|
|
|
5 Mart 2008 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Helal olsun size!.. |
Merhabalar,
Hiçbirimiz inanmadık ama gördük ki futbolcular ve Zico inanmış. Helal olsun hepsine. Bikini giyip tur atacaklara da çeyrek final kapak olsun. Ne mutlu Fenerbahçe'liyim diyene:-))
...
Tangır tungur Dengir bu sefer taa Amerika'dan takırdıyor. O efendi görünümünün altında meğer ne cevherler yatarmış ta haberimiz yokmuş. Hukuk kurallarını işine gelmediği süre içinden görmezden gelen, amma velakin gün dönüp bez popüler olunca, hukuku yorumlamaya çalışan nalıncı keseri bir hukukçu vekil, tangır tungur Dengir. Hazret, ABD'den "Gelin bakim, ne halt ediyorsanız bana bi anlatın hele." diyen Fetoconi Hoca'yı kıramamış, toplamış kendi gibileri tutmuş sözde bir üniversitenin konferansını. Yesinler o konferansı. Organizasyon Fetoconi, Konuşmacılar AKP vekilleri ve bir görevli Anayasa profesörü Özbudun. Türkiye'de kimsenin haberi olmayan bir taslak ABD de masaya yatırılmış, ırzına geçiliyor. Buna tek kelimeyle densizlik denir, densizlik. Hazırlarken tek bir adama bile sorma cesaretini gösteremeyen, görevlendirlen, ceplerine 3-5 kuruş konup otele kapatılanlarca hazırlanan bir taslak Amerika'da bir beyin yıkayıcı korkağın görüşlerine sunuluyor. Yazık bize gerçekten çok yazık.
Tangır tungur Bey, 5,5 yıllık iktidarları boyunca Anayasa'yı anlayamamış, bezi başımıza bağlamak için aldığı %47 oyu bile yeterli görmeyip yanına payanda almış, ama gel gelelim, laf ebeliğinden öteye gitmeyen anayasa değişikliğini Cumhurbaşkanları Gül imzalayınca birden beyni açılmış, içine nur dolmuş, Evreka Evreka diye hamamdan çıkıp koşmaya başlamış. Hani yaşı müsaade etse o halde üniversiteye bile girecek. Zira içinde kalmış, bakın ne diyor; "Nasıl girildiği belirtilmemişse her türlü girilebilir demektir .Yani ben şunu da soliyeyim çırılçıplak bile girilebilir şu anda ki anlayışa göre istersem çırılçıplak soyunur ve girerim." Şeytan diyor, çağır Denizli'nin AKP'li belediye başkanını, şuna bir "Çüş" çeksin. Ama çekemez, yoksa bir daha başkanlığı rüyasında görür. O terbiyesiz sadece bize "Çüş" çeker. Çek aslanım çek, seni tepecek eşek buluruz hiç kuşkun olmasın. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Dünyânın Çehresini Belirleyen Kadınlar |
|
İzlenme rekorlarını kıran Troy filmi pek çok şeyi tekrar düşünmemizi sağladı, bunlardan bir tânesi de: kadınların dünyânın çehresini belirlemedeki rolü..
Örneğin Heredotos Târihi'ne baktığımızda insanlık târihine damgasını vuran hemen her savaşta kadınların ayartıcı gücüne ilişkin birşeyler karşımıza çıkıyor..
Pascal da der ki: "bir aşkın sebebi veya sonucu olan bir şey tüm dünyânın gidişâtını değiştirebiliyor. Kleopatra'nın burnu daha kısa olsaydı, bugün bütün dünyânın çehresi başka türlü olurdu." (Düşünceler; syf: 79-80)
Oysa ki son birkaç asırdır hiçbir kadının ayartıcı gücü savaş çıkarmaya ve/veya durdurmaya yetmiyor..
Erkekler mi kendilerine hâkim olmaya başladı yoksa kadınlar mı bu güçlerini yitirdi?
Bilmem..
Medyada Pâris ile Truvalı Helen'le ilgili onlarca yazı çıktı da ortak insanlık târihine damgasını vuran aşk ve savaş hikâyelerinden hiçbirinin adı geçmiyor..
Geçenlerde Pascal'ın Düşünceler'ini tekrar okuyordum, demin aktardığım bu sözü târih bilgilerimi tâzelememe teşvik etti..
Hem üstelik bir de Troy filminin düşündürdükleri vardı ki bunlar küçük bir araştırma yapmamı sağladı..
Bakınız şu Kleopatra neler yapmış neler:
M.Ö. 51-30 yılları arasında hükümdarlık yapan ve kendisini güneş tanrısı Râ'nın kızı olarak kabûl ettiren Kleopatra M.Ö. 168'den bu yana Roma'ya bağlı Mısır'da babasının ölümü üzerine kardeşi XIII Ptolemaios'la birlikte tahta çıkar..
Ne var ki kısa bir zaman sonra aralarında iktidâr çekişmeleri başlar ve XIII. Ptolemaios, Kleopatra'yı tahtan uzaklaştırır..
Kleopatra da kadınlığını ve güzelliğini bir silâh olarak kullanarak o sırada İskenderiye'de bulunan Caesar'dan yardım ister..
Caesar'a babasının aslında kendisini tahtın vârisi olarak gösterdiğini, eğer tahta çıkarsa Roma ile Mısır'ın; Batı ile Doğu'nun birleşerek dev bir imparatorluğa dönüşebileceklerini söyler..
Caesar, Kleopatra'nın yardım talebine olumlu karşılık vererek ordularını toplayıp XIII. Ptolemaios'a savaş açar ve bu savaşı kazanır..
Sonra da Kleopatra'yı öbür kardeşi XIV. Ptolemaios'la birlikte tahta çıkarır..
Roma'ya döndüğünde Kleopatra, Caesar'dan Ptolemaios Caesar isimli bir erkek çocuk doğurur..
Bundan habersiz Caesar, Roma'da zafer kutlamalarıyla eğlenirken XIV. Ptolemaios'la birlikte Kleopatra da Roma'ya gelir ve ona çocuğu olduğunu bildirir..
Caesar onları sarayına yerleştirir, Venüs Genetris tapınağına Kleopatra'nın altından bir heykelini diktirtir ve hızla karısından ayrılarak Kleopatra'yla evlenir..
Caesar'ın M.Ö. 44'te rakipleri tarafından hunharca öldürülmesi üzerine Kleopatra kendi tahtını kaybedebileceği endişesine kapılır; Caesar gibi bir lîderin himâyesini artık kaybetmiştir..
Apar topar Mısır'a döner..
Bu sırada Roma'da bir iç savaş patlak verir, bu savaş on beş yıl kadar sürecektir..
Bu sıralarda Caesar'ın yasal vârisi olarak kabûl edilen Octavianus'un sağlık durumunun bozuk olduğu gerekçesiyle Marcus Antonius, Roma'nın lîderliğine soyunur..
Marcus Antonius ilk iş olarak Îran üzerine sefer düzenlemeyi plânlar, bunun için de zenginliğiyle ün salmış Mısır ülkesinin kraliçesi Kleopatra'dan yardım istemeyi tasarlar, bunları görüşmek üzere onu Tarsus'a çağırır..
Kleopatra, Romalılara karşı sürdürdüğü "özgürlük ve bağımsızlık" mücâdelesinde bu çağrıyı büyük bir fırsat olarak görür; onun siyâsî nüfûzundan yararlanmayı umar..
Marcus Antonius, Kleopatra karşısında büyülenir ve Îran seferi ile kendisine karşı ayaklanma girişiminde olan Octavianus'u unutarak İskenderiye'ye yerleşir; artık Kleopatra'ya deli gibi âşık olmuştur..
Bu üzerine Octavianus, Roma'yı Marcus Antonius aleyhine provoke eder..
Marcus Antonius, İskenderiye'de uzunca bir süre kaldıktan sonra Roma'ya döner ve Octavianus'la uzlaşmak umuduyla kardeşi Octavia'yla evlenir..
Kleopatra ise bunu duyar duymaz Marcus Antonius'un kendisini bir diyet ödemek zorunda bırakmasını fırsat bilerek bu durumdan nasıl yararlanabileceğinin hesaplarını yapmaya koyulur..
Marcus Antonius ise Romalıların gözünde kaybettiği îtîbârını geri kazanmak için yeniden Îran'a sefer düzenleme plânları yapar, mâlî destek için de yeniden Kleopatra'dan yardım istemek durumunda kalır ve İskenderiye'ye gelir..
Ancak Kleopatra'ya olan aşkı alevlenir ve Kleopatra'ya evlenme teklif eder..
Kleopatra da kadınlığını ve güzelliğini yine bir silâh olarak kullanarak Marcus Antonius'tan Mısır'ın kaybettiği toprakları; Suriye ile Lübnan'ı ve Herodes'in yönetiminde bulunan Eriha'yı diyet olarak ister..
Marcus Antonius ise Kleopatra için bunca topraktan vazgeçmeyi ve Herodes'i karşısına almayı kabûl etmez..
Bunun üzerine Kleopatra, oğlu Ptolemaios Caesar'ın, Caesar'ın yasal vârisi ilân edilmesini ister, Marcus Antonius ise bunu ancak Îran seferi dönüşünde yapabileceğini söyleyerek Kleopatra'ya güvence verir..
Ne var ki Kleopatra, Marcus Antonius'a bu sefer için kayda değer bir mâlî yardımda bulunmaz..
Îran seferi Marcus Antonius'a oldukça pahalıya mâl olur; ancak yine de o, bu seferi bir zafer gibi sunmayı başarır..
Îran seferi dönüşünde Marcus Antonius ile Kleopatra evlenir ve Ptolemaios Caesar, Caesar'ın yasal vârisi ilân edilir..
Bu durumu Octavianus ile kardeşi Octavia kendilerine yapılan bir hakâret olarak görür ve tüm Roma'yı bu ikiliye karşı ayaklandırır; Marcus Antonius, Roma topraklarını yabancı bir kadına vermekle suçlanır..
Bu olup bitenleri değerlendirmek için toplanan Senato da Marcus Antonius'a uzun süredir beklediği konsüllük görevini vermez ve Kleopatra'ya savaş açar..
Kısa bir süre sonra Marcus Antonius, Kleopatra ve Octavianus'un orduları karşılaşır..
Kleopatra yenileceklerini anlayarak ordusuyla birlikte Mısır'a çekilir ve Marcus Antonius, Octavianus'a karşı yalnız kalarak büyük bir hezîmete uğrar..
Kleopatra, Roma'nın yeni lîderi olacağını düşündüğü Octavianus'a yaklaşabilmek için Marcus Antonius'a öldüğü haberini yollatır..
Marcus Antonius ise Kleopatra'nın ölüm haberiyle yıkılır ve kılıcını göğsüne saplar, ağır yaralı bir biçimde Kleopatra'yı son bir kez daha görmek istediğini söyler..
Muhafızları onu Kleopatra'nın yanına taşıdığında onun ölmediğini görünce buna çok sevinir..
Octavianus'la barış yapmasını ister ve Kleopatra'nın kollarında ölür..
Kleopatra ise Octavianus'la karşılaştığında da yine kadınlığını ve güzelliğini bir silâh olarak kullanmayı denediyse de bu kez başarılı olamaz..
Savaşı kaybetmeye ve saltanatlığını yitirmeye dayanamayarak kendini engerek yılanına sokturtarak öldürür..
Octavianus da ilk iş olarak Ptolemaios Caesar'ı boğdurtarak öldürtür..
Bir tarafta Truvalı Helen, öbür tarafta Mısırlı Kleopatra..
Bu iki hikâyede de güzellikleriyle erkekleri baştan çıkaran kadınlar var..
Bir tarafta Pâris, öbür tarafta Marcus Antonius..
Bu iki hikâyede de aşkı için büyük savaşları göze alan erkekler var..
Ne var ki Truvalı Helen sâhici bir aşkı, Kleopatra ise entrikaları simgeliyor..
Ancak her iki kadının da ortak özelliği: dünyânın çehresini belirleyen kadınlardan olmaları..
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ersel Akant Balığım Ramazan |
|
Geçenlerde eve balık aldık üç tane. Biri beyaz, biri turuncu diğeri de kahverengi Japon Balıkları. Hayvanları severim ama bakma konusunda hoş deneyimlerimin olmadığını da söylemek isterim.
Öyle köpek merakım filan pek olmadı benim, hem apartmanda oturmamızdan hem de biraz çekindiğimden besleme fırsatı da yakalayamadım. Bir dönem Kıbrıs da kalmıştık. Rumlardan kalma bir evin kümesinde geçmişti iki yılım. Kümes hayvanlarıyla orada tanışmış ve kaynaşmıştım. Her gün tetanoz tehlikesi geçirip, tavukların yumurtalarını alırdım. Tabi o zaman kuluçka nedir bilmiyordum. Her gördüğüm yumurtayı alıp anneme getiriyorum ve kardeşimde yok o zamanlar, en yakın arkadaşım tüyü dökülmüş çirkin mi çirkin beyaz tavuğumdu. Horoza da saygım sonsuz, heybetli yaşlı ve bilge bir görüntüsü var.
Neyse bir gün tavuğun yumurtlamış olduğunu düşünerek almaya kalkmıştım, gagalamıştı beni. O günden sonra tavuklardan soğumaya başladım. İlk geldiğimizde yavru da yoktu. Gıcık kapmaya başlamıştım. Sonra o almaya çalıştığım yumurtalardan küçük küçük civcivler çıkınca tekrar sevmiştim. Tam altı yavrusu olmuştu ve hepsi sırayla dolaşıyorlardı kümeste. Bende kendimi yedinci yavru sanıp hizayı bozmadan takip ediyordum. Bir ara sarmaşıkların arasına girmiştik. Çıktığımızda ben dahil toplam altı yavruyduk. Maalesef biri sarmaşıkların arasında hayata gözlerini yummuştu. Hem de tahmin ettiğiniz biçimde:( Çok etkilenmiştim. Dua okumuştum, gömmüştüm onu. Sonra pek inemedim, yüzüm yoktu. Annesinin sürekli ağladığını ve bana karşı kin beslediğini düşünmeye başlamıştım.
Aradan zaman geçti. Biraz daha iyiydim artık. Mehmet diye bir arkadaşım vardı. Beraber oynarken, benim talihsiz arkadaşım olan beyaz tavuğu tutup üzerine atardım hep ve yine o anlardan biriydi. Fakat Mehmet hızlı koşuyordu ve ben tam üzerine atabilmek için biraz fazla bekletmiştim elimde. Sonra tam atacaktım ki, boynu elime düşmüştü. Bir kez daha sarsılmıştım. Korkudan saklamıştım ölen tavuğu fakat fark edilmesi geç olmamıştı…
Hemen katil yaftasını yapıştırmayın üzerime. Çocuktum, bilmiyordum. Zaten köpek almamam iyi olmuştu tüm bunların üzerine. Büyüdükçe tabi, bunlar biraz gülümseten biraz da acı veren anılar olmuştu. Sonraları tercihimizi muhabbet kuşundan yana kullanmıştık ve çoğu da öldü besleyemedik.
Kardeşimin de küçükken civcivin boynuna tasma niyetine dikiş ipliklerini geçirmesini de göz önüne alırsak, sonunda bize en uygun olan hayvanın balık olduğuna karar verdik. Toplu katliam olmasın diye şuan üç tane Japon Balığı aldık. Ne olur ne olmaz. Bugün ikinci günleri ve hala sağlıklılar gözlerinden belli. Sanırım bu sefer yaşatmayı başaracağız.
İsim koymayı çok severiz biz. Tabi aldığımız balıklara da isim koymak istedik. Turuncu olana Kakalak ismini uygun gördük. Kakalak hamam böceği anlamına geliyor ayrıca. Beyaz olanın adını da ben koydum, onun ki de Ramazan. Biraz gösterişsiz sade bir balık ama kendiliğinden gelen bir asaleti var, kişilikli bir balık. Diğer kahverengi olanınkinde ise iki isim arasında kaldık. Önce Karabaş koymuştuk, sonra hırçın ve sert yapısını görünce Gestapo olmasına karar verdik. Duyan balık değilde, köpek, timsah ve böcek beslediğimizi sanacak ama benim bildiğim bir balık adı yok NEMO dışında, o da çok özenti olur diye biraz bizden biraz dünyadan biraz da tabiattan yararlandık…
Ersel Akant erslaknt@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
TOKAT YOLU
''Ellidört yıl önce, görevli olarak Turhal'a gidip, gönlüne göre bir mekan ve imkan bulamadığı için, görevinden istifa ederek, İstanbul'a dönen Babamın anısına''
Dün, bugün yolum Turhal'a düştü. Hep Seni andım Babacığım. Turhal yine öyle yemyeşildi. Biraz büyümüştü belki. Evleri çok çoğalmıştı. Kiralıklar da bollaşmıştı böylece. Yeşilırmak akıyordu usul usul Turhal'ın ortasından ama yeşil değidi artık. Medeniyet dediğimiz tek dişli canavarlar kirletmişti Yeşilırmağı.
Dün-bugün, hep Seni andım Babacığım.. Turhal'ın çevresi bağlık bahçelikti. İnsanları yine öyle yabancıya yabancı. Dolaştım şöyle bir sağı solu, hep Seni hatırladım. Acaba bu yoldan mı yürüdü? Bu kahvede mi içti yorgunluk kahvesini? Hangi evdi tutmak istediği. Hangi otelde kalmıştı tahtakurularıyla beraber?.
Dün bugün Seni hatırladım Babacığım. Turhal'ı teneffüs ederken. Güzeldi Nisan havası. Her yer yeşildi. Yağmur yıkamıştı ağaçları pırıl pırıl. Ama Sen kışın gelmiştin buraya. Üşütmüştü Seni soğuk Turhal rüzgarı. Üşütmüştü yüreğini. Cocuklarını özlemiştin, ayalini özlemiştin, Memleketinin Balkan havasını özlemiştin.
Dün bugün Turhal'dan geçerken hep Seni hatırladım Babacığım. Ellidört yıl sonra, senin geçtiğin bu topraklardan geçerken içim cız etti. Özlemle düşündüm Seni. Şimdi yaşasaydın ne güzel olurdu. Anlatırdık elli yılları. Değişen Türkiye'yi, değişmeyen yozlukları.
Dün-bugün Turhal'dan geçerken hep seni düşündüm Babacığım. Yanımda torunun, büyüdü bir iş kadını oldu. Küçük torununsa üniversiteyi bitiriyor bu yılsonu. Ortanca, gurbet ellerde, Onun da bir bebeği var.Gözlerini senden almış. Hepsi büyüdüler, kocaman oldular. Bazen düşünüyorum da; birbirimize nekadar yakınıuz. Kalbimde Senin sıcak sevgini her zaman hissettim. Dün-bugün Turhal'dan geçerken hep seni andım Babacığım!...
Semra Yavuzcan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu |
KAPILAR
Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler.
Eğilip alıyorum,
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlarla takılıyor,
Yaralı hayvanlar gibi soluyor,
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor,
Yollar ya da anılar boyunca.
Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Behçet Necatigil'in, bu dizelerini her okuyuşumda yüreğimin kapıları ardına dek açılır, başka yollara düşer, başka yanıtların izini sürerim. Çoklarının düşürdüğü; ama gelip geçenlerin görmediği, şairin ise eğilip aldığı şey ne ola ki?
Ellerde, ayaklarda, ıssız yazılarda, akşamlara gerili ağlara takılan, yaralı hayvanlar gibi soluyan, bunalan, yollar ve anılar boyunca kaçıp gitmek isteyen şey nedir ki şair alıp alıp geliyor; Bizler derin uykularımızdayken o, bütün gece uyumuyor; karanlıkta kımıldıyor; ama dokununca da solgun bir gül oluveriyor...
Nedir bu ? Hayat mı; yoksa hayatı ilmik ilmik dokuyan, damla damla dolduran, nefes nefese tamamlayan an mı? Bazen:
"Bir kapının eşiğindeyim, açtım
Tuz akında yoğun sulardan geçtim"
.
dizeleriyle başlarım yolculuğuma. Bazen Fikret'in:
"Bir örümcek götürür hakka beni"
dizesiyle dillendirmeye çalışırım varlığımızın anlamını?
Bir kapıdan çıkmışımdır bir kere. İsterseniz kuantum deyip Hubble bulgularına dayanarak 10 milyar yaşında bir evrenin çocuğu olduğumuzu düşünelim ve ağlayalım 50 milyar yıl sonra evrenimizin yok olmaya başlayacağı öngörülerine.
Nice kıyamet kapısından geçip nice kıyamet kapısına giderken hayat, içimdeki ses, sorar:
- Hangi kıyametten söz ediyoruz? Bir gül yaprağının kıyametinden mi? Kendi kıyametimizden mi? Dünyamızın ya da evrenin kıyametinden mi? Bir yağmurcun göçü, bir somon balığının ölüme dönüşü sorularımızın kaynağı hiç mi olamaz? Bir hücrenin kıyametinin hiç mi anlamı yok varlık için?
Kuvarsı çelikle buluşturduğun an
Yanmayı bildiğin andır
Şimden geri seni sana
Yalnız külüne eklenen kum anlatabilir
Pişir yüreğini
Pişir de billur bir avizeye dönüş
Sonra da kutsa kendini
Çünkü kanayan bir yarayı
En iyi sen sarabilirsin
Balık da sensin, su da sen; kav da sensin, çakmak taşı da ey insan! Ateş denizlerinden geçiyorsun mumdan kayığınla. Ölümlü bir evrende, sanki bir sen ölümsüzmüşsün gibi bir koza örüyorsun kendine. Aklını, hünerini devrediyorsun...
Bir ev yapıyorsun, kapıları başka dünyalara açılıyor. Biliyorum, gün gelecek, başka dünyaları da ev yapacaksın kendine. Eline teleskopunu alıp yaşlı gözlerle seyredeceksin bir göktaşı gibi kara delikte yok oluşunu bu mavi yurdunun. Yasını da tutacaksın, ağıtını da yakacaksın bir zaman ve unutacaksın tıpkı ötekileri unuttuğun gibi... Çünkü evren var oldukça yaşayabilmek senin derdin...
"Homo Erectus, yani insan adını verdiğimiz ilk varlık. 200.000 ile 500.000 yıl önce ortaya çıkmış. İki ayağı üzerinde durabiliyor. "Homo Sapiens" yani düşünen insanın Rodin'in heykeline esin kaynağı olması için 200.000 yıllık bir ömrü tamamlaması gerekiyordu. Bundan 200.000 yıl önce yaşayan bu canlının da beyin büyüklüğü şu anda yaşayan insan türüyle aynıydı.10 milyar yaşındaki bir evrenin iki yüz bin yıl yaşındaki bu çocuğu neden bütün buluşlarını son 6000 yıla sığdırdı? Tekerleği ve yazıyı keşfetmek için niçin 194.000 yıl bekledi? son yüzyıla neredeyse birkaç çağı birden sığdırabilen bu yaratık, bu eşref-i mahlûkât...
Keops Piramidi' nin 12 ton ağırlığında iki buçuk milyon bloktan oluştuğunu, Günde on blok yerleştirilmesi halinde yapımının 664 yıl süreceğini, Piramidin üstünden geçen meridyenin karaları ve denizleri tam eşit iki parçaya böldüğünü ve piramidin dünyanın ağırlık merkezinin tam ortasında bulunduğunu, Yüksekliğinin (164 m.) bir milyarla çarpımının güneşle dünyamız arasındaki uzaklığı verdiğini, Taban alanının, yüksekliğinin iki katına bölünmesinin pi sayısını verdiğini, Biliyor muydunuz?
Piramitlerin içerisinde ultrasound, radar, sonar gibi cihazların çalışmadığını, kirletilmiş suyun bir kaç gün Piramidin içinde bırakıldığında arıtılmış olarak bulunduğunu, Piramidin içerisinde sütün bir kaç gün süreyle taze kaldığını ve sonunda bozulmadan yoğurt haline geldiğini, Bitkilerin Piramit içerisinde daha hızlı büyüdüklerini, Çöp bidonu içindeki yemek artıklarının hiç koku yaymadan mumyalaştıklarını, Kesik, yanık, sıyrık ve yaraların piramidin içinde daha çabuk iyileştiğini, Piramidin içinin yazın soğuk, kisin sıcak olduğunu, Piramit kimin adına yapıldıysa onun bulunduğu odaya yılda 2 kez güneş girdiğini ve bu günlerin İmparator Keops'un doğduğu ve tahta çıktığı günler olduğunu, Biliyor muydunuz?
Öyleyse kaç kapıdan geçip de geldiğini nasıl merak etmezsin?
Ne kadar uzağa gitsek, içimizde dönüş duygusu. Ne kadar uzun yaşasak, anne karnı en güvenilir evimiz. Öyleyse nedendi bu ilk kapıdan çıkma arzusu, içgüdüden akla uzanmanın gerekçesini bize bizden başka kim anlatabilecekti ki?
Ne aklım eriyor, ne dilim yetiyor
Aklım eriyor, dilim yetmiyor
Dilim söylüyor, aklım şaşıyor.
Evimiz, bekliyor bizi. Kapısını yalnızca bizim, ya da girmesine izin verdiklerimizin açabileceği. Kavafis'in:
Yeni bir ülke bulamazsın, bir başka deniz bulamazsın.
Bu şehir ardından gelecektir. Sen aynı sokaklarda
dolaşacaksın gene. Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre gireceksin sonunda.
Başka bir şey umma
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de...
dizeleriyle dile getirdiği, bir aitlik duygusu sarıp sarmalıyor bizi. İster Sinoplu Diyojen'in fıçısı olsun, ister yörük çadırı, ister tapınaklarımız... Değil mi kapısı var; girersin içeri. Canın dışarı mı çıkmak istedi, açarsın kapını... Dış dünyayla, iç dünyamızı ayıran ve buluşturanımız kapılar.
Türkler eşikte durmayı niye uğursuzluk saymışlar ki?
Dış evren, sanki iç evrenimizin bilge hizmetçisi, uşağı... Nefes aldıkça biz, bize bizi tanıtmaya hazır...
Şeyh Sadi, Bostan'ında anlatır:
Kral Dara, bir av sırasında kalabalıktan ayrılmış da tepelerde gezintiye çıkmış. Derken kim olduğu belirsiz, tehlikeli bir adam çıkmış karşısına. Kral telaşa kapılmış, atının üzerinde yayına hemen davranmış ki, keçi sakallı adam, "Kralım," diye yakarmış, "durun okunuzu atmayın, nasıl tanımadınız beni! Ben sizin yüzlerce atınızı, tayınızı emanet ettiğiniz sadık seyisiniz değil miyim? Ne kadar da çok görmüşlüğünüz var beni? Ben sizin yüz atınızın her birini, huyuyla suyuyla, renkleriyle tanıyorum. Peki, nasıl oluyor da siz yönettiğiniz kullarınızdan o kadar sık karşılaştığınız benim gibisine bile hiç dikkat etmiyorsunuz?
Kıssadan Hisse : Bu dünyanın güzelliği ve sırrı, ancak ona sevgiyle gösterilen dikkat, ilgi ve şefkatle çıkar ortaya.
" Sen kendinden ayrıysan
Bana nasıl yakın olasın?
Sen sana aç önce kapılarını,
Tut elinden kendinin
Ben sana çoktan gelmişimdir."
Gün gelir sarsar bizi sorunlar, odalarımıza sığınırız. Gün gelir, muştular sevinçle coşturur bizi. Odalarımızda mutluluk türküleri çınlar:
Geçerdim basıp birtakım izlere;
Eğildim, biraz dikkat ettim yere:
O izler benim, hep benim izlerimdi.
Dokununca solgun bir gül oluveren ümit olsa gerek diye düşünüyorum. Ancak ümidin ne kadar arsız olduğunu bildiğimden, onu kastetmiş olamaz şair diyorum. Bu dizelerde bir nahiflik var...
Milyonlarca hücreden biri uyansa
Bir kapı aralanır,
Ümit, sabırsız bir attır,
Çoktan uçup gitmiştir aklımdan aklım
"Donup kalmamış görüşler ileriyi delip görür; geriyi yırtıp görür; onlara perde yoktur." diyorsa Mevlana bir hikmeti olmalı.
"Gökleri ve yeryüzünü ve ikisi arasındakileri gerçek olarak yarattık ancak." Yani gördüğünüz şeyler için yaratmadım; sizin görmediğiniz mânâ ve hikmet için yarattım âyetinin tefsirini
"Bir testici, içine su konmaması için, ancak testi yapmak için testi yapar mı hiç?
Hiçbir hattat, yalnız yazı yazmak için okunmasını dilemeden hünerini gösterir, yazı yazar mı?"
Görünen nakış, resim, görünmeyen nakış ve resim içindir; o da bir başka görünmeyen nakış ve resim için olur.
Oğul, bunlar satranç oyunlarına benzer; her oyunun faydasını, ondan sonrakinde gör." sözleriyle yapıyorsa bir nedeni olmalı
"Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun,
O görünmez nesneyle doldur.
Yüreğin mutluluktan dolup taşınca,
Ona istediğin adı ver;
Mutluluk, sevgi, gönül, ışık, Tanrı…
İsim gürültüden başka bir şey değildir.
Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…"
Nedir bu dokundukça soldurduğumuz gül, nerede aramalıyız gerçeği? Hangi kapıya varmalı şimdi? Dokunduğumuz anda canlanacak, cana can katacak bilgileri kim öğretir ki bize? Oysa:
"Bilgiden çok bilgeliklere muhtacız şimdi." dememiş miydi Buda?
Ulaştığımız kapılara vurmayı bilelim yeter ki. Bize el veren, bizi ışığa kavuşturan sevgi olacaktır mutlaka, diyor benim bilgem:
Sevgi nedir öğretmenim diyor çocuk?
"Yüreklerimizin adresi" diyorum ona.
Tıklat kapısını, durma hadi, tıklat!
Kilit sözcüğünü oldum olası sevmem. Çünkü kilit, nesneyi, özneye bağımlılaştırır. Kapıların işlevini daha da şahsileştirir. Bizi, bizle sınırlar. Ama "Kilit dost içindir, düşman için değil" diyen atalarımız ne de ince alay ederler kilidin bu işleviyle.
En kötüsü ise yüreklerin kilitli olmasıdır. Yürekleri ihtiraslarla kilitli olmasa hiç kentleri yakar yıkar mıydı anlı şanlı hükümdarlar. Yürekler, kin ve nefretin zindanlarında tutuklu olmasaydı Romeo Jüliette, Ferhat ile Şirin, Leyla İle Mecnun sevgilerine kıyılır mıydı?
Çekiver ipini yürek mandalının
Açılsın düşler, gülüşler evin
Ne'n varsa sevgiden yana
Piyasaya çıkar gibi,
Şölenlere gider gibi
Al götür kendini kendine
Yalnızlıklarını hançerleyip...
Yürek mandalımızı çekivermek öyle ha deyince yapılacak işlerden midir? Öyle olmasa kibir, sultanlığını yüreklerde nasıl sürdürebilir ki?
Hindistan'da bir köyde mahkûmlar cezalarını köy meydanına çizilen bir dairenin içinde kalarak çekerlermiş. Dairenin dışına istese çıkamaz mı mahkûm? Fiziksel olarak elbette çıkabilir.
Aslında bunda yadırganacak bir şey yok. Çünkü gerçek hapishanemiz, kendi içimizdekidir. Vicdandır onun adı. Orada güvende hissederiz kendimizi. O, kendimize saygının, gerçek anahtarıdır. Ancak onunla açılıp onunla kapanır insan olmanın kapıları.
"Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş. Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş.
- İyi günler.
- İyi günler, diye yanıt vermiş bekçi.
- Burası harika bir yer, adı ne?
- Burası cennet.
- Ne iyi, cennete gelmişiz; çünkü çok susadık.
- İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz, demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş.
- Atımla köpeğim de susadılar.
- Kusura bakmayın, demiş bekçi.
- Buraya hayvanlar giremez.
Yolcu çok üzülmüş, çok susamışmış; ama suyu tek basına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yani ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş.
Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış.
- İyi günler, demiş yolcu
- Adam basını sallamış.
- Atım, köpeğim ve ben çok susadık.
- Şurada taşların arasında bir pınar var, diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
- İstediğiniz kadar su içebilirsiniz.
- Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler.
Yolcu, bekçiye teşekkür etmiş. İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz, demiş bekçi.
- Buranın adı ne?
- Cennet.
- Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
- Orası cennet değil cehennemdi.
Yolcunun aklı karışmış;
- Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!
- Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor; cehennemde..."
Her güzel kapının arkasında güzellikler olacağını kim garanti edebilir; Sen dön kendine içini arıt, cennetin kapıları belki her şeyden daha yakındır.
Julia Dixon, kazayla anahtarını evde unutmuştu. Sokakta kaldığı sırada postacı ona doğru yaklaştı.
- Bayan Dixon ! Üzgün görünüyorsunuz, bir sorun mu var?
- Ne yapacağımı bilmiyorum. Kapıda kaldım. Anahtar evde ve yedeğini bıraktığım komşum şehir dışında. Kocamda anahtar var; fakat o da şehir merkezinde bir otelde konferansa katıldı. Ona ulaşabileceğimi sanmıyorum. Eve nasıl gireceğim?
Postacı kadını sakinleştirmeye çalıştı ve ona bir çilingir çağırmasını tavsiye etti.
- Sanırım yapabileceğim tek şey bu, fakat doğruyu söylemek gerekirse, çilingirler dünya kadar para alıyorlar. Oysa şu anda üzerimde bir kuruş bile yok.
Postacı, kadının derdine ortak oldu. Ama bir an önce ulaştırılmayı bekleyen daha çok mektup vardı.
- Gitmem gerekiyor, buyurun mektubunuzu. Kim bilir, içinde belki sizi neşelendirecek güzel haberler vardır.
Julia, zarflara baktı. Kardeşi Jonathan'dan bir mektup vardı. Jonathan, geçen hafta onları ziyaret etmiş ve birkaç gün kalmıştı. "Neden bu kadar çabuk mektup yazdı acaba?" diye mırıldandı. Zarfı açtığında, avucuna bir anahtar düştü. Mektupta şunlar yazılıydı:
"Sevgili Julia,
Geçen hafta sizde kalırken, siz alışverişe gittiğinizde kazayla kapıda kaldım. Komşunuzdan yedeğini istedim; ama geri vermeyi unuttum. Bu mektupta onu da gönderiyorum. "
Yorum: Kapalı bir kapıyla yüz yüze gelmiş ve kendinizi ümitsiz hissediyorsanız, bilin ki tüm kapılar zamanı gelince içeri girmeniz için ardına kadar açılacaktır.
Kapıları çalmaktan korkmayalım, bini açılmazsa da biri mutlaka açılır; kapılarımızı açmaktan korkmayalım; kimse girmese içeri, bad-ı saba girer, bizi ışıkla buluşturur...
Dileyelim ki beynimizin kapıları bilime, yüreğimizin kapıları sevgiye, güzelliğe açık olsun.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.300 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
KELEPÇELER
Duvarlar ardında kelepçeler vurulur
Önce eller, ayaklar sonra beyin yorulur
Bir kişinin yanlışı bin kişiden sorulur
Bir mavi boncuk buldum
Sana yollayacağım
Sabrım tükendi artık
Belki ağlayacağım
Yas tutamam kendime
Zinciri kıracağım
Tel ile çevirmişler
Sağ ile solumuzu
Bağlamışlar sımsıkı
El ile kolumuzu
Öyle bir zulüm ki bu
Şaşırdık yolumuzu
Beyaz bir kuş olsaydın
Duvarların üstünde
Bana kanat çırpsaydın
Umut verircesine
Of çekmezdim içimden
Hem de ölürcesine
Menderes Samancılar
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KM - GENEL YAŞAM SİGORTA A.Ş. İŞBİRLİĞİ İLE AĞIZ VE DİŞ SAĞLIĞI
Sevgili KM Dostu,
Sağlığınız bizim için önemlidir,
Genel Yaşam Sigorta A.Ş sizlerin Ağız ve Diş Sağlığı ile ilgili sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak amacıyla Promosyon olarak hazırlamış olduğu ağız check-up'ı hizmetinden faydalanabilmeniz için sizi anlaşmalı kliniğimizde ağırlamaktan mutluluk duyarız.
Yapılacak olan ağız check-up'ınız için yapmanız gereken sadece IDENTIST AĞIZ ve DİŞ SAĞLIĞI MERKEZİ'NDEN aşağıda belirtmiş olduğumuz ilgili kişileri üç gün önceden arayarak randevu almanız ve tarafınıza iletilmiş olan bu sertifika ile 2008 Mart sonuna kadar kliniğimize başvurmanızdır.
Panoramik Röntgen ve ağız check-up'ınız GENEL YAŞAM Promosyonunun bir parçasıdır.
Sağlıklı günler, güzel gülüşler dileğiyle...
Saygılarımızla
GENEL YAŞAM SİGORTA A.Ş.
Randevu için: Nursel Çalışkan (nurselcaliskan@identist.com.tr)
Gülsün Er (gulsuner@identist.com.tr)
IDENTIST AĞIZ ve DİŞ SAĞLIĞI MERKEZİ
Kasap İsmail Sok. Sadıkoğlu Plaza 1 Kat 3
No 68 Kadıköy - İstanbul
Tel: 0216-337 0707 / 0216-337 0708
http://www.identist.com.tr
Editör'ün Notu: Yukarıda sözü edilen sertifikayı buradan bilgisayarınıza indirebilir, üzerine ad ve soyadınızı yazdıktan sonra bastırarak veya email ile göndererek bu hizmetten yararlanabilirsiniz.
Yazarlarımızın Kitapları
Merih Günay "Martıların Düğünü" |
Nesrin Özyaycı "Işık -II-"
|
Temirağa Demir "Her kardan Adam Olmaz"
|
Şadıman Şenbalkan "Şehit Analarımızın Çığlıkları" |
Hatice Bediroğlu "Düş Kuruyor Gece" |
|
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Outdoor hiç bu kadar keyifli anlatılmamıştır desem yeridir. http://www.dask.org.tr/ ...Mağara giysileri genellikle eskidir. İlk giyişten sonra üzerlerinde kalıcı, kirli kahverengi lekeler ve ilginç yırtık ve deliklerden oluşan bir koleksiyon oluşur. Mağaracılar vücudu kaplayan tulumlar ve kotları tercih ederler. Soğuk iklimlerde sweat-shirt veya ceket de kullanılır. Mağaralar ortalama sıcaklığı korudukları için, kuzeydeki mağaralar güneydekilere göre daha soğuk olurlar. Bazı mağaralarda spor ayakkabı da giyilebilir ama bileği koruyan eski botlar idealdir. Tırmanma botları mağaralar için kullanışlı olmakla birlikte iyi bir tırmanma botunu mağarada kullanmamak daha iyi olacaktır. Bir çok tecrübeli mağaracı bu ise adadığı eski, sağlam tabanlı botları kullanır...
En güzel ve de özel yemek tarifleri için http://yemektarifi.com/ ...Uzakdoğu mutfağında köri aslında yavaş yavaş pişen sulu et ve sebze yemeği anlamına geliyor. Özellikle Hindistan mutfağında sık tüketiliyor. Köri yemeğinde vazgeçemeyeceğiniz baharatlar garam masala baharatlarıdır. Tarçın, karanfil, karabiber, kakule ve defne yaprağının birlikte kullanılmasına verilen isimdir...
http://www.teiws.com/ İster eski, ister yeni elinizin altında süper bir film arşivi istermisiniz. Filmler ve diziler konusunda oldukça ayrıntılı olan bu arşivi tüm seyir meraklılarına tavsiye ediyorum. Lost , Prison Break , Supernatural , Heroes , The Lost Room , Dexter , 24 , Bionic Woman , Gossip Girl, .....
...AB, stratejik ortaklık ilişkisinin bulunduğu Çin, Rusya ve Hindistan'ın yanısıra, Brezilya'ya da stratejik ortaklık teklif ediyor. Hedef, biyoyakıt üretimi. IMF verilerine göre Gelişmiş 8 (G8) ülkeleri 2004 yılında dünya ekonomisinin % 44,69'unu karşılıyorken, 2008 yılında bu rakamın % 41,39'a inmesi bekleniyor. Piyasaların gözdesi gelişen ülkeler.... Devamı ve benzer araştırma raporlarını merak edeiyorsanız http://www.danismend.com/
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3752 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
TreeWalk 8.2.1 / Windows / 1.19 MB http://www.ntcanuck.com/tw_exe/twdns821.exe Güncel problemlerinizi çözmek için mükemmel bir yardımcı program. İndirip gönül rahatlığıyla kurabilir ve kullanabilirsiniz. Yaptığı işi, internette dolaşırken yazdığınız adresleri direkt olarak bağlı olduğu DNS'lere sormak ve kısa yoldan adrese ulaşmanızı sağlamak olarak tanımlayabiliriz. Örneğin bir nedenle Türkiye'den ulaşamadığınız adreslere bu kurulumu yaptıktan sonra sorunsuzca ve hiçbir engellemeye takılmadan ulaşabilirsiniz. Benden söylemesi:-))
|
|
|
|
|
|