|
|
|
8 Ekim 2008 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Tepki verin tepki!.. |
Merhabalar
Dün Salıydı. Epeydir hasret kaldığımız grup toplantıları başladı yeniden. Mecliste grubu bulunan partiler başkanları aracılığıyla gündemi değerlendirdiler. ..yoruz, ...ceğiz, ...cağız cümle sonlarıyla bezeli hamaset edebiyatıyla aldı sazı eline Tayyip Bey. "Sakin olmalı ani tepki verip ekmeklerine yağ sürmemeliyiz." dedi. "Kanla, şehitle siyaset olmaz." diyerek bitirdi konuşmasını. Haksızdır demeye gücümüz yeter mi, yetmez, ama "kelle"ler "sayın"larla potlar kırarken, bir milyar uğruna Kuzey Irak'a girmeme sözü verirken, ağababa istedi diye bir yıl evvel operasyonu yarıda keserken düşününce kendisini, keşke o kanlar üzerinden siyaset yapıp gereğini yerine getirseydin diyesi geliyor insanın. Yaptığı yanlışları, attığı sonu belirsiz adımları yüzüne vurdukları için "Kanla siyaset yapıyorlar." diye muhalefete yüklenmek delikanlılığa sığar mı? Dün de söyledik, bunlar boş işler. Bırakın artık timsah gözyaşlarını. Kaldıysa azıcık vicdanınız, devlet gibi devlet olun, gösterin dişinizi ısırılmayı hak eden çapulcu sürüsüne. Bir yıl önce söylenenlerin, yapılanların aynısı tekrarlanıyor. Gene bir yığın toplantı, nutuk vesaire. Oysa bir yıl evvel o kararlılık gösterilebilseydi, belki bugün yaşananlar hiç olmayacaktı. Az önce söyledi televizyon, karakolları yeniden yapmak için şehit aileleri kampanya başlatmış. Alın size ayıbın daniskası. Eğer bu bilinçli bir protestoysa da helal olsun yapanlara. Askeri sivili artık duyun bu sesleri. Gençleri ölüme değil düğüne yollamanın yolunu bulun geç kalmadan. Tepki verin tepki!..
DTP ise ne dediğini bilemez hale gelmiş artık. Ya da bilinçli olarak saçmalıyorlar. Teröriste ısrarla militan gerilla demeyi sürdürürken, yaşananları bir terör gibi değil de sanki özgürlük savaşıymışcasına anlatıyorlar. Baskın yiyip onyedi arkadaşlarını öldüren itleri takip eden askere "Operasyonları durdurun." deme cesaretini bulabiliyorlar. Bir kere terör konusunda anlaşmak lazım. Olan bitene sağır sultan terör derken sen kabullenemiyorsan sorun sende demektir. Demokrasi adına kan dökmek hangi kitapta yazar Ahmet Türk biraderim. En tabi savunma hakkını kullanana silah bırak deme boşboğazlığını edebiliyorsan durup düşünmen lazım. En azından "Bizimkiler de ipin ucunu kaçırdılar yahu" diyebilmen ve dünya siyasi tarihinden örnekler vermek yerine terörü lanetlemeyi öğrenmen lazım değil mi Türk kardeşim. Bakalım bugün tezkere görüşmelerinde nelere şahit olacağız? Görüşürüz, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deryaneval : Derya Ongun GÖ(BE)BEĞİM... |
|
Yıl 1986, ben benim ama bir benden olma daha var içimde, benden içeru değil, benim içimde, hamileyim. Yıl sonu, doğumum Ocak ayında bir zamanlarda bekleniyor, bedenim bir yandan enerjisini içimdekiyle paylaşırken bir yandan da ondan şarjoluyor olsa gerek, görüntümle taban tabana zıt bir şekilde çevik hareket edebiliyorum....zannediyormuşum meğer...
Sabah kalktım, her zaman yaptığım gibi ayaklarımı görmeye çalıştım ama karın bölgemde mahsur kaldı gözlerim. Bir sevinmişim "yaşasın bebeğim hala karnımda", sanki benden habersiz yok olabilirmiş gibi. Yıllarca neredeyse her cümlenin içinde kendine yer bulan "bir gün anne olduğunda...." nın taa çocuk yaşlarda oyuncak olarak bebekle başlayan provasının "gala"sını yaşayacak olmanın huzursuz ama bir o kadar da heyecanlı ve şımarık başrolünü üstlenmiştim, normaldi bana göre bunlar.
Dışarı çıkacaktım, kahvaltımı yaptıktan ve fındık kabuğu özentisindeki minnacık evimi toplama işlerimden sonra şekilsizliklerinden gurur duyduğum elbise adının arkasında sırıtan çuval bozması kılığıma bürünüp, gö(be)beğimi içine alamayan palto yüzünden pelerine terfimi üstüme atıp, çantam, şemsiyem ve ne kadar engellemeye çalışırsam çalışayım son anda bir mesnet bulup kendini elime tutuşturan torbayla birlikte evden çıktım.
Oturduğum semt İstanbul'un en rüzgarlı semtlerinden biri, hava hem rüzgarlı hem yağmurlu, ben koca karnım, uçuşan pelerinim, bir elim havada şemsiyede, diğer elimde torba, omzumda çanta, tek başıma şehrin ortasında bir gerilla harekatı tadında gidişlerdeyim. Taksi bakınıyorum, ve evet, bir tanesi geliyor, torbalı elimi kaldırıp çaresiz elime kendini tutuşturmuş torbayı sallıyorum, taksici anlıyor ve duruyor.
Kapıyı açıyorum, pelerinim uçuşuyor, saçlarım da öyle, omzumdaki çanta kayıyor düşmesin diye o omzum hafif yukarıda, torba inatla elimde, bu sefer torbanın arasından onu tutan elimin münhal parmaklarının yardımını kullanarak diğer elimdeki şemsiyeyi kapatıyorum, sol elimdeki şemsiyeyi önden taksiye sokup ardından geri kalan koca gö(be)beğim, pelerinim, ıslanan saçlarım, ve sağ elimdeki torba hep birlikte taksinin arka koltuğuna yerleşiyoruz. Tüm bu tarifime bir de "arkadan gelen trafiği engellememek empatisinin zorladığı telaş" ı da ekleyin lütfen, ben yazamayacağım yoksa çok uzayacak.
Taksiye bindik, oturduk, gideceğim yeri söylemek için dikiz aynasından taksiciyle göz göze gelmek istediğimde aynadaki suratın sessiz bir acıyla kasılmış olduğunu görüp duraksıyorum, ve fakat, ardından sol elimdeki şemsiyenin, hani o taksiye ilk giren parçamın, iki ön koltuğun arasındaki boşluktan taksicinin sağ böğrüne saplanmış olduğunu önce aklım ardından da oraya çevirdiğim bakışlarımla algılıyorum. Ardından gelen büyük bir mahcubiyet ve içimde boğmaya çalıştığım kahkahalarım....
- Çok çok özür dilerim şoför Bey, telaştan işte, yağmur da üstüne, kem küm.... Nişantaşı'na gidebilir miyiz lütfen....
"Hayır" dese hemen inmeye hazırım, ama demiyor, ve Nişantaşı'na gidene kadar karısının, üç çocuklarına hamile kalışıyla başlayan ve doğumevinde biten hikayeleri büyük bir dikkat ve gereken yerlerde verilmesini uygun gördüğüm "aaa", "ah canıımm", "ayol bilmez miyim", lerle de süsleyerek şemsiyemin cürümünün bedelini ödüyor ve nihayetinde taksiden iniyorum.
Hamile olmanın diğer bir avantajı olan, yaya kaldırımı olmayan caddelerde karnımı iyice dışarı çıkartarak kendimi caddenin ortasın atmamı müteakip tüm arabaların durması avantajımı (şimdi düşünüyorum da kanım donuyor, hormonal bir salaklıkmış Allah korumuş) doya doya kullandıktan sonra gelişim kadar trajikomik olmayan sade bir sürüşle eve dönüyorum.
Aradan bir ay kadar zaman geçiyor, 17 Ocak 1987 Cuma sabaha karşı gö(be)beğim ve ben ailenin tüm fertleriyle birlikte, belli belirsiz sancıları takip ederek hastahaneye gidiyoruz, 1,5 saat sonra kendime geldiğimde ise göbeğim yatakta benimle, bebeğim annemin kollarında bana uzatılmış.
İşte oldum, işte ben de anne oldum, ne göreceksem, ne anlayacaksam, senelerdir kah tehdit, kah nispet, kah ödül olarak önüme sunulan bu tadı artık ben de yarattım. 4 kiloluk kocaman bir erkek diyorlar, adı hazır, Ömer. Bir tatilde, nedenini anlayamadığım bir sevgi ve bağlılıkla
anne-babasından çok benimle olan ve bir haftalık tatil bittiğinde ayrılırken arabalarının arka camında bana el sallayan görüntüsü sonsuza dek hafızamda "donmuş" olan sarı saçlı Ömer'in işi bu, o gün karar vermiştim, ve bugün benim de bir Ömer'im var. Bütün provaları temize çekip sahneye koyuyorum, çok mutluyum.
5 günlük, emzirmeden emzirmeye yanıma getirilen ve arda kalan zamanlarda göbeğimdeki boşluğa bakıp özlediğim Ömer'imle, sonunda hastahaneden terhis oluyoruz ve evimize geliyoruz.
Fındık kabuğu taklidi evimde Ömer'in odası hazır, küçücük evimin küçücük odasını ben bebeğim göbeğimdeyken doldurduğumu sanmışım, meğer o oda, hatta o fındık kabuğu ev ne boşmuş da ben bilmezmişim. Evden içeri girmemizle birlikte ev öyle bir doldu ki, sokak kapısını ha gayret ittirerek kapattık. Ömer yatağına yattığında ben ve babası ve tüm evi sarmış olan adını koyamadığım mutluluk/gurur/heyecan/sevgi kokteyli, dışarıda yağan kar'a inat evi serin bir sıcaklıkla sarmıştı, uzanıp bebeğin üstünü biraz açtığımı hatırlıyorum......
Ömer 1987 yılında doğdu, o yıl bir sürü çocuk doğdu, o yıl doğan bir sürü çocuğun anneleri belki benim gibi gö(be)bekleri ile taksicinin böğrüne şemsiye saplamadılar, ya da yoğun trafikte slalom yapmadılar ama şundan eminim ki hepsi, kendi meşrep ve duygularınca bebeklerini göbekten eve naklettiklerinde yukarıda tarif etmeye çalıştığım kokteyli kokladılar ve belki bazıları benim yaptığım gibi bebeğin üstünü açtı biraz,.....
O bebeklerin hepsi büyüdü, adam olma yoluna girdiler, hatta belki oldular bile denilebilir, aslan gibi erkekler onlar, ama..... ama bazıları doğuda bir karakolda sonsuz oldular, ölümsüz oldular, bıraktıkları iz ise içeriği bilinemeyen bir kokteyl rayihası.....
Her neredeyseniz ey 1987 yılında doğmuş olan erkek bebekler, annenizin göbeğindeki kadar rahat edin, tek dileğim bu.....
Derya Ongun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan GÜVERCİN İZLERİ YİTMEDEN GÖKKUŞAĞI GİTMEDEN… |
|
Sokaklarda yitik güvercin izleri… Esen meltemin saçlarını dağıttığı güzün ilk seherinde bir ıssızlık senfonisi… Değirmenlere uzanan fotoğraf albümünde kaçırılan kareler ve figüranlar ayaz fonda…
Geometrisini, cebimizde buruşan fişlere benzettiğimiz iki kalp arası yolda eflâtun bir haber bekler gibi saatimin yelkovanı… Söz geçiremediğim mevsimler birbirini kovalıyor ve yetişemiyorum renkten renge kostümlere bürünen dallarına selvilerin…
Dudağımın kenarına iliştirilen cılız ve akortsuz ıslıkta seni anmaya başlayalı ki doksan iki gece doksan üç gündüz oldu… Bulutlara taktığım gelin telleri, körpe baharlarına kondu taze çiçeklerin… Ve düşlerime nazır bir kızıl gül, rengi damarımdan akıp gidene benzer… Telefonun boğuk sesinde senden anılar aradım. Sahi üç yıl iki ay bir gün her dakika seni mi aradım, kirpiklerimin arasına düşen yıldızlarda? Seni aradım… Güvercin izleri yitmeden, gökkuşağı gitmeden…
Zeytin ağaçları altında dinlediğim ege masallarında, ağzıma çalınan börülce salatasının tadında ve burnumdaki biberiye kokusunda…
Küçük bir kızken babamla her gece oynadığım baharat oyununa benziyorduk işte. Keskin, dayanılmaz, kavurucu, kadife gibi, ironik, buruk, coşkulu… Güz renkleri geçidiydi baharat kavanozlarının yan yana gelişi… Sen güze vurgun… Benim yazlarımın sapsarılığı ve masmaviliğini kovalayan turuncu ve kahverengi…
Kalemimi dolayan tebessümünde 'zafer benim' hissi…
Zormuş be güzelim! Dağları aşıp, gölleri geçmek… Tütün kokulu anıları sırtlayıp, mevsimleri beklemek. Zormuş… Kendini saklamak, geceleri gündüz etmek… Sabretmek, sabretmek, tükenmeden sabretmek… Kağıt kokusunda, kalemin kurşundan izlerinde susmak…
Yeşilliklerin için kırmızıyı görebilmek için tutundum tarçından naneye uzanan gönlüne… Yaşadığım tüm karnavallara inat bir cümbüş başlattın kuytularımda… Dehlizlerime inen sevda sözlerinde sana teslimiyet… Sana tutundum baharlarını yazlarıma gebe et diye… Güzlerle kat istedim kakaolu düşlerini yarı buruk tebessümüme…
"Unutmak" demişti yol göstericim… "Unutmak, inanalar için Tanrı'nın, inanmayanlar için doğanın en büyük hediyesidir…" Unuttun karanlıklarımı… Meşaledeki aydınlığı savurdun beklemekten yorulmadığım mucizemin üzerine…
Sevdim seni çocuk! Üç yıl iki ay bir gün…Durmaksızın sevdim… Tüketilen ve yara açan her kelimeye rağmen soldurmadım saçlarıma iliştirdiğin gülleri…
Uzandım yemyeşil kırlara ve güvercinleri ve martıları ve gösterisine başlamaya hazırlanan ayı izledim. Ve gördüm. Gerdanıma vuran boğaz rüzgârında, kalbine yerleştirdiğin kutupyıldızını gördüm…
Güvercin izleri yitmeden, gökkuşağı gitmeden, masalım bitmeden, soluğumu soluğuna, kutupyıldızına nazır, Ege'nin incisinin kollarında, bıraktım…
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÖMRÜM DOLARKEN IŞIĞINLA…
Seni sevmek suçmuydu bunu bilmiyordum henüz. Hayâsızca sevmekle sorumluluklarımı tamamladığımı düşünürdüm.
Seni bir patlama anın heyecanındaki yoğunlukla sevdim. O patlamanın keskin ışıkları altında. Duygularım, var olan masum tüm hallerini gün ışığına çıkardı ayan beyan. Bu anın oluşması için, içimdeki çok şeyi yaktım.
Tabularımla ördüğüm bir maskenin ardında yaşıyordum ben. Limanlarım vardı, tehlikesiz heyecanlarım ve ailem. Toplumun içine girdiğim an bakışlarım insanların ve nesnelerin üstünde akıp gidiyordu. Dalgın bir uyurgezer gibi yaşıyordum sanki. Dikkatli bir ışığın altında bakamayanlar böyle görüyorlardı, bende böyle görmelerini istiyordum zaten. Dokunmasınlar, özenle ördüğüm bu dengeyi bozmasınlar istiyordum. Bu denge maskemdi benim.
Ama sen bu maskenin sevgisizlikten donmuş bir duvar olduğunu fark ettin. Ve hayatının bütün dikkat ışığıyla baktın bana. Bu maskenin ardında gizlenmiş bir ömre bütün dikkatinle baktın. Maske o an eridi. Gizli odalarım bütün kapılarını, bütün pencerelerini bir anda sonsuzluğa açıldı. Ve karanlık olan hayatım, ıssız olan ormanlarım ve diplerde sürünen ben senin için hayat dolu, mutlu biri olarak bana dönüştü. Hayatımdaki bana uzak olan tüm sevinçler kalbim kadar yakın oldu bana, dikkatli bakışınla.
Evet, benim için bir patlama anındaki heyecandı o bakışların. Bana öyle bir ışıkla baktın ki kalbim bu ışıkla sonsuza dek mühürlenmişti, sana teslim olmuştum. Artık senin gözlerinle bakıyordum her şeye, içime yerleşmiştin. Limana demir atan gemi misali.
Ve bakışınla yüreğime yaydığın aydınlıkla yaşamaya başladım, bu süreçte yüreğimin kiracısı değil sahibi oldun. Çünkü seninle değiştim olgunlaştım birçok şeyi senle fark ettim. Ördüğüm maskenin erimesi, her şeyi göze alarak bana o bakışınla doğrulanmış gibiydi. Bir ödüldün sen, o sevgisizce donmuş duvarlarımı yıkarak yazgım olmuştun.
O ilk bakışın umuttu bana, hiç bilmediğim beklide o ana kadar karşılaşmadığım bir bakıştı. Nasıl bir ışıktı, gözlerinden süzülüp benliğimle bütünleşen. İşte o an bu halimle olan kendimi, kim olduğumu bir anda unuttum, unuttum başkalarını, parçalanmış ve maskeli halimi ve gözlerinden daha önce hiç görmediğim bir ışık gelip içime aktı. İşte o an anladım ki ben senden önce yaşarken korkunç bir boşlukmuş ömrüm. Boşluğumda sonsuza dek düşmeyi göze almıştın.
Şimdi boşluk olan ömrüm dolarken ışığınla, o dağınık, o maskelerle örülmüş dikkatim sanki ilk kez dikkatim oluyordu, sanki o an yeniden doğuyordum bilmediğim bir acıyla, onca yıl yaşadığım halde hiç yaşamamış gibi, sanki yaşamayı aşkı ve sevgiyi yaşamaktan daha çok, özler gibi doğuyordum. Büyülenmiştim ve bu yüzden ilk kez karışmıyorum kalbime, teslim olmuştum sana, çünkü ilk kez söz geçiremiyordum kalbime, ruhum ilk kez dokunuyordu dünyaya maskesiz.
Bugüne dek sevgi üzerine ezberlediğim tüm sözcükler o saçtığın ışıkla geri çekiliyordu, çünkü ilk defa sevmişti kalbim.
İdris Kenç idriskenc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ANNEME
Sadece onun yanında hıçkırarak ağlayabildiğim, telefonda sesini duyduğumda kendimi güvende hissettiğim, her şeye rağmen gerçek bir dostum, telefonda konuşurken ağladığım tek insan, ne olursa olsun beni sevdiğinden bir an bile şüphe etmediğim, canım yanmasın diye dünyanın durmasını göze alabilecek tek kadın… Annem…
Yalnız kaldığımda onu düşünerek, varlığını derin bir yerlerde hissederek ısıtıyorum içimi. Bu 6.yıl onun yanından kanatlanıp uçalı. Ama o ne kadar uzakta olursam olayım hissetti acımı, neşemi, hayal kırıklığımı, düştüğümü, ağladığımı…
Ona sevgim sonsuz. Onu düşünürken bile doluyor gözlerim. Onu düşünerek son buluyor yalnızlığım. Tam pes ederken onu düşünerek kaldığım yerden devam ediyorum her şeye. Düştüğümde bana ne kadar güvendiğini hatırlıyorum. Ayağa kalkıyorum dimdik. Kendimi bazen çok güçsüz hissediyorum. İşte o an sen çok güçlüsün diyen sesi kulaklarımda çınlıyor. Sonra durup derin bir nefes alıyorum. Ve evet çok güçlüyüm diye kalkıyorum ayağa.
Kilometreler var belki aramızda. Ama bana bir kalem kadar yakın. Bana ben kadar yakın. Beni benden iyi anlayan, ta derinlerde bir yerlerde sakladığım, kimsenin göremediği güçsüz, kırılgan beni benden daha iyi gören, onun yanında saçmada olsa rahatça ağladığım annem…
İnsan yurtta yaşayınca yalnızlaşıyor, bencilleşiyor. Aslında bencilleşmek değil de onu kendinden başkası düşünmediği için kendini düşünmeye başlıyor. Öğreniyor hayatı. Geceleri ışık sönünce tek başına sessizce ağlıyor biten günün ardından. Bazen aileye özlem, bazen yalnızlık, bazen baş edememek hızla akıp giden hayata karşı… Kalabalıklar içinde tek başına olmak. Seni tek ayakta tutan telefonun diğer ucundaki o sıcacık ses.
Dün gibi hatırlıyorum ilk ayrılışımızı. Hala gözleri dolar beni her uğurladığında. Gözyaşlarını tutamaz bana el sallarken. Bense gülümserim ona. İçim sızlar ama gülümseyerek el sallarım. Eğer ikimizden biri tutmazsa kendini sanki hiç ayrılamayacakmışız gibi gelir hep. Tıpkı babamın beni bu şehre getirdiği gün gibi. Baktı bana. Gözleri doldu. O an anladım sapasağlam durmam gerektiğini. Dolsaydı gözlerim beni bırakıp gidemezdi sanki. Bundan yıllar önce ilk yurda gitme heyecanıyla tutuşurken bir akşam babamla yaptığımız konuşma gelir aklıma hep. Eğer gerçekten istiyorsan göze almalısın, geriye dönüş yok demişti. Ben ta o ilk günden sapasağlam durmayı öğrendim.6 yıl önce… Baş etmeyi öğrendim tek başıma. Düşüp yerden kalkmayı öğrendim. Zayıf yanlarımı, düştüğüm anları sadece anneme ve babama gösterdim. Hayatımda en son göze alabileceğim şeylerden biri onların güvenini kaybetmek. Beni bu kadar güçlü kılan bana güvendiklerini bilmek…
Yanı başımda olsaydı keşke şimdi annem. Koklasaydı beni. Sarılsaydım ona. Bu gözyaşlarımı gene onun yanında dökseydim. Gözlerine baktığımda beni ne kadar sevdiğini bir kez daha görebilseydim. Kıyamasaydı bana. Silseydi gözyaşlarımı. Öpseydi. Sakin sakin anlatsaydı bana. Ama yanımda olması gerekmiyor illa. Varlığı ta içimde bir yerlerde. En bana özel yerde. Biliyorum kimse olmasa o olur yanımda. Yaralansam ilk o sarar. Düşsem ilk o sarmalar. Kaldırır beni. Her anımda cömertçe verir sevgisini. Annem o benim. En kıymetlim. En özelim. En gizli yanım. En savunmasız tarafım. Her anım. Annem benim…
Ayşenur Akkoç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
BİLMEM Kİ
Dursam mı bir yerde, durakalsam mı gücüm yetmediğinde bir tarafıma bir sızı saplanmışken?
Avuçlasam mı hasreti yoksa kucak dolusu sarılsam mı?
Ağlasam mı dudak kıvrımlarıma inerken yaşlar,
Ya da bir tebessüm alıp 3 kuruşa taksam mı gözlerime?
Kanayan güller mi dersem demet demet bilmem ki beyaz güllere inat,
Ya da şu dertlerimi bastırıp sabrımın en sabırlı yerine alıp başımı gitsem mi?
Ölümü sevsem mi yoksa yaşarken yaşadıklarımdan vazgeçip,
Ya da sıkıp yumruklarımı rest mi çeksem göğsümü gere gere ölüme...
Sussam mı sesim çığlığa dönüşmüşken isyanlarımdan bir akşamüstü,
Yoksa sabahımı beklesem onca yıldız inerken günün koynuna yavaş yavaş...
Bende mi gitsem bırakıp ta her şeyi sevdasına koşan mecnun misali,
Yoksa firavun gibi tövbemi etsem tüm günahlarıma ölüm düşerken başucuma...
Vedaları sevmem deyişimden mi aklına gelmişti usulca çekip gitmek...
Yoksa planlı bir eylem miydi bu?
İzin ver bende uzanayım içim titremişken sonbahar da toprağın koynuna,
Ya da sende bırakma sonbahar diye, olsun yine de sonu bahar ya...
Arife Göktaş
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.360tr.com/ güzel ülkemizin görülmeye değer bir çok mekanının 360? açıyla interaktif olarak görüntülendiği hoş bir web sayfası. Özellikle bilgisayarınıza indirilebilir formatta sunulan çalışmalar duruma ayrı bir güzellik katmış. Ayrıca ekran koruyuculara göz atmayı da ihmal etmemenizi tavsiye ederim.
…Uzun zamandır bilim adamlarının üzerinde çalıştığı bir konu Sarissa. Sivas'ın geçmişine şık tutacak geleceğini ise aydınlatacak mahiyette bir yer. Anadolu topraklarında kurulmuş en büyük kent Sarissa. Hala uğraşlar veriliyor. Araştırma için gelen ekipler, canlarını dişlerine takıp sürdürüyor uğraşlarını. Sivaslı önemsiyor bunu. Çünkü dedim ya geleceğini aydınlatacak en büyük proje diye… Öyle ki buralar birkaç yıl sonra turizme kazandırılacak. O zaman Anadolu'nun cazibe merkezide Sivas olacaktır şüphesiz… http://www.seyyahamca.com/ Seyahat etmeyi sevenler için sağlam bir kaynak.
Dünya üzerindeki tüm çocukların bilgisayarla tanışmasını ve ister okulda, ister evde; yani her ortamda bilgisayar kullanabilmesini sağlamak amacıyla XO isimli bir bilgisayar geliştirildi. Yeşil renkli bu şirin bilgisayarın bilgilerine http://www.laptop.org/ web sayfasından ulaşabilirsiniz. Sloganları da çok güzel: One Laptop Per Child. Peki bu organizasyon neden Türkiye'de yok diyenlere güzel bir haberim var. OLPC Türkiye Ofisi 2008 başında İstanbul'da kuruldu. Hem de sloganı değiştirmeden: Her Çocuğa Bir Laptop diyerek yola çıktı bu arkadaşlar. Projeyi merak edenler için bir web sayfası hazırladılar http://www.abcdizustu.com/ Aslında bu tam anlamıyla bir sosyal sorumluluk projesi. Seslerini duyurmak için tanıtım faaliyetlerine başladılar ve hızla devam ediyorlar. Sizler de bu çorbada tuzumuz bulunsun diyorsanız, web sayfalarını inceleyerek işe başlayabilirsiniz. Türk çocuklarının da bu projeden faydalanmalarını istiyorsanız, desteklemekten çekinmeyin.
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|