|
|
|
7 Mart 2008 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kadınlar, Özgürlük ve Bez!.. |
Merhabalar,
Neyse ki, birilerinin kalpleri çarparak beklediği şey gerçekleşmedi, Anayasa Mahkemesi bez başvurusunu reddetmeyip görüşme kararı aldı. Şimdilik herşey rayında gidiyor, tedirgin olmaya mahal yok.
Ben tedirginlik dedim ama Amerika'dan tangırdayan tangır tungur Dengir Bey gene yapacağını yapmış sağolsun. O buna korku diyor, hatta teşhisi de koymuş tedavi öneriyor. Fobimizden kurtulmanın yolu doktora gitmekmiş. Hocadan icazet almaya gittiği ABD'de sürekli boşboğazlık eden bu adamı dizginlemenin yolu yok anlaşılan. Yokuş aşağı koyvermiş gidiyor. Hem de ne gitmek. Ey tangır tungur Dengir Bey, senin korku dediğin şeyin zerresi yok bizde. Biz korkmuyor, kahroluyoruz. Atatürk'ün kurduğu bu Cumhuriyeti, sen gibi saçma sapan, boşboğaz adamlara bıraktığımız için kahroluyoruz.
Sen korku nedir bilir misin? İçinde biraz Allah korkusu varsa elbette bilirsin. Asıl korkuyu, on yaşında bebelere dahi ezberlettiğiniz, saçınızın tek teli görünürse cehennem ateşinde yanarsınız safsatasıyla siz yayıyorsunuz memlekete. Bak yarın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Kadınların özgürce ayakları üzerinde durabildiklerini gösterdikleri sembolik bir gün. Ve sen ve senin gibiler, bu zamanda, kadını çamaşır bohçası gibi sokakta gezdirmeyi özgürlük sayıyorsunuz. Ne acıdır ki, onlar da bu durumun dayatılan değil kendi özgür seçimleri olduğunu sanıyorlar. Sonra da kalkıp bunun yanlış olduğunu haykıranları korkmakla itham ediyorsunuz. Bezin neresinden korkalım kardeşim. Ateş olsa cürmü kadar yer yakar. Ama sizlerin, içlerine salınan korkuyla en özgür olması gereken saçlarına bez dolayan kadınlarımızı siyasi amaçlarınız için kullandığınız, bu canım memleketin kaderiyle oynadığınız içindir tepkimiz, ya da senin deyiminle korkumuz. Bunu tasdikletmek için de doktor tavsiyesine ihtiyacımız yok çok şükür. Bu tehlikenin farkındayız ve hep farkında olmaya devam edeceğiz. Beyinleri yıkananlar artsa da, kaldığımız kadarıyla, yarattığınız bu karanlık tablonun üstüne bembeyaz boyayı çekeriz evelallah. Sonrası? Sonrasını sen düşüneceksin artık kardeşim. İstersen doktora, istersen baytara, kime istersen gider tedavini olursun, bak buna öldürsen karışmam, sözüm sözdür.
Tüm kadınların Dünya kadınlar Gününü kutlar, kadın özgürlüğünün saklanmaktan geçmediğinin anlaşıldığı aydınlık günler dilerim. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KÖY YOLLARININ TOZLU GÜNLÜĞÜ- 2 |
|
"Çok değil bundan yirmi yıl önce bu köyler cıvıl cıvıldı. Eskiden çok tavşan olurdu bu meşeliklerde. Şimdi sadece keklik var. O da tek tük. Binde bir, denk gelirseniz artık. İnsan azalınca yeniden çoğalır sandık. Ama öyle olmadı. Köyler boşaldı, avcı kalmadı, yabani hayvanlar yine de çoğalmadı. Kökünü mü kazımışız anlamadım gitti. Bıldırcın, çulluk, kaz, ördek buralara yirmi yıldır uğramıyor. Turnaların, su tavuklarının sözünü bile etmek istemiyorum. Bir tane lazım olsa, hani ilaç için derler ya... Bir tanecik. Ölüp gidersin, bulmak imkânsız. Sanki küsüp gittiler. Küsenlere, kaybolup gidenlere inat domuzlar çoğaldı. Öyle bir çoğaldılar ki hem de akıllara ziyan. İnsanlardan, köpeklerden bile çekinmez oldular. Evlerin avlularına kadar girip talan ediyorlar. Bizim Minibüsçü İsmail Çukurhan'dan geliyormuş. Geceleyin yola kocaman bir sürü atlamış. Adamcağız ne yapacağını şaşırmış. Yoldan çıkıp dereye uçmuş. Gitti canım minibüs, gitti ekmek teknesi... İnsanlar ekmeğin peşinden çil yavrusu gibi saçılıp gitti beyim. Ne süren kaldı, ne de eken? Bütün tarlalar boş. Oh dedik önceleri, azaldık biraz be oh… Anca sakinledik. Keşke demeseydik. İnsanlar gitti, buraların beti bereketi de sanki onlarla gitti. Ne meyvelerin eski tadı var. Ne de suların. Tarlalar da o eski tarlalar değil sanki. Eskiden adam boyu ekin olurdu buralarda. Şimdi olmuyor. Kuraklık geldi diyorlar. Bence kurak bahane, bereketi kaçtı bu toprakların.
İnsana öyle hasretti ki Çeşnigir'li Cevdet Amca kalsak geceye kadar anlatacaktı. Canı sağ olsun, güzel de anlatıyordu yani… Kalamazdık, yeniden yollara düştük. Gördüğüm bütün köyler içinde beni görüntüsüyle en çok şaşırtan Aşağı Seyricek olmuştur. Oraya gittiğimde kış bahara dönmeye hazırlanıyordu. Büyükkarağaç, Küçükkarağaç derken yol bitti. Gidiyoruz ama ortada kocaman bir ıssızlık. Arada tek tük kuş sesleri. Yol hiç bitmeyecekmiş gibi uzadıkça uzadı. Sıkılmıştık epey üstelik. Sonra yarısı çamur yol birden aşağı doğru bükülüverdi. Yokuşun dibinde, aşağıda dere içinde akıllara ziyan bir manzara. Birbirine yapışık gibi görünen ahşap evler. Bu görüntünün aklımda oluşturduğu ilk etkiyle mekan ve yükseklik kavramını yitirdim. Sanki ünlü bir mimarın ahşap ev maketlerinden oluşturduğu küçük bir platforma bakıyordum. Evler elbette küçük değildi. Onların aralarındaki ilişki, oluşturdukları bütünlük böyle bir etkiye neden oluyordu. Köy iki derenin ipine sarılmış tutunuyor gibi duruyordu. Köyün girişindeki dere ince akıyordu ve küçük bir tahta köprüyle geçiliyordu. Sonra o daracık sokakta kendinizi şaşkın şaşkın evleri izlerken buluveriyorsunuz. Taşköprü sınırından gelip köyü yalayan öteki dere epey coşkulu ve deli akıyordu. Belki de ona dere demek haksızlık olur. Biraz dere ,biraz çay, mevsiminde deli divane bir su…Taşları, kütükleri sürükleme heveslisi.
Bu sene Aşağışeyricek yandı dediler. Dilerim ki duyduklarım yalandır. Ben yanlış anlamışımdır. Bu köy, köknar tahtalarından yansıyan kırmızısıyla bin yıl öylece kasın. Kimse dokunmasın, ateş yalamasın. Cumbaları birbirine değecek kadar yakın o evler sapasağlam ayakta kalsın isterim. Derelerin şarkıları o daracık sokakta yankılansın ve yaz geceleri hiç susmasın.
Başkalarına ne söyler bu tozlu yollar? Yıldızlar gibi dağlara saçılmış bu köyler ne anlatır başkalarına? Bilemem… Benim gördüğüm bütün köyler, Çulhalı Çökecek, on parçadan fazla Gündüzlü yöresi, ovaya şahin gibi bakan Alaman yolu, Edil, Oğlakçılar, Yabanlı, İmamlı, Gökçeağaçsakızı, Gökçukur, Uzunçay ve saymaya gücümün yetmediği bütün öteki köyler hep biraz kadındır. Bilmem nedendir hep taze, utangaç bir gelin bakışlıdır sokakları.
Gündüzlü yöresinde dinlemiştim. Belki on yıl önce. Akşamın alaca karanlığında. Kaybolan danaları aramak için bir gelin gönderilmiştir ormana. Kaynanası çetin, acımasız bir analık gibidir. Ve o gelin bitkin düşüp bir çam ağacına yaslanarak uyumuştur. Sonrası malum sır olup kırklara, masallara karışmıştır ihtimal. Hani o taze gelin masaldan çıkıp gelmiş, bir dere kenarına yada yamacın başına yirmi hane köy olmuş gibi hissederim nedensiz. Belki masallara çok düşkünlüğümden. İşte bu köyler biraz böyledir benim için. Aklımda hep böyle biraz masal, biraz kadındır.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu |
ANILARI ATMAK
Uyandığında neredeyse kuşluk vaktiydi. Oysa sabah erken uyanıp dağları, bulutları son kez seyretmeyi planlamıştı. Hatta gün ağarınca haberi olsun diye, kadife perdeleri de açık bırakmıştı geceden.
- Yorgunluktan olacak, dedi kendi kendine. Doğruldu, gözü bulutlarda öylece kalakaldı.
Çocukluğunda sabahları uyanır uyanmaz, bu pencereden dağlara bakardı. Bir yamaçtan ötekine dörtnala koşan bulutları gördüğü an, sevinçten kendinden geçerdi. Onların kendisine gülümsediklerini, selam verdiklerini düşünür; gülümseyerek karşılık verirdi onlara.
Kendisini selamlayan bir bulut aradı; varlığından habersiz, geçip gitti bulutlar.
Burada bulutları böyle seyrederken alt kattan, annesinin "Kahvaltı hazır!" sözü duyulurdu. Koşar, yemek masasının dağları en iyi gören sandalyesine otururdu. Az sonra dedesi girerdi kapıdan. Bahçeden kestiği gülleri vazoya koyarken içlerinden en güzel goncayı seçer, ona uzatır;
- Gülfem'e gül gerek, derdi, günaydın yerine.
Annesinin:
- Kalk kızım, dedenin yeri orası, uyarısına;
- Bozma torunumun rahatını, biz bu güzellikleri yeterince gördük. Biraz da o görsün,
sözleriyle karşılık verirdi.
Kendisini yalnızca evin düzenine ve temizliğine adamış annesi, görmezdi bulutlarla onun arasındaki bağı. Ama dedesi sezer:
- Ben de görüyorum, ne denli güzel olduklarını; ama şimdi kahvaltı zamanı, derdi.
Dağları bulutları seyrederken üstüne başına ekmek kırıntısı, hatta yemek dökerdi. Dedesi yine sevgi dolu sesiyle uyarırdı kendisini:
- Dökmeden yemelisin. Aksi takdirde kuşlara yiyecek kalmaz.
Ardından eklerdi:
- Çabuk büyü ki birlikte çıkalım dağlara, bulutları birlikte yakalayalım
Kuşlarla dökülen yemek ya da ekmek kırıntıları arasındaki bağı kuramazdı; ama dağlara çıkma ve bulutları yakalama isteği yemeğini daha özenli yemesi için yeter artardı. Çünkü bulutları yakalamak, dedesinin masalındaki melek olmak, bembeyaz kanatlarla yamaçlarda, doruklarda uçmak, uçmaktı.
Güneş yükseldikçe asıl yurtlarına, doruklara çekilirdi bulutlar. Gözleri bu kez alını yeşilini giyen yamaçlarda kalsa da, aklı bulutlarla giderdi. Üşüdüklerini düşünür, üşürdü. Dedesi, seslenirdi:
- Nagehan, çabuk çocuğa hırka getir.
Annesi elinde ne varsa, hemen oracığa bırakır, üst kata seğirtirdi. O hırkayı
getirdiğinde kendisi başını çoktan dedesinin göğsüne gömmüş olurdu.
***
Salona indi. İyice eskimiş sedire oturdu. Kesekâğıdından dünden kalan son poğaçayı aldı, ısırdı. Çaysız ve peynirsiz poğaça yemezdi. İster yağmur ister kar yağsın, dedesi mutlaka fırına gider, sıcacık poğaçalar getirirdi ona. Bir an fırına gitmeyi düşündü, üşendi, vazgeçti. Gözü yine yamaçlardaydı.
Isırganlara, çakırdikenlere bata çıka yamaçlarda dolaşırken yanında hep dedesi olurdu. Ona kokularından ağaçları, otları, çiçekleri; ötüşlerinden kuşları tanımayı öğretir, buz bağlamış derelerden geçirir; kımıl kımıl kaynayan pınarlardan sular içirirdi.
Yoldan geçen herhangi birine selam vermeyi, hal hatır sormayı, yabancılarla konuşmayı da dedesinden öğrenmişti.
"Benim aslım dağlı. O ulu dağların tepelerinden şehre, çıralı kütükler taşırdım gençliğinde. Katırlara her gün üç beş yük çıralı kütük sarar, odun pazarına yıkardım. Odunları satar satmaz dönerdim o kartal yuvasına. Dağdaysan, yalnızsındır; serçeden bile yardım umarsın kimi zaman. Bu yüzden her canlıyı dost bilir dağ insanları."
Okumayı yazmayı kendi kendine sökmüş dedesinin bilgisine, hayatı yorumlayışına, insan ilişkilerine şaşardı. Özgüvenli ve kararlı olmasında dedesinin payı çoktu.
Bulut salkımları yamaçları terk etmişti. Güneşle yanıp tutuşan kestaneliklere kaydı gözleri. Kestane toplamaya çıkarlardı oralara. Dedesi, nasıl da kolay ayırırdı kestaneleri dikenlerinden. Ama o, daha çok, dışı kırmızı içi cırtlak sarı dağ çileklerini severdi. En irilerini, en olgunlarını isterdi hep. Ağaç dallarına, tepelere bakarken yüzünü güneş kavururdu. Eve döner dönmez dedesi: " Nagehan, yoğurt sürelim çocuğun yüzüne." derdi. Annesi, kendi kendine söylenirdi; kulak asmazdı annesinin söylediklerine.
Dağın doruğunda bir keşiş evi vardı.
Sıcak, yapış yapış bir gündü. İsilik olmuştu. Dedesi halini görünce, hemen çarşıya haber salmıştı. Az sonra bir yaylı kapıda durmuş, arabacı bir koşu toplanan öteberiyi taşımıştı arabasına. Dedesi, kulaklarından hiç silinmeyen sesiyle türküler söylemişti yol boyu. Akşama doğru keşişin evinin olduğu yere varmışlardı. Kendilerinden önce gelip çadır kuranlar vardı. Bir hafta kadar orada kalmış, ayazmadan sular doldurmuşlardı.
- Dede, keşiş neden burada yaşamış?
- Allah'a daha yakın olmak istemiştir herhalde."
Neredeyse her dua edişinde aklına gelirdi bu iki cümle. Dua edilirken ellerin göğe açılması, başın göğe kaldırılması bundan mıydı ki?
****
Kalktı, buzdolabındaki son soda şişesini aldı. Açmadan getirip sehpanın üstüne koydu. Omzunu eski mindere yasladı. Gözüne küçük bir salkım bulut takılınca, sevindi, bulutu izlemeye başladı.
Üniversiteye yeni girmişti. Orman mühendisi olacaktı. Annesi de dedesi de çok mutluydu. Okula başlayalı üç ay dolmamıştı. Bir gün, danışmadan çağırmışlardı. Danışmada annesini görünce şaşırmıştı. Annesinin yanında, babasının çocukluk arkadaşı Zahit Bey vardı. Gülfem, zaman zaman eve gelip dedesiyle bir kahve içimi söyleşen bu adamın yüzünde, konuşmalarında, davranışlarında babasından izler arardı; ama nedense sevmezdi onu.
Hoşbeşten sonra annesi, pat diye söyleyivermişti:
- Biz Zahit Bey'le evlendik.
Gülfem'in şaşkınlığını görmezlikten gelerek devam etmişti:
- Bugüne dek kendi ayaklarının üstünde durmanı bekledim.
- Dedem, dedem ne yapacak?
Gülfem, benliğini saran bu soruyu sormamıştı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru iliklerinde duya duya yürümüştü fakülte bahçesinde.
Bulduğu ilk otobüsle dönmüştü buraya. Kapıyı sessizce açıp girdiğinde vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Dedesi şuradaki koltukta oturuyordu. Odaya girdiğini bile fark etmemişti. Gülfem, ona sarılmış, ağlamış, ağlamıştı. Dedesi her zamanki gibi acısını içine sağmış; sabaha dek dil dökmüştü:
"Annen, baban öldüğünde yirmi beş yaşındaydı. O zaman da evlenebilir, seni alıp gidebilirdi; ama yapmadı bunu. Sana annelik, bana evlatlık yaptı yıllarca. Artık büyüdün. Üniversitede okumak için ayrıldın bizden. Okulun bitecek, bu kez sen de kendi yuvanı kuracaksın. Bırak annen de kendi hayatını yaşasın."
" Kabul edemezdim" dedi. Yılların değiştiremediği düşüncesini sesli söylediğini fark etti, başını yana eğdi.
Annesinin, bakıma en gereksindiği yaşta dedesini tek başına bırakıp gitmesini asla kabul edememişti. Bunu, kendisine ve annesine yıllarca kol kanat geren dedesine vefasızlık olarak değerlendirmişti. Kim bu konuda farklı bir görüş ileri sürse:
"Evlenmekse, dedem de evlenebilirdi zamanında. Ama o tüm sevgisini bize sundu. Bunun karşılığı ömrünün son günlerinde terk edilmek olmamalıydı" diyerek savunmuştu düşüncelerini.
Dedesi okuluna dönmesi için yalvarmıştı. Ama o direnmişti. Kalacak ve dedesini son günlerinde yalnız bırakmayacaktı. Bir hafta sürmüştü bu didişmeleri. Dedesi bir sabah:
- Öyleyse sen kal bu evde, ben gidiyorum, deyip gitmişti.
Onu, iki gün gözleri kapıda beklemişti; ama o dönmemişti. Yüreğinde düğümlenen kırıklıkları yüklenerek İstanbul' un yolunu tutmuştu. Aradan üç ay geçmemişti ki bu kez dedesinin ölümüyle yıkılmıştı.
Bu ölümden annesini sorumlu tutmuş, içindeki kırıklıkları ömrünce çözemediği kördüğümlere dönüştürmüştü. Zaman zaman haksızlık mı yapıyorum diye düşünmüştü; ama bu, hiçbir zaman yüreğindeki bağışlama odasının kapısını açamamıştı.
" Pat diye evlenmemeliydi. O adamla evlenmek istediğini bizle paylaşabilirdi. Dedemi, birden yalnız bırakmamalıydı. Dedem olgundu, anlardı, hoş görürdü onu, hatta gelin burada birlikte oturalım da derdi. "
"Dedem öldü, cenazesini bile göstermedi, bana. Neymiş, cenaze bekleyemezmiş."
Gülfem, kendi kendine konuştuğunun farkında bile değildi.
Dedesi evi, ölmeden önce Gülfem'e bağışlamıştı. Ancak dedesinin ölümünden kısa bir süre sonra annesi, Zahit Bey'in işlerinin iyi olmadığını, bir süre burada oturmak istediklerini söylemiş; söz arasında evde kendisinin de hakkı olduğunu ima etmişti. Gülfem, 'hayır' dememiş; Ancak buradan iyice soğumuştu. Üniversiteyi bitirdiğinde de gelmemişti Bursa'ya. Bir burs bulup Almanya'ya gitmişti. Orada Mark'la tanışmış ve evlenmişti.
Mark, varlıklı bir Flaman çiftçi ailesinin tek çocuğuydu. Aile, Gülfem'i de kendi kızları gibi benimsemişti. Ona, annesini de Belçika'ya getirtmesini önermişler; ama kabul ettirememişlerdi. Üstelik o, annesinin " Birkaç günlüğüne de olsa gel!", " Ölmeden seni bir daha göreyim!" dileklerine kulak tıkamıştı. Direnci, annesinin ağır hasta olduğunu öğreninceye dek sürüp gelmişti.
Cenaze ve ölüm işlemlerini sıradan bir işi yapar gibi yapmış, evi de hemen satışa çıkarmıştı. Belki zaman zaman buraya gelip anılarıyla baş başa kalabilirdi. Ancak bu her tarafı dökülen koca evi uzaklardan korumanın kolay olmadığını iyi biliyordu. Temelli dönmeyi ise aklından bile geçirmemişti. Çünkü saçaklarının başka bir toprağa tutunmakta olduğunun farkındaydı.
Annesinin hiçbir eşyasını andaç olarak götürmeyi düşünmemişti; buna karşılık tavan arasında, kilerde, bodrumda dedesinden kalan bir şeyler aramıştı. Bulamayınca annesine bir kez daha öfkelenmişti. Bu öfke bir mazgalda dedesinin kendisine gonca güller kestiği mavi saplı bağ makasını bulana dek dinmemişti.
Mavi saplı bağ makasını iki gün çantasında gezdirmişti. Onun için camlı özel bir kutu yaptırmak ve andaç olarak oğluna bırakmak istiyordu. Ancak oğlunun Türkçeyi bile konuşamadığı ve dedesiyle ilgili bir küçücük anısının bile olmadığını düşündükse hevesini yitirmişti.
Dolu dolu yaşanmış bir çocukluk ve genç kızlığın anılarıyla yüklü bu makasın, oğlu için ne anlamı olabilirdi ki? Makas, yalnızca kendi anılarının andacıydı. O anılar da kendisiyle yaşayıp öleceklerdi. Makas, o anılarla oğlu arasından bir köprü kuramazdı ya!
"Oğlumu, kendi anılarıma ortak etmeye kalkışmak anlamsız. Anılar belleğimde. Dedem de öyle. Onu başkalarının dünyasına sokmaya çalışmanın gereği yok." deyip makası yine o mazgala götürüp bırakmıştı.
****
Avlu kapının tokmağı vurulunca irkildi. Oysa bekledikleri gelmişti. Güneşten, yağmurdan iyice kararmış kapıyı açtı. Emlâkçi, evin yeni sahibiyle anahtarları almaya gelmişti.
- Hiçbir eşya almadım, kullanabileceklerinizi kullanır, atacaklarınızı da atarsınız.
Evin yeni sahibinin bir Alman yazar olduğunu, evi restore ettirip oturacağını biliyordu.
- Hayırlı olsun, umarım mutlu olursunuz, dedi Gülfem.
Altmışına dayanmış yeni ev sahibi, konuşulanları anlamasa da anlamış gibi başını
sallayıp gülümsedi.
- Kusura bakmayın, uçağa yetişmeliyim. Üstelik de yorgunum. Ana kapının anahtarı
Üstünde. Diğerlerini de buyurun!
'Buyurun' sözcüğünün çocukluğunun, genç kızlığının, sevgilerinin, umutlarının, düş
kırıklıklarının, özlemin; kısacası "dün"ün son noktası olduğunu hissetti. İçinde bir şeyler koptu.
Merdiven başında durup dağlara baktı. Bir yamaçta salkımlanmış küçücük akça bulutla
göz göze geldiler. Bulut:
"Nereye gidersen git, beni her gördüğün yerde, geçmişin de benimle sana gelecektir" der gibiydi.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Sinir ötesi kara hakaret |
|
İster; "Her sinirin bir sınırı vardır" deyin, ister "Nerede hareket orada bereket, sınır ötesinde harekat, sinir ötesinde hakaret". Hiç farketmez. "Klavyesi Türkçe olmayanın eli silgiden kurtulmaz" derlermiş, benimkisi o hesap ! Son günlere damgasını vuran cümleler ve kelimeler üzerinde gezinmek istedim.
"Sınır ötesi". Klavyen Türkçe değilse; "Sinir ötesi". Sınır ötesine geçince sinir ötesine de zaten bir adım atmıştık. AB, ABC, ABD felan derken başlamışlardı yazmaya, orada burada demeç vermeye :
"Kaç gün sürecek ? Kısa olmalı, 2 hafta içinde çıkmalı..."
"Çabuk girmeli, çabuk çıkmalı..."
"Irak'ın toprak bütünlüğü korunmalı..."
"Sivil hedeflere dikkat edilmeli..."
"Askeri çözümler değil sivil çözümler önemli..."
vs.vs... demeye. Sinir dediğin Talazani-Barbani ikilisi olabilir ama sınır dediğin Irak ile değil, ABD ile ! Bu yüzden ABD'nin sınırlarından sorumlu Savunma Bakanı Gates, başkentimize henüz teşrif etmeden;
"En kısa sürede çıkın !" demedi mi ? Hatta teşrifinden sonra havaalanında;
"Peki, anladılar mı ?" sorusuna karşılık,
"Anlamışlardır, zira 4 kez tekrarladık" demedi mi giderayak ? Öyleyse ne ayak ..?
Girdiğimiz gibi çıktık sonunda çok şükür. Irak'ın toprak bütünlüğüne de zeval vermedik, zaten topraktan başka herhangi bir bütünlüğü kaldı mı Irak'ın ?
Altı Şii-hane, üstü Kürdi-li-hicaz, ortada Pop-Caz.
Ara taksimlerde; Talazani'ye köfte biraz, Barbani'ye de az piyaz.
BOP tezgahında petrol bekçiliği emellerinde ince saz.
Ketenpereye çalıştığı stratejik müttefikine ( yani bize ); hem naz hem niyaz.
Çabuk girmiştik çabuk çıktık.. Lakin siyaseten abuk çıktık. Zira halk;
"Buşkomutan ben değil miyim ?' diye bıyık altı soru sorandan,
"O makam bana bağlı değil mi ?" diye hayra yorandan bekledi durdu haberi.
Dışişleri açıklasaydı ya bari.
Ne gezer, açıklayan Zebari ..!
Gel beri yar, gel beri...
Her geçen gün gerisin geri...
Karadakiler ise; kara kara düşüneceklerine; zor koşullarda elde edilen başarıyı yaralama, birbirlerini karalama, sağdan soldan araklama, ona sırt çevirme bunu arkalama, dışarıya karşı sözüm ona AB kapısını aralama, içeriye nabza şerbet sarıp sarmalama. Sonuçta; harekat yerine hakarete varan söylemlere girdiler hem acımasız hem de anlamsız. Sınırlı girdik, sinirli çıktık velhasılı. Buşkomutan'dan Buşbakan'a, Duşişleri'nden Savuşma'ya kadar ilgili olması gerekenler; ya sus ya da pus.
"A'dan Z'ye Silahlı Kuvvetleri her neferini candan kutlarım. Ve fakat; niye girdik, niye çıktık ? Gates geldi, siyasi görüşmeler yapıldı, açıklama bekledik, yok. Onların telkinleri doğrultusunda mı çıktık ? Kapalı kapılar ardında neler oluyor ?" diye günlerdir soru soran muhalefete fırsat bu fırsat;
"Kimse askeri polemik içine çekmeye çalışmasın, varsa söyleyecek sözü olan, eleştirecek olan, siyasi muhatabı biziz" diye ortalığa demeç kus. Günlerdir size soruyorlar zaten ..!
Keşke basın toplantısında;
"Sınır ötesi Kara Harekatı'nın askeri sonuçları bunlardır. Siyasi sonuçlar için konuşması gereken sinir ötesi de şunlardır" deyiverseydi Paşa'm...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu |
MİRANDA'NIN KOKUSU
İstiklal caddesinde bir öğle vakti. Baharın gelmesine sevinen kuşlar, caddenin eski binaları arasında uçuşurken, sesleri martı çığlıklarına karışıyor. Sırtımda okul çantam, yürüyorum caddede. Yanından geçtiğim sokakların yan yana dizilmiş binalarına takılıyor gözlerim. Kışın güneşsiz geçen günlerinde hasta olmuş bu eski binalardan keskin rutubet kokusu yayılıyor. Binaların ardına kadar açılan pencereleri, odaların her köşesine yayılmış rutubet kokusunu sokağa doğru sanki tükürüyor. Bu koku beni caddenin eski günlerine götürüyor. Şapkalı beyefendiler ve hanımefendiler önümden geçiyor. Birden daha önce hiç geçmediğim bir sokağa doğru yöneliyorum. Sokakta bir kaç kedi ve ben… Gözlerim pencereleri açılan eski binaların duvarlarında, süslü balkonlarında ve bina girişlerindeki oymalı görkemli kapılarında…
Çiçekli ferforjeyle camı süslenmiş bir apartman kapısının önünde duruyorum. Yaşlı bir adam, kapağı yırtık bir kolinin içinden aldığı renkli kitapları apartman kapısının yanına üst üste diziyor. Apartman sahibinin iznini almış olmalı diye düşünüyorum. Kitapların yanına yaklaşıyorum ve meraklı bakışlarımı gören yaşlı adam hiçbir şey söylemeden işini yapmaya devam ediyor. Kitapları şöyle bir süzüyorum. Renkleri solmuş kitapların benden ve hatta yaşlı adamdan bile daha eski olabileceğini düşünüyorum. Elimi eski kitapların üzerinde gezdirirken yaşlı satıcı işini bırakıyor ve bana bakıp bekliyor… İşaret ettiğim sıranın ortasındaki mavi kapaklı kitabı, yaşlı satıcı diğer kitapların arasından çekip bana veriyor. "Miranda". Kitabın üzerindeki sarışın kadın resminin altında yazarın ismi var: "Anya Seton". Basım tarihine bakıyorum; birinci basım 1973. Kitabın yaşı, 1996 yılında olduğumuza göre yirmi üç. Yaşımdan büyük olan kitabın kapağındaki yazıyı okuyorum, bir aşk hikayesinden bahsediyor. Sararmış sayfalarını karıştırdıktan sonra toplam iki simit bedeli kadar para ile satın alıyorum bu kitabı. Satıcının yaşlı yüzüne bakıp iyi günler dileyerek uzaklaşıyorum kapısı ferforjeli apartmandan. Öğleni geride bırakıp akşama hazırlanan caddenin kalabalığına karışıyorum. Aklımda düşünceler, otobüse biniyorum. Oturuyorum boş gördüğüm koltuğa ve kitabın sararmış sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Etrafımdaki insanların ne düşüneceği umurumda olmadan kitabı kokluyorum. Eski binaların odalarına sinen hastalığın kokusunu içime çekiyorum. Rutubet kokusu…
Bir aşk hikayesini anlatan cümleler yakalıyorum sararmış sayfalarında. Aşk kitabı "Miranda". Farklı ırk, farklı din ve kültürlerin dolaştığı bu caddede ilk kim satın almıştı seni? Caddenin sokaklarında rutubet kokan hangi binanın hangi odasında okunmuştun? Ateşi titreyen bir mumun, kokulu bir gaz lambasının ya da kırmızı camlı avizenin solgun ışığında mı okunmuştun? "Miranda"! Umutları yeni doğan genç bir kızın ya da aşkı tatmadan evlenen bir kadının yüreğini mi mutlu etmiştin aşkı hissettirerek? Hangi yatağın ucunda okunmuştun geceleri, hangi yastığın altına gizlenilmiştin korku dolu hislerle? Son sahibin olan bana, keşke anlatabilseydin sahiplerini?
Kokluyorum "Miranda" yı: Tatlı bir çiçek parfümü…
*Caddenin dükkanlarına bakarken yağmurdan ıslanan sarı saçlarını düzeltti. Birden gökgürültüsü ile irkildi ve önünden geçtiği küçük kitapçı dükkanına girdi. Gözlüklerinin üstünden kendisine bakan dükkan sahibine gülümsedikten sonra raflardaki kitaplara baktı. Gözüne takılan mavi kaplı kitabı satın alarak Beyoğlu'nun ıslanmış sokaklarında evine doğru yürüdü. Kapıyı açan hizmetçisine çiçek kokulu pardesüsünü vererek mavi kumaş üzerine sarı işlemeli koltuğuna uzandı. Eline aldığı "Miranda"yı okumaya başladı. Okudu. Sarkaçlı saatin sesine aldırış etmeden okudu. Dudakları uzun zamandır haber alamadığı sevgilisinin adını fısıldadı: "Edward" ve onu son bir kez de olsa rüyasında görebilmek için gözlerini kapadı.
Kokluyorum "Miranda"yı: Ekmek kokusu…
*-Zarife. Ekmek aldın mı bugün?
-Hayır babam. Hemen gidip alayım.
-Sağ sola bakma ha. Kemiklerini kırarım. Çabuk gel!
-Tamam baba, deyip Zarife, arka sokaktaki fırına doğru koştu. Sokağın köşesinden dönerken birisi kolunu tuttu. Korkarak arkasına baktığında bakkalın oğlu Osman'ı gördü. Çocukluk arkadaşı Osman'ın yeşil gözlerindeki bakış, Zarife'yi utandırmıştı.
-Kaç bana Zarife. Seviyorum seni, diyerek sıktı genç kızın kolunu delikanlı.
-Osman, babam görse böyle bizi ilk önce seni sonra beni öldürecek. Okutacak beni babam, evlendirmeyecek. Bekliyor evde acele etmem gerek, deyip Osman'ın elini kolundan sıyırdı. Elinde ekmekler fırından çıkan Zarife'yi Osman'ın gölgesi eve kadar takip etti. Sonraki gün ve daha sonraki gün… Zarife daha da sonraki gün yine ekmek almaya gittiğinde Osman'nın gölgesi köşede duruyordu. Genç kız fırından çıkınca kucağında ekmeklerle yanına gitti. Osman yeşil gözleriyle sevgi dolu baktı ona:
-Hani okumak istiyon ya, sana bu kitabı aldım, dedi ve kucağındaki ekmeklerin arasına sıkıştırdı mavi kaplı kitabı. Zarife'yi öptü yanağından ve kaçtı bir daha o köşeye gelmemek üzere. Zarife kucağında ekmekler, ekmeklerin arasında mavi kaplı kitap, kalbinin hızlı atışları ile evine gitti. Kitabı kimse görmeden yatağındaki yastığın altına sakladı. Osman'ı düşündü ve her gece sokak lambasının camına vuran ışığında gizlice okudu ekmek kokan mavi kaplı kitabı.
Kokluyorum "Miranda"yı: Rutubet kokusu
*Beyoğlu'nun sokakları karla kaplanmıştı. Evinin olduğu sokakta yürürken, bebek ağlaması duydu. Hiç sahip olamadığı ağlama sesi… Kendisine bir çocuk veremeyen eşi Sabiha, rahmetli olalı tam ondört yıl geçmişti. Bunca yılın yalnızlığını topladığı eski kitapları okuyarak gideriyordu. Coğrafya, fizik, tarih, edebiyat ve çeşitli romanlardan oluşan bu kitaplar onun arkadaşı gibiydi. Ekmek almak için de bu arkadaşlarını satmak zorunda kalıyordu. Oturduğu apartmanın bodrum katına indi ve kapıyı açtı. Rutubet kokusu onu birden bire öksürtmüştü. Süngeri çökmüş eski koltuğuna uzandı ve gazete kağıdına sardığı kitaplara bakarak "Yeni arkadaşlarım kimmiş bakalım?" diye düşündü. Mavi kaplı kitabı eline aldı, diğerini kapağı yırtık kolinin içine koydu. Üzerindeki kadın resmine baktı ve "Aynı Sabiha'nın gençliği" diyerek resmin üzerinde yaşlı ellerini gezdirdi. Kitabı açtı ve uykusu gelene kadar okudu.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahvenin Köpüğü : Melis Mine Şimdi ya da Asla |
|
Yönetmen: Rob Reiner
Senaryo: Justin Zackham
Görüntü Yönetmeni: John Schwartzman
Oyuncular: Jack Nicholson, Morgan Freeman, Serena Reeder, Sean Hayesi, Rob Morlow, Beverly Todd, Alfonso Freeman, Rowena King, Annton Berry Jr., Verda Bridges, Destiny Brownridge, Brian Copeland
Müzik: Marc Shaiman
Tür: Komedi, Dram
Yapım: ABD, 2007, 97 dakika
Filmin orijinal ismi "Bucket List", yani, ölmeden önce yapmak istediğim şeyler listesi. 'Bucket List' İngilizce "nalları dikmek" anlamına gelen "kick the bucket" deyiminden geliyor. (Belki altyazılarda kullanıldığı gibi, tahtalıköy listesi olarak çevrilebilirdi.)
Milyoner Edward Cole ile araba tamircisi Carter Chmabers' ın farklı dünyaları Edward'ın sahip olduğu hastanenin bir odasında kesişir. Taban tabana zıt görünen iki adam; (biri evli ve kocaman bir aile sahibi - diğeri yalnız, biri zengin - öbürü kendi halinde bir tamirci, bir uçarı, kaprisli - öteki, olgun, bilge…) hayatlarının sonunun benzer olduğunu görünce ister istemez yakınlaşır ve el nihayet kendilerini ölmeden önce yapmak istediklerinden oluşan bir liste ile kocaman bir maceranın içinde bulurlar.
Paraşütten, piramitlere, Tac Mahalden, Ferrarilere uzanan bu yolculuk aralarında bir dostluğu büyütürken, her ikisinin de hayattaki önceliklerini gözden geçirmeleri ve kendilerini sorgulamaları kaçınılmaz olur.
Pek çok klişe ile dolu ve hatta yer yer mantıksız da olsa (O kadar zengin bir adamın, Ferrari'ye binmemiş olması, piramitleri ya da Tac Mahal'i görmemiş olması mümkün müdür? Bunları yapmadıysa sebebi, zaten bunlara karşı ilgi duymaması mıdır yoksa?) sürekli güldüren, sonlara doğru küçük duygu fırtınaları ile kirpiklerinizi bir parça ıslatan keyifli bir seyirlik "Şimdi ya da Asla". Piramitleri ve paraşütle atladıkları sahneleri izlerken "ben de yapmalıyım" dedirten, "dünyadaki en güzel kızı öp", "muhteşem bir şeye tanık ol" vb. maddelere gelince sıra; sevdiklerimizi, hayatımıza dair isteklerimizi ertelememeyi hatırlatan ve el nihayet serin bir bahar havası gibi içimize dolup, bizi gülümseten bir film.
Belki konu çok orijinal değil, belki basmakalıp fikirler çok ama sadece Jack Nicholson ve Morgan Freeman'ı görmek bile o bir buçuk saati güzelleştiriyor. Kaldı ki, mesaj kaygısı taşıyor havası vermiyor hiç ama yine de veriyor mesajını. Sinemadan çıktığımızda ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk arkadaşımla, kuvvetle muhtemel. Hayatta yapmak istediğimiz şeyleri arkamızda bırakıp gitmemeyi… Arkamıza dönüp baktığımızda, "iyi ki"lerin "keşke"lerden çok daha fazla olmasını… "Güzel yaşadım" diyebilmeyi…
Seyredip mutlu olabileceğiniz bir film önerdim size bu hafta, dilerim güzel havanın, güzel filmlerin, güzel kitapların, güzel müziklerin ve güzel yemeklerin doldurduğu bir hafta sonunda bu da kulağınıza çalınan hoş bir seda olur...
Keyifli günler dileklerimle
Köpüğü bol kahveleriniz olsun…
Melis Mine
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.300 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
YAMYAM KADINLAR
bunlar felaket kadınlardır
meme uçları fena saldırır
burunları yok gözleri kanlı
vurdukları yerden toz kaldırır
ölçüye sığmaz boyları posları
halattan farksız boyun kasları
öpüştün mü dudaklarını doğrar
hoyrat çenelerinin makasları
kırbaç dilleri bir tutam alev
ağızları ejderha iştahları dev
çiğ adam yedikleri görülmüştür
bre kan dökerler kahpelik görev
kelle kazıtılmış simsiyah dazlak
dişleri arasında bıçak
ölüm bilmezler yedişer canlı
canavarlardır çırılçıplak
tırnak uzatmışlar elleri pençe
ucundan kan damlar gündüz gece
etine değmesinler sırtın üşür
okşadılar mı aynı işkence
sırtlan uluyunca akşamları
açlıktır azdırır yamyamları
yiyecek insan ararlar
karanlığa vurup tamtamları
ATTİLÂ İLHAN
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KM - GENEL YAŞAM SİGORTA A.Ş. İŞBİRLİĞİ İLE AĞIZ VE DİŞ SAĞLIĞI
Sevgili KM Dostu,
Sağlığınız bizim için önemlidir,
Genel Yaşam Sigorta A.Ş sizlerin Ağız ve Diş Sağlığı ile ilgili sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak amacıyla Promosyon olarak hazırlamış olduğu ağız check-up'ı hizmetinden faydalanabilmeniz için sizi anlaşmalı kliniğimizde ağırlamaktan mutluluk duyarız.
Yapılacak olan ağız check-up'ınız için yapmanız gereken sadece IDENTIST AĞIZ ve DİŞ SAĞLIĞI MERKEZİ'NDEN aşağıda belirtmiş olduğumuz ilgili kişileri üç gün önceden arayarak randevu almanız ve tarafınıza iletilmiş olan bu sertifika ile 2008 Mart sonuna kadar kliniğimize başvurmanızdır.
Panoramik Röntgen ve ağız check-up'ınız GENEL YAŞAM Promosyonunun bir parçasıdır.
Sağlıklı günler, güzel gülüşler dileğiyle...
Saygılarımızla
GENEL YAŞAM SİGORTA A.Ş.
Randevu için: Nursel Çalışkan (nurselcaliskan@identist.com.tr)
Gülsün Er (gulsuner@identist.com.tr)
IDENTIST AĞIZ ve DİŞ SAĞLIĞI MERKEZİ
Kasap İsmail Sok. Sadıkoğlu Plaza 1 Kat 3
No 68 Kadıköy - İstanbul
Tel: 0216-337 0707 / 0216-337 0708
http://www.identist.com.tr
Editör'ün Notu: Yukarıda sözü edilen sertifikayı buradan bilgisayarınıza indirebilir, üzerine ad ve soyadınızı yazdıktan sonra bastırarak veya email ile göndererek bu hizmetten yararlanabilirsiniz.
Yazarlarımızın Kitapları
Merih Günay "Martıların Düğünü" |
Nesrin Özyaycı "Işık -II-"
|
Temirağa Demir "Her kardan Adam Olmaz"
|
Şadıman Şenbalkan "Şehit Analarımızın Çığlıkları" |
Hatice Bediroğlu "Düş Kuruyor Gece" |
|
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Outdoor hiç bu kadar keyifli anlatılmamıştır desem yeridir. http://www.dask.org.tr/ ...Mağara giysileri genellikle eskidir. İlk giyişten sonra üzerlerinde kalıcı, kirli kahverengi lekeler ve ilginç yırtık ve deliklerden oluşan bir koleksiyon oluşur. Mağaracılar vücudu kaplayan tulumlar ve kotları tercih ederler. Soğuk iklimlerde sweat-shirt veya ceket de kullanılır. Mağaralar ortalama sıcaklığı korudukları için, kuzeydeki mağaralar güneydekilere göre daha soğuk olurlar. Bazı mağaralarda spor ayakkabı da giyilebilir ama bileği koruyan eski botlar idealdir. Tırmanma botları mağaralar için kullanışlı olmakla birlikte iyi bir tırmanma botunu mağarada kullanmamak daha iyi olacaktır. Bir çok tecrübeli mağaracı bu ise adadığı eski, sağlam tabanlı botları kullanır...
En güzel ve de özel yemek tarifleri için http://yemektarifi.com/ ...Uzakdoğu mutfağında köri aslında yavaş yavaş pişen sulu et ve sebze yemeği anlamına geliyor. Özellikle Hindistan mutfağında sık tüketiliyor. Köri yemeğinde vazgeçemeyeceğiniz baharatlar garam masala baharatlarıdır. Tarçın, karanfil, karabiber, kakule ve defne yaprağının birlikte kullanılmasına verilen isimdir...
http://www.teiws.com/ İster eski, ister yeni elinizin altında süper bir film arşivi istermisiniz. Filmler ve diziler konusunda oldukça ayrıntılı olan bu arşivi tüm seyir meraklılarına tavsiye ediyorum. Lost , Prison Break , Supernatural , Heroes , The Lost Room , Dexter , 24 , Bionic Woman , Gossip Girl, .....
...AB, stratejik ortaklık ilişkisinin bulunduğu Çin, Rusya ve Hindistan'ın yanısıra, Brezilya'ya da stratejik ortaklık teklif ediyor. Hedef, biyoyakıt üretimi. IMF verilerine göre Gelişmiş 8 (G8) ülkeleri 2004 yılında dünya ekonomisinin % 44,69'unu karşılıyorken, 2008 yılında bu rakamın % 41,39'a inmesi bekleniyor. Piyasaların gözdesi gelişen ülkeler.... Devamı ve benzer araştırma raporlarını merak edeiyorsanız http://www.danismend.com/
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3753 / Windows / 4.54 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
TreeWalk 8.2.1 / Windows / 1.19 MB http://www.ntcanuck.com/tw_exe/twdns821.exe Güncel problemlerinizi çözmek için mükemmel bir yardımcı program. İndirip gönül rahatlığıyla kurabilir ve kullanabilirsiniz. Yaptığı işi, internette dolaşırken yazdığınız adresleri direkt olarak bağlı olduğu DNS'lere sormak ve kısa yoldan adrese ulaşmanızı sağlamak olarak tanımlayabiliriz. Örneğin bir nedenle Türkiye'den ulaşamadığınız adreslere bu kurulumu yaptıktan sonra sorunsuzca ve hiçbir engellemeye takılmadan ulaşabilirsiniz. Benden söylemesi:-))
|
|
|
|
|
|