Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 7 Sayı: 1.479

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 16 Eylül 2008 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : İşin zor Tayyip Bey!


Merhabalar

İşte cahil cesaretinin sonu bu. Karar ne çıkarsa çıksın hiç önemi yok. Deniz Feneri ve Kanal 7 artık mimlenmiştir. Almanya ile Türkiye köprüsü iddianamelerde yer almıştır. Türk yetkililer, yavuz hırsız misali, zeytinyağı gibi su üstüne çıkmak için konuyu saptırmaya çalışmışlardır. Belli ki hırsızlar bu sefer kılıfı hazırlamaya bile gerek duymamışlar. Her yeri Türkiye zannedip yedikçe yemişler. Asıl konu bu paranın Türkiye'de hangi ellere ulaştığıdır. Tayyip Bey'e bizzat verildiğini düşünmüyorum ama yakın çevresinin bu işten epeyce yemlendiği ortadadır. Başından beri bu işin Türkiye ile ilgisi olmadığına dair yapılan açıklamaları da anlamak güç. Düşünüyorum da, acaba Almanya'da Deniz Feneri eliyle toplanan para kimler için toplandı? Almanya'daki yoksul müslümanlar için mi? Tabi ki hayır. Öncelikle, Türkiye'de gerekli yerlerde kullanılmak üzere toplandığını, çuval çuval taşındığını, bir kısmının yoksul halka oy karşılığı sadaka niyetine verildiğini ama aslan payının birkaç şerefsiz hırsız arasında paylaşıldığını görmemek anlamamak için kör ve sağır olmak gerek. Dünkü duruşmada söylenenler üzerine iktidar tarafından bir ses gelir diye bekledim ama nafile. Anladığım kadarıyla şimdi harıl harıl kılıf dikmekle meşguller. Ama bu sefer kolay olmayacak gibi görünüyor. Bu sefer gündemi saptırmayı beceremeyecekler. Hırsızlara kol kanat gerdikleri sürece de kendi sonlarını hazırlayacaklar. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








 


Elif Eser

 Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak)


  YÜZLEŞME

Onunla ilk karşılaşmamızı unutamıyorum. Hafızamdan defalarca çıkarıp atmaya çalıştıysam da bunu bir türlü başaramadım. Ne zaman yeniden hatırlasam, -kendini anımsatacak bir yol bulsa- aynı sıcak Temmuz öğlenine geri döndüm. Belki de bazı şeyler gibi onu da unutmam veya hayatımdan söküp atabilmem için zaman denen mefhum gerçekliğe gereksinimim var. Neticede onunla tanışmak, hayatın karşısındaki ilk büyük yenilgimdi diyebilirim.

Hayatın içinde bir takım uğraşlar verirken bazen; bazı durumların gönlümüzden geçtiği, isteğimiz veya beklediğimiz doğrultuda karşılık bulamayacağını anlayacak kadar büyüdüm. Oysa ilk gençlik çağlarında, hayat uçuk renklerde seyir ederken; "dünyayı kurtaracağız" türünden ütopik hayallerin gerçekliğine kendimizi kaptırır, o yönde hareket eder ve buna inanırdık. Sonra sonra balyoz etkisiyle, yavaş ve ağır adımlarla hayat öğretiyormuş. Yaş aldıkça 'don kişot'luğa her alanda vize verilmediğini, idealistliğin onurlu bir yaşam biçimi olduğunu fakat buna keza yıpratıcı ve yaralayıcılığını ağır ve ahenkli, duvarlara, engellere, yazısız prosedürlere çarpa çarpa kanıksıyorsun. Yaşanmışlıkların pekiştikçe öğreniyorsun.

Ve bazen, "çok isteme"nin, bir şeyi çok fazla arzu etmenin yeterli olmadığını; isterken girişimlerde bulunmak ve yılmamak, pes etmemek gerektiğini, eğer salt durup beklersek ve çok istediğimiz o şeye yönelik adım atmazsak; kondisyon bisikletinde pedal çevirmek gibi durduğumuz yerde sayacağımızı, manzaranın değişmeyeceğini, sadece zamanın insafsızca akıp gittiğini neden sonra kavrayabiliyorsun. Zamanı yakalamaya; ertelediğim düşlerimi gerçeğe dönüştürmeye, geç kalmış bir telaşla koşu bandından/bisikletten inip hayata koşmak gerektiğini anladığım o şaşkınlık anında verdiğim ani kararı hatırlıyorum da şimdi, 'doğru bir karardı' deyip gülümsüyorum. O günden beri koşuyorum. O günden beri, inandığım şeyler uğruna büyük bir savaş veriyorum. Kişisel beklentilerimin bir çoğunu başardığımı söyleyebilirim. Çetindi, yorucuydu, zorluydu fakat başarmanın bitiş noktasına vardığımda duyduğum haz, bütün o zorluklara bedel güzellikteydi.

Temmuz aynının o cumartesi günü, öğle suları... Olabildiğince geniş, penceresiz, bol floresan ışıkla aydınlatılmış, yerleri açık renk karo fayans, duvarları sarı-yeşil tonlarda boyanmış; deri koltukları yeşil, sarı, turuncu renklerdeki steril bekleme salonunda, öylece dikelip duruyorum. Ayaklarımın zemin üzerindeki hareketleri istemim dışında beni koltuklara yöneltiyor. O renkli şirin koltuklardan birine oturmuyorum, yığılıyorum. Başkaları var etrafımda, tanımadığım bir sürü insan. Ben tek başınayım. İçimde bir yerlerde, dışımda tam karşımda, gözümün değdiği her ayrıntıda onu görüyorum. Bana bakıyor, beni izliyor, benim adını koyamadığım korku, öfke ve hırsıma içten içe bıyık altından gülüyor. Beynimin boşaldığını, hiçbir şey düşünemediğimi, gözümdeki yaşların yoğunluğundan etrafımı göremediğimi, saçlarımın dibinden, ayak uçlarıma dek buz soğuğu terler döktüğümü ve tüm sinirlerim zembereğinden boşalmışçasına parkinson hastalarını aratmayacak denli korkunç bir sarsıntıyla titrediğimi nasıl unutabilirim?

Öyle geçmişiniz gözünüzün önünden film şeridi gibi geçmiyor, yalan! Yok, yarın olmayacakmış gibi yaşamalı, ne sığdırırsak kârdır, pozitif düşünün pozitif yaşayın Secret'ları... Hikâye hepsi! Tek başınayım işte! Orada öylece saf dışı kalmış bir halde, ebleh bir surat ifadesiyle bakınıyorum. Yanımda birileri, bir dost, bir ses olsa da durum değişmezdi. Onunla o an tanışan bir tek bendim. Yanımdaki söylesem de varlığını benim kadar derinden duyumsayamazdı.

Onunla ilk tanışan ben değilim. Benden evvel bir çok insan aynı şekilde mi bilmem ama, bir şekilde tanıştı. Son tanışan da ben olmayacağım. Hatta öyle ki, yeryüzünün her yerinde, en ücra köşesine dek, nasıl ki binlerce bebek aynı zaman dilimleri içerisinde dünyaya gözlerini açıyorsa; benim gibi binlerce insan, aynı biçimde koridor veya bekleme salonlarında, sokakta, evde veya başka bir yerde onunla tanışma şerefine nail oluyor. Burada önemli olan tanışmanız! Us'unuz sonraki evreleri bir şekilde ekarte edebiliyorsa da, 'o an' ömrünüzün geri kalan yüzdesinde aynı yoğunlukta dün gibi anımsanmaya devam edebiliyor.

Titreyen parmaklarımla telefonumu çantamdan çıkarıyorum. Bilinçsizim. Yalnızca kendime en yakın hissettiğim, benden haber bekleyen, benim için benden çok endişelenen Ayışığım'a tanışıklığımızı söylemek istiyorum. Böyle bir durumda sizi çok seven yakınlarınızın göstereceği tepkiyi veya onların da yaşayacağı içsel hezeyanı algılayamıyorsunuz. Onun varlığı ile tahrip olan bir tek kendinizsiniz sanıyorsunuz. Nasıl bir sesti benden çıkan ki telefonun diğer ucunda çıldırmış bir panikle "Ne oldu? Söyler misin ne oldu?" diyor. "Ben... Ben bu gün evde kalmayacağım. Eve gitmek istemiyorum" gibi çok saçma bir cümle dökülüyor boğazımdan, hırıltılarla. Anlıyor. Her zaman anladı. Ben anlamsız cümleler kursam da, sözlerimin arkasında yatan ana fikri hep bulup çıkardı. "Sonra konuşalım..." diyorum karşı uçtaki uçurum sessizliğe, gözlerimde dehşetengiz bir yangınla... 'Sonra konuşalım'ın açılımında; 'beklemiyorduk ama bak işte o burada, ikimizin arasında boylu boyunca uzanmış. Hoş geldin diyelim mi, ne dersin?' var.

Aradan ne kadar zaman geçiyor, bilmiyorum. Ben o bekleme salonundan ayaklarımı sürüyerek, omuzlarım çökmüş açık havaya çıkıyorum. Güneş öylesine kavurucu ki kamaşıyor gözlerim. Boş bir bank bulup oturuyorum. İnsanları boş gözlerle izliyorum. Ben koşmaktan yorgun değildim ama durdum! Ben savaşmaktan şikayetçi değildim ama kaldım! Neden ben? Peki şimdi ne olacak?

Telefonum çalıyor, Ayışığım arıyor. Açıyorum, konuşmuyorum. Kendini toparlamış, benden hızlı bu konuda, benden daha soğukkanlı olabilmeyi her daim başarmıştır; "Şimdi beni dinle. Panikleyecek bir şey yok tamam mı? Sakin olacaksın. Üzülmeyeceksin. Düşünmeyeceksin. Ben birkaç güne kadar yanında olacağım ve birlikte yeneceğiz. Birlikte nasıl ki bir çok zorluğun üstesinden gelmeyi başardıysak bunu da alt edeceğiz. Söz ver bana. Ben gelene dek yüzleşme, karşına alma." diyor. Bir şeyler söylüyorum yine, anlamsız...

Eskiden, yani onu tanımadan önce 'Yusuf'un kuyusu' dediğim zihnimde metafor bir kuyu yaratmıştım ve ne zaman canım sıkkın, kafam bozuk, birilerine veya hayata küs olsam kuyuma gizlerdim ruhumu. İçsel huzura kavuşana dek orada saklanır, en derin yaralarımı orada iyi ederdim. Yeniden yüzeye çıktığımda yenilenmiş ve arınmış, daha canlı ve yaşam dolu bulurdum kendimi. Çılgın kahkahalarla tüm alaycılığımla hayata okkalı bir küfür sallardım. Ben hiç yenilmezdim. (-Hani?)

Bir kuyum yoktu gizlenebileceğim. Bir geleceğim yoktu hayaller üretip gerçeğe dönüştürebileceğim. Yarın ve sonrası ile ilgili en ufak bir fikrim yoktu artık çünkü o girmişti yaşamıma ve ben çağırmıştım onu kendime yaşattığım acılarla. Şimdi nasıl geri gönderecektim?

Sanıyordum ki en dayanılmaz sancılar yürekte olur. Yürek ağlıyorsa, ağrıyorsa ve acıdan kavruluyorsa; bedensel hiçbir acı buna denk düşemez. Aslında bir yerde doğrudur da.

İnsan, inandığı bir şeyin peşinden koşarken şayet ona ulaşamıyorsa yüreği dağlanıyor, içindeki umut kırılıveriyor, mahzunlaşıyor. Baş vurmadığı yol, çare aramadığı aralık kalmıyor. Onun hayatımda yer alabileceğini hiç düşünmedim. Çoğumuz 'benim başıma gelmez' diye düşünürüz en büyük felaketlerle karşılaşmadan önce. Bir gün felaket habersizce çıkagelir ve öylece hiçbir şey yapamadan kalırız.

Hayallerini gerçeğe dönüştürmeyi başaran biriyim ben! Kolay pes etmem! Bir hayalim vardı ve ona ulaşmam, gerçekleştirmem 'dünyayı kurtarmak' kadar ütopik hale gelmeye başlamıştı. Bir hayalim vardı ve ben başaramadıkça hırslanıyor, hırslandıkça öfkeleniyor, öfkelendikçe kendi kendime yükleniyordum.

Böylesi bir gidişata dayanamayan yürek kendi acısını taşımayı başaramayınca çaresizlikle bedenle paylaşma gereksinimi duyar yükünü ve onun gelişi engellenemez. O, gelir ve yerleşir. Ondan sonra yürek acısının da saydamlaştığını, yoğunluğunun azaldığını farkediyor insan. Bedenin tarifsiz sancılarla eğilip bükülmeye, uykularını bölmeye başladığında; yüreğin hafifliyor. Kum saati gibi. Beden acı çekiyor, yürek duruyor. Yürek başlıyor, beden susuyor. Tuhaf bir devinim... Bütün bu acılar dayanılmaz hâl alınca sonunda beynine emretmeyi de öğreniyorsun. Yine geç kalmış bir telaşla "Bırak... Akıntıya bırak. Hayat bazen inandıklarının peşinden koşsan, uğruna savaşsan da senin galip gelmeni istemeyebiliyormuş. Artık sadece kendini düşün ve her türlü acıdan uzak dur. Hiçbir şey senden; yürek ve beden sağlığından değerli değil..."

En üzücü yanı ise bütün bunlar içinde bir yerde olup biterken, dışında sen başka bir yaşam sürmeye çalışırken savaşmanın da anlamının kalmadığını; zamanı yakalamakla ilgili ileri sürdüğün tüm tezlerin kendiliğinden çürüdüğünü ve anlamsızlaştığını düşünüyorsun... Her şey onunla karşılaştığınız ilk günün saçmasapanlığında durmuş sana sırıtıyor... Yüzleşiyorsun.

Birkaç ay geçiyor. Alışamıyorum ona ama varlığını da kabullendiğim anlamına gelmiyor bu. Çok az arkadaşıma bahsediyorum. Duyduklarında onun adı insanlara ürkütücü geliyor. Acımsayarak, merhametle bakıyorlar önce yahut seslerinde bir acılaşma, kekremsi bir burukluk algılıyorum. -Alınganlıkta mı başladı bende?- Hiç sevimli değil. Oysa o hepimizin başına gelebilir -ki geliyor da! Ben üzülmüyorum, ben düşünmüyorum, fiziksel ağrılarım ve sancılarımın yoğun olduğu bir dönem yaşadım, geçti. Belki yine benzer acılar yaşayabilirim sorun etmiyorum. Üzülecek, acıyacak, endişelenecek bir şey yok! Kimsenin benim için üzülmesini, konu haline getirmesini yahut arkamdan fısıldamasını istemiyorum! Benim gibi onunla yaşamaya mecbur kalan kimse istemiyor bunu! Rutin hayatını sürmek ve her zamanki gibi davranılmasını istiyor insanlar! Sakın onlara acıyarak bakmayın! Bu, onunla tanışan ve yaşayan insanları, onunla yaşamalarının getirisi ızdıraplardan daha çok acıtıyor çünkü.

Onu benden uzaklaştırmak için, benim yerime mücadele eden, koşturan biri var. Her şeyi ayarlıyor sevgili... Sevgili Ayışığım... Gece hiç uyumamış. Benden daha heyecanlı, sadece heyecanını acemice saklamaya uğraşıyor. Sabah erkenden buluşuyoruz. Birlikte gideceğiz. Gidiyoruz. Başka bekleme salonları, başka koridorlardan geçiyoruz. Bunun sonuncu olmasını umut ediyoruz. Hiç tanımadığımız insanlarla vakit geçsin diye sohbete koyuluyoruz. Kendi yaşamımızdan küçük anektodlar aktarıyoruz. Beklemekten sıkılıyoruz. Beklememiz gerekiyor. Dayanamayıp telefon açıyoruz onun benle kalıp kalmayacağını tespit edecek kurtarıcıya. Gecikeceğini söylüyor. Ne yapalım, geldik bir kere, dönemeyiz. Gece sabaha dek uyumamış. Kim bilir aklından neler geçirdi? "Hadi sahile gidelim, ben çay içerim, sen de biraz kestirirsin" diyorum. Ben martıları, liseli gençleri, denizi, karşı yakayı, masanın üzerinde bana doğru yarım dönmüş yüzünü izliyorum. Bebek gibi uyumasına içten bir sevgi ve yanımda olduğu için minnetle bakıyorum.

Beklenen saat geliyor. Kurtarıcım prosedürleri çabucak yerine getiriyor. Sırttan düğmelenen mavi bir önlük giydiriyorlar üzerime. Ayışığımla vedalaşıyoruz alelacele. Kurtarıcımın ayak izlerini takip ederek yürüyorum. Korkmuyorum, heyecanlanmıyorum, paniklemiyorum. Ne söylenirse, istenirse yapıyorum. Canım yanmaya başlıyor. Korkunç bir acı! Uyumuyorum, uyuşuyorum. Küfür ediyorum. Sanki yapabildiğim tek şey küfür etmek. İçimden "senden nefret ediyorum! Lanet olsun, nerden gelip buldun beni?" Yersiz bir öfke belki ama küfür etmenin psikolojik anlamda rahatlatıcı bir tepki olduğunu düşünerek (her birey rahatlamak için farklı reaksiyonlar gösterebilir), bildiğim tüm küfürleri sayıyorum.

Kurtarıcım onun bende konumlandığı bölgeden parçalar koparıyor ve bu durum uyuşmuş olsam da müthiş canımı yakıyor. Her kopardığı çimdiği uyuşmuş bir hissizlik içerisinde fakat psikolojik bir baskıyla hissedebiliyorum. Sayıyor kurtarıcım yardımcısına upuzun bir cımbızın ucundaki parçaları her uzatışında: "saat yönünde 1/ saat yönünde 6/ saat yönünde 9/ saat yönünde 4" zaman ayarlarım sapmalarla uzuyor, hepi topu on beş dakika sürüyor oysa, bu kadar işte, gördün mü bak, bitti bile... Sinirden, öfkeden kudurmuş ter içinde, dizlerim titreyerek (son günlerde fazla asabi ve hırçınım kabul ediyorum) Ayışığımın beni beklediği odaya yöneliyorum, boynuna sarılıp ağlamak istiyorum. Hemen beni susturmayı başaracak yeni bir şeyler üretiyor kafasında ve ben ağlama hevesiyle kirpiklerimi kırpıştırırken, söylediklerine gülerken buluyorum kendimi. "Göreceksin bak, bunların acısını senden daha sonra fitil fitil çıkaracağım, sen hiç üzülme. Dizime yatırıp bir güzel pataklayacağım seni. Bana yaşattığın bu stres, hepsi boşuna! Hiçbir şey çıkmayacak, sonuçlar elimize geçene kadar belki çoktan gitmiş olacak, söylemedi deme" diyor. Böyle olacağına inanıyor ve benim de inanmamı istiyor. Benim içinse sonuç çok önemli değil. Bir gün beni terk etmiş olsa da; onunla karşılaşmış olmak, onunla tanışmak ve bu gün karşıma alıp yüzleşmek; fiziksel ve ruhsal çatlaklara sebebiyet verişini, hafızamdan yaşattıklarının silinmesini dilemenin yanısıra hep tetikte "ya bir gün geri dönerse" diye beklemek demek...

Dilerim, sevdiklerimin hiçbiri ve sizler... Ömrünüzün sonuna dek onunla karşılaşmak zorunda kalmazsınız...

Elif Eser
zeycanirmak@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
6 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 BİR OYUNCUNUN DÜNLÜĞÜ : Bahadır Benli


Karbon karakter

17.08.2007/pazartesi 03.15/İç Gece/Karbonkarakter
Zayıflamış karakterlerin,sıkı bir rejim sonrası hayata isyanıdır yazdıklarım,nasihat uzmanlarına hayatın tövbe diyeti mimarlarına adanmış.

Siyah,beyaz, düz yazı, küfür süsü verilmiş günahlar işlemiş, karbon karakterin biri yazmış bunları.

Hikayelerin en bilindik başlangıç cümlelerinden biridir, günlerden bir gün. Belki salındığı sokaklardaki kömür ve duman kokusu içinde,şubat ortasında soğuk soluyarak,kapıları ardına kadar kapalı bir din mabedi içinde yukarı tükürsenle başlayan,Müslüman ve salyangoz hikayesi bu hikaye.

İşte tıpkı öyle günlerden bir gün, gecenin bir yarısı, yazısı gelmiş,bizim karbonkarakterin Üşenmiş taaa kaleme kağıda kadar yürümeye. Oracığa yazıvermiş, oksijen sarfiyatı yaparak bilakis.Oksijen sarfiyatı sigarasının dumanıyla, odasının perdesi arasında gelip gidiyor,ne kadar çok içildiği perdenin beyazdan sarı,siyahdan bronza uzanan pigment hikayesiyle özetlenebiliyordu.

17.08.2007/pazartesi 08.00/İç Gece/
Mutfakta Birikmiş bulaşıkların Cümleleri,dün geceden veya sabahtan kalan.Ne biliyim, bir rakı kadehine söylenmiş, oda söylenenleri hiç unutmamış olsun…

Bu cümleleri yazarken yada bir ufak rakı açılırken, birkaç meze, sen anla haydari işte… Misal kavunda fena olmazdı. Hani ,çalsında dursun tsm radyo mesela…kürdili hicazkar, sebebimiz olsun yada yazmaya, yazılmadık kalmasın diye.
Sevgisi saklanbaç oynayan yüreklerin ,bir kadeh sobe ısrarı işte.
Ama bizimkisi ;
Kırmızı kiremitli ,çatı manzaralı, elele sevda yalnızlığı.
İstanbul !!!

Bakma çok dertli ve yağmurlarda kan kırmızı kiremit suyu ağlıyor
Mazgallardan denize kadar, kankırmızı gözyaşı, ve her yalan sevdanın isyanı, tuzlu, mavi yağmur suyu boğazında düğümleniyor belki de.

Bulutlardan kiremitlere…

Sen tez bir durum yazılırken hatırlanıyor…

Gitme artık!
zaten yeteri kadar gelmedin, bense misafir beklentisinde, uzun soluklu kalışlar içinde perverlik kovalıyorum.

"Yahu! bir pazarımız var, ondada kapı ziliyle uyanamayacakmıyız kardeşim biz." Diyerek çoğul halüsünasyonlar içinde uyanıyorum.Yalnızlıktan muteber sevine sevine…

Yeni edindiğim küfür budur

Ulan Sana gitme dediğim gündür, diye diye…

İsyanı kapı, kullanılmamış toz bezleri,attırmadığım eski gazeteler, bunları da yol üzerinden çok ucuza aldım demeyi beklediğim.
Dilinden iyi yapmışsın dediğini duyamadığım
Yoldasın henüz gelmedin avuntusu kovaladığım… Uzun günler.
Diyor karbonkarakterim.

Sorulmuştu günlerden bir gün hayatında ne değişti diye.

Kapıyı değil,odayı değil,duvarı değil…

Evi değiştirdim, başka kapı,odayı değiştirdim, başka pencere,duvarı devirdim, başka kagir,bahçesi icadiye.
diye cevaplamıştım.

Belki böyle anlatılabilir, yada hiçbir zaman sandığın gibi anlayamadım
Bildiğim Saçma sapan halüSENasyon içinde …

Katladığın havlular dolabın hala o gözündeyken, her sabah bana bakıyordu dikine dikine ve ben onlarada yalan söylüyordum,öğreniyordum ki insan kaybetmemek için yalan söylermiş.Belki de havluları da değiştirmemek yada kaybetmemek istiyordum.
Ve baktıkça kırmızı kiremitler aklıma geliyordu…

O gün mesela ;

İstanbula kar yağmış ,eski evime inen sokağın yokuşu ,yukarıdan aşağıya yürüyen sen,kartanesi dolanı saçın, kırmızı izleri, burun ucun ve yüzün,hepsi aklımda.

Veya öpüştüğümüz o uzun gün aklımda ,saatler bir saat geri alınmış,televizyonlar aman ha saatlerinizi geri almayı sakın unutmayın diye bangır bangır bağırmış, hepsi aklımda.
Oyunun lades kısmı mühim değildir zaten, arada bir aklımda demektir matah olan. Ve hep aklımda.

Şimdiki kumrularda bir tuhaf, mutfak içi kombi üzeri yuva kurmuşlar onlara da gitme! Diyemedim.Evde tadilat yapılacak, başka bir zamana yine tünersiniz diye söylendim…Kuşlardan çok şey öğrenmedim belki ama onları çok dinledim, ben dinledikçe, kuşlar söylediler,sen sordukça, bende kuşlar söylediler dedim.Kuşlar yalan söylemez,çünkü Çocuklar getirirler.

İstanbulda sokak arasında bir mahallede yetişen,burunlarından,dudaklarına ıslak ve mendil sevdasız,platonik değil olduğu gibi aşık, futbol topuna yada gece saklanbacına ve çok küfür edinen çocuklar.

Belki çok terbiyeli değiller ama,çorba, terbiye ve yumurtalı argolar dillerine yaraşır, sevdiği zaman uyanıklığa müptezel ,uyuduğu zaman suç işlediğini zanleden,sabaha kadar o pencereye usanmadan bakabilen,zaman içinde değişip bitirimlere dönüşen ve büyüyen İstanbul insanları.

Oyunun lades kısmı mühim değildir zaten, arada bir aklımda demektir matah olan. Ve hep aklımda.
hala yeşil ve hala o yelin izi
Bulutlardan ,kiremitlere, mazgallardan, denizlere kadar.

Kırmızı kiremitli ,çatı manzaralı, elele sevda yalnızlığı.

İstanbul !!

Bahadır Benli
bahadirbenli@yahoo.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,718,718,718,718,718,718,718,718,71
7 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kahveci : Özden Özel


Tsunami

Cezveye bir kaşık özlem koydum. Bir fincan umut. Belki bir ilk olur bu, belki de son buluş... Takvimin önüne bir fincan kahve koydum. Uyanışlar için, sonsuz. Bekledim. Eski bir hayal bu, belki de gerçek duruş. Belki bir mucize olur bu, geri dönüş. Zaman akıp gidiyor. Lütfen dursun artık bu düşüş... Geldim. Tarihi Asansörün üzerinde durmuş şehri izliyordu. Sanırım, hayallerin gerçeklere hükmetmesi bu bakışlarla oluyordu. Doğuşun beynime kabul ettirdiği usul dünya görüşleri ile " Merhaba, nasılsınız?" dedim. Başını çevirdi. "İyiyim, siz nasılsınız" dedi. "İyiyim" dedim. Döndü, şehire baktı. "İzmir, çok değişmiş" dedi. "Haklısınız," dedim. İzmir değişti, gelişti ve masumiyetini kaybetti. "Şehirde birçok bina yükselmiş " dedi. "Haklısınız" dedim. "Ama hiç bir bina sizin dönemizden kalanlar gibi, huzur vermiyorlar." Baktı. Cebinden sigara tabakası ile çakmağını çıkardı. Bir sigara yaktı. Sonra arkasını döndü. İzmir'in büyük bir bölümü bayrak asmıştı. "Bugün Milli Bayram mı, bu bayraklar neden asılmış?" dedi. Durdum. "Atam, biz protesto etmekteyiz" dedim. Ellerini demire doğru uzattı aşağıya baktı. Kırmızı beyaz bayraklı bir kalabalık hızla çoğalıyordu. Başını yukarıya kaldırdı. Gülümsedi. Aşağıya baktım. "Onlar da kim?" dedim. Denizi içen bakışlarla onlara bakıyordu. Döndü. "Onlar, işte benler" dedi. Anlamsız gözlerle onu izliyordum ki. "Özden sen, beni bekliyordun" dedi. "Oysa, Mustafa Kemal bir tane değildir." Sustum. "Haklısınız," dedim. Sonra, "Unuttun mu, Mustafa Kemaller tükenmez" dedi. Biz konuşuyorduk aşağıdaki kalabalık çoğalmaya, hızla devam ediyordu. Kalabalık Dario Moreno Sokağı' nı aşmış, Mithatpaşa Caddesi'ni kapatıyordu. Baktı, "İşte, geldi benim çocuklarım" dedi. Elini kaldırdı. Selam verdi. Aşağıda birden büyük bir gürültü koptu. Dolmabahçe'de uyuyan dev aslan, yeniden uyanmıştı. Bu uyanış; kimileri için kıyametin, kimileri için ise yeniden doğan güneşin habercisi olacaktı...

Özden Özel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kahveci : Nurten Karahasanoğlu


YOL BİTTİ

"Yaş otuz beş yolun yarısı eder" demiş. Şairin biri herhal, halt etmiş. Gelip göreydi şu boktan hayatımı "herkeste yolun yarısı Binnaz'da yolun sonu" der miydi demez miydi? Hadi bakalım, görürse yolun gerisini, bağışlayayım ona hemen, yaşasın doya doya. İstemem, vallahi istemem varsa da gidilecek bir yol. Kiminle gideceğim ki? Yalnızlık ona mahsusken, kattı götürdü yanına hepsini hey sevgili Allah'ım. Ne çoluk kaldı ne çombalak. Ne çift ne de çubuk. Gün de ışımıyor ay da doğmuyor. Sabahları kalkmaya hacetim var mı? Gözümü açıp da bakınca bozulmamış sağ yanıma Sabahattin'i mi göreceğim? Açıp da gözünü bakıp yüzüme "hadi Binnaz yetmedi mi, kalk da hazırla kahvaltıyı" mı diyecek? Ah ne çok kızardım sabah uykumu kandırmadan kaldırmalarına. Yataydı hep sağ yanımda da varsın kanmayaydım uykularıma.

Ne zormuş ah, ah ne zormuş. Yüz elli dokuz gün, tamı tamına öyle. Gitti gidenlerin dönmediği, ne olduğu bilinmeyen yere. Hep merak ediyorum, bekler durur mu "Binnazım gelsin" diye, benim onu beklediğim gibi. Konu komşu gülüyor gizliden biliyorum, delirdiğimi sanıyorlar, "bu kadar yas yeter" diyorlar. Yas değil ki yaşadığım, ömür bitirmek. Nereden bilecekler? Hangisinin kocası öldü, hangisinin çocuğu büyüyemeden toprak oldu? Olsa olsa ana babaları, o ne ki, acıdan mı sayılır? Bir de akıl verirler, "yaşlı adama varmayacaktın" diye. Anam da böyle dediydi, vermedi beni Sabahattin'e, kaçtım. Sevdim ben, sevmeyi de bilmez bunlar, sever sanırlar kendilerini. Çocuklarına bile yoktur sevgileri, hep döverler. Allah'ın işine karışılmaz, yaşatacaktı ki bebelerimi görsünler sevginin hasını.

Sabahattin çok yaşlı değildi ki hem, on beş yaş bir şey mi? Ömrü azmış, kalp krizi pat diye götürüyor adamı. Halbuki doktor yüzü görmediydi, bir kere dişi bile ağrımadı. Öyle sapasağlam bir adamdı. Herkes benim öldüğümü sanmış köyün minaresinden salası verilince. "Sen beni elli kere gömersin" derdim. Bir böbrek yok, şeker, tansiyon Allah ne verdiyse bende.

Ölemedim bir türlü. Ondan önce gitmem herkesin hayrınaydı, anam babama da, konu komşuya da. Herkes yalnız yaşamayı bilir mi? Ben bilmiyormuşum işte. Muğla'dayken ölmeliydim, gelmemeliydi ev sahibim Emine hanım, görmemeliydi rüyasında beni. İkinci oğlan on iki aylıkken girince toprağa hepten dellendiydim. Artık yaşamanın mümkünü yok, ben de gideceğim oğlumun yanına. Sabahattin nöbette, suya koydum ilaçları afatlansın da çabuk öleyim. Emine hanım gelmez mi? Oturdu gitmek bilmez. O kadar severim onu da sobanın üstünde çay vardı ikram etmedim. Hiçbir şey yemeden içmeden gece yarısı Sabahattin gelene kadar oturdu, sonra kalktı gitti. Afatı geçen ilaçlar da çöpe. O gece geçtim Sabahattin'in karşısına, "sana çocuk gerek, ben gibi hastalıklı bir karı değil, iznim var, boşa beni al başkasını" dedim. Beni benim sandığımdan fazla sever imiş, katiyen kabul etmedi. "Bana çocuk değil, ocağını benim için terk eden has karı gerek" dedi. Ah, o zaman gözlerimden boşanan yaşlar hem Sabahattin'eydi hem kaderime. Anlamıştım ki Allah almadıkça bu canı o yaşarken ben ölemem. Beraber ölen karı kocalar var, biri ölünce peşinden öbürü çok değil bir iki hafta sonra ruhunu teslim ediyor. İstemedi Cenabı Allah'ım, vardır bir hikmeti deyip ömrü bitirmeyi bekliyorum işte.

Muğla'dan köye dönüş yaparken çekti beni bir kenara Emine hanım, "kızım, gidiyorsun, artık gözüm üstünde olamayacak, bir delilik yaptığını duyarsam kahrolurum" deyip o geceyi anlattı. Meğer bir gece önce beni rüyasında aynen görmüş, aynen öyle. İlaçları suya koyduğuma kadar. Mahsus gelip oturmuş, beni oyalamış. Ermiş gibi kadındı rahmetli. Sabahattin'den sonra en çok özlediğim. Öldüğünü duyduğumda yaşamayacak üçüncü çocuğuma hamileydim. Üçüncü aydan sonra hep yattığım için gidemedim cenazeye. Doktor izin vermediydi ama, ben bir kere daha şansımı denemekte ısrar ettim. İsyandı, iyi bir şey değildi elbet ama, kendime söz geçirmek ne mümkün.

Bitmez benim isyanlarım, nasıl bitsin? Sebep aramak gerek mi? Şimdi yalnızlık işte en beteri. Ömür bitirmeye başladığımın otuz dokuzuncu günü yine bozdum kafayı, kıyıdaki balıkçılardan kayıklarını bağladıkları ipten aldım, hazır edip astım samanlıktaki tavan tahtasına. Tam boynuma geçirdim, bir ses: "yapma". Allah Allah, olamaz ki. Bu Sabahattin'in sesi. Peki nerede? Sağa sola, yanıma yöreme bakıyorum, yok. Çıkardım ipi boynumdan başladım onu aramaya, bahçedeki kümese kadar. Bulamadım, oturdum bir taşa ağladım, ağladım. Gözlerimde yaş kurudu. Ah Sabahattin dedim, yapmayacaktın, istemiyor musun beni, yanına gelmemi. Yoksa imamın dediği gibi hurileri mi buldun, muhabbeti benden tatlı?

Al işte, yaş otuz beş. Aslına bakarsan yüz beş. Yan yana durunca şu Aysel'le aynen böyle.
Oooof, offff.
Zorla getirdiler buraya da, açılırmışım. İçim sıkılıyor, daralıyorum, pencere kenarına geçeyim bari. Haspalar televizyonda evlenme programını bekliyor, eğlenmek için. Millet evlenecek biz eğleneceğiz he mi? Çayı da bekletiyorlar ocakta katran olana kadar, neymiş efendim, program başlayınca içilecekmiş.
Şöyle keyifle, pöh… Salak bunlar, külliyen salak.
Neyse başladı, katran da olsa bari çay içeyim, bisküvi yiyeyim de ağzım meşgul olsun, aptal sorularına cevap vermekten bıktım bunların.
"Aaaa, kadına da bak hele. Kırk yedi yaşındayım, evim var, maaşım var, şartlarıma uygun adam arıyorum, diyor kıız", dedi Aysel. "Ne yapacak bu kadın adamı? Rahat mı batıyor kıçına"
Ay güleceğim, dayanamadım: "Ne mi yapacak? Hiç kafan çalışmıyor kız Aysel, kaktırmağa arıyor adamı ne olacak?" dedim. "Şehirli karı bizim gibi çifti çubuğu mu bekleyecek?"
Odanın içinde Aysel dışındakilerin gözleri büyüdü bana bakarken. Yüz elli dokuz gündür ilk defa güldüğümü görüyorlardı çünkü. Aysel'in aklı televizyonda adam arayan kadında hâlâ soruyor: "Aletirik alamıyorum diyor Binnaz abla, o ne ki, cereyanla ne yapıyor bu kadın?"
Çıldırtır bu Aysel adamı. Köy yeri anladık ta bu kadar mı cahil olur insan?
"A kızım, bir kere dinle bir daha sorma e mi? İyi kakıyor mu kakmıyor mu, onu merak ediyor işte" deyince hepsinin göbekleri çatladı gülmekten.
O salak Aysel bir de akıl vermez mi? "Binnaz abla, bu kadın kırk yedi yaşında adam ararken sen otuz beşinde öte dünyayı arıyorsun. Yazık sana."
Gülümsemelerim geldiği gibi gitti. Hışımla fırladım yerimden.
"Herkeste yolun yarısı, Binnaz 'da yolun sonuuu" diye bağırıp çıktım evden.
Aaah, Sabahattin ah. Ah Allah'ım ah.

Nurten Karahasanoğlu


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Dost Meclisi


YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
Yorumlarınız için bekleriz.

Fotograf : Halil Önceler


<#><#><#><#><#><#><#>

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.


 


 Tadımlık Şiirler


PARANOYA BAŞLANGICI

" tırnaklarımın arasında "

tırnaklarımın arsında,
ölmüş ruh kırıntıları
saplamışım parmaklarımı hayatın kalbine
kan kaybediyor, tekliyor kalbim
gözlerimi bir dilenci çaldı
kör etti,
tanrıdan ecel dilenmek için.

kanım şaraba yakın
bedenim hep paranoya hep sarhoş
nasıl yaşayabilirim?
Jilet yutmuş bir ülkenin,
kanıyla sarhoş olanların arasında.

tırnaklarımın arasında,
öldürdüğüm bedenlerin çürümüş dokusu
bombalar yağarken bütün güzellikler üzerine kan emiciler cennetin kayığına binecekse, yaratıcının adaletinden şüphe ederim adalet, özgür ruhları asıyorsa ipsiz darağaçlarına kör bıçakları bileme, paslı silahları yağlama zamanı gelmiştir.
zamanı gelmiştir artık,
kara kalemleri kara ruhlara saplamanın.

tırnaklarımın arasında,
ölümün hayattan aşırdıkları
sökülmeli tırnaklarım
un ufak edilmeli mermer gibi kemiklerim
buna kimin gücü yeter
kendimden başka.

bu gün " set " ise hükmedenler
ben " osiris" im karşılarında
çok " isis " tanıyorum,
bir gözü kocası,
diğer gözü kardeşi için ağlayacak.

tırnaklarımın arasında,
bakire bir kızın geleceği
yapışkan ve kan kokulu
kendi kanımı içerek,
geleceğimi yaratacağım.

tırnaklarımın arasında geleceğim
parmaklarım hayatın kalbinde saplı
hayat kıpırdadıkça kanatıyorum
kan kaybından ölürsem bir gün
şarapla yıkasınlar bedenimi
yalandıkça sarhoş olayım
bedenimi yiyen kurtçuklar ile birlikte.

tırnaklarımın arasında bir toplum
freud adler'i neden öldürmedi?
eksikliğini tamamladığı için belki de!
hayat neden tırnaklarımı söküp almaz?
eksikliğini tamamladığım içindir!
belki de,
parmaklarım hayatın kalbinde saplı olduğu içindir!..

tırnaklarımın arasında,
kendim
beni ben yapan
paranoyaya yakın
henüz geleceğini satmamış
ben,
her gün inadına yeniden doğan
BEN…

Erol UÇAR

Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Bol Bul Bulmacalar




Bloxorz       Foto Puzzle       Küp Küp


 


 Biraz Gülümseyin






KMTV Sunar...

 


 Kıraathane Panosu



Polygon Web Studio


Yazarlarımızın Kitapları


Merih Günay
"Martıların Düğünü"

Nesrin Özyaycı
"Işık -II-"


Temirağa Demir
"Her kardan Adam Olmaz"


Şadıman Şenbalkan
"Şehit Analarımızın Çığlıkları"

Hatice Bediroğlu
"Düş Kuruyor Gece"

Cüneyt GÖKSU
Serpil YILDIZ

"KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

Merih Günay
"HİÇ"

Feride Özmat
"Yanlış Zaman Hikayeleri "

C.Eray Eldemir
"Uzak İklimler"


İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr


 


Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Web sayfanızın ziyaretçi sayısını günlük, haftalık ve hatta aylık olarak takip etmek için http://www.alexa.com/ web sayfasını kullanabilirsiniz. Ayrıca en iyi 500 web sayfası listesini de buradan takip edebilirsiniz.

Sanal dünyada millet ev falan alıyor. Benim niye yok diyenler için Bosch tarafından hazırlanmış hoş bir alternatif var. http://www.boschworld.com/ Evinizi almak için geç kalmayın. Tamamen ücretsiz bir uygulama olması iyi bir çalışma olmasına engel olmamış. Aslında reklam amaçlı yapılmış bir çalışma ama olsun, yine de güzel olmuş.

Dünya üzerindeki tüm çocukların bilgisayarla tanışmasını ve ister okulda, ister evde; yani her ortamda bilgisayar kullanabilmesini sağlamak amacıyla XO isimli bir bilgisayar geliştirildi. Yeşil renkli bu şirin bilgisayarın bilgilerine http://www.laptop.org/ web sayfasından ulaşabilirsiniz. Sloganları da çok güzel: One Laptop Per Child. Peki bu organizasyon neden Türkiye'de yok diyenlere güzel bir haberim var. OLPC Türkiye Ofisi 2008 başında İstanbul'da kuruldu. Hem de sloganı değiştirmeden: Her Çocuğa Bir Laptop diyerek yola çıktı bu arkadaşlar. Projeyi merak edenler için bir web sayfası hazırladılar http://www.abcdizustu.com/ Aslında bu tam anlamıyla bir sosyal sorumluluk projesi. Seslerini duyurmak için tanıtım faaliyetlerine başladılar ve hızla devam ediyorlar. Sizler de bu çorbada tuzumuz bulunsun diyorsanız, web sayfalarını inceleyerek işe başlayabilirsiniz. Türk çocuklarının da bu projeden faydalanmalarını istiyorsanız, desteklemekten çekinmeyin.

En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.

 


 Damak tadınıza uygun kahveler






http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

 


KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
KM-abone-unsubscribe@googlegroups.com
(Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
E-posta:


Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


Uygulama : Cem Özbatur
2002-08©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

 






Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM




Tu Ma's Promis
Ingrid









Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20080916.asp
ISSN: 1303-8923
16 Eylül 2008 - ©2002/08-kmarsiv.com