|
|
|
5 Eylül 2008 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Haydi maça maça!.. |
Merhabalar
Maç kaynaklı Ermenistan ziyaretinin gerçekleşeceğinin açıklanmasının ardından her kafadan bir ses çıkar oldu. "Barış isteniyorsa bir taraf adım atmalı, o nedenle ziyaret olumlu" diyenden tutun da, "Barı soykırım anıtını da ziyaret et" diyene kadar geniş bir yelpazede değerlendiriliyor konu. Maçın olması bir vesile elbette, değerlendirilmesi de gerekir belki ama olay bu kadar basit midir acaba? Diasporanın himayesinden güç alan iki buçuk milyonluk bir ülkeyle 1993'ten beri kesik olan diplomatik ilişkilerin yeniden canlanması için, kimilerinin dediği gibi, büyük bir şans mıdır bu maç? En önemlisi Türkiye Ermenistan'la ilşkilerini buzdolabından çıkarıp ısıtmaya karar vermiş midir? Eğer bu karar alınmışsa, bunu Cumhurbaşkanlığı düzeyinde br ziyaret ile başlatmak doğru mudur?
Kafalarda soru işaretleri olduğu aşikar. Zira seyahat bir çalışma ziyareti, hazır gelmişken bir de maç keyfi olarak olarak kamuoyuna yansıtılıyor. Oysa Cumhurbaşkanı Gül, uçaktan doğru saraya gidecek ve Ermenistan Cumhurbaşkanını makamında ziyaret edecek. Yani şekil nasıl yansıtılırsa yansıtılsın, bu olay üst düzey bir yumuşama belirtisidir. Ancak, buna deyip deymeyeceğinin, gerek olup olmadığının adlı adınca tartışılmadığı, zemininin önceden hazırlanmadığı beyhude bir temas olarak kalmaya mahkumdur. Seyredilecek bir maç zevkinin ötesine geçemeyecektir. Ellibin kişilik stadyumda, Allah korusun, yenilirsek Cumhurbaşkanı Gül'ün koro halinde küfür yediği bir ziyaret olarak tarihe geçmesi olasıdır.
Elbette barış adına her fırsat değerlendirilmelidir ama atılacak adımlara da dikkat edilmelidir. Haberlerde kendisine mikrofon uzatılan bir Türkiye kökenli Ermenistan vatandaşı şöyle diyor; "Valla Gül'ü dört gözle bekliyoruz. Bunu bir iyi niyet olarak görüyoruz. Geçmiş geçmişte kalmıştır, biz bugüne bakmalıyız. Geçmişte acı şeyler olmuştur, bunları olduğu gibi kabul etmeli ama barış adına fırsatlar da değerlendirilmelidir." İyi söylüyor adam değil mi? Ama araya biliçaltına yazılmış birkaç lafı sokmadan da edemiyor. İşte Türkiye'nin asıl vermesi gereken karar artık bu laflara aldırış edip etmeme olmalıdır.
Komşumuz Ermenistan'ın, diasporasını da karşısına alarak Türkiye ile dostluk edeceğine pek inanamıyorum. Çünkü varoluş nedenlerinden birinin kaynağı olan "soykırım" iddialarının rendelenmesine sessiz kalabileceklerini düşünmüyorum. Refaha kavuşmak istiyorlarsa Türkiye ile iyi geçinmekten başka çareleri olmayan Ermenistan'ın karşısında biraz daha sağlam ve tuzu kuru durmakta yarar var diyorum. Bakacağız ve göreceğiz. İnşallah tüm karşı çıkmalar mesnetsiz kalır ve problemler birer ikişer aşılır. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan YAZ PİYAZ-1 |
|
Hava acayip sıcak. Güneş yakmıyor, resmen etinizi dişliyor. Denizi anlatacak kelime bulamıyorum. Kopkoyu bir mavi, işvelenen akıl almaz bir zümrüt yeşil, tülden beyaz dalgalar. Gazeteler bu renge turkuaz diyorlar. O kadar ince işe pek aklım ermez. Bu deniz anlatılmaz. Farkında olmadan kapıldığınız, gözlerine dalıp kaybolduğunuz güzel bir kadın gibi. Yakıp kavuran ege sıcağında rüya gibi, düş gibi bir şey… Kıyılarını ince bir esinti yalıyor. Geceden sabaha kadar… Gün ağarırken birden duruluveriyor. Kıpırtısız, uykulu gözlerle zeytinliklere bakıyor sanki. Öğleden sonra yine köpük köpük… "Bu poyraz Pelitköy'ü tutmaz," diyorlar. "Orada inmeli sahile." Bana göre hava hoş. Bütün yollar Burhaniye'ye çıkar.
Yaşları otuzu sollamış iki erkek sahilde bir zeytinin gölgesinde soluklanıyor. Laf lafı, laf mötü çoktan açmış. "Al şimdi küçük bir kedi yavrusunu. Kaldır havaya, ta göğsüne kadar. Yere bırak bakalım ne olacak? Denemesi bedava. Dört ayak üzerine düşer. Çünkü peygamber efendimiz kedilere özel bir sevgi duyarmış. Başındaki izlere dikkat et. Parmakla taranmış gibidir. Çünkü peygamber efendimiz onun başını okşamıştır." Karşısındaki adam ondan birkaç yaş daha küçük. Anlatılanları saygı ile dinliyor. Hatta bir şeyler öğrenmeye hevesli bir öğrenci gibi. Gel de kıskanma şimdi.
Onları kendi haline bırakıp denize yöneldim. Kumlar ayaklarımı pişiriyor. Denize ulaşmak için koşmak zorunda kalıyorum. Su bel hizasına ulaşıncaya kadar yürüdüm. Deniz çivi gibi soğuk. Belki de bu nedenle insanlar yarı beline kadar suya girip sohbet ediyorlar. Plaja bakıyorum. Onlarca kişi yüzmeden öylece ayakta duruyor. Yüzenler de denize başlarını sokmamak için özel bir çaba harcıyorlar. "Ama böyle de yüzülmez ki deyip su atlıyorum. Kıyıya dönüp gözlüklerimi alıyorum. Deniz dupduru ve çok uzak bir görüş alanı sağlıyor. Su derinleşince birden dip yeşil çayırlar gibi yosunlarla kaplanıyor. Yosunlu bölgelerde denizkestanesi ve iri lapinalar görüyorum. Kayalıkta üç ahtapot gizleniyor. Kumlu dipler denizhıyarı kaynıyor. Dikenli deniz salyangozları, midye kabukları arasında öğlen uykusunda gibi görünüyor. Gözlükle çok eğleniyorum ama sütün sinirlerim üşüdüğümü söylüyor. Denizin dibindeki firuze renkli çayırları, küçük barbunyaları, ahtapotları bırakıp kıyıya çıkıyorum.
"Şefik Abi anlatmaya başlayınca kahvede oyunlar bırakılır, herkes sandalyesini onun yakınında bir yere çekerdi" diyor Rıdvan. Müthiş bir gözlemciydi. Anlattıklarında yer alan ince ayrıntılar akıllara ziyandı. Evden çıkıp kahveye gelişini neredeyse on dakika anlatırdı. Mesela "Kapıyı uzandım. Parmağım mandalın üzerinden kaydı. Mandalın üzerine yağ sürülmüştü. Dün çok gıcırdıyor diye menteşeleri yağlamıştım. Silmeyi unutmuşum. Elimi tekrar mandala attım. Ağır ve yaşlı kapı önce esnedi. Sonra hafif öne doğru eğilerek sallandı. Tutmasan bir kanadı gidip at arabasına çarpacaktı." Daha bunun gibi nice ayrıntılar.
Şefik abi anlattığı zaman bu ayrıntılar dinleyeni boğmazdı. Çünkü o Balıkesir İvrindi yöresinde kullanılan ilginç kelimeleri cümlelerinde harmanlamasını çok iyi bilirdi. Anlatımına her zaman masal veya bir fıkra ile başlardı. Arada sırada gazete okurdu belki ama kitap okumazdı. Her şeyi masallaştırmayı, ilginç bir olaylar dizini kurgulamayı onun kadar iyi beceren birini hiç tanımadım. Bazen durup dururken öylesine soruluvermiş bir soruya cevap olarak başlardı. Ama her zaman mutlaka anlatılacak bir masalı vardı.
Rıfat; "Şefik Abi," dedi. "Bunlar memleketin kemiğini, iliğini sömürdüler. Vatandaşı yiyip bitirdiler. Bunlardan kurtulmak lazım. Önümüzdeki seçimlerde kime oy verelim? Sen ne dersin?"
Şefik Abi hemen konuya girdi. Eski zamanlarda memleketin birinde vatandaşın biri kralına karşı istemeden bir suç işlemiş. Krala yamuk olur mu? Suçlu kralın huzuruna çıkarılmış. Kellesini bari kurtarabilse. Acaba kral ona nasıl bir ceza verecek diye herkes merak içinde beklemeye başlamış. Kral hizmetkârlarına emretmiş. Alın bu sefil herifi çırılçıplak soyun. Sonra bütün vücuduna tepeden tırnağa bal sürün. Güneşin altında bir yere kazık çakıp kollarını bacaklarını sımsıkı bağlayın. Kımıldayamasın bile. Bu adama yardım etmeye çalışan her kim olursa ona da aynı cezayı uygulayın. Adamı iyice bala bulayıp yere çakılan kazıklara bağlamışlar. Sinekler gelmiş, arılar toplanmış. Yoldan geçen biri adamın bu halini görüp acımış. Yanına yaklaşıp ellerini ayaklarını çözmek istemiş. Cezalandırılan adam yolcuyu uyarmış. Sakın ha, eğer bir şey yaparsan sen de aynı cezaya çarptırılacaksın. Beni boş ver git, canını kurtar. Hiç olmazsa sineklerini kovayım demiş yolcu. Onu öyle çaresiz bırakıp gitmeye içi elvermemiş. Sakın demiş adam, sakın ilişme. Üstüme konanlar sabahtan beri iyice beslenip karınlarını doyurdular. Şimdi dinleniyorlar. Bunları kovalarsan onların yerine daha aç olanlar gelir. Onlar doyuncaya kadar da benim anamı ağlatırlar. Bırak bu tok sinekler öylece üzerimde dursunlar. Onlar var diye başka sinekler gelemiyor.
Şefik Abi masalı özetledi. "Yani demem şudur ki; başımızdakiler artık iyice doydular. Daha fazla yiyecek halleri kalmadı. Bunları kovalarsak üstümüze yeni açlar üşüşürler. Onlarda doyuncaya kadar da anamız ağlar. Bırakın bunlar başımızda kalsın.
Şair "önde zeytin ağaçları arkasında yar" diyerek yanılıyor. Önde sahil, kumsal, deniz arkasında zeytin ağaçları demeliydi. Buralar eskiden üzüm bağıydı derler ya… Erdemiz körfezi şimdi bile hala zeytinlik. Çilli, benekli yeşil zeytinler gün boyunca sahilin şamatasına aldırmadan uyukluyorlar.
İki kadın havlularının üzerine uzanmış kitap okuyorlar. Belki de onlardan başka hiç kitap okuyan olmadığı için dikkatimi çekiyorlar. Arada bir çantalarının gölgesinde sakladıkları sularını içiyorlar. Çakma sarışın olan (saçlarının dipleri kapkara çıkmış) ötekine anlatıyordu.
"Ben küçükken boğuldum. Yedi yaşında falandım galiba. Hoplayıp, zıplarken derine gidivermişim. İmdat dedim kimse duymadı. Son anda kadınlardan biri fark etmişte kurtulmuşum. Bağır diyorlardı bana. Kendime geldiğimde cılız bir imdat diyebildim. Başıma toplananlar güldüler. Annem sıkı sıkı tembih etti. Sakın Babana söyleme. Sakın ola, sakın ha. Denize göndermez yoksa. Ertesi gün yeniden denize gittim. Çocukluk işte, şimdi böyle bir şey yaşasam, korkudan ayağımı bile suya sokmazdım."
Bu yazı Arkadaşım Nejat VAROL'a teşekkür için yazılmıştır.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
BaLdaki Tuz : Uğur Erdoğan en büyük fener, başka büyük yok... |
|
şimdi başLığa bakıpta bu herif saf mı değiştirdi diyenLer oLacaktır.. evet yanıLmadınız oLayda bir safLık var… hem de büyük bir safLık…
Atatürkçü düşünce dernekLerine ergenokon bahanesi iLe ayLardır ani baskınLar düzenLeyip dernek hiyerarşisinin ve parasının dönüş şekiLLerine aşşadan yukarıya, yukarıdan yana, yandan tekrar üste doğru bakan hükümetin müfettişLeri ve savcıLarı iki gündür aLmanya'da deniz feneri (eu) derneği yöneticiLerinin kara para aktardığı deniz feneri derneği (tr) iLe iLgiLi oLarak hiçbir şekiLde kıLLanırını kıpırdatmıyorLar..
bu avrupada ki fener kuruLduğundan bu yana aLman müfettişLerin hesapLamaLarına göre 2002-2007 yıLLarı arasında 40.000.000 euro tutarındaki gurbetçi yardımının yakLaşık 18.000.000 euro tutarı Türkiye'deki fener'e ve kanaL 7'ye doLayLı yoLLardan aktarıLmış… paranın geLdiği yoLdaki kuryeLerden biri de eski kanaL 7 patronu şimdiLerde RTÜK başkanı şahsın adı geçiyor.. bu şahsın akp iLe bağını biLmeyen biri kaldı ise onu ''son sağır suLtan'' oLarak taçLandırmak gerekir…
kaLdı ki aLmanya'da bu deniz feneri oLayı geçen sene patLamıştı... bu günLerde yeniden gündemde.. üstüne üstLük deniz feneri derneği (tr) ramazan nedeni iLe her yere yine yardım posterLeri asmış ve her türLü operatör vasıtası iLe yardım taLep etmekte...
dün dikatimi çeken en iLginç noktaLardan biri de internet üstündeki haber portaLLarında (hürriyet - miLLiyet) en basit haberLerin biLe günLerce kaLmasına rağmen bu haberin apar topar çekiLmesi idi..
işte başLığa istinaden günün safLığı sorusu.. :
anayasa mahkemesinin kapatma cezası yerine vermiş oLduğu para cezasını bunLar deniz feneri muhabbetine yine bizLerden çıkartmak istiyor olabiLirLer mi.. ?
deniz feneri - para - akp iLişkisindeki trafigi kısaca öğrenmek istenLer için..
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=897037&Date=04.09.2008&CategoryID=77
Uğur Erdoğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Hacivat'ı Büdü olanın Karagöz'ü Edi'dir |
|
- Efendim ..! Demem o ki; şu bendenize, yani ömür boyu duacınıza, şöyle elfazı düzgün, endamı süzgün, özü sözü özgün, sohbeti bal damlayan, göbeği az biraz yağ bağlayan, bazen gülen bazen ağlayan bir Editör gelse... Gelse şu dost Kahve Molası meclisine, kulak kabartsak Edi'nin davudi sesine...
( Birazdan gelecek hem de geldiği gibi patlatacak Büdü'nün ensesine ! )
- Ahhh ..! Hele biraz ABD bahçesi bilse, olmadı AB lehçesi bilse, B'yi D'yi boşverdik hiç olmazsa A demeye aşina olsa, bendeniz dinlesem o anlatsa, çoğunu tutup azını damlatsa, incir çekirdeğini doldurmayan 3-5 laf edip hibe fonlarıyla yan gelip yatsa ..!
( Eskiden yediğin hurmaların azı tırmalasa, çoğu münasip yerlerine batsa ! )
- Editör'üm Karagöz'üm; haydi yeni yayın dönemi hayırlara olsun vesile..
( Az kaldı Hacivat'ım Enişte'm, geliyor ensene okkalı bir sille ! )
- Yar, bana bir eğlence... Amaaaan bana bir eğlence medet ..!
.... Pata da küte de .... ( Al sana eğlence, şimdilik bununla idare et ! )
- Ahhhh ! Karagöz'üm ne yaptım ben sana, neden tekme tokat dalıyorsun ?
Deminden beri vıdı vıdı, kafamda sanki sahur davulu çalıyorsun ..!
- İlahi Karagöz'üm, demiştim ki; sohbet ederiz belki üç-beş kelam, evvela selam ...
Tamam işte Hacivat, sohbet öncesi benden de üç-beş aleykümselam...
- Aahhh, Karagöz'üm böyle mi denir "merhaba" ?
Selam için yeni ferman çıktı da benim mi haberim yok acaba ?
- Her ne ise; selam dedin de aklıma geldi, duyduğuma göre ilişkiler düzelsin diye cem-i cümle Mehteran-ı Hümayun'u alıp komşuda maça mı gidecekmişsin ?
Tepemi attırma Hacı Cavcav yoksa kafana odunu yiyecekmişsin ..!
- Karagöz'üm gitmene gerek yok, Direklerarası'nda tele perde kurmuşlar zaten naklen veriyorlarmış o maçı ..!
Sen kendine bak be adam ! Alacağım diye alkış, sen kalk elaleme desteğe kalkış, lakin önümüz kara kış ! Keserlerse vananı, bir torba kömürle mi ısıtacaksın alıp götürdüğün ananı ..?
- Ne güzel sohbet edecektik geldi diye Ramazan, unut artık ne Recep kaldı, ne Şaban...
Mani var mı Ramazan'da sen ondan haber ver .. Bu arada; bir maniniz yoksa annemgiller ziyaretinize geleceklermiş ...
- Olmaz mı Karagöz'üm var elbette bir sürü mani... Hmmm, bu gece kantoda Şetaret Hanım ile Letafet Hanım var ki gitmesem olmaz. Yarın iftara Suzidil Hanım ve Sivridil Cafer Efendi'yi konağa davet etmiş idik, yine olmaz.. Du bi bakiim, Dilruba Hanım ile Göksu'ya kayık sefası için Cumartesi mi gidecektik yoksa Pazar mı ? Yok yok Pazar günü Bihter Hanım ile Binnaz Sultan Korusu'nda yürüyüş yapacaktık. Cumartesi günü Göksu'dan denize akacaktık, boğazın akıntısıyla Reina'ya denizden dalacaktık...
Breh breh..! İlahi Haci Cavcav ihtiyarladıkça böyle mi palavra atacaktık ?
- Mani istemiştin buyur bakalım :
Ramazan gelmiş Kahve'ye,
Bolca koy kahveyi cezveye,
Eylül'e geldik az Mola derken,
Koca yaz geçti yine haybeye...
Doğru dedin Hacivat'ım, göbeğimin yağı eridi sıcaklardan bu da bana hediye !
- Pek incelme yok bakınca buradan, hiç zahmet etme gerek yok ne cetvele ne pergele ..!
Uzaktan belli olmaz Karagöz'üm az yaklaş hele ( Yine kaşındın sen hergele ! )
- Efendim artık göbek çevresini ölçüyormuş tabibim, velev ki yüz santimi aştın dikkat etmeliymişsin ya habibim ..!
E be Hacivat'ım garibim, madem kaşındın öyleyse ben bu köteğe talibim !
- Ahhh ..! Karagöz'üm yıktın perdeyi yine eyledin viran, varayım sahibine de haber vereyim heman ..! Gramofona bir plak koy bari de sazlar çalsın, gön lümüz neşelensin, ömrümüz bir dem alsın, hep özlediğimiz gibi memleketin dörtbir yanına huzur dalsın, şu kötek işi de mümkünse bir başka bahara kalsın...
Tamam Haci Cavcav, al sana istediğin gibi bir Nihavend, bestesi Minür Nurettin SELÇUK, güftesi Behçet Kemal ÇAĞLAR...
Yok başka yerin lütfu ne yazdan ne de kıştan,
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan ah Kalamış'tan,
Yok zerre teselli ne gülüşten ne bakıştan,
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan ah Kalamış'tan,
İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar, aşkı ne anlar,
Düşsün suya yer yer erisi eski zemanlar, eski zemanlar,
Sarsın bizi akşamda şarap rengi dumanlar, şarap rengi dumanlar,
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan ah Kalamış'tan,
Ramazana uygun olsun dedik; varsa sürç-ü lisanımız affola,
Hepinize bol Kahve, yeni yazılarla yine keyiflerde bir Mola...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Bunları söylemek ayıp mı?
Hayatın içinde kendinize yer edinebilmek için, önce hayatınızdaki karmaşalıkları aşmalısınız. Aşmalısınız ki içinde bulunduğunuz karanlığı aydınlığa çeviresiniz. Kimse bulunduğu yere gökten zembille inmiyor. Eğer mutlu olmak istiyorsanız önce kendinizle barışık olmalısınız. İnsan hayatındaki en büyük engel kendisidir. Bunun farkında olamayanlar sürekli hataları başkasında ve başkalarını engel olarak görmeye devam etmeye mahkumdurlar. Başkalarını küçümseyerek üstünlük kazanmaya çalışmak zavallılıktan başka birşey değildir. Bunun altında da özgüven ve yetiştirilme tarzınız büyük rol oynar.
Yetiştiğiniz toplum ve ananeleri kişiliğinizi oluşturduğunuz sahnelerdir. Siz bu sahnede size rol verenlerin sorumluluklarını yerine getirmenin dışına çıkmazsanız eğer hayatınız boyunca böyle gelmiş böyle giderleri oynamaya devam eder, hayata değişik pencelerden bakmaya, sorunlara farklı çözümler aramaya girişmezsiniz. Etrafınızda oluşturduğunuz 'ayıp' , 'günah' , 'yasak' üçgeninin köşelerinde sadece sıkışmakla kalmaz, yetiştirdiğiniz nesilleri de bu üçgene dahil edersiniz. Böylelikle içinde bulunduğunuz ve beğenmediğiniz düzene çözüm arayan değil sizler gibi sadece şikayet eden ve çamur atan bir topluluk eklersiniz. Bu yüzdendir ki kelimelerin anlamlarını çok iyi anlamak, algılamak ve uygulamak gerekir. 'Öyle oturma ayıp, sen nasıl konuşuyorsun ayıp, vallahi bu yaptığın ayıp.' Kim karar veriyor benim hareketlerimin ayıp olduğuna ve kim beni sorguluyor konuşma, yaşama tarzımla. Nedir bu ayıp, kim tarafindan kurallaşmıştır bilmiyorum fakat ben ayıp kavramını iki kategoride yorumluyorum. Bana göre ayıp :
1- 'Toplum icersinde yer bulmuş ve kabullenilmiş' ve
2- ' Bireylere göre değişkenlik gösteren davranışlardır' .
Birinci kategoriyi ele almam gerekirse,toplum tarafından benimsenmeyen ya da uygun görülmeyen diğer insanlarca hoş karşılanmamış davranışlardır. Aynı ortamda yetişen insanlar bazı davranışları kendine uygun görmez ve ayıp der. Diğeri de aynı eğitimi aileden veya o toplumdan aldığı için ona da hoş gelmeyebilir ve bunu uygun olmayan davranış olarak yani ayıp olarak nitelendirir. İşte bu ayıp toplum içinde kendisine böyle sinsice yer bulur ve birçok mahsum hareket ayıptan nasibini alır.
İkinci kategoriye ise çok kısa örnekler vererek, kelimelerin anlamlarını çok iyi anlamak, algılamak ve uygulamak gerektiğini yineliyorum.
' Büyüklerin yanında sigara içmek, velilerimizin yanında bacak bacak üstüne atmak, küçük yaşta isen düşüncelerini söylemek' bireylere göre degişkenlik gösterebilecek örneklerdir. İçinde bulunduğunuz üçgenin bir köşesini aralayarak etrafınızda yaşadığınız yanlış ayıplara sessiz kalmamanız dileklerimle.
Saygilarimla…
Beyhan Ada
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
TANGO:TUTKUNUN DANSI
Yıl 1880. Yer Arjantin. Buenos Aires'de alt sınıfların oturduğu mahallelerin kasvetli ve çamurlu sokaklarında sürekli olarak çalınan, dinlenen ve dans edilen bir müzik hiç eksik olamzdı. İşte o müzikle yapılan ve bir Arjantin dansı olan milango, o dönemlerde kötü ünüyle nam salmıştı.
Sokaklarda, beter kulüplerde ve köhne binaların içinde dolaşan bu dansın müziği çoğunluk tarafından çok sevien bir müzik tarzıydı.
Kırmızı, özellikle turuncu kumaşların sımsıkı sardığı bedenler, gece saçlı, iri gözlü fahişeler; bu müziğin dansına İspanyo tangosu'nun hızlı temposunu ve duygusal karakterini milango ile birleştirdiler. Böylelikle bir çeşit beden dili olan tango, en yalın hali ile iki farklı bedenin edepsiz ahengini anlatan bir danstır.
Erotizm ve şehvetin ön plana çıktığı tangonun kökeni 15. yüzyıla kadar dayanır. O yüzyılda bir Afrika ayinin ritimlerini içeren şango, tangonun ilk halini oluşturur. Yine o dönemde, İber Yarımaadası'nın bir bölümünü işgal eden Mağribliler ile bazı yerliler, verimliliği simgeleyen bu dansı çok sever ve böylelikle tüm Güney İspanya'da yaygınlı kazanır. Aslında bu bahsettiğim İspanyol-Afrika karışımı dans Çingeneler sayesinde her yere ulaşır. Latin Amerika'ya yerleşen Çingeneler Arjantin'de, Rio De La Plata Tangosu'nu oluştururlar. Şık, züppe giysiler içinde sahnelenen bu dans, kendini 1900'lü yılların başında bir çok kesime kabul ettirmeye başlar.
O yıllarda sokak aralarında bir Tango'nun sözleri yankılanmaya başlayıca anneler çocuklarının kulaklarına pamuk tıkarlardı. Çünkü; o dönemler tangonun sözleri bir çoğumuzun bildiği gibi elit insanların nazik ve incelikli aşklarını değil, sokakaralarında, karanlık, izbe köşe başlarında yaşanan ateşli, tutkulu, onların yaşamları kadar sert aşkları, sevişmeleri en argo sözcüklerle anlatıyordu.
Tango kendi içinde coşkuyla karışık bir hüzünde barındırır. Bu özellik, bir çok kişinin içinde anlatılmaz duyguların doğmasına neden olur. Bu nedenlerin asıl kaynaklarından biride bandoneon dur. Bandoneon; içinden kık kör kuşun seslerinin çıktığı bir müzik aleti olarak tanımlanır. Oysa bu kırk kör kuşun bir öyküsü de vardır:
"Eskiden güzel ötsün diye ötücü kuşlar, gözlerine iğne batırılarak kör edilirmiş. Kör olan kuş, görme yetisi yoksunluğundan olsa gerek öterken öylesine güzel, lirik, hüzünlü bir ses çıkartırmış ki, en duygusuz insanın bile yüreği titrermiş." İşte bu lirik sese sahip olan Bandoneon yaklaşık bir metre açılıp uzayan bir Akordeon'a benzer.
Tango'nun çıkış noktası olan Arjantin üzerine yazılmış en güzel kitaplardan birinin yazarı olan Pierre Kalfon, 'Sıradan Bir Arjantinli'nin tarifini şöyle yapıyor:
- Sırasıyla, bir adet geniş kalçalı Kızıldereli kadını, iki İspanyol binici, üç iyice ezilmiş Guço yani melez, bir İngiliz seyyah, yarım baş Bask çiftçisi, bir tutam zenci... Helmini dökünce çabucak beş İtalyan köylüsü (tercihen Güney İyalya'dan), bir Polonyalı Yahudi, dörtte üç Lübnanlı tüccar ve bütün bir fahişeyi ekleyin. Elli yıl dinlendirip, öyle servis yapın. Yalnız kazana beş İtalyan köylüsü atıverdiğniz yerde durun. İtalyan göçmenler geldi ve Buenos Aires Limanı'ından pek uzağa gitmediler... Limana yerleştiler ve Portenos'lara karıştılar.-
Portenos yani liman adamları. Köylerden gelmişlerdi kente. Küba'nın neşeli 'Habanera' şarkılarını, Brezilya'dan güneye inen zenci ritimlerini dillerine dolamışlardı... Gitar eşliğinde şarkı söylemeye ve küfre, argoya, erkek erkeğe yaşamaya alışıktılar... Kadına hasret, terk ettikleri yörelere hasrettiler. İtalyan göçmenlerle Portenoslar'ın mutlu karışımlarından ortaya tango çıktı.
Önceleri yalnız gitar, flüt ve keman eşliğinde söylenen Tangolar, bir Alman icadı olan 'Bandoneon'un eklenmesile daha bir hüzün koktu. Zaten o Tangolar ki hep hüzünleri dile getirmediler mi? Yitirilmiş sevgiliye, bulamadıkları sevgilere, gerilerde kalan o güzel günlere, uzaklarda kalan memleketlere duyulan özlem ve bu özleme eşlik eden hüzündü Tango.
Liamanlardaki barlarda, genelevlerde 'Aşağı Tabaka'nın eğlencesi olan tangolar, Buenos Aires'i önce çok şaşırttı. Hele tango dansı. Kadın ve erkek birbirlerine yapışık dans ediyorlardı. Yüzleri yapışıktı, bedenleri yapışık. Bacaklar birbirine dolanmış apış aralarındaydı... 'Ahlaksızlık' diye hüküm verdi kent soylu kesimi.
Dönemin gerçek ozanları olan Cadicamo, Manzi, Castillo gibi İtalyan ozanlar, tangolarını liamndaki kent kahvelerine taşımakta gecikmediler. 1917'de Carlos Gardel, ilk angosunu 'Mi Noche Triste-Hüzünlü Gecem'i söylediğinde "Liman Edebiyatı'nı bırakıp, güncel yaşamdan felsefi, sosyal sorunlara, yaşamın her alanını kaplayan dizelere yer vermeye başlıyordu. Ama yine hüzünle, geçmişe duyulan özlemle, anıların satır başlarıyla..." Carlos Gardel, tangoyu tüm Latin Amerika'ya, Avrupa'ya Hollywood aracılığıyla dünyaya yaydı.
Yıllar boyu Brezilya'da, Tango Brasileiro ile Meksika'da tango'nun bir çok türü oluşturulur. Tango'nun Avrupa'daki en neşeli hali İspanyol Tangosu dur. Bu arada Küba'yıda unutmamak gerekir; Havana'da tango, milango ve Arjantin Tangosu ile birleşerek Küba Habnerası'nı oluşturur. Tango, 1910 yılında Arjantin'den Amerika'ya geçer ve Amerika macerasında tangonun erotizmi hafifler ama öte yandan hafif bir sehvetlilik kazanır ve tango, o eski günlerine veda eder.
1912 yılında tango, Avrupa'ya geçerek II. Dünya Savaşı'nın başına kadar çok tutulur. 1915 sıralarında ise Avrupa'nın şık çevrelerinde çılgın bir moda halini alır. Böylelikle tango, bir alt sınıf dansından öteye geçip lüks salonların mezesi olmaya başlamıştır. Oysaki 1940'larda Arjantin'de tangonun sözlerinde yer alan açık seçik kelimelerin ve küfürlerin kullanılması dikta rejimi tarafından çıkarılan çeşitli yasalarla yasaklanır. (Arjantin'de -Ulusal Kimlik- olan tango, her diktatörlük devrinde ve baskı rejiminde yasaklandı.)
Tango'nun gerçek kişiliği Avrupa'ya gelmesiyle birlikte değişmeye başlar. Yürüyüşler, dönüşler, yön değiştirmeler, gezintiler birbirlerine karıştırıldı. Bunun yanı sıra eski yalınlığı, şenlikliliği ve keyifliliği yok oluken müziğinde ve sözlerinde yoğun bir melankoli havası eser. Artık tango, yumuşamış ve sokaklardan alınarak bir salon dansına dönüştürülmüştür.
1930'larda Türkiye'ye giren tango genellikle yabancı şarkı sözleriyle icra ediliyordu. Tango, 40'lı yıllarda Türkçe sözlerle yapılmaya başlayınca günümüzün Tür Pop Müziği kadar popülürleşti. Bu arada Tango besteleri yapılırken Türk Müziği makamlarından da yararlanıldı.
Bir zamanlar çekingen bakışlarla etrafı süzen eldivenli, şapkalı şık hanımefendiler, briyantinli saçları ve rugan ayakkabıları ile arz-ı endam ederek piyasa yapan yakışıklı beyefendiler dans günlerini bekleyip doğacak aşkları İbrahim Özgür, Necip Celal ve Fehmi Ege tangolarıyla yaşadılar. O yıllarda tangoyu Latin Amerika şekliyle Türkiye'de ilk icra eden kişi Orhan Avşar oldu.
1930'larda Seyhan Hanım ve İbrahim Solmaz, 1950'lerde Zehra Eren, Celal İnce en tanınmış tango yorumcuları idi. Tango söyleyerek en uzun sahnede kalanlar ise Şecaattin Tanyerli ve aynı adı taşıyan orkestrası, Cemil Başargan, Fehmi Ege'nin oğlu Engin Ege ve Esin Engin di.Onlar bu dansı ve müziğini yaşatmaya çalışan sanatçılardı.
Biz Türkler ise tangoyu ellerden duyup öylesine benimsedik ki, bu müzik türü ve onun dansı adeta bizlerden bir parça olmuştu. Hatta bazı küçümseyici ifadeler bile müzikten yolaçıkılarak hayat buldu: -"Osmanlı'nın batılısı vals yapar, doğulusu rakkase seyreder"- denilirdi. Bu rakkase kavramı bazı konularda halen günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir.
Türk halkı içinde valsten sonra yaygın olarak icra edilen tangonun Türkiye'ye gelmesi için Cumhuriyetin ilan edilmesi gerekiyordu. Bundan böyle Arjantinli fahişelerin sokak aralarında yaptıkları erotik, seks fışkıran ve bazıları tarafından -Ayıp Dans- olarak nitelendirilen tango, Avrupa'dan Türkiye'ye gelerek hemen kabul görmüş ve hatta bu dans düğün marşı haline gelerek -Mutluluk Dansı- olmuştur. (Sanki her evlenen mutluluğunu sürdürüyormuş gibi.)
Bir kadın, bir erkek. Sahnedeydiler. Çıplak değillerdi. Pek giyimli de sayılmazlardı. İki yırtmaç arasından, dantelli çorapla yırtmaç arasından, siyah tül, tafta ya da ipeğin arasından görünen ten çıplaktan daha çıplaktı. Kadıla erkeğin tenleri birbirlerine geçmişti, saçların dibinden taa ayak parmaklarına kadar. Yüzler, kollar, karınlar, kalçalar ve bacaklarda. Zaman ayrılıyordu bacaklar birbirinden bir daha daha da sıkı sarılabilmek için... Hele avuçlar, avuçlar hep içiçeydi ve ter içinde. Bedenler birbirinden ayrılacakmış gibi olduğunda yine yakınlaşarak birbirni takip ediyorlardı. İki beden arasındaki varla yok arasındaki boşluktan ancak bir soluk, bir kıvılcım, belki de bir "Ah!.." geçebilirdi o kadar. Dizlerden sonrası daha bağımsız gibiydi. Ayrı ayrı hareket ediyordu dizlerden aşağısı. Ayrı ayrı ama birbirlerini tamamlayan yönlerde. Dizden aşağısını seyretmekte güçlük çekiyordu insan. . Göz göremiyor, bellek durduramıyordu ayakları.
Bir çift topuklu, inccik bilekten atkılı ayakkabılar ile karşısındaki sivri burunlu rugan ayakkabılar sanki kanatlanıp uçuyorlardı... Bir kadın, bir erkek. Sahnedydiler. Dans ediyorlardı. Hayır hayır, sevişiyorlardı. Dansın adı, sevişmenin adı tango idi.
Sevişmeyi yani tangoyu erkek yönetiyordu. Kadın yalnızca hareketleryle onu takip ediyordu. Sanki... Sanki diyorum, çünkü; erkeğin sorusunu kadın yanıtlamasa, erkeğin önerisine kadın uymasa, erkeğin ateşini kadın körüklemese, kadın erkeği baştan çıkarma, kadın erkeği sürüklemese, kadın erkeğin kucağına atılmasa sanki tango olamayacak, zamanı ve mekanı yeniden bir daha yaratamayacaklar.
Zeynep Oral, tangonun kendisine hissetirdiklerini şöle ifade ediyor: "Ben sahnede uçmak için, aşk için, erotizm için, ölmek ve öldürmek için tangolar gördüm... Tutkuyu gördüm... Tek başına yapılan tangolarda çoğalmayı gördüm" diyor ve ekliyor; "Bir tango boyunca yaşanan hüznü, hasreti, yanıp tutuşmayı gördüm." Bu ifadelere en güzel örnek ise 'Naked Tango-Çıplak Tango' adlı film. Mutlaka edinip izleyin.
İki ünlü tango ustası Miguel Zotto ve Melina Plebs; "Tango bir tutkudur. Biz Arjantinliler'in yaşama bakışını özetler. Bol özlem, bol hasret, bol nostalji, bo hüzün, bol coşku" diyor.
Hüznün sert adımları olarak tanımlanan tango için tangonun büyük şair ve müzisyenlerinden Santos Discepolo; "Tango, dans edilen hüzünlü bir düşüncedir" diyor.
Geriye söylenebilecek tek bir şey kalıyor: "Tango, ateşli tutkuların dansıdır."
Ertan Tuzlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
ÖLÜM
Kokun bile var! bayıltan cinsten hemde..
Ağırlığın çöker, çöreklenir kalbin üzerine
Rengin siner, yayılır her yana
Hastalık gibi bulaşıcıdır korkun
Akıl bırakmaz, titretir esti mi yelin..
Sessiz değilsin, hele derinden hiç değil!
Bağıra bağırta gelirsin, yıkar geçer şan şöhretin!
Gece nasıl ağlarını atar yere, geçirir tırnaklarını
Sarıp sarmalar yeryüzünü iyice,
Arkadaş gibisiniz, aynı istila bedenlere,
Fikirlere, yüzlere..
Çöker-çöreklenir korkun kalplere!
İnmeden beter inersin gökten yere,
Depremden derin sarsıntın, kandan yakın dolanır
Adın , her bir hücrede!
"Yıkıl git!" naralarına kulak asmaksızın,
Rab'den alınmış o müthiş cesaretinle
Mahv-ı perişan eder, hikmetinden sual olunmaz kudretin!
Ey Ölüm, sen ki bu kadar dibindesin burunların,
Sen ki yumrukları ardı sıra geçirirsin durmak bilmeden
Acıt madem acıtabildiğince, sok kızgın demirlerini bedenlere
Çek al ruh denen kırışık şefaf çarşafları
Derle topla at kirliye
madem kaçarı yok! Yenisi yok ..
al götür gönlünce, hatta biraz kalleşçe ..
hem zaten bize soran da yok ..
Gül Saba TAKA
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Dünya üzerindeki tüm çocukların bilgisayarla tanışmasını ve ister okulda, ister evde; yani her ortamda bilgisayar kullanabilmesini sağlamak amacıyla XO isimli bir bilgisayar geliştirildi. Yeşil renkli bu şirin bilgisayarın bilgilerine http://www.laptop.org/ sloganları da çok güzel: One Laptop Per Child. Peki bu organizasyon neden Türkiye'de yok diyenlere güzel bir haberim var. OLPC Türkiye Ofisi 2008 başında İstanbul'da kuruldu. Hem de sloganı değiştirmeden: Her Çocuğa Bir Laptop diyerek yola çıktı bu arkadaşlar. Projeyi merak edenler için bir web sayfası hazırladılar http://www.abcdizustu.com/ Tanıtımlara başladılar bile. Aslında bu tam anlamıyla bir sosyal sorumluluk projesi. Seslerini duyurmak için tanıtım faaliyetlerine başladılar ve hızla devam ediyorlar. Sizler de bu çorbada tuzumuz bulunsun diyorsanız, web sayfalarını inceleyerek işe başlayabilirsiniz. Türk çocuklarının da bu projeden faydalanmalarını istiyorsanız, desteklemekten çekinmeyin.
http://files.cilekoyun.com/files/o3koke/o1/animasyoncu_2.swf Eğlenceli bir animasyon seyretmek istiyorsanız buyurun buradan bakın. Hatta indirebilmeniz için özellikle swf uzantılı dosyanın adresini veriyorum. İyi eğlenceler.
Biraz daha fazla animasyon isteyenler için ise http://www.atom.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Tamamen animasyon dolu karmakarışık ama sıkıcı olmayan bir web sayfası.
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|