|
|
|
23 Mayıs 2008 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Düşük yoğunluklu darbe süreci!?.. |
Merhabalar,
Baktım, haber sitelerinden biri Tayyip Bey'in güzel gözlerini yakın plandan sergilemiş. Altında da şu cümle; "İşte o gözler!" Biri hafif kısılmış iki çipil göz işte. Geçmiş olsun tabi de, nedense gözleri görünce aklıma "kedi-yara" bağlamındaki özdeyişimiz geliverdi. Bilmem ki neden?
Seyrettiğim programda badem bıyıklı hukukçular Yargıtay ve Danıştay'ın bildirilerini usulsuz olmakla suçlayıp, bunu yargının yargıya müdahalesi olarak gördüklerini söylüyorlar. Hele biri "Düşük yoğunluklu darbe süreci" gibi "Dam üstünde saksağan" bir laf ediyor. (Allah razı olsun Şahin Bakandan. Unutulmaya yüz tutmuş bir mükemmel deyimimizi daha tekrar devreye soktu. Sağolsun varolsun.) Eleştiriler, bu kurumların böyle bir yetkisi olup olmadığı ve son 5-6 yıldır bu türde müdahalelerin neden arttığı konusunda yoğunlaşıyor. Doğru diyorlar. Yetkileri var mıdır yok mudur bilmem ama kendilerini ilgilendiren bir konuda refleks göstermelerini önleyecek bir kanun da yok değil mi? Yargıyı bağımsız olmaktan çıkarıp siyasetin emrine verme çabalarına Yargıçlar değil de ben mi karşı çıkacağım? Artan müdahalelere gelince, bu tarihin, Türkiye'de rejim, türban, laiklik tartışmalarının en yoğun yaşandığı, Devletin her organına sirayet etme çabalarının ayyuka çıktığı son 5-6 yıla denk gelmesi acaba garip bir tesadüf müdür? Kavgalı olduğu her Devlet kurumuna kendi yandaşlarını oturtup sorunu kökünden çözmeyi ilke haline getirmiş, çoğunlukçu saltanat anlayışı maalesef bu son 5-6 yılda ortaya çıkmıştır. İşte o nedenledir ki, memlekette ne kadar aklıselim varsa teker teker fikir beyan etmeye başlamıştır.
Devletin zirvesinde epeydir bir küslüktür gidiyordu. Nedeni konusunda türlü spekülasyonlar vardı. Hatta birine ben de epeyce inanmıştım. Sözde, emenetçi başbakanın eşi konutu hor kullanmışta, esas başbakan eşi de görevi devraldıktan sonra "Seni gidi pasaklı" falan demiş. Dedikodu işte. Ama şimdi işin aslını öğrendik. Meğerse küslüğe aşağıdaki dedikodu neden olmuş;
"HER ÖNERİ KABUL EDİLMEZ DEĞİL Mİ?"
Odadaki bir kadın: Hayrünnisa Hanım hayırlı olsun. İnşallah tamamına erer.
E.Erdoğan: Gerçekten sürpriz oldu.
H.Gül: Evet. Bilmiyordum. Benim için de sürpriz oldu.
E.Erdoğan: Genelde anormal olanlar beklenmez. Sizlerin de beklediği Recep Bey’in aday olmasıydı, öyle değil mi?
Odadaki kadınlardan biri: Ama Sayın Başbakan aday gösterdi…
E.Erdoğan: Elbette, ama her öneri kabul edilmez, değil mi?
H.Gül: Emine Hanım hayrola, bir sorun mu var?
E.Erdoğan: Recep Bey adaylıkta ısrar etmeliydi. Siyasi geleneklere göre başbakan varken bakan aday olmalı mı? Recep Bey bazı dengeleri gözeterek adaylık teklifinde bulunabilir... Yoksa önce dengeler bozuldu, sonra da denge bunu gerektiriyor mu denildi?
H.Gül: Öyle şey olur mu? Yılların dostluğu bunu gerektirir mi?
E.Erdoğan: Yılların dostluğu benim dediğime gelmeliydi. Evet, bir kırgınlığım var. Ama yanlış anlaşılmasın, biz bir aileyiz…
Oh Allahıma şükür, fotograftan anlaşıldığı üzere küslük sona erdi. Bir de kimin "först leydi" olduğunu öğrensek huzura ersek. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan UYKUSUZ, UYGUNSUZ, UMUTSUZ -7 |
|
Aslanlı Çeşme Sokağında oturan otuz altı yaşındaki kadının bir göğsü alındıktan sonra bütün sıkıntıları sona ermemişti. Evet, artık bedenindeki bu eksikliğe alışması gerektiğini biliyordu. Ona boş olan göğsü için protezle doldurulmuş, dışardan bakıldığında her şeyin normal göründüğü bir sutyen almışlardı. Artık yavaş yavaş tekrar sağlığına yeniden kavuşacağına olan inancını iyice güçlendirmeye çalışıyordu. Başına gelen kötü olaylar, yaşadığı bütün felaketler aslında ona yaşamın ne kadar değerli olduğunu öğretmişti. Eskiden incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için canı sıkılır, kendine yaşamı zehir ederdi. Şimdi anımsadıkça o hallerine gülüyordu. Yaşam gerçekten çok değerliydi ve zaman eften püften olaylarla, yapmacık depresyonlara kurban edilmemeli, her anın tadına varılmalıydı. Örneğin elma şimdi hiç olmadığı kadar lezzetli, daha önce farkına varmadığı kadar güzel kokuluydu. Portakal çiçekleri, yaseminler, lavanta ve fesleğenlerde öyle…
Göğsünün birinin eksikliğine yavaş yavaş alışmaya çalışırken teyzesinin kızı bir gün onu telefonla aradı. Onunla aynı sıkıntıları yaşamış bir arkadaşının ameliyattan sonra kendine yeni bir göğüs yaptırdığından söz etti. Ameliyat yerleri iyileştikten sonra alınan göğsünün yerine güzel görünümlü, cerrahi yöntemler ile yeni bir göğüs yapılabiliyormuş. Bu ameliyatlar biraz pahallıymış ama görüntüsü kesinlikle eskisini aratmayacak kadar iyi oluyormuş. Teyzesinin kızıyla yaptığı telefon görüşmesinden sonra bu konuyu internetten uzun uzun araştırdı. Başka kadınlara yapılan uygulamaların resimlerini, ameliyatın yapılış yöntemlerini inceledi. Karar vermekte acele etmeyecekti ama bu ameliyata da sıcak bakıyordu. Hastaneleri, hatta ameliyat ücretlerini bile araştırdı. Aylar sonra ilk kez kendini çok iyi hissetti.
Sonraki birkaç hafta içinde rüzgar yine tersten esmeye başladı. Yavaş yavaş biriktirdiği bütün umutları savrulup gidiverdi. Kontrol için Ankara'ya gittiğinde doktorlar ona diğer göğsün de içini boşaltacaklarını söylediler. Onların görüşlerine göre öteki göğüste de aynı riskler oluşabilirmiş. Göğsün tamamen alınması gerekmiyormuş ama içi boşaltılacakmış. Sonra onu yeniden doldurup normal bir göğüs görünümüne kavuşturacaklarmış. Sadece şu anda hemen yapılması gereken acil bir şey değilmiş. Alınan göğsünün tamamen iyileşmesinden sonra başlanabilirmiş.
Bu öneri bütün korkularını ve kaygılarını ansızın geri getiriverdi. Zaten yaşadıklarını henüz kabullenebilmiş değildi. Korkuları yeniden gecelerin karanlığında mayalanıp sonsuz saatler gibi uzayıverdi. Bütün uykularını yeniden kaybetti.
Aylarca en çok beklediği ve istediği şey sağlığına kavuşup yeniden işe dönmekti. Yeniden hastalığı ile boğuşmaya başlayıp her şeyi bir kez daha ertelemesi gerekiyordu. Önce sabah yürüyüşlerine başladı. Arkasından bu güne kadar hiç ilgilenmediği mutfak işlerine yöneldi. Yemek ve tatlılar yapmaya çalıştı. İçinde yemek ve tatlı tarifleri dolu kitaplar aldı. Yaptıkları bazen güzel oluyordu ama her zaman kitaptaki resimlerde gösterilen sonuçlara ulaşamıyordu. Evdekiler yeni pişirilmiş yemeklere denek olmaya seslerini çıkarmamaya yemin etmiş gibi davranıp kendisine yardımcı oluyorlardı. Zaman geçtikçe sabah yürüyüşleri, komşu oturmaları, akraba ziyaretleri artık işe yaramaz hale gelmeyi başladı.
Çevresindeki herkes ne kadar hissettirmemeye özen gösterseler bile ona acıyarak bakıyordu. Bazıları yaşadıklarına kötü bir tesadüf, bela piyangosunun çekilişinde ona büyük ikramiye çıkmış gibi davranıyorlardı. İnsanların kendisine acımasından nefret ediyordu. Göğsünün alınması neden bu kadar büyük bir felaket olarak algılanıyordu? Bu normal, olağan bir kusur olarak kabul edilemez miydi? Bazen insanların bu acıma dolu çemberinden iyice usandığında başını alıp uzaklara gitmeyi istiyordu. Onu kimsenin tanımadığı uzak bir yere gitmeyi, orada yalnız başına yaşamayı düşlüyordu. Şimdilik böyle bir şansı yoktu. Çünkü rutin doktor kontrolleri çok sıklıkla yapılmalıydı. Ve o nereye giderse itsin sık sık hastaneye dönmek zorundaydı. Evde zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Bazen akşama kadar televizyon izliyordu. Bazen kitap okumaya çalışıyordu. Ama ameliyat yerlerinin sık sık gönderdiği acı sinyalleri bir kitaba odaklanmasını engelliyordu ve okuduklarından keyif alamıyordu.
Onun sağlığı bozulunca evin de bütün düzeni alt üst olmuştu. Herkes planlarını hastane randevularına göre yapmak zorunda kalmıştı. Yemek ve uyku saatlerini de… Yediği içtiği her şey annesi veya kardeşleri tarafından kontrol ediliyordu. Herkes ona küçük bir çocuk gibi davranıyordu. Tabağında azıcık yemek kalsa hemen birkaç kaşık daha yemelisin uyarısıyla karşılaşıyordu. Hemen onun yiyebileceği ve sevdiği başka yemek seçenekleri konuşulmaya başlanıyordu. "Lokantadan bunu isteyelim mi, sana akşama şunu pişirelim mi?" diyorlardı. Zaman zaman bu ilgiden, şımartılmaktan keyif aldığı da oluyordu. Kendisiyle ilgili hiçbir kararı veremeyecek, buna yetkin olmayan küçük bir çocuk gibi görüldüğü hissinden kurtulamıyordu. Oysa Necla tam yirmi üç yıldır çalışıyordu. Daha üniversitede öğrenciyken çalışmaya ve evin geçimine katkıda bulunmaya başlamıştı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu |
OT
Bir şeyi beğendik mi doğadaki bir bitkiyi ya da hayvanı kullanıp onu yüceltiyor: gül gibi, aslan gibi, zeytin gözlüm, güvercinim… diyoruz. Beğenmedik mi de yine aynı yöntemle çıkıveriyoruz işin içinden: kabak gibi, tilki, hıyar, yılan…
Çocuklarımıza nergisi, defneyi, laleyi, papatyayı, kardeleni… ad olarak seçiyoruz da ayrığı, kekiği, ısırganı, seçmiyoruz. Oysa onlar da ot. Dahası, birilerinin yaşamını renksiz mi bulduk; "ot gibi" deyiveriyoruz ona.
Varsın Beslenme Uzmanı Osman Nuri Koçtürk, az gelişmiş toplumları otoburlar, gelişmiş toplumları da etoburlar olarak nitelesin. Biz Egelilerin:
- Baba, bahçemize bir inekle bir Giritli girmiş. Ne yapayım, diye soran çocuğa:
- İneği bırak, otlasın. Karnı doyunca gider. Giritliyi ise hemen kov. Yoksa bahçede ot kalmaz, diyen baba fıkrasındaki kadar olmasa da ot düşkünü olduğumuz herkesçe bilinir.
Ot, hem derman, hem doyurandır buralarda. Biz, iki de bir başkasına el açan, yokluktan yakınan birine:
"Dağın ( zeytinin) yağını sık, ovanın otunu kaz; kavur da ye!" deriz.
Bu, doğanın her koşulda bize yaşama olanağı sunduğunun, kişinin yaşamak için çaba harcaması gerektiğinin güzel bir anlatımıdır. Belki de bu yüzden lise yıllarında Mehmet Emin Yurdakul'un gençliğe adadığı Anadolu şiirinde:
"- Ne o bacı?
- Ot yiyoruz, n'olacak!..
- Tarlan yok mu?
- Ne öküz var, ne toprak..."
dizelerini okuduğumda küçük bir şaşkınlık yaşamıştım.
Otlar, "bir mevsimin hatırı için üç mevsimin kahrını çeken" doğa çilekeşleri. "Birçokları ağaçların heybetine övgüler düzerken otlara bastıklarını fark etmiyor, yanık yerde ilk otların yeşerdiğini, akıllarına bile getirmiyor."
Biri bize çok zor bir iş mi gördürdü. Sözümüz hazır: " ot yoldurdu". Aslında ot yolmak pek de öyle zor bir iş değil ki. " Kök söktürdü" desek neyse. Zavallı otların kökleri toprağın olsa olsa beş altı cm. derininde.
Ben, yaşamın sürüp gitmesi için doğadaki her canlının bir işlevi olduğuna inanırım. Bugün yararlı görmediğimiz bir canlının, yarın yaşamımız için vazgeçilmez bir nitelik kazanabileceğini, bu yüzden her türün mutlaka korunması gerektiğini düşünürüm.
Ege'de sahiller kıpırdayıp dar ovalarda ekinler biçildiğinde kırlar, bayırlar da sararıp solmuştur; ama dağlar, alını gülünü, göğünü yeşilini yakıcı güneşe teslim edivermez, bir süre daha efelenir.
Ben bu mevsimde Dırlavan'a çıkmadan, Geyik Barajı'na uğramadan yaza girmem . Çünkü buralarda doğanın gizli bahçeleri vardır. Bu bahçelerde en usta ressamları kıskandıracak rengin ve biçimin; en usta bestecileri kıskandıracak seslerin ve Kudra'nın parfümünün en başat kokusunun sultanlığı hüküm sürer . Bunca rengin, biçimin, kokunun birbirine katlanabilmesi; aynı toprağı, havayı, suyu paylaşabilmesi başkasının yaşam hakkına saygıdan başka ne olabilir ki?
Seviyorum otları. Farklılıkların uyumu var onların dünyasında. Kıskanmak yok, ayrımcılık yok sözlüklerinde. Kelebek, arı, sinek, kuş… bakmıyorlar ballarını toplamaya gelenlerin kimliklerine. Hatta kendilerini dişleyen koyuna, keçiye, ineğe öküze de kızmıyorlar. Biliyorlar ki kökleri yerde. Bir sonraki seneye dek bekleyecekler. Doyurduklarının gübreleriyle beslenen toprağın seneye kendilerini daha güçlü olarak bahara hazırlayacağından eminler.
Göktepe eteklerinde bir bayırdan ötekine rüzgârın yaladığı otların bayramına bakarken soy ozanım Behçet Necatigil'in Kır Şarkısı geliyor aklıma:
Tam otların sarardığı zamanlar
Yere yüzükoyun uzanıyorum.
Toprakta bir telâş, bir telâş
Karıncalar öteden beri dostum.
Ellerime hanımböcekleri konuyor
Ne şeker şey onlar!
Uç böcek, uç böcek diyorum
Uçuyorlar.
Ben de uzanıyorum yere. Uç böcek diyorum ben de. Kulağımı otların hışırtısına verip Pan'ın sesini dinliyorum.
İnsanoğlu kentler kuruyor. Kentlerini parklarla; parkları da çiçeklerle donatıyor. Elbette beton yığını kentlerden daha güzel bu kentler. Bu kentleri çok sevsem de kırların yüreğimdeki yeri başka. İnsanoğlunun yarattığı mekânlarda seçkincilik var. Oysa doğa, kendi bahçelerinde her bitkiye yer veriyor. Bu güzellikleri yaşamak için fırsat buldukça el değmemiş yerlere çıkmalı insan.
Tek tek inceledim otları. Fotoğraflarını çektim. Köylü çocuğu olmama karşın onu on beşi geçmedi adını söyleyebildiklerim: Çobançantası, iğnelik, ebegümeci, hardal, gelincik, tarhanalık… Yüzlerce otun ayrı adı olmalıydı, adlarıyla seslenebilmeliydim onlara.
Adlandırma bir gereksinim. Adlandırma olmasa bir şeyi ötekinden nasıl ayırırız? Ağaçlara, kuşlara, balıklara; kullandığımız araç gerece ad veriyoruz da otlara sarı ot, mor ot deyip geçiveriyoruz. Ot sözlüğümüz yok bizim.
Yabancı dil hayranı niceleri sıkıştıklarında "Türkçenin yoksul bir dil olduğunu, Türkçede Latincede bile adı olan bitkinin, hayvanın adının olmadığını söylerler. Bu işle az çok ilgilenen bile bilir ki Türkçe çok zengin bir dildir. Yoksul olan bizim kafalarımız. Onca üniversite bitirmiş botanikçimiz, biyologumuz, ziraatçımız yabancı dillerden çeviri yapa yapa profesör olmayı yeğleyeceklerine köylü kadınlarla, çobanlarla kırlara çıksalar, Anadolu doğasını inceleyip bu birlerce ota ad verseler hiç başka dillerin sözcüklerini kullanmak zorunda kalır mıyız?
"Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter" dediğimiz bu coğrafyada bazıları Anadolu insanının dilinin yoksulluğunu ileri sürebiliyorsa suçlu "Bastığı yerde ot bitmez" dediklerimizdir. Böylesi zengin bir doğada dil yoksulsa suçluları uzaklarda aramamak gerek.
Ot, deyip geçiveriyoruz. Oysa yarayan yaramayan, güzel çirkin ayrımı yapmamalı, hiçbir otun yok olmasına göz yummamalıyız. Otsuz, ağaçsız; kuşsuz, böceksiz bir dünyanın ölü gezegenlerden ne farkı kalır ki?
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Düşlerim çalınmıştı.
Bilirdim..
Bir başka sabah alacasını hatırlıyorum şimdi. Kan tutmuş fotoğraflara dalıyorum yeniden. Hayatımın, seyir defterlerini karıştırırken zaman zaman gözpınarlarımdaki sızının çoğalması, kaçınılmaz.
Yıllar aktı üstümden. Kırkbeş uzun yıl! "Her hayat bir gözyaşıdır" Rene Char haklıymış meğer.
Hüzün bulaşığı akşamlarda, geometri, cebir, kimya işlemlerine gömülürdüm. Dudaklarım kuru ve çatlaktı. Soba söndü, sönecek. Lodos savruluyordu pencerelerde.
Camlar çoktan şikest olmuş, meyler dökülmüş.
Babam sigara yaktı. Kızkardeşim uyuyakalmıştı.
Dönüp bana baktı annem:
- Bitmedi mi daha şu dersin, diye sordu.
Şakaklarına hafif bir gölge düşmüştü. Gözleri koyulaştı birden. Bir şey söyleyecek gibi kıpırdadı dudakları. Vazgeçti... Yutkundu. Yirmibeş mumluk ampulün cılız aydınlığı.
İçini çekerek, doğruldu babam. Gülümsemeye çalıştı.
- Büyük adam olacak ya… dedi.
Çalışmak ve başarı parantezleri arasına yerleştirmiştim hayatımı. "Olmayı" değil, "sahip olmayı" seçmiştim. Zamana yenilmeyecektim, kararlıydım. Noktaları, virgülleri, ünlemleri, soruları yerli yerine koymam o günlerin kalıntısıdır aslında.
Rıhtımda dalgalar çatlıyordu.
- Ah nasılda özledim oğulcuğumu, diye mırıldandı annem.
- Kimbilir nasıldır, ne durumdadır mektepte ? Başkomserin annesi diyecekler bana günün birinde… Gıpta edecekler...
- Elbette, ne sandın? diye yanıtladı babam. Soğuk ve keskindi sesi. Alkol vurgunuydu.
Yazdıkça, çağrışımlar birbirini kovaladıkça o yıllar belleğimde yenileniyor sanki.
Denizin bulanık yüzünde yer yer pembe, erguvan ışıklar oynaşıyordu. Rüzgar sertleşmişti. Tan ağarıyordu. Gökyüzünün rengi açılmaya, sararmaya başlamıştı. Onaltı yaşındaydım.
Nusret dayım, dudakları arasında sönmüş sigara izmariti karşımda duruyordu, küfrediyor gibiydi gözleri. Sonbahar yağmuru yemiş bıldırcındım sanki. Yollarımız ayrılmıştı, kesişmeyecekti biliyorduk, ikimizde. Köprüler atılmıştı çoktan. Rüzgara karşı avuçlarını yumarak kendi ağzında yaktı sigarayı.
Ellerimi cama dayadım. Yaşlar parmaklarımın arasından sızıyordu.
"Ben, bir başkasıdır" der ya Rimbaud..
Unutulmuş bir kitabın yaprakları arasında bulduğum bir çiçeğin uzak kokusundayım şu an. Öylesine erimiş ki, toz toz… Dokununca ufalanıyor. Sapı kalıyor incecik... Yüreğimi çizip geçen hatırlayışlar, özlemler...
İşte tam da o günlerde başlanıp devam edilmemiş bir romanı yazıyorum yeniden.
Çok uzak yıllara gidiyorum, uzak, daha uzak yıllara… İlmikler atıyorum hiç durmadan. Sende çocukluğumu yaşıyorum oğlum. Yüreğinle, beynin arasında koşturan çocuk hiç yorulmasın ne olur.
Pencerelerde kış çiçekleri. Eski zaman hayallerini çoğaltan, puslu bir gün ortası.
Birkaç kez gittim telefonun başına. Numaraları yarıya kadar çevirdim. Kezzap gibi duyguydu bu. Yakıcı, delip geçen.
Üniversiteyi kazanman şarttı..
Siren kayalıklarında oturmuş beni çağırıyordu ilk aşkım... Aşk mıydı, aşk denebilir miydi, sahiden ?
Kurşun rengi, su yeşili, kekik mavisiydi damarlarıma boşalan adrenalin. Nem ıslağıydı çarşaflar. Sis bulutu iniyordu denize doğru.
"Küçükken bütün ilginin odağıydım. Şimdilerde o ilgi azaldı artık" demiştin bana geçen gün. Kıyamam, hiç kıyamam güzel oğluma, şımarık oğluma.
Henüz buluğa ermiştim. İçimde garip bir değişiklik olmuş, adeta bir tür duygusal erginliğe varmıştım. Ruhuma tesir eden o rüzgar her ne idiyse, bana cesaret veriyordu.
Çabuk büyümek, hayatın farklı yüzlerini tanımak, sayılmak, önem kazanmak ve özellikle güçlü olmak istiyordum. Yüksek öğrenim görecek, mutlaka sevdiğim, üniversite mezunu bir kızla evlenecektim.
"Sular karardı... Yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta..." ( * )
Gözleriyle sordu, gözlerimle karşılık verdim. "Burası" dedi. O'nu sevmiştim. Bugün değil, geçmiş zamanda. Sesi genizden geliyordu. Yirmisekiz yıl önceki bendi. Suskun bakıyor, incecik bir gülümseme yayılıyordu dudaklarına. Issızlık ikimizin arasında çökmeye başlayan ikindi alacasını alazlayıverdi birden. Yine o bildik içe çekiliş. Bu defa uzun, beklenmedik alışılmadık bir yanı vardı sanki.
Sigarasını yaktım. (Babasından gizli içiyordu.) Yüzünü alevi saklayan iki avucuna doğru eğdi usulca, soluklandı.
Başını yeniden kaldırırken bakışlarında tortulaşan acıyı, bezginilği gördüm. Ben, onyedi yaşındaki ben ve sen… Üçümüz ilk kez bir aradayız. Gözlerinin en içinde söylemek istediği yada söylemeye çalıştığı çok şey vardı. Alt dudağı seğirdi belli belirsiz.
Ötelerden alıp bugüne, yaşadığımız şu ana getiren olayları, duygularımı, zamanın tenimde,belleğimde bıraktığı tüm o çizikleri anlatacağım ikinize… Onyedi yaşında bıraktığım kendime ve sana. Beyaz floresan ışığı gözlerimi yakıyor, nereye götürüyorlar beni… Zaman ve mekan kavramını yitirmiş gibiyim.
( * ) "Merdiven / A.Haşim
- Unutmuşsun, dedi. Haklıydı. Üzerinden o kadar çok unutulur zaman geçmişti ki zaten…
- Peki sen nasıl hatırlıyorsun bunca olayı? diye üsteledim. Gözlük camlarının ardından bakıverdi; ikircikli tedirgin.
Senin yaşındayken çok sahici iç kavgalar yaşamıştım. Hayat korkağı olmamam, hiçbir populist duruşun hevesine körü körüne kapılmamam bundan belki de.
"Di"li geçmiş zamanda yazmakta zorlanıyorum biraz. Dünden önceyle, bugünden sonrası birbirine karışıyor, ayırımındayım.
İllaki kafasına taktığını söyleyecek, örseleyecekti. Bilirdim, söyleyeceği şeylerin beni, ablamı sinirlendirmek, öfkelendirmek, öfkemizden keyif almak için özellikle seçilmiş şeyler olduğunu. Gökyüzüne baktım. Masmaviydi. Kırışıksız. Bulutsuz. Dümdüz. Hayat kendi süfli senaryosunu çekiyordu.
Plağın üzeri toz içindeydi. Elimle silmeye çalıştım tozları. Şarkı söylemek istiyordum.
Çevremdekiler müziğe olan yeteneğimi geliştirmem gerektiğini yineliyorlardı. "Mecburi hayatlar"da müziğe yer olamazdı. Şarkı sözleri yazardım durmadan. Yazar, beğenmez, yırtar, atardım.
Elimde yarılanmış bir sigara… Yalnızlık öfkeli bir yürek gibi atıyordu. Azısız, gemsiz! Bakır çalığı bir yalnızlıktı bu. Paslı. Birazdan hüzne kavuşacaktık zaten.
O yılları yazarken ne çok yalnızlıktan bahsettiğimi, düşünüyorum şimdi. Bu farklı bir yalnızlıktı… Islak, titreten, içe işleyen. Kimse sürpriz yapmadı bana, benim yapmaya çalıştığım sürprizlerde hora geçmedi pek. Anlatamadım, anlaşılamadım pek.
Tunus'ta tatildeydik annenle. İki yıldız vardı gökyüzünde "gökyüzü hepimizin ortak noktasıdır" demişti bir arkadaşım, o yıldızın biri sendin, ta Brezilya'daydın ve aynı yıldıza senin de baktığını hissettim, diğer yıldızda bendim Tunus'tan İstanbul semalarını sıyırıp geçen yıldız…
Dalgındım… Belli etmemeye çalışsamda elimde değildi…
Yıldız yağmuru bir sağnağa dönüşmüştü giderek. Sonrasızlığa uzanan ışık çakımları gözümüzü alıyordu.
Etrafında renk renk bulutlar toplanmış olan güneş, karla kaplı bahçeye gökkuşağının hemen tüm renklerini döküyordu. Sırrı dökülmüş aynaya takıldı gözüm…
Bir gecenin son, bir sabahın ilk saatlerinde dünyaya gelmişim. Vize'de hayli soğuk bir sonbahar günüymüş, hatta bir önceki gün Vize'nin kurtuluşuymuş.
Konu komşu "davullu zurnalı geldi Cemal" demişler… Kurtuluş şenliklerini üzerime alınmış hep…
Babam dönemin Cumhurbaşkanının adını seçmiş. Cemal Gürsel'den esinlenmiş…
Cemal Türker yazılmış nüfus kütüğüne…
Kalabalık bir aile… Babaanne, hala, yeğenler, dediğim dedik, sert mizaçlı bir dede…
Küçükken sapsarıymış saçlarım. Sonra sarımsı, sincap sarısı ve nihayet koyu kahverengi. Zayıf, ufak tefek, minyon, çelimsiz bir çocuktum. Babamın çarşı içindeki dükkanına gidermişim biraz büyüdüğümde. Dikiş dikmeye çalışırmışım…
Taburenin tepesinde şarkı söylemeye bayılırmışım bu arada. Şaşkına dönermiş dinleyenler. Şarkıları tersten okurmuşum ("Eller birleşmiş, iki yabancı; Relle şimşelrib,iki ıcnabay")
- Kemal bey'in bu oğlu acayip zeki, derlermiş.
Kim inanmaz, öyle şey mi olur, diye kalkar gelirlermiş dinlemeye. Hiç nazlanmaz, hangi şarkı istense söylermişim. Aslında, iyi bir yorumcu olabilirdim imkanlar elverse... Bir parça müzik eğitimi alabilseydim... Detone olmadan pek çok şarkıyı bugün bile rahatça okuyabiliyorum.
Sobanın hemen kenarındaki kuzu postu… Sıcacık olurdu, yumuşacık. Parmaklarım uzun tüyler arasında kaybolurdu. Beş yaşındayken ağabey oldum ama daha ne olduğunu anlamadan okulda buldum kendimi, beşbuçuk yaşında, alfabeyi, fişlerde yazılı sözcükleri söken minik bir tavşan. Çalışkan ve çok azimli.
Babam, önünü sonunu pek düşünmeden ticarete atılma kararı almıştı o yıllarda. Beyaz eşya alım satımı yapıyordu. Ancak umduğu gibi gitmiyordu işleri. Ödenmeyen senetler, durmadan biriken borçlar. Çoğalan maddi sıkıntılar... İflasın eşiğindeydi.
- Siyah kolluklu adliye memuru ol, hayatın kurtulsun, diyordu babam. Adliye'de memur olmak istemiyordum ki... Önüme sunulan seçenekler kısıtlıydı… Hedeflerimse büyük.
Dağınıklık, parçalanmışlık yaşıyorduk. Analitik kimliğim ağır basmış olacak ki, ille de tüm aileyi aynı çatı altında toplayacak soyadımızı taşıyan bir apartman yaptırmak en büyük hayalimdi…
- Gözlerinde karanlık boşlukları, henüz erimiş çikolatanın sıcaklığını, küskünlüğü, bozgunu, başkaldırıyı, utangaçlığı yakalardım, kumlara çizilmiş bir ömrü aynı zamanda... dedi.
- Nasıl yani ? diye üsteledim.
- Dalıyorsun bazen. Sanki birine sığınmak, korunmak istiyorsun. Gözlerinin rengi birden bire koyulaşıyor, kahverengi, zifir karanlığa dönüşüyor. Belki birkaç saniye, en çok bir dakika. Gidiyorsun. Çekiliyorsun adeta. Bir perdeyle kapanıyor gözlerin. İrisin katran damlalarıyla örtülüveriyor. Sessiz, tekdüze bir yağmur boşanıyor yanaklarına. Hüzün. Simsiyah kanatlarını gererek, maskeli yüzü, sivri tırnaklarıyla gelip konuyor bakışlarına… O laterna, o şarkılar, o fotoğraflar… Niyet çeken güvercinin ürkekliğine karışıyorlar sanki. Sessizliğin uğultusu duyuluyor sadece. Bir kalp çarpıntısı... Bir acı…
Zıpkın gibi delip geçen, sıyıran. Hayatın ta kendisiyle ödeşiyorsun...
Sustu. Yanıtlamadım. Yirmisekiz yıldır hiç görmediğim, onyedi yaşındaki "ben"di bunları karşıma geçip söyleyen.
- Sen ve ben. Ayrı zamanlarda yaşarken, biz olduk. Biz...
- Devam et, dedim.
- Hiçbir şeyi rastlantıya bırakmayan, titiz, en ufak detayla dahi uğraşan, tutumlu, ne bileyim bir gün olsun değişmeyen... Sadece koşan, koşturulan bir atlet. Ekolü olan bir adam. Sevgi eken... Üstelik biçemeyeceğini önceden bildiği sevgileri de cömertçe eken bir yaratık. Bir dev… Aynı zamanda bir cüce... İçini dışına çevirmekte yirmisekiz sene geç kalmış olsan da, yazmaya yönelmen sevindirici...
Hep yazmak vardı aklımda. Nasıl, nereden başlayacağım konusunda kararsızdım. Cesaretim yoktu. Yazsam ne yazardım ki zaten? Ancak derin hüzünleri anlatabilirdim. Kendimi, ailemi, en çok da oğlumu.
- Giyim önemliydi senin için. Şıktın, tertemiz tertipli. Çok kısıtlı imkanlarına rağmen her daim bakımlı. Hatırla, Ankara'daydın. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademi'sinde öğrenciydin, o yerin kaç kat dibinde, İbrahim ile paylaştığın apartman dairesinde, gün oldu yiyeceğinden kıstın ama yeni bir gömlek yada ceketten asla...
Yazdıkça hayatımla yüzleştiğimi ayrımsıyorum. Bazen yanıltan anılar çıkıyor karşıma. Bocalıyorum. Niyetim ağırlıklı olarak sadece oğlumu yazmaktı... Oğlumda kendimi, kırkbeşinci yaşımı buluverdim.
Bu kozmik buluşmanın altında yatan psiko-dinamikleri düşünüyorum. Antropozun öncü sarsıntıları mı, senelerce bekletilmiş, hep ertelenmiş, hatta yoksanmış bir hayalin canlanışı mı, bu yaşta kendini yeniden gerçekleştirme, doğrulama arzusu mu? Kimbilir? Belki hepsi yada hiçbiri.
Charlie Chaplin'in sesini duyar gibi oluyorum:
"Yaşamın uzaktan görünüşü bir komedya, yakından görünüşüyse gerçek bir trajedidir."
İzmit Ticaret Lisesi. Sene 1975. Ev, eski İzmit diye bilinen semtte, her gün Korhan ile gidip geliyorduk okula. Dudaklarımızın arasında evden gizlice yürütülmüş sigaralar.
"Kara kara kartallar bir karartı ararlar" tekerlemesi eşliğinde on parmak daktiloyla dakikada yüzlerce harf yazıyoruk.
Cemal Türker
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Reklamlar : Taze mi Bayat mı ? |
|
Bir partinin taze mi değil mi olduğunu nasıl anlayacağız ?
Tüm davranışlarını sorgulayacağız...
Bak... Ne yapıyorlar ? Atatürk düşmanı yobazları her vesile ile koruyup kolluyorlar...
Niye ..? Demek ki bayat ..!
Taze parti Atatürk düşmanlarını koruyup kollamaz...
Bak, bunu Türkiye Cumhuriyeti'nin bir partisi ile dene, koruyup kollamaz... Niye ..?
Atatürk devrimlerinin eseri bir parti, yobaz çeteleri koruyup kollar mı yahu ..?
Bir partinin taze mi değil mi olduğunu nasıl anlayacağız ?
Mıknatıs etkisine bakacağız...
Bak... Ne yaptı ? Mıknatıs gibi bütün şimşekleri üzerine çekti...
Niye ..? Demek ki bayat ..!
Taze parti mıknatıs gibi bütün şimşekleri üzerine çekmez...
Bak, bunu gerçekten laik ve demokrat bir parti ile dene, çekmez... Niye ..?
Laik ve demokrat bir parti, mıknatıs gibi çeker mi yahu ..?
Bir partinin taze mi değil mi olduğunu nasıl anlayacağız ?
Kendi haline bırakacağız...
Bak... Ne yaptı ? Sattı savdı ama ekonomi karşısında kalakaldı...
Niye ..? Demek ki bayat ..!
Taze parti; bunca peşkeş satışa rağmen ekonomi karşısında kalakalmaz...
Bak, bunu gerçekten aklı başında bir parti ile dene, kalakalmaz... Niye ..?
Aklı başında bir parti, kalakalır mı yahu ..?
Bir partinin taze mi değil mi olduğunu nasıl anlayacağız ?
Uluslararası arenaya salacağız...
Bak... Ne yaptı ? Elalemin verdiği demeçlerle zıp zıp zıpladı...
Niye ..? Demek ki bayat ..!
Taze parti; el oğlunun verdiği demeçlerle zıp zıp zıplamaz...
Bak, bunu gerçekten ülkesine sevdalı bir parti ile dene, zıplamaz... Niye ..?
Ülkesine sevdalı bir parti, zıp zıp zıplar mı yahu ..?
Bir partinin taze mi değil mi olduğunu nasıl anlayacağız ?
Bak, böyle yere koyacağız... Bak, bak, bak...
Ne yaptı ..? Hacıyatmaz gibi hergün takıyye ile yatıp takıyye ile kalktı...
Niye ..? Demek ki bayat ..!
Taze parti; hacıyatmaz gibi hergün takıyye ile yatıp takıyye ile kalkmaz...
Bak, bunu gerçekten insanına saygılı bir parti ile dene, yatıp kalkmaz... Niye ..?
İnsanına saygılı bir parti, hacıyatmaz mı yahu ..?
Bir partinin taze mi değil mi olduğunu nasıl anlayacağız ?
Kaldırma kuvvetine bakacağız... Partiyi hukuki bir sürecin içine atacağız...
Ne yaptı ... Hııı ..? Battı... Demek ki; hukukun üstünlüğünü kaldırma kuvveti yok...
Niye ..? Demek ki bayat ..!
Taze parti hukuki bir sürecin içine girmiş iken batmaz...
Bak, bunu gerçekten adalete saygılı bir parti ile dene, batmaz... Niye ..?
Adalete saygılı bir parti, batar mı yahu ..?
Bayat mı ? Bayat ..!
Bay bayat ..!
Bay bay at ..!
Bay bay ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
AŞK/ACIYI KABULLENMEKTİR
"Biz aleme bir yar için ah etmeğe geldik"
Yenişehirli Avni
uzaklaşır hatıralarımızın kardeş silüeti
aldatır pastırma yazından artık
güneşin mahmur bakışları.
ansızın bir yağmur bastırır
ıslanırsın iliklerine kadar
bir sıtma nöbeti sarar
titrek mum alevi bedenini.
bile bile ladestir
aşka düşmenin sersemliği
acıyı sessizce kabullenmektir
anlarsın
derin bir sükuttur sonrası.
dokunursun yağmur ertesi parmaklıklarına
çiçeksiz bahçelerimin.
incitirsin ruhumun göçebe izlerini
içine işler kimsesizliğimin
kehribar yüzlü hüznü.
hayat hep kaybedişler levhası
anlaşılmaz duygular bütünüdür aşkın mayası
sokak dolusu serseri gülüşler
aşkın iki yüzünü gizler.
kadınlığın dipdiri memeleri
kaybedişlerimizin öksüz dudakları.
iki dargın buluttur
kendi göğüne yüz çeviren
sofadaki iki çift eski ayakkabı.
bir martı çığlığı gibi
gidişinin adı.
aşk
acıyı kabullenmektir.
Yasemin Kemaloğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
Benim gibi flash oyunlar oynamayı seviyor ama her zaman internete bağımlı kalmak istemiyor musunuz? http://www.sothink.com/product/swfcatcher/ie/ Bu kısa yolu tıklıyor ve sothink free swf catcher programını indiriyorsunuz. Daha sonra yapmanız gereken sadece programı çalıştırıp yüklenmesini onaylamak. Programın kısa yolu İnternet Explorer sayfanızın üst tarafına yerleşecektir. Ekranda flash bir program çalışıyorsa sothink kısa yoluna tıklayıp yakalayabilirsiniz. Dilediğiniz swf uzantılı çalışmayı işaretleyip bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
Bilgisayarınız için enteresan ve saatli ekran koruyucular http://clock-desktop.com/ Denemeye değer. Hem ekran koruyucunuz hem de ekranda sürekli çalışan bir saatiniz olacak. Bol seçenekli çeşitler için tıklayabilirsiniz.
Türkiye'nin en kapsamlı paylaşım forumu. En güncel divxler, En yeni programlar, yabancı diziler, yabancı mp3ler ve dahası… http://www.dizipaylas.net
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3753 / Windows / 4.54 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|