|
|
|
24 Ekim 2008 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İçimiz kararıyor değil mi? |
Merhabalar
Levent'ten Göztepe'ye eve gitmek için yola çıktığımda saat 18:05'ti. Eve girdiğimde 21:15. Yaklaşık onbeş kilometrelik yolu tam üç saat on dakikada almışım. Normalden farklı bir durum olduğu ortada. Merak insanın içini kemiriyor. Kaza mı var? Yoksa gene biri köprüye mi çıktı? Yok yok, gene bir yerleri kazıyorlardır, diye diye ikibuçuk saatte köprünün başına geliyorsunuz ve bütün bu olağanüstü durumun sorumlusuna merhaba diyorsunuz. Yapılan bir tamiratı kamufle etmek amacıyla iki şeriti kaplayacak şekilde konulmuş 5-6 santim yüksekliğinde bir metal parçası. Tümseği gören yavaşlıyor ve kuyruk Maslak'tan başlıyor. Oysa onu oraya koyanlar ne kadar iyi niyetlilerdir kimbilir. Tamiratı insanlara hissettirmemenin bir yolunu buldukları için zil takıp oynamışlardır. Koy demir köprüyü iş bitsin. Koca İstanbul'da trafikten sorumlu, taşeron tamirciye yaptığının yanlış olduğunu anlatacak bir Allah'ın kulu yok. İşte bu vurdumduymazlık bizlerin iliklerine kadar işlemiş gitmiş. Üç kuruşluk iş uğruna saatlerce yolda kalmışsın, kime ne. Otuz yılı aşkın süredir İstanbul'da yaşayan birinin buna alışmış olması gerek değil mi? Hiç te değil. O yolda geçen üç saat insanda kalan son enerjiyi de emip yok ediyor. Günlük yaşam içinde karşılaşılan türlü zorlukların üstüne tuz biber oluyor. İnsanı canından bezdiriyor. İşte ben de şimdi bu haldeyim. Bir dizi seyrettim banamısın demedi. İçim daha da karardı.
İç karartan sadece trafik mi? Soruyu yanlış sordum. İnsanı ferahlatan bir şey var mı? demeliydim. Cevap, yok. Devlet büyüklerinin "Hamdolsun" nidalarına 1,70'lere vuran dolarla, sürünen borsayla, boşalan çarşı pazarla, kan ağlayan esnafla, ertelenen projelerle, ayaklanan halkla cevap veren bir Türkiye. Son olaylar karşısında istifa etmesi istenen bakanın verdiği cevap aslında çok şey söylüyor; "İstifa edeceğim de n'olacak? Yeni bakan mı arayacağız? Bırakın bu işleri." Yani, gelen benden farklı mı olacak? demeye getiriyor. Yerden göğe kadar haklı.
Binbeşyüzüncü sayımızı kutlayan, bana sabır, kuvvet ve nice sayılar dileyen tüm kahveci dostlara çok teşekkür ederim. Sağlımız bozulmadığı sürece, neden olmasın? Önümüz bayram, hem de öyle kıytırık değil koskoca Cumhuriyet Bayramı. Kimilerinin bitti dediği, ikinci hatta üçüncüsünden söz edilen Cumhuriyet'in 85. yıldönümü olacak bu yıl. Şu an için elimde Cumhuriyet konulu hiç yazı yok. Demem o ki, gelin hissettiklerinizi, öngörülerinizi, 100. yıl hedeflerinizi yazın yollayın bana. Cumhuriyet'in seksenbeşinci yaşını hep birlikte çoşkuyla kutlayalım. Bu çağrım eski yeni tüm yazar arkadaşlarımadır, böyle biline. Güzel bir hafta sonu dileğiyle hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÇEVREMİZİ TANIYALIM - 4 |
|
Küçüktüm, ufacıktım ve okula başladım. Hacırahmanlı kasabasına Makedonya'dan göçmen olarak geldikten sadece bir yıl sonra. Korkaktım, çekiniyordum ve çok az arkadaşım vardı. Giysilerim çok eskiydi. Pantolonların kıçı, dizleri yama içinde… Siyah önlüğüm başka bir çocuktan eskiyip arta kalandı. Her şeye rağmen yoksul olmak hiç kötü değildi. Ne öğretmenim, ne arkadaşlarım bunu bana hiç hissettirmediler. Zaten sınıfın belki de yarısı benim gibiydi. Sınıfımızda Melek Hasan vardı, bir de Tahir Aga'nın Osisi. Osi kim mi? Kapı komşumuz Osman. Biraz kekeme konuşurdu. Ama çok güçlüydü. Babası onu pehlivan olarak yetiştirmeye çalışıyordu. Sandığınız gibi her gün antrenman yapmıyorlardı. Babası sadece ona aslan Osi, kaplan Osi gibisinden gaz veriyordu. Osi bu bir dikişte tam bir litre süt içiyordu. Görmedim, ben babasının yalancısıyım. Onların evini bilmem ama bizim eve süt genelde uğramıyordu. Uğradığında ise hemen yoğurt oluyor ve yemeklerin yanında katık ediliyordu.
Teneffüslerde Hasan ve Osman la oynuyordum. Hatta okula başladığımız ilk birkaç gün aynı sıraya da oturduk. Okulun ilk günleri öğretmen çok dövüyor yalanlarına inanıp sınıfta ağlayan zırlayanlar grubundan değildik. Bunu öğünerek bütün büyüklerimize söyledik. "Okula gittik ama biz hiç ağlamadık", dedik. Üçümüz de iyi çocuklardık. Çalışkanlar kümesine geçip her şeyi sular seller gibi öğrenecektik. Niyetimiz ciddiydi. Sonra Fatma Öğretmen (Fatma Bayburtlu) bizi birbirimizden ayırıverdi. Belki bizim aynı sokağın çocukları olduğumuzu bilmiyordu. Veya başka planları vardı. Fatma öğretmen çok sevecen, sıcak, sevgi dolu bir insandı. Ödevlerimizi yapmadığımız zaman çok kızardı. Ama kavga ettiğimizde daha da çok ve cetvelle elimize vururdu. Sık sık olmasa da tırnaklarını kulak mememize batırıp acıtarak da cezalandırdığı olurdu. Her öğretmen gibi çalışkan öğrencileri cezalandırmaktan kaçınır ve onlara daha hoşgörülü davranırdı. O yıllarda dayak atmayan, öğrencileri fiziki şiddet kullanarak cezalandırmayan öğretmen yoktu. Bizim öğretmenimiz diğerlerinin yanında bir melekti. O her şeyi bizi adam etmek, iyi yetiştirmek için yapıyordu. Dayak yesek bile öğretmenimize küsmüyorduk. Kendi adıma söylemem gerekirse ben hala onu seviyorum.
Fatma öğretmende tam üç yıl okudum. Ama birinci yılın sonunda Osi okumayı yazmayı sökemedi ve sınıfta kaldı. Bizim üçlü kafadar ekibi böylece bozulmuş oldu. Yine birlikte okula gidip gelsekte okulun bahçesindeki oyun arkadaşlarımız değişivermişti. Dördüncü sınıfa başladığımızda öğretmenimiz de değişti. İlyas öğretmen Fatma öğretmenimizin eşiydi: Aynı zamanda iri yarı dev gibi bir adamdı. Konuşması Fatma öğretmen kadar güzel değildi. İlk başlarda söylediklerinin bir kısmını anlamıyorduk. Ama zamanla alıştık.
Sınıfımıza yeni gelen bu öğretmenle ilk dersim ve ilk günüm tam bir felaket oldu. Biz yine kendi öğretmenimizi bekliyorduk. Ve henüz susup yerimize oturmamıştık. Sınıfa iri yarı bir adam girdi ve hemen ayakta olanları tahtaya dizdi. Ben sınıfta dolaşmaktan biraz daha fazla ileri gitmiştim. Öğretmen sınıfa girdiğinde kafamda plastik çöp kutusu vardı. Öğretmenime tam bir şebek görüntüsünde yakalanmıştım. Şebekliğimin cezasını birkaç posta dayak yiyerek ödedim. Hani dinlene dinlene dövdü derler ya tam öyle bir şey oldu. Sanırım sınıfta sıkı bir disiplin istediği mesajını bu dayakla herkese iletmek istemişti. Keşke konu Mankeni olarak eline ben düşmeseydim. Sonraki günlerde çıtımı bile çıkarmadan öylece sıramda oturdum. Çünkü maymun artık gözünü açmıştı.
Aslında İlyas öğretmen de çalışkan öğrencilere ayrıcalıklı davranıyordu. Ama beni dövdüğü gün henüz benim çalışkan bir öğrenci olduğumu bilmiyordu. Öğretmenin sertliği ilk gün büyük bir ceza olsa da zaman içinde benim için ödül olmaya başladı. Çünkü verdiği ödevleri yapmayanları dövüyordu. Ve ben her zaman ödevlerini düzenli yapan bir öğrenciydim. Ödevlerini yapmadan okula gelen çocuklar okulun bahçe duvarı üzerinde ödevlerini benden kopya ediyorlar ve karşılığında bana yirmi beş kuruş ödüyorlardı. Birkaç tane sürekli müşterim vardı. Bazen onlardan para almayarak kıyak geçiyordum. İlkokuldayken çalışkan bir öğrenci olmak için çok çaba harcıyordum. Çünkü o zaman bütün çocuklar beni oyuna alıyor, kendi kümelerinde bulunmamı istiyor, kısacası adam yerine koyuyorlardı. Evet, yanlış yaptılar. Öğretmenlerim zaman zaman beni dövdüler. Acımasızca, insafsızca sanmayın sakın. Her zaman da üzerime titrediler. Sorunlarımla ilgilendiler, kitap, defter, kalem gibi ders araçlarımı çoğunlukla kendi ceplerinden aldılar.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu |
BAHAR ÜLKESİ İÇİN GÜZ GÜZELLEMESİ
Giderek erken yatıp erken kalkmalarım sıklaşıyor. Yaşlandığımın en güzel göstergelerinden biri de bu olsa gerek.
Gün ışır ışımaz kendimi rıhtıma atıyorum. Kale'yle evimin arası 15 dakika; ama avarelik ediyorum. Bu bahar ülkesinin güzünde yaşamdan yana ne varsa duyumsamalıyım.
Bu sabah marinada durdum, dakikalarca çarmık tellerinin ve onlara eşlik eden bayrakların ezgilerini dinledim. Denizin yüzü çiçek bozuğu. Demek ki böyle havalarda gerçekleşiyor bu konser.
Bir iki hafta öncesine de bu saatlerde guletler, tirhandiller cıvıl cıvıl olurdu. Kimi yakıt depolarken, kimi erzak yükler, Mavi Yol yolcuları, neşe içinde ilk kahvaltılarını yaparlardı küpeştelerde. Şimdi yan yana, koyun koyuna derin bir uykuya dalmış gibiler.
Seferden yenice dönmüş bir balıkçıyı görünce duraklıyorum.
" Günaydın, bereketli olsun!"
O, alışkın ellerle ağ ayıklamayı sürdürüyor. Belli ki bugünkü nasibinden mutlu değil. Oysa kıyıda rızkını bekleyen beş altı kedi bekliyor onu. Bir süre balıkçı ile kedilerin arasındaki bağı anlamaya çalışıyorum. Balıkçının attığı bir balığı kapan her kedi, fırlayıp ağaçların arasında kayboluyor. Yardım arabalarından bir paket makarna alabilmek için birbirini ezen, devletten bir torba daha fazla kömür almak için dokuz takla atan koca koca insanlar gelip bu kedilerden ders almalı.
Kimi yerlerin öne çıkarılan güzellikleri, başka güzelliklerinin öne çıkmasını engelliyor. Bodrum'un güzü, yakmayan güneşi, üşütmeyen rüzgârlarıyla yazından çok daha güzel.
Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.
Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.
Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;
Unutmazdım, yelkenin bir köşesine
Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.
İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.
Varıp Ülkü Tamer'in Bruegel şiirini tekrar tekrar okumalıyım.
Şimdi yaz boyu gürültüden iki söz edemediğimiz restoranlarda, kafelerde doya doya söyleşmek, Gümbet ya da Bitez sahilinde kimselere toslamadan saatlerce çıplak ayak yürümek zamanı.
Yahya Kemal, "Eylül Sonu" şiirinde:
"Günler kısaldı. Kanlıca' nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa..."
derken, ölüm duygusunun sarmalına düşmüş bir sonbaharı dile getirir. Divan Edebiyatımızda da Halk Edebiyatımızda da güz, ölüm ve ayrılık mevsimidir. Oysa bu mevsim sıcacık renkleriyle bizi yaşama daha sıkı bağlayan hasat mevsimi. Olgunluğun adı güz. Rintlik yakışıyor ona.
"Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç"
dizeleri güzün iç sesi.
Mutluluklarımız da kederlerimiz de kendi yaşadıklarımızla sınırlı. Bulunduğunuz sosyal çevreyle uyum içinde misiniz, sağlığınız yerinde, karnınız tok mu? Siz de Tarancı gibi bulutların ipek gölgesinin çocukların yüzünde hışırdadığını, çocuklarla birlikte çember çevirdiğinizi düşünür;
Bütün insanları kardeş biliyorum,
Cümlenin sağlığına duacıyım.
diyebilirsiniz. Ya yaşamın gelgitleri arasında bunalan insan, böylesine gönül zengini olabilir mi?
Yaşam giderek karmaşıklaşıyor. Sürekli eleştirdiğimiz "fast food" beslenme, yaşam için de geçerli, "ayak üstü" yaşıyoruz. Ne sevinçlerimizi, ne acılarımızı sindirme fırsatımız var. Günübirlik aşkların yaygınlaşmasının nedenleri de burada saklı olmalı.
"İnsan aklı, iyi ki unutma özürlü" diyesim geliyor. Gerilerde takılıp kalsak kaçımız bu günlerin sorunlarını omuzlayabiliriz. Çok değil, on yıl önce bu dünyadan göçen bir dostumuz, bir an aramıza dönmüş olsa acaba bugün yaşadıklarımızı kolayca anlayabilir mi? Uyum sağlayabilir mi yaşadıklarımıza?
Güz, kuşların mevsimi. Bir ağaç kümesinden ötekine sürü sürü, çığlık çığlık uçan kuşları izlemek için apartmanlardan uzaklaşmalı, bir tepede ya da yamaçta almalı soluğu.
Dağlarını hoyratça yaksak da buralar, hâlâ bir kuş yarımadası. Ne zaman Güney'e Gökova'ya insem ardı arkası kesilmeyen silah sesleriyle irkiliyorum. Hangi köylüye sorsam "Bıldırcın indirmişler" diyor umursamaz. Kuş sürülerini gördükçe Sait Faik'in Son Kuşlar'ını anımsıyorum:
" Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz, günün birinde yol kenarında toprak anamızın yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil; ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları, yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi."
Birkaç gün önce Gümüşlük sırtlarında yürürken, dostlarımdan biri:
"Ömründe tarla kuşu görmeyen biri için tarla kuşunun ne değeri olabilir ." demişti. O halde " Leylekleri yok eden köylü, emeğini tarla fareleriyle paylaşmaya katlanmalıdır" diye karışmıştı söze bir başkası.
Gün oldu, yaşamımızın leyleklerini yok edenlere ses çıkarmadık, gün oldu yazılarımızla, eylemlerimizle onlar için ön saflarda yer tuttuk. Şimdi tarla farelerinin işgalindeyiz.
Ege'ye serpiştirilmiş adalara bakarken Halikarnas Balıkçısı'nın Tünek Ahmet'ini düşünüyorum. Bu toplumda kaç Tünek Ahmet vardır acaba?
" Kuşlar dünyası, ışık ve türkü dünyasıdır. Hepsi güneşle yaşar ve güneşi arar. Birçokları güneş ışınlarını kanatlarına takınırlar. Işığı içlerine alarak onu türküye çevirirler. Güneşi şafakta türkülerle karşılarlar. Öğleyi türkülerle selamlarlar, akşamları türküleriyle uğurlarlar. Kendileri mavi özgürlüklerde uçan birer türküdürler."
Koca Balıkçı, öyküde böyle şiirliyordu kuşları.
Kuzey Afrika'dan kalkan bütün Akdeniz'i aşıp Adalara ulaşan kuşlar, buralarda soluklandıktan sonra Anadolu'ya geçiyorlardı. Ancak;
"Leyleklere eşlik eden kırlangıç gibi küçük kuşlar, yoruldukça, her ne kadar leyleklerin ve turnaların üzerine konuyorlarsa da fazla yorgun olanları, gece karanlığında, gözleri karararak, denize düşüp boğuluyorlardı."
Böyle zamanlarda Ahmet, tirhandiliyle denizin ortasında açılır, yakar feneri. Tirhandil gece boyu baştan başa kuş dolar.
Ahmet'i eli kolu kuş dolu uyurken bulan denizci:
"Adamı uyandırdık, Utandı. Fakat ne bileyim; o bizden utandığı için biz daha beter utandık" der.
Utanmak, insana özgü bir duygu. Acaba bu yurda, bu dünyaya neler ettiklerinin farkına varmayanların "utanma" diye bir duyguları olabilir mi?
Onu bunu bilmem, bugün bu Bahar Ülkesi için Güz Güzellemesi yazabiliyorsak bunu, Tünek Ahmetlere, onları bize anlatan Halikarnas Balıkçısı'na borçlu olduğumuzu asla unutmamalıyız.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Deryaneval : Derya Ongun DENİZ - DAĞ - TÜMSEK MASALI |
|
Çok eski zamanlardan beri tabiatın koynunda olmaktan apayrı bir haz duyarım. Çocukluğumda, anneannemin bahçesinde geçirdiğim unutulmaz zamanları hatırladığımda şöyle satırlar çıkıyor mesela:
"dönüyorum anneannemin zamanlarına. O zamanlarda, Karagümrük semtinin Keçeciler mahallesinde üç katlı, bahçeli, ahşap kagir bir evi vardı anneannemin. Bugün edindiğim bilgilere göre kagir tuğla ev demekmiş, ahşap kagir ise hem tuğla hem de ahşapla yapılmış olması sebebiyle zaten zamanının iddialı binalarındanmış anlaşılan. Giriş kapısının, anneannem ona "cümle kapısı" derdi, neyse işte o kapının kocaman, demir, siyah bir anahtarı vardı, ürkütücü ama tok bir ses çıkartırdı kilitte dönerken anahtar, ve o kocaman evin gene kocaman cümle kapısının ahşabı o ürkütücü sesi emer, dışarıya derinlerden gelen, güven dolu bir bariton frekansında, sahiplenici bir şekilde şöyle derdi sanki:
- Hoş geldiniz, girin içeri, burası çok güvenli, ben olduğum müddetçe içerde emniyettesiniz.
Anneannemin o koskocaman kapısı koskocaman anahtarla açılan koskocaman evinin çok da kocaman olmayan bir bahçesi vardı. Küçük değildi ama sarmalayan ruhuyla beni gökyüzü ve toprak arasında açık havada kucağına alan bir bahçeydi. İki setten oluşuyordu ve üç yanı evlerle çevriliydi, tam karşısı ise mahallenin saygıdeğer hanımefendisi, belki de Salihat-ı nisvandan olan, Mühübe Hanım'ın (Mühübaanım) bostanına sınırdı. O zamanki bedenime göre omuz hizamda bir duvarla belirlenmişti bu sınır ve yığma taşlarla oluşturulmuş bu duvarın diğer yanından başlayıp Vatan Caddesi'ne kadar devam eden bu uçlu bucaklı ama ona rağmen "sonsuzluk hissini" bana ilk tattıran bu bostana danalar girer miydi, ben en çok bunu merak ederdim. Mühübaanım'ın bostancısı da vardı. Bostancının o danaları sopasıyla kovaladığını hayal ederdim bostandaki lahanalara bakarken, bir taraftan danaların lahana yediklerini belleğime kazırken, diğer yandan da sopayla danaları kovalayan bostancıdan korkardım."
Bu satırları içeren ve inşallah devamını getireceğimden hala umutlu olduğum için tamamını buraya "henüz" yazmayacağım satırlarım gene bir "tabiat sahnesinin tam ortasında tek kişilik hayat tiradımı sessizce yaşarken" geldi kalemimin ucuna.
Evvelce yazmıştım, Kazdağları'na gidişimi ve orada esinlendiklerimi, bana esenleri, işte bu satırlar da benden kağıda estiler orada.
Dağlara olan düşkünlüğüm adımdan mı kaynaklanır bilinmez.
• Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur
• Fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış
• Dağlara taşlara
Bütün bu ve daha aklıma gelmeyen bir sürü "dağ" metaforlu deyişlere içinde "derya" ve "dağ" olan yenilerini eklemek işin kolayı, laf cambazlığı yerine "lakırdı derinliği"ni tercih ediyorum galiba.
Dağlar Kızı Heidi, okumayan yoktur. Dedesiyle birlikte yaşadığı dağ köyünü her birimiz farklı duygular ama değişmeyen gıpta ile hayal ettiğimizden hiç kuşkum yok. Dede ve dağ ikilisinin annesi babası olmayan bir küçük kız çocuğunun hayatını nasıl güçlü bir şefkatle sarmalayıp ne derin bir pastoral bilgelikle zenginleştirdikleri o kadar hafızama kazınmış ki......
İlerleyen yaşımda, "dağ gibi adamdı" dediklerinde hep gözümün önüne Heidi'yi tabiatın koynunda duygularının kucağına alan ve onu olabilecek en özgür "güven kalesinin" içinde şefkatle hür bırakan dede gelir olmuştu gözümün önüne.
Ne zaman ruhum sıkışsa, ne zaman duygularım çaresizleşse, ne zaman aklımla yaptığım konuşmalar beni coştursa, yani ezcümle ne zaman kendi kendimi köşeye sıkıştırsam, içimde hep aynı açlık ortaya çıkıyor: dağlara gitmeliyim. Nasıl bir şartlanmaysa, ya da nasıl bir hasretse...
Dağcılara hep özendim, onları hep "benim rüyamı görenler" olarak kıskançlık değil belki ama gıptayla apayrı bir yere koydum. Hiçbir zaman da "bir gün dağlara gideceğim" umudumu silmedim, parantez içine bile almadım, olsa olsa tırnak içine almış olabilirim ......
Hayatımda çok fazla dağcı tanımadım, ama rivayete göre bazı kendine dağcı ya da dağ diyenler varmış, aslında tümsekmişler sadece, kendilerini dağ zanneden sıradan tümsekler, hem de öyle tümsekler ki, başkalarının ayağına takılmayı bile beceremeyen, becerememekle kalmayıp yürürken kendi tümseklerine takılıp tökezleyen.
Adım Derya ama kendime hiçbir zaman deniz demedim, kendimi deniz gibi de hissetmedim, ama dağ olduğuna inanıp aslında bir tümsek olanlara inat ne dağlara çıkmaktan çekindim, ne tümseklere takıldım ne de denizde yüzmekten kaçındım.
Hayatı her birimiz kendi zaaflarımız-korkularımız-heveslerimiz ve ihtiyaçlarımızla yaşıyoruz. Marifet kendi denizimizde boğulmadan yüzmek, ya da dağ sandığımız kendi tümseğimize takılmadan yürüyebilmek.
Masal masal matitas, kendi suyunda yüzebilen denizlerin kendini dağ zanneden zavallı tümseklere takılmadığı bir dünya varmış....... Hani olur ya.... İşte o dünyada denizler dağlara kavuşur, dağlar denizlerde yüzermiş.....masal bu...mu acaba...sanmam...
Denizinde yüzebilenden, tümsek olmayan dağlara selam olsun...
Derya Ongun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Kriz |
|
Hans Fallada'nın 1930'lu yılların başında yazdığı romanın konusu 2.Dünya Savaşı öncesinin Almanya'sında yaşanan büyük enflasyon sonucu yoksulluğun, işsizliğin arttığı, sol düşüncenin yaygınlaştığı, tepkilerin çatışmalara yol açtığı ve buna karşın Nazi rejiminin güçlenmeye başladığı bir ortamda geçiyor. Olaylar, bu ortamda küçük insanların nasıl ezildiğini, horlandığını, sefalete mahkum edildiğini gösterecek biçimde düzenlenmiş. Bir işçi kızıyla bir küçük burjuva gencinin aşkı, evliliği ve birbirine bağlılığı anlatılmış. Genç adamın işini kaybetmesi, evini geçindirmek için çaldığı her kapının sürekli yüzüne kapanması, karısının çok güç koşullarda doğum yapması, daha sonra evini geçindirmek için temizliğe gitmek zorunda kalması gibi olaylar her biri minik bir öykü oluşturacak biçimde Yılmaz Onay tarafından kurgulanmış, 1980'li yıllarda Timur Selçuk tarafından bestelenen "Ekonomi tıkırında" şarkısı eşliğinde de Devlet Tiyatroları tarafından defalarca oynanmıştır. Bestenin güftesi :
Ekonomi tıkırında kriz var, kriz var bunalım var
İşveren zor durumda
İşçiyi bağrına basar
Reva mı bu efendim ?
Bunalım bundan doğar
Ekonomi tıkırında kriz var, kriz var bunalım var
Demek ki ne yapmalı ?
Paradan at bir sıfır artsın öyle fiyatlar
İşçi fazla at gitsin
İşsizlik pahalılık,
Konjonktür enflasyon
Milletçe fedakarlık kriz bunalım derken
Bilançoya bir baktık:
Bu yıl iki misli kar
Hayret şu işe bak sen !
Nerden geldi bu karlar ?
Kime gitti bu karlar ?
Aman kimse sormasın
Kim kazandı bu işten ?
Aman kimse duymasın
Ekonomi tıkırında ekonomi tıkırında
Oyna vatandaş oyna ekonomi tıkırında...
Sadece İngilizce "crisis" diye yazılan, Türkçe "kriz" diye okunan değildir : KRİZ
"Bize bişey olmas abi !" masallarıyla atlatıcak bir konu da değildir : KRİZ
Paranın kendi kendine para getirmeyeceğinin bir gün anlaşılmasıdır : KRİZ
Elalem parasıyla şişirilmiş piyasaların, borsaların bir gün patlamasıdır : KRİZ
Kar, faiz ve rant gelirlerinin üretimden obur biçimde beslenmesidir : KRİZ
Paranın avantadan değil emekçinin üretimiyle kazanıldığının ispatıdır : KRİZ
Kapitalizm hastalığının en belirgin virüsü ve önemli göstergesidir : KRİZ
Mortgage kredilerinin deformasyona uğrayarak mort ve geç olmasıdır : KRİZ
Konut fiyatlarının bir balon gibi uyduruk şekilde havayla şişirilmesidir : KRİZ
Karşılığında tüketicinin kredi borç ve faizlerini geriye ödeyememesidir : KRİZ
Dünyaya hükmeden ABD ekonomisinin karşılıksız para basmasıdır : KRİZ
Vatandaşına ucuz petrol vermek için mazlum milletlere caka satmasıdır : KRİZ
Barış yerine savaşı dürtükleyip silah tüccarlarının cirit atmasıdır : KRİZ
Eğri oturup doğru konuşursak, hemen hemen herşeye ne kulp ekleriz ?
KRİZ...
Krizin atlatılması için fedakarlık yapması gereken insanlara ne deriz ?
KERİZ...
Atatürk'ün tam bağımsızlık hedeflerinden uzaklaşan milletiz, yani biz neyiz ?
KÖRÜZ...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz Zeytin Adası |
|
Aman kaptan
Al beni götür denizlere
Bülent Ortaçgil
Bazı şarkılar vardır hani, insanı okşar gibi usul usul alır götürür bir yerlere. Gönül sazının bam telinde mavi yeşil yolculuklar yaptırır. Bir orası bir burası, avare gezinirken karşıma birdenbire bir zeytin ağacı çıktı.
Yıllarca gözümün önünden gelip geçen binlerce zeytin ağacı içinden Fethiye Karagözler Mahallesindeki evimizin alt kattan mutfak, üst kattan yatak odası penceresini şımarıkça zorlayan zeytin ağacı düşüyor aklıma dünden beri. Düne kadar o ağacın hayatımda bu kadar derin iz bıraktığının farkında değildim.
Bu ağacın bende yarattığı büyüyü bulmak için çıktığım düne yolculuk beni oradan oraya savuruyor. Bir aile albümünün içinde dolanıp duruyor işte... Kah bir zeytin yaprağının kadife gümüş karnına gidiyor aklım; kah taşlı tozlu bir adanın kış limanına; kah anneannemin deniz kokan koynunda yaptığım öğlen uykularına. Çocuk aklımda annemin yaş dallardan yaptığı rüzgar gülleri ile rüzgarı kovalıyor, kapandığı gün büyüdüğüm babamın zeytin karası parlak gözlerinde öksüz dünyamı aydınlatıyorum...
Hangi taşı kaldırsam altından ya çocukluğum gülümsüyor, ya da yeni yetme gençliğim. Hangi dalı aralasam ardından evvel zamanlar dikiliyor karşıma. Babam bir zeytin fidanı uzatıyor anneme, ikisi bir olup büyülü bir hayat dikiyorlar toprağa...
Karagözler Mahallesinde doğduğum evin önündeki taşlığa oturup bi soluklanıyor aklım. Başımı bulduğum en geniş omuza yaslayıp şarkımı dinliyorum... 'Aman kaptan, al beni götür denizlere. Aman kaptan, yolculuk ne zaman. Rotamız nereye...'
...
Akşamüstüleri evin hemen önündeki balkon taşlığa otururur, bir yandan demli çayımızı içerken bir yandan da mahalleden gelip geçenlerle kelam ederdik. Güneş şımarık zeytinin arkasında kalır, gri kadife karınlı yapraklar altından olur; dallar kızıl saçlı bir kraliçenin saçlarına benzerdi. Tek ayak üstünde dans eden bir sinyorita misali, rüzgar eteklerini, şalını savurur, güneş kızıl saçların arasından mahçup veda ederdi güne.
Dökme taş yollardaki kızgın sıcağın yaptığı buğunun arkasından karşı kapılara bakar. Kim öğlen uykusundan kalkmışsa ona 'çaya buyrun' diye seslenirdik. Şımarık zeytinin gölgesinde tatlı hayatlar kurulur, neşeli hikayeler anlatılır, beş taşlar oynanırdı. Aklıma dünden beri düşen zeytini anneannem de bir başka severdi. Onun yağlı bir kırma zeytini olduğu için kıymet verdiğini söylese de; ev ilk alındığında babamın diktiğini arkasından mutlaka eklerdi. Kıymeti hem kendinden hem dikenin kıymetinden menkuldur diyemezdi. Ama biz bilirdik. Damadını evladından öte severdi.
Mahalledeki her evin önünde bir zeytin ağacı vardı, hepsinin bir kıymetlisi ve hikayesi vardı. Süheyla teyzelerinki kısa boylu eşek zeytini idi. Tombulluğuna dayanamayıp düşen tanelerin evin önündeki taşlığa bıraktığı yağ izine sinirlenir, 'Koparman şunları!..' diye bize kızar, sık sık onu kesmekten dem vururdu. Rabiya teyzeninki kapı önünü bekleyen emektar, küçük taneli kırma zeytindi. Boyundan beklenmeyecek kadar cömertti. Kezban ablaların ağacı epey yüksekti. O zeytini çoğunlukla saklambaç oynarken saklanmak için kullanırdım. Hızlıca tırmanır, sık dallarında kolayca kaybolurdum. Sobelemek için aşağıya inmem ise hep sorun olurdu. Hele Kezban ablanın kocası Suat abi motorunu altına park ettiyse halim hepten haraptı. Mahalledeki en büyük ağaç buydu. Yüksek dalları sadece bana değil; mahallenin bütün cırganlarına da saklanma eviydi. Yaz boyu en canhıraş sesler o zeytin dallarından duyulurdu. Fahriye'lerin evinin önündeki zeytinin tam göbeğinden üç geniş dal kesikti. Kesik dalların gövdesinden oluşan kütükler parke kadar pürüzsüz ve parlaktı. Yanlardan uzayan iki zayıf dalın arasına gerdiğimiz tülbetler ile orayı evcilik evimiz yapmıştık. Kütüklerden birine Fahriye diğerine ben oturur, ortadaki kesik kütük de masamız olurdu. O küçük masanın etrafında mahallenin yakışıklısından dem vurur, çocuk aklımızla mutlu evliliklerin, yaramaz çocukların, sevecen kaynanaların olduğu bir geleceğin çatısını çatardık.
Bazen anneannem özenle evin önündeki şımarık zeytinin yapraklarından toplardı. 1001 tane sayar, hepsine tek tek yasin okur, sonra onları özenle beyaz bir tülbende sarar, ardından da gün ışırken denize atardı. 1001 küçük gri kadife yaprağa neler dilediğini hiç bilmezdik. Anlatmazdı ki... Ne düşünür ne hisseder, o güzel başından neler geçer hiç bilmezdik.
İkinci dünya savaşı sonunda adanın el değiştirmesiyle 'yer'lerinden, 'yurt'larından olmuş Rodoslu bir ailenin peri kızıdır anneannem.
Suyun öte yanından gelmiş. Aslına bakarsanız hiç gelmemiş...
Hani şu suyun bir kenarından bakınca doğulu, karşı kenarından bakınca batılı sayılan; iki zıt yön arasında ılık sular gibi akan aykırı ve ayrıcalıklı insanlardan.
'Hiç gelmemiş gibi, hiç duymamış gibi yapan insanlardan'
Onları ilginç yapan, bizim topraklarda onları başka kılan şeyin herkesin düşündüğü gibi olmadığını bir kaç sene önce Claude Gutman'nın İzmir'in çılgın dedikoduları adlı kitabında 'Suyun öte yanından gelenlerin içinde birçok anı ve bir sır gizlidir' cümlesini okuduğum an anladım. O sır, ana vatanlarının karşı taraf olduğunu hissediyor olmalarıydı.
Zaten bu suskunluğun sebebinin yeni memleket sınırları çizilince, sınır dışında kalan yabancı toprakların insanı olmaktan gelen bir 'kimliksizlik' olduğuna hiç inanmıyordum
Hiç gelmemiş gibi, hiç duymamış gibi yapan insanlar. Başkaydılar.
Bütün bunları dile getirememenin verdiği bilgece suskunlukları; hasretlerini belli etmeme içgüdüsüyle çoşan neşeleri ile başkaydılar.
Yoksul toprakların zengin soylusu zeytinler gibi büyülüydüler.
Anneannem de hemen hemen hiç konuşmaz, hiç kavga etmez, hiç bağırıp çağırmaz, sakin ve demokrattı. Kimsenin işine karışmaz, yanında konuşulan konuyu dahi 'Kulak asmadım' diye geçiştirirdi. Kimseye müdahale etmediği halde Havva Faralyalı dendiğinde etrafındaki herkes için dünya adeta dururdu.
Savaş sonrası Rodos dışına gitmeye zorlanınca, Anadolu topraklarına geçmek üzere Türk makamlarına başvurmuşlar. İki yıl susam ektikten sonra arazinin tapusunu almaya da hak kazanacakları şart koşularak, Malatya'dan arazi teklif edilen, denizden, zeytinden anlayan bir aile işte. Malatya ve susam? 'Malatya bize olmaz!. En iyisi Fethiye...' deyince Bekir dedem, Fethiye'deki zeytinli adanın varlığının verdiği cesaretle çoluk çocuk bir kayığa binip düşmüşler denizlere.
O güne kadar anneannemin duyduğu ama hiç gidip görmediği, benim doğduğum topraklara doğru rotası belli belirsiz, yolcuları sessiz sedasız bir yolculuk...
Rivayet olur ki büyük büyük dedelerimiz binsekizyüzlerde Rodos, Suriye arasında Datça bağlantılı deniz ticareti yaparlarmış. Gemilerle yapılan yolculuklar sırasında sığınacak bir liman, bir gizli ara durak ararlarken kendilerine Göcek'teki Tersane adasını mesken edinmişler. Daha sonra üstüne kimlerin diktiğini bilemediğim zeytinli adayı da kullanımlarına dahil etmişler. Dede Hacı Halil bir yolunu bulup zeytinli adanın -tapu kayıtlara göre Tülü Ada'nın- tapusunu üstüne geçirmiş. Tülü Ada. Tüylü deve demekmiş. Gerçekten uzaktan bakıldığında üzerindeki binlerce zeytin ağacıyla çökmüş tüylü bir deveye benzer.
Yıllarca süren denizlerde yolculuklarda adaya ara ara uğrayıp, ağaçları aşılayıp, zeytinlerini toplatıp, zeytinyağı ve sabun yaptırmışlar. Adanın içine bir taş ev, bir yağhane ve bir kaç sarnıç inşaa etmişler zamanla... Hacı Halil aldığı için aile arasında zamanla adanın adı Hacı Halil Ada'sı olarak anılır olmuş.
Yııllar yılları kovalamış. Bir gece yarısı indikleri Fethiye'de Rodos'lu, Rodos'ta Türk olan aile, iki arada bir derede, yazları orada, kışları burada yaşayıp gitmişler. Hacı Halil Adası gençliklerinin zeytuni rengi olmuş. Yıllarca binlerce anı birikmiş binbir zeytin yaprağına. Çocuklar doğmuş, torunlar olmuş, dedeler ölmüş.
Anneannem adanın hanım ağası olmuş zamanla. Zeytin zamanı zeytin silkmeye adaya gider, işçilerle aylar geçirirmiş orada. Annem, iki teyzem ve dayım tek tek anılarına tutunup sallanmışlar. Düşmüşler kalkmışlar. Hacı Halil Adası olmuş 'Bizim Ada'...
Sonra yıllar yıllar geçmiş, babamın diktiği şımarık zeytin büyümüş, aslan gibi bir oğlanın, şımarık bir kızın doğumunu bilmiş, büyümelerini seyretmiş. Yıllarıma dal sarmış, gelmiş anılarıma şımarık dallarını savuruyor şimdi de işte. Bir şarkının dilinden alıp götürüyor beni denizlere. Gümüş kadife karınlı bir küçük zeytin yaprağına binbir anı birikmişim meğer...
Şimdi anılarımın hepsini beyaz tülbente sardım sakladım, haftaya dileklerle anneannemin anısına deyip, denizlere savuracağım.
Mehtap Akdeniz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca, 27 Ekim'de şiirlerle anılacak
Şiirimizin çınarı "Ustalara Saygı"da
Etkinlik: Fazıl Hüsnü Dağlarca için "Ustalara Saygı"
Tarih: 27 Ekim Pazartesi
Yer: Melih Cevdet Anday Sahnesi - Akatlar Kültür Merkezi
Saat: 20.00
Şiirseverlere unutulmaz dizeler bırakarak 94 yaşında aramızdan ayrılan Fazıl Hüsnü Dağlarca, "Ustalara Saygı"da anılacak. Beşiktaş Belediyesi tarafından düzenlenen "Ustalara Saygı" toplantılarının dördüncü dönem ikinci etkinliği, 27 Ekim Pazartesi akşamı, şiirimizin çınarı için gerçekleştirilecek. Faruk Şüyün'ün hazırladığı "Ustalara Saygı" toplantısı Melih Cevdet Anday Sahnesi'nde (Akatlar Kültür Merkezi), saat 20.00'den itibaren takip edilebilecek.
Yaşamını şiire adayan, ilk kitabından son dizelerine kadar hiçbir akıma yaklaşmayarak şiirimizin biriciği olan Fazıl Hüsnü Dağlarca için organize edilen gecede, başrol elbette dizelerin olacak. 15 Ekim'de aramızdan ayrılan ustanın şiirleri; tiyatro sanatçıları Ayşe Lebriz, Cemil Büyükdöğerli ve Cüneyt Türel ile Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü öğrencileri Bedir Bedir, Cem Sürgit, Nilay Erdönmez'in yorumlarıyla hayat bulacak.
Gecede Dağlarca'yı şiirler kadar şairler ve şiir dostları da anlatacak. Ahmet Soysal, Enver Ercan, Haydar Ergülen, Refik Durbaş, Ruşen Eşref, Turgay Fişekçi ve Zeynep Oral, ustayla ilgili anıları ve yorumlarıyla Dağlarca'yı konuklara daha yakından tanıtacak.
Ruhi Su Dostlar Korosu da "Ustalara Saygı" toplantısına şairin bestelenen yapıtlarından "Almanya'da Çöpçülerimiz" başta olmak üzere sevilen ezgilerle katılacak.
Ayrıntılı bilgi için:
Faruk Şüyün: 0533 468 30 63
Melih Cevdet Anday Sahnesi: 0212 351 93 84
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
YALINAYAK
Koş koş koş,
Koş burnundan solurken hız kesmeden
Çürük çitlerin içinde dön de dur..
Bacakların kanayana, dilin dışarı
Sarkana değin sürdür bu yarışı
Tek, yek, kendinle
Bu yarışı.
Parlak tüylerin rüzgarla dans etsin
Tek güzel yanı bu olsun
Avun, avun, avun
Avun güzelliğinle bu kokuşmuş
Çamurlu bahçede dön de dur
Durmadan, kuyruğunu eğene değin
Sürdür bu yarışı tek
Kendinle, yek.
Elbet düşersin biter, siner o
Parlak tüylerin, ak.
Bulanıverir gözlerin, sisli
Tüylerin isli, pisli
Nefesin seri, başın serseri
Kaybet kendini, at nalları fırlat
Ve yığıl son nefesinde bari
Yalınayak.
Gül Saba Taka
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Cep telefonunun zararlarını anlatmak için bas bas bağıranlara inat, kullanmaya devam eden tüm gsm takıntılarının mutlaka seyretmesi gereken bir video http://www.koreus.com/video/telephone-portable-mais-popcorn.html Beyninizin patlamış mısır gibi dağılmasını istemiyorsanız, bu videoyu mutlaka seyredin ve özellikle çocuklarınıza mutlaka seyrettirin.
Ne nasıl yapılır? İster tavsiyelere uyun ister siz de tavsiyelerde bulunun http://hadi-yap.blogspot.com/ web sayfasında ilginç bilgilere ulaşacağınızdan emin olabilirsiniz. Mesela: …Kaliteli banyo ve el sabununu evde yapmak mümkündür. Evde biriken yağ, iç yağ, kuyruk yağı veya bunların karışımı sabun yapılarak değerlendirilebilir. Bu maksatla evvela yağ kaynatılarak süzülür ve 40 dereceye kadar soğutulur. Kostik soda, su ile karıştırılıp kaynatılarak 25 dereceye kadar soğutulduktan sonra, bu iki sıvı ağır ağır birbirine karıştırılır…
Dünya üzerindeki tüm çocukların bilgisayarla tanışmasını ve ister okulda, ister evde; yani her ortamda bilgisayar kullanabilmesini sağlamak amacıyla XO isimli bir bilgisayar geliştirildi. Yeşil renkli bu şirin bilgisayarın bilgilerine http://www.laptop.org/ web sayfasından ulaşabilirsiniz. Sloganları da çok güzel: One Laptop Per Child. Peki bu organizasyon neden Türkiye'de yok diyenlere güzel bir haberim var. OLPC Türkiye Ofisi 2008 başında İstanbul'da kuruldu. Hem de sloganı değiştirmeden: Her Çocuğa Bir Laptop diyerek yola çıktı bu arkadaşlar. Projeyi merak edenler için bir web sayfası hazırladılar http://www.abcdizustu.com/ Aslında bu tam anlamıyla bir sosyal sorumluluk projesi. Seslerini duyurmak için tanıtım faaliyetlerine başladılar ve hızla devam ediyorlar. Sizler de bu çorbada tuzumuz bulunsun diyorsanız, web sayfalarını inceleyerek işe başlayabilirsiniz. Türk çocuklarının da bu projeden faydalanmalarını istiyorsanız, desteklemekten çekinmeyin.
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|