm…
Ben o yaşlı kadını iterken, "öfkemin kaynağı aşırı sevgim" diyenlerin durumuna düştüm…
Ben o yaşlı kadını iterken, çocuklarının kalplerini kırarken, "senin geleceğini düşündüğüm için bunları söylüyorum, o yüzden böyle bağırıyorum" diyen babaların durumuna düştüm…
Ben o yaşlı kadını iterken iyilik ve kötülüğü bilmeden aynı tonda kullanan, iyilik peşindeki kötülerin durumuna düştüm…
Tıpkı onlar gibi, sevgi ve şefkat ile yardım etmek için eğildim ve sonra hiç ummadığı bir anda o yaşlı kadını asansörün içerisine, hafifçe ittim…
Ben o yaşlı kadını iterken, yaşamak için kendime, sektörlerden, diplomalardan, başarılardan, randevulardan ve işlerden meydana gelen bir şehir yaptım; duyguları ve gerçekleri o şehirden kapı dışarı ettim…
Ben o şefkatle yaklaştığım, şefkatle dokunduğum halde, randevuların, biriken işlerin, elimi tutup sadece bir nokta kadar ileriye götürmesi ile itmiş olduğum yaşlı kadından
Ben o iyilikle kötülüğün üzerimden birbiri ile yarışması yüzünden, tartıya gelmeyecek kadar olsa bile itmiş olduğum o yaşlı kadından, şimdi beni bağışlamasını diliyorum…
Şimdi parmaklarımdaki ruhsuz yaradan aniden hatırladığım yaşlı kadından, dokunaklı şeyler hatırına, beni ve bu şehre benzeyen yanlarımı bağışlamasını diliyorum.
Ömür Öztürk
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
CELAL ABİ
Bilgiyi üretenler vardır bir de bilginin bünye üzerindeki etkilerini anlatanlar. Bende birçoğu gibi ikinci gruptanım.
Geçtiğimiz hafta Gökhan İçöz diye bir öğretim üyesi ile tanıştım, tiyatro kökenli ama iletişim kuramları konusunda kendini yetiştirmiş.
Yeditepe üniversitesinde bu konuda dersler veriyormuş. Yaptığı ilginç tespitlerden bi tanesi de şuydu, "iletişim konusunda dibe vurmamış insanlara bişey anlatamadığımı farkettim, çünkü 20 li yaşların gençleri lay lay lom dönemindeler ve anlattığım şeyler onların akıl yaşlarına okadar uzakki, olay zeka mevzuu değil başka bişey, bu yüzden dersi mersi bıraktım, çünkü beni anlamıyorlar". Benim yorumumsa İletişim uzmanı duvarlara çarpabilir şeklinde...
Gökhan' dan epey şey öğrendiğimi söylemeliyim. Doğrusu epey kafa açıcı muhabbetlerdi. Anahtarlarını yanlış yerlerde aradığım onca kapının kısa sürede açılışına şaşarak tanık oldum. Bazen aylarca bir iki kelimeyi ararız ya. Kahrı bela iki kelimenin düzgün şekilde yanyana gelmiş halini..Hoş hala aranacak ve de bulunacak daha onlarca kelime vardır bu yürüyüşte yola devam için ve bizim nefeslenmemize yarayacak kelimeler.
işte buydu ya! dedirtecek kelimeler. Yüzlerce çöp bilginin yarattığı karmaşanın karanlığına ışık olacak kelimeler. Gökhanın anlattığı kavramlar, ego, özdeşleşme, ikilik yaratma ve bilinç, farkındalık üzerineydi. Doğrusu bana epeyce "iyi gelmişti".
Gelelim Celal abiye.... Şair. 50 - 55 yaşlarında.
Ve Celal abiyle konuşmanın kolay olmadığınıda. Celal abininde cebinde böyle "iyi gelen" kelimeleri vardır. İstemedimi asla kimseye vermediği. Ayrıca Celal abi konuşma konusunda da çok ketumdur. Onu kıvama getirmek için epey dil dökmeniz gerekir. Aslında dil dökmek değil de şov yapmanız gerekir desek daha doğru, bilgi şovu. Eğer onun aklındaki açılmamış kapıların anahtarlarndan birini ona vaat etmezseniz asla konuşturamazsınız. Yeni bir pırıltı yoksa ilk üç cümlenizde nafile çıpınışlar yaşarsınız sonrasında. Çünkü o aklıyla (vede bakışlarıyla da fazlasıyla belli ederekten) çoktaaaan oradan uzaklaşacaktır.
Bu Cumartesi Celal abiyi yakaladım. Vay Cüneyt cim naber yaptı. Tabi ben kaçırırmıyım fırsatı hemen çöktüm yanına. İlk sorusu en son hangi kitapları okuduğum oldu. Buket Uzuner'in "Gelibolu"sunu ve Turgut Özakman'ın "Şu çılgın Türkler"ini söyledim. Bir de Gökhan İçöz den öğrendiklerimi satayım dedim sonra, inanılmaz ilgisini çekti neyse sınavı geçmiştim...bana tanınan süre içerisinde eğer bir abukluk yapmaz ve tutarlılığımı devam ettirebilirsem anlatacağım herşeyi dinleyecekti. Ve bu arada birbirimizi görmeyeceğimiz günlerde oyalanacak kadar sihirli sözcük bile verecekti. Sanırım 45 dakika konuştuk. Niye bunları okuduğumu sordu. Bende savaştaki insan motivasyonunu sağlayan şeyin ne olduğuna fena halde kafayı taktığımı ve bunu bi parçada yakaladığımı söyledim. Oda Çanakkale savaşının aslında bir başarı olmadığını Resmi Türk tarih tezinin kendine bir kahramanlık yaratma hareketi sebebiyle bukadar abartıldığını söyledi. Uluslaşma süreci böyle abartıları severmiş. Tarih yaşandığı anda değil yazıldığı anda yaratılırmış. Ben de Celal abiye tarihin yazıcısından bağımsız olmayacağının farkında olduğumu ama bunun savaşan insanın motivasyonunu anlama mevzuuna hiçbir katkısı olamayacağını çünkü ikisinin farklı şeyler olduğunu söyledim. Celal abiye de biraz sıkılarak "Sen kendi gündemini anlatıyorsun ben sana başka bişey söylüyorum" deyiverdim... ve oh rahatladım. Oda yakaladı tabi cin gibidir....
"Cüneyt cim ara sıra gel de kelimelerimizi ortaklaştıralım. Konuşurken aynı kelimeleri kullanan insanlar daha kolay iletişim kurarlar..." dedi. Ben de; Kelimeler birer işçidir görevleri ise üzerlerine yükleneni söylenen hedefe taşımaktır.. dedim. Şairliğin kelimeleri kutsamak olabileceğini ama bilgi paylaşımında kategorinin artık farklı olması yüzünden işçiliğin kutsanmaması gerektiğini söyledim. (Ufaktan atıştık) Celal abiye önyargılarıyla düşünmenin ona hız kazandırabileceğini ama bir süre sonra bunun aynı zamanda körlük nedenide olabileceğini söyledim. Şimdi Sinirlendi demeyeceğim. Sonra cebim çaldı bi arkadaş arıyordu. Ve ben ilk defa Celal abinin yanında onun bana söyleyecek kelimeleri varken kalktım, ve.. bunun tadını da çıkarttım. Arkamdan bağırdı...Cüneyt cim bir dahaki sefere bukadar biriktirmeden gel.....
Savaştaki insan motivasyonunu sağlayan şeyin ne olduğu sorusu havada kalmıştı. Celal abi bile bu soru işaretinin çengelini yere indirememişti.
Peki cevabını bulamadığımız şeyleri nasıl yakalayacağız. Sanırım kendimiz cevabı yaratarak........ O yüzden İletişimci Gökhan İçöze dönüyorum yeniden.
Gökhan İçöz diyorki yaratıcılık özden(yani kendimiz olma halinden) gelir zeka ise ona sadece şekil verir. Zeka üzerinden bişey üretmeye çalışanlar sadece birbirlerinin benzeri şeyler üretirler...
Cevabı bulmak için uzaklara gitmiyor ve içime dönüyorum. Sanırım bişeyler de buluyorum.
Cevap şu; Şiddet insanın doğasında var. Ancak ortaya çıkması için vicdani bir kabulleniş gerekiyor. Bu kabullenişin içinde çok şeyler var.
Kendini koruma hakkı, vatanı koruma hakkı, dünyaya çeki düzen verme hakkı, direnme hakkı... İnanmayan bir de kendi içini yoklasın bana hak verecektir.
Bir defa "hak" kılıcı ile kuşanan karşı saflar oluştuktan sonra şiddet, savaşanların karşılıklı kanlı bir şarabı içip içip de sarhoş olmalarından başka nedir ki? Tarihin yapıcısı ne? Savaşlar yani şiddet, peki bilimin yapıcısı? Gene aynı..
Gene de sağolasın Celal Abi.
Cüneyt Şimşek
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Vurgunumda Gül Kokusu |
|
Gülün kokusu vardı, sana uzanan… Mesafedeki tek gerçekliğe mühürlü sevdamda bir serin aralık sabahı… Yağmurun tenimden sıyırıp götürdüğü geçmişin üzerine, bir yeniden doğuş şimdi sende zaman… Günahkâr dizelere vurgun bir soluk İzmir'de aşk. Prangalananışımın ardından 9 ay geçti. Ağrısıyla, tendeki izleri ve gönüldeki dokunuşlarıyla bir bebek ömrü… tanımadığım denizlerin engin sularında bir tanıdık nefes, beni sana bağlar. Vurguın yedim… Gözlerimden akan yaşlara kanlar karıştı. Yanıyor, yorgun yerimde ifadesini yitiren bir alev, kızıl çehreli…
Kavruldum ve sustum.
Sana yenik, sana vurgun…
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Gürkan Canpolat |
Islıkla Kaybolan Aşk Şarkısı
-Sanatçılara-
Sokak ortasında yürüyen Ali değil, onun bedeni idi. Ağzından çıkan ritimli ama sözsüz müzik onun ıslığıydı. Aklındaki unutamadığı aşk şarkısı, başlayınca ıslık çalmaya kaybolup gidiyordu. Kaç yıldır çözemedi nereye gittiğini bu aşk şarkısının, ortadan bir anda nasıl kaybolduğunu...
Sonra sahildeki (asıl adı kumsal ya) o ufacık kulübesine gitti. Boyutunun aksine üç kişiyi barındıran ve bir türlü belediye ekipleri tarafından yıkılamayan kulübe 15 yıl önce, patron saydıkları Kazım Baba tarafından bir gecede yapılmıştı. Kazım Baba sokaktaki karton ve kâğıtları toplayarak hayatını sürdüren ve 15 yıl önce taşı toprağı altındır diye İstanbul'a gelen bir Anadolu çocuğu idi. Yanına aldığı evsizleri de küçük kulübesinde karın tokluğuna çalıştırıp, iş hayatına emekli olmamaksızın devam ediyordu.
Ali de bu üç karın tokluğuna çalışan işçilerden biriydi. Aslında o hayattan umudunu kesmiş, hatıra sayılır bir maziye sahip olan bir beyin cerrahıydı. Ünlüydü beş yıl öncesine kadar, ama o yıl boyunca büyümeye direndiğini anladı; hayatın onu büyütmek için ne gibi çalımlarla geçmeye çalıştığını anladı. Hayat bu seferki çalımını Ali'ye âşık olacağı bir kadınla attı. Ve gene milyonda bir ihtimal vurmadı, top kaleye girip gol oldu...
Beş Yıl Önce
Bir hastasının acil olarak ameliyat edilmesi gerekiyordu, koşar adım ameliyathaneye yöneldi. Kadındı. Titreyen eller ile yardımcılarına işaretini verdi, ameliyat başladı. Başarılı geçen 3 saatlik ameliyat sonunda; yorgun ve düşünceli halde dinlenmeye gitti. Yorgunluğu titrek elinin düzeldikten sonra çektiği acıdandı, düşünceli hali ise ameliyat ettiği kadının ilkokuldaki sıra arkadaşı olduğu. Sınıfın en çalışkan, en güzel ve en çok baktığı kızı oydu. Çünkü onu seviyordu. O bilmese de, ona söylemese de çekindiğinden ya da kıyamadığından olsa gerek; onu seviyordu. Bilemezdi onun da kendisini sevebileceğini ya da tenezzül edeceğini kendisini. Bu sevgiyi bir şarkıyla kendince öğüttü. Bir aşk şarkısı seçti kendisine o günden sonra...
Odasında dinlenirken birden bir anons yapıldı; "Dr. Ali Yoğun Bakım Ünitesine" . Hızlıca oraya gitmeye başladı, bir şeyler ters gidiyordu bunu sezmişti. Kapıyı açtı ve içeri girdi. Yaşama döndürülmeye çalışılan bir hasta vardı yatağında. Hastanın başında bulunan yetkililerden sıyrılıp yatağa yaklaştı. Sendeledi, kollarından tuttu iki doktor. Bu o kadındı. Başarılı geçen bir ameliyatın ardından bu nasıl olmuştu? Dokunamadan ona, uzaklaştı oradan...
(…)
O günden beri, mesleğini bırakmış, Kazım Baba'nın yanında kalan biriydi. Sokağa çıkar yürür bazen, ıslık çalar; o zaman aklından silinmeyen o aşk şarkısı, ıslığın yankılarında kaybolur gider...
Gürkan Canpolat
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç OYUNCU SAVAŞ DİNÇEL YAŞAM PERDESİNİ KAPATTI |
|
Gün geçmiyor ki bir değerimiz ayrılmasın aramızdan. Alanlarında isim yapmış, ekol olmuş kişiler sararmış yapraklar misali bir bir dökülüyor hayat ağacından. Bu durum hayatın beklenen neticesi olsa da insanlar kolay kolay alışamıyor gidenlerin yokluğuna. Lakin zaman acıların üzerini küllerle örtüp yaşamın uzun bir süreç olduğunu ve devam ettiğini hatırlatıyor bize. Gidenler gelmiyor, gelenler vakti gelince bir 'elveda' bile diyemeden gidiyor.
Bir 'elveda' bile diyemeden aramızdan ayrılan Türk tiyatrosunun ve sinemasının büyük isimlerinden Savaş Dinçel, geride büyük bir boşluk bıraktı. Oyunculuğa İstanbul Şehir Tiyatrolarında başlayan Dinçel, Münir Özkul'la çalışarak ilk özel tiyatro deneyimini yaşadı. Kırk yılı aşkın bir zaman boyunca şehir tiyatrolarında sahne aldı. Rol aldığı tiyatro oyunlarının sayısını kendisi bile bilmezdi. Bugüne kadar pek çok televizyon yapımında ve filmde oynadı. Tiyatro, sahne ve perde onun için ekmek-su gibi doğal ihtiyaçlardandı. O, sadece oynamakla yetinmemiş, oyun metinleri yazmış, oyunlar da yönetmiştir.
1942 yılında İstanbul'da doğan Savaş Dinçel, tiyatro eğitimine İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde başlamıştı. Yani mektepliydi kendisi. Savaş Dinçel, güzel sanatların hepsini severdi. Resme karşı özel bir ilgisi vardı. Tiyatroya ayırdığı vaktin yarısını resme ayırsaydı bugün ülkemizin sayılı ressamlarından biri olabilirdi. Bu arada yaptığı karikatürlerde mizah ustalığını da ortaya koymuştur. İki karikatür sergisi açan Dinçel, ayrıca "Çizgilerle Nazım Hikmet" adlı bir çizgi roman hazırlamıştır.
Hayatın perdelerini indiren Savaş Dinçel, zaman içerisinde güzel yapımlarda rol alarak, hafızalarımızda yer etmişti. Son senelerde Ekmek Teknesi dizisindeki Fırıncı Nusret'i, Ağır Roman'daki Berber Ali'yi canlandırmıştı. Dincel, son dönemde "Sessiz Gemiler" dizisinde de rol almıştı. Oynadığı tiyatro oyunları arasında Yaprak Dökümü, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Godot'u Beklerken, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye, Keşanlı Ali Destanı, Vişne Bahçesi, Artiz Mektebi, Küçük Prens, Hamlet ilk akla gelenlerdir. Yazdığı oyunlar Uçurtmanın Kuyruğu, Gürültülü Patırtılı Bir Hikâye, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye adlarını taşır. Son yıllarda rol aldığı yapımlar arasında "Bir İhtimal Daha Var, Esir Kalpler, Eve Dönüş, Sevda Çiçeği, Ölümüne Sevdalar, Abdülhamit Düşerken, Üç İstanbul, Hababam Sınıfı Güle Güle, Sinekli Bakkal, İttihat ve Terakki, Azmi, Çemberler, Bizi Güldürenler" sayılabilir.
Ziya Öztan'ın yönetmenliğini üstlendiği "Kurtuluş" ve "Cumhuriyet" filmlerinde İsmet İnönü'yü canlandıran Dinçel, Ali Poyrazoğlu ve Münir Özkul ile birlikte çalıştı. Dinçel, "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" adlı filmdeki rolü ile Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneğinden (ÇASOD), Sinema Yazarları Derneğinden (SİYAD) ve 20. İstanbul Film Festivali kapsamında "En İyi Erkek Oyuncu" ödüllerini aldı. Yani bir rol ona üç ödül birden getirmişti.
Dinçel, bir sigara tiryakisiydi. Önemli bir ameliyat geçirmiş olmasına rağmen sigaradan vazgeçememişti. Belki ölümünü de bu sigara tiryakiliği beraberinde getirmişti.
Evinde geçirdiği iç kanama sonucu 20 Aralık 2007 tarihinde hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Savaş Dinçel'in cenazesi, Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde yapılan törenin ve Teşvikiye Camii'nde öğleyin kılınan namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.
Usta tiyatrocu ve sinema oyuncusu Savaş Dinçel'in, daha güzel yapımlarda rol alacakken, ani ölümü bütün sanatseverleri derinden üzmüştür. Zira böyle büyük ustalar nadir yetişiyor. Onların bıraktığı boşluklar öyle kolay kolay dolmuyor. O, her rolün hakkını fazlasıyla veren, kaprissiz, alçakgönüllü, konumunu bilen ve ona göre hareket eden bir sanatçıydı. Sanatın onurunu her şeyin üstünde tutardı. Mesleğine derin sevgisi ve saygısı vardı. Oynadığı oyunlarda ve filmlerde rol yapmaz, adeta olayı yaşardı. Verilmesi gereken mesajı ve duyguları başarıyla verirdi. Bu da onun büyümesine, halkın beğenisini kazanmasına zemin hazırlamıştır. Türk sineması eşine az rastlanır bir oyuncusunu kaybetmiştir. 65 yaşında aramızdan ayrılan Savaş Dinçel'e Allah'tan rahmet diliyoruz.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.800 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
GECELERİNİN KADINI
Uzak diyarlardan gel bana
Zambak kokusu eşliğinde
Buğday rengi tenini
Buluştur tenimle
Gözlerinin kahvelerinde
kaybolsam da
Bitmeyen bir gece de
Terk etmesin
Ellerin avuçlarımın içini
Ve tırnaklarınla kazı sevgini.
Gece karanlıktır
Yıldızların aşkları
Sevişmeleri
Ve bitmeyen kovalamaçları
Aydınlatır geceyi
Aşkın yasağında değil
Toprağın kızıllığında seviş benimle
Ne kadar masum görünse de inanma
Gökyüzü çılgındır
Bir yakar bütün sıcaklığıyla
Bir de yıkar büyüyen öfkesiyle
Tutkunun görkeminde
Sakın gökyüzüne benzeme
Öfkelerin üşütmesin vücudunun
Sıcak iklimini
Unutma geceleri
Unutma gecelerinin sahibini
Ateş kırmızısı bir kadının
Gecenin sarhoşluğunda ilerleyen
İlerlerken inleyen kundurası
Seslenir
Unutma geceleri
Unutma gecelerinin sahibini
Unutma
Ben gecelerinin kadını
Sevda Dağcı
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ben.sen.o@kahveciyiz.com
Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 5 GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.
Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.
Yazarlarımızın Kitapları
Merih Günay "Martıların Düğünü" |
Temirağa Demir "Her kardan Adam Olmaz"
|
Şadıman Şenbalkan "Şehit Analarımızın Çığlıkları" |
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Sadece perşembe günleri yayınlanan haftalık bir e-dergi http://lecool.com/cities/istanbul/newsletters/current.html Format olarak biraz sıra dışı ama tarzını seveceğinizi düşünüyorum. Üye olduğunuz takdirde her hafta perşembe günü mail adresinize gönderiliyor. Keyifle okuyabileceğinize inanıyorum.
http://www.jurnal.net/ Gazete okuma alışkanlığımızın azaldığı günümüzde haber alma kaynaklarınıza bu web sayfasını da ekleyebilirsiniz. Ama ne kadar zorlasanızda bilgisayarınız hala gazete gibi kokmuyor. Sayfa çevirirken kağıt sesi duymuyorsunuz, en fazla bir tıklama sesi o kadar. Elinize bulaşmayan mürekkep lekesini de unutmayın lütfen. Tabiki bunların hiç biri olmazsa olmazlarımız değil ama neyse...
http://www.falling-sand-game.com/ Bilgisayarınız ve internetiniz varsa ilginç oyunlar elinizin altında demektir. Bu web sayfasını verdiğim oyun, basit ve anlamsız görünse bile sınırları zorlayan hatta sinirleri geren bir oyun. Oyunu anlatmayacağım. Bir kaç denemeden sonra öğreneceğinize eminim.
http://www.oyunlar1.com/games.php?flash=1096 Malum yeni yıl geliyor. Bu web sayfasında da noel baba kızdırma oyununu oynayabilirsiniz.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.8.3683 / Windows / 4.48 MB http://www.gomplayer.com/down/GOMPLAYERENBETASETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|