|
|
|
31 Ekim 2008 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : "Nefsime ve şeytana yenik düştüm." dermişim |
Merhabalar
"Mustafa" ile ilgili yorumlar birer ikişer çıkmaya başladı. Ben şahsen dün yazdıklarımın arkasındayım. Size tavsiyem, seyrettikten sonra kendi yorumunuzu kendinizin yapmasıdır. Turkcell'in yaptığı açıklamayı da pek inandırıcı bulmadığımı ekleyip bu konuyu uzatmadan kapatayım.
...
Yargıya en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerden geçiyoruz. Yargının bağımsızlığına, adaletine olan inancımızı pekiştirecek ipuçlarını içtenlikle arayıp bulmaya çalışıyoruz. Zira bir gün bize de gerekeceği muhtemel bir olgunun yıpranmasından gene en fazla biz rahatsız oluyoruz. Oysa etrafımızda olup bitenler bu samimi duygularımızı törpüler nitelikte olmaya devam ediyor. İşkencede öldüğü besbelli gencin davasında, polislerin suçsuz olduğuna dair rapor veriliyor ve yargı buna itibar ediyor. Etmekle kalmıyor, bir de bu konudaki haberlere yasak getiriyor. Bir diğeri ise, yetmişaltılık tescilli sapık Hüseyin Üzülmez'in apar topar alınan bir raporla, suçu 14 yaşındaki bir savunmasız kız çocuğuna yükleyip, salıverilmesi. Neymiş, ruhi bir araz kalmamışmış. Sanki yargılanan, sapığın tecavüzü değil de kızın ruhsal durumu. Kıza tecavüz eden tescilli sapık ise muteber şahıs addediliyor. Tescilli sapık sıfatını ben değil kendisi kullanıyor. "Nefsime ve şeytana yenik düştüm." diyor yaşlı horoz. Eee, şeytanın tasdiki en baba tescillerden biri sayılır değil mi? Burada can alıcı nokta, adli tıptan böyle komik bir rapor çıkmasından çok, bu rapora istinaden mahkemenin adamı salıvermesi. Hakimin hiç mi vicdanı sızlamıyor, insan sormadan duramıyor.
Bir diğer örnek ise daha da vahim. Kasklı sapık olarak kayıtlara geçen operacı, yedi sene önce de aynı suçtan yargılanıyor ama delil yetersizliğinden beraat ediyor. Daha doğrusu, tecavüz ettiği kızın kıyafeti tahrik unsuru taşıdığından hafifletici neden sayılıyor. Tüm suçu hakim ve savcılarda aramak elbette yanlış. Onlar da ellerindeki kitaba uygun davranmanın peşindeler. İyi de, Anayasa'nın bile hakimler tarafından farklı farklı yorumlanabildiği bir memlekette, takdir hakkını suçludan yana değil de, tecavüze uğrayandan yana kullanabilmenin bir yolu bulunamaz mı?
...
Kapatılıp birer kahraman olmak sevdasıyla yanıp tutuşan DTP'li vekillere değinmeden geçemeyeceğim. Müsamaha sınırlarımız dahilinde kendilerinden yana tavır almaktan kaçınmadığımız bu aymazlar artık eşeğin kulağını yıkamaya başladılar. Mikrofonu kapanın "Sayınn" diye gürlediği, İmralı'da hazırlanan parti tüzüklerinin Meclis'e çözüm önerisi olarak getirildiği ve ayaklanmadan fütursuzca söz edilebildiği günleri yaşıyoruz. "Sayın öcalanı serbest bırakın." demeye kadar vardırdılar işi. Kırk yıllık terörist başı apo olmuş sana sayın öcalan! Sayın, elbette sayın, sayın ama önce o bebek katilinin silahındaki çentikleri sayın, dağa çıkarıp ırzına geçtiği beyni yıkanmış örgüt kızlarını sayın, davadan döndü diye öldürdüğü dava arkadaşlarını sayın, İmralı'dan verdiği direktiflerle öldürdüğü Mehmetçik'leri sayın. Bunları siz sayın, yoksa biz saymaya başlarsak, sizin kaçacak deliğiniz kalmaz. Kapanmak mı istiyorsunuz, bir an evvel kapanın ve defolup gidin. Siz de kurtulun biz de. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÇEVREMİZİ TANIYALIM - 5 |
|
Bende bir tılsım var sanıyorum. Tanıdığım veya öğrencisi olduğum bütün öğretmenler sonra Manisa'ya il milli eğitim müdürü oldular. İnanmazsanız gidin milli eğitimdeki albümlere bakın. Hüseyin Özdemir, Mehmet Kapçı ve İlyas Bayburtlu. Ötekileri bilmem ama İlyas Bayburtlu seksen senesindeki askeri darbe sırasında okul müdürüymüş. Milli bayramların birinde okul yürüyüş kortejinin önüne geçip kaz adımlarıyla protokolü selamlamış dediler. Askerlerin böyle şeyleri sevdiğini herkes bilir. Öğretmenimin bu davranışıyla sıkıyönetim idarecilerinin gözüne girdiğini anlattılar. Duyduklarımın yalan olmasını çok isterim. Çünkü bize demokrasiyi, cumhuriyeti, adaleti, insanları ve doğayı sevmeyi öğreten kişinin böyle düzeysizce bir tavırdan dolayı görevinde yükselmesine inanmayı istemiyorum.
İlkokulu bitirince düğün salonu olarak inşa edilen, sonradan elverdiğince okula dönüştürülmeye çalışılan bir binada ortaokula başladım. Hiç unutmam üzerinde yelkenli gemi resmi olan lastikli bir kravatım vardı. Düğümü hiç bozulmuyor ve yeniden bağlamak gerekmiyordu. Yalnız çok kötü bir huyu vardı. Düğümü arada sırada yüzümde patlıyordu. Zırtapoz arkadaşlar şaka olsun diye günde en az otuz kırk kez onu çekip bırakıyor, beni canımdan bezdiriyorlardı. Düğümünün yüzümde patlaması işte bu şakalardan kaynaklanıyordu. Sonra Ünal abim bana yünden örülmüş bir kravat verdi. Yelkenliden böylece kurtulmuş oldum.
Kravattan kurtulmak mümkündü ama Kadri Hoca'dan imkânsızdı. Bütün okulun matematik hocasıydı. Uzun boylu ama çok çok uzun boylu eli ayağı düzgün biriydi. Ama kimsenin onu yakışıklı ve iyi biri olarak anımsadığını sanmıyorum. Tahtadaki problemi mi yapamadınız, sorduğu soruyu mu bilemediniz, ödevinizi yapmayı mı unuttunuz işte tamam hapı yuttunuz. Kafamıza anahtarla vurarak cezalandırırdı. Canınızın yanmasından söylediklerini duymanız, hakaretlerini anlamanız mümkün değildi. Hakkını yemeyelim, elbette bize matematik de öğretmiştir. Ama onun asıl görevi bizi matematikten soğutmak ve geri zekalı olduğumuzu anlamamızı sağlamaktı. Önceleri başarılı olduğum bu ders zamanla başıma bela olmaya başladı. Her öğretmenin mutlaka bir lakabı vardı. Uzun boyundan ötürü onunki Zeytinsilken Kadri idi. Okulumuzdaki toplam öğretmen sayısı müdür ile birlikte altıydı. Fütühat hocam hiç de bir yerleri fetihe çıkmış gibi görünmüyordu. Yaşamım boyunca ondan başka hiçbir bayanda bu ismi bir kez bile duymadım. İnce, naif, kırılgan bir tipti. O'nun adı her zaman Hulisi Hoca ile birlikte anılırdı. Hulisi hoca yakışıklı ve züppe görünüşlü bir tipti. O yıllarda bizim küçük kasaba için epeyce afili bir tip sayılırdı. Sürekli olarak Fütühat Hocam ile flört vaziyetleri söz konusuydu.
Halil Hoca Türkçe derslerimize girerdi. Çok kendine özgü bir tarzı vardı. Kesinlikle her zaman ciddi ve duyarlıydı. Fazla espri yapmaz ve gülmezdi. Ama gülümsediği zaman bile içtendi. Onun kendine özgü az rastlanılan bir özelliği vardı. Sırtı bize dönük olarak tahtada yazı yazarken sesimizden herkesi tanıyabilirdi. Ve yüzünü dönmeden bizi uslu durmamız için uyarırdı. Acaba bunu tahtanın üzerindeki Atatürk portresinden mi görüyor diye çok tartışmışlığımız vardı. Ama sınıfın ışık durumu bunu engelliyordu ve portre ayna görevi yapmıyordu.
Dayakçılığı ile namlı Galip Hoca'yı anmadan geçersem ayıp ederim. Öteki sınıflarda hangi derslere giriyor bilmiyorum ama bize Din Bilgisine girerdi. Ders saati çok az olduğu için bir iki saat dişimizi sıktık mı onun fırtınası fazla hasar vermeden geçip gidiyordu. Her gün, her ders mutlaka birini döverdi. Nasıl bıkmazdı, neden yorulmazdı hiç anlamadım. Onun dersinde uygulamalı olarak abdest alıp, masaların üzerinde çok namaz kıldık. Hem de yüksek sesle. Ama şimdi bakıyorum da hiç birimiz dindar olmadık. Sadece bir arkadaşımız imam hatip lisesine gitti. O da yatılı olduğu için. Anlayacağınız garibanlıktan. Bir yaz Kur'an Kursu deneyimim olduğu için ben ondan ders nedeniyle hiç dayak yemedim. Ama borçlu da kalmadım. Beni mezun olduktan sonra dövdü.
Neden böyle bir karar almışlar, neden bunun için bu kadar çok zaman ve emek harcadılar bilmiyorum. Öğretmenler hafta içi akşamlarda sinemaya gitmeyi her sene yasaklıyorlardı. Her akşam bir öğretmen resmen sinema nöbeti tutuyordu. Bütün sinema film başlamadan önce gözden geçiriliyordu. Elbette yasak olduğu halde sinemaya giden öğrenciler orada herkesin ortasında cezalandırılmıyordu. Orada sadece küçük bir kâğıda numarası, adı falan yazılıyor, ertesi gün idareye çağırılıyordu. Öğretmen bazen film başlayıncaya kadar sinema kapısında bekliyordu. Bırak sinemaya girmeyi sokağından bile geçemiyorduk. Çünkü ertesi gün çok temiz bir sopa çekileceğini biliyorduk.
Neden yaptık, nereden esti bilmiyorum. Bir gece bizim sokağın kopukları sanki sözleşmiş gibi sinemanın arkasında toplandık. Amacımız sinemaya girmek değildi. Zaten cebimizde kuruş yoktu. Sadece öğretmeni deli etmek istiyorduk. O gece Zeytinsilken nöbetçiydi ve kapıda bekliyordu.
Sinemanın arkası kocaman boş bir arsa… Üstelik de zindan gibi karanlık… Önünde ise floransan ışıkları bütün sokağı aydınlatıyor. Yani biz sinemanın önünü görebiliyoruz ama oradan bakan bizi göremiyor. Karanlığın içinden Zeytinsilken diye bağırıp kaçıyoruz. Hoca kızarıp bozarıyor, biz karanlıkta gülmekten geberiyoruz. Kadri Hoca bu eziyete fazla dayanamadı, en onsunda sinemaya girdi. Ertesi gün ya bizi tanıdıysa endişesiyle korkudan üç buçuk atarak okula gittik. Neyse ki korkularımız yersiz çıktı ve bunu dayaksız atlattık. O gece kendi çapımızda çok eğlendiysek de bunu bir daha hiç denemedik. Aslına bakarsanız öğrencilere sadece sinema yasak değildi. Akşamları sokakta görünmek de yasaktı. Islık çalmak, şarkı söylemek, kızlarla konuşmak, ayakta bir şeyler yemek, sakız çiğnemek ve daha onlarca şey…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Deryaneval : Derya Ongun (GÖ)BEBEĞİM BÜYÜDÜ |
|
Oğlum Ömer'in beni çok etkileyen Sultanahmet Meydanı yazısı...... ne zaman büyümüş bu çocuk....ne zaman öğrenmiş kendini böylesi ifade edebilmeyi..... Buraya fon müziği koymayı becerebilseydim eğer şu duygularıma eşlik edebilecek bir müzik var, hatta tek müzik var, Damdaki Kemancı filminin "Sunrise&Sunset", Tevye'nin kızını evlendirirken söylediği şarkı..... aynı duygular içindeyim.... ne zaman büyüdün bebeğim sen....
"Sultanahmet Meydanı'yla ilgili , korkutucu ölçüde, hiçbir bilgim olmadığını fark ettim ilk başta. Bu, tabi ki, hemen deli gibi araştırma yapacağım anlamına gelmese de, ismin tanıdık olmasından gelen hafif bir rahatsızlık duyduğumu söyleyebilirim. İnsanlar sizden ilgili olmadığınız her türlü tarihsel alanda belli bir düzeyde birikim bekliyor. Bunu, liseyi hala bir öğretim kurumu sandıklarına bağlayarak kulak arkası etseniz de, kendinizden şüphe duymanıza gayet yetecek bir vızıltı yaratıyorlar. Israrın nihai sonucunun tiksinme olduğunu öğrenemeden öğretimden bahsetmeleri gibi ufak çelişkileri göz ardı ediyoruz bu sebeple.
Tabi bu kadar imalı laf ve eleştiri sırasında meydanın niye tanıdık geldiğini çıkaramıyorum. İnsanlar olarak unutma konusunda eşsiz bir özelliğimiz var, kutsal kitaplarda yağ çekmeyi pek sevdiğimiz şahsiyetten kalıtım yoluyla aktarılmış olmasından şüphelenirim hep. Unuturken seçim yapma gibi bir güdü de geliştirmişizdir. Muhteşem, eşsiz benliğimize çelme takan adi anıları bellekten silerken, aslında hiç de ihtişamlı olmayan birkaç ufak zafer anını ölümsüzleştirmeye eğilimliyiz. Bu eğilimin altında aslında üç kafalı bir çekirge kadar ilginç olamadığımızı bilmemiz yatıyor olabilir. Sultanahmet Meydanı da, benim ego koruma girişimlerime kurban edilmiş sapık bir portreden ibaretti bu yüzden.
Geçen senenin başlarında, şaşırtıcı şekilde iyi anlaştığım sevgilimin dönem ödevine yardım etmek için Sultanahmet'e gitme gibi bir hatam olmuştu. Aslında çok anlamlı, romantik ve eğitici bir etkinlik gibi gözükebilir; ama bu formüle şişman bir bünye, bolca tinerci ve dik bir yokuş eklerseniz denklemin sonucu eğlenceli dakikalar yaşatacaktır çözmeye debelenene. Bu müthiş anlamlı gezinin nefes nefese tramvaya koşarken arkadan kovalayan ahlaksız ama oldukça çevik Türk gençliğine laf yetiştirmekle bitmesi, o günle ilgili aklımda kalan tek güzel anıydı. Sezon açık olsun veya olmasın, sürekli her yerde olabilme kabiliyetine sahip turist tayfasının sempatik türkçelerinden kaçmaya çalışırken bu sefer omuz atmanın sosyal statünüze pozitif etki yaptığı malum kalabalıklara sürüklenerek geçen günümüze oldukça uygun bir bitişti sanki.
Kalabalıkların atmosfere yaptığı etki inanılmaz. Küçüklüğümüzden beri vücudumuza dokunmanın yasak olduğu öğretilir, sonra dokunmanın sevgiyle eş anlamlı olduğu yalanı ortaya atılır, bunu, dokunma eyleminin kavgayla sonuçlandığı eğitici bir süreç takip eder. Dokunmanın yasak olduğunu söyleyen ailemiz bizi özel sayar, sevgi olduğunu söyleyenler büyümüş sanar, kavga olduğunu nazikçe açıklayanlar ise gerçekleri kavrayabileceğimize inanır. Hiçbiri gerçek deneyim için somut bir temel oluşturmaz. Gerçeği dolaylı yoldan söylemenin bir ilim sayıldığı hasta ruhlu çevremizin etkisinde özel ve eşsiz olan her şeye kendimizi yakın hissettiğimiz sapık bir ruh hali içinde büyürüz bu yüzden. Kalabalıkların egomuz üstünde, bu nedenden dolayı, yıkıcı bir etkisi vardır. Göz teması yoktur, ego mutsuzluğa, birey ise organizmaya dönüşmüştür. Sahnedeki roller sadece figüranlara aittir ve bu figüranlar, kendilerini baş rol oyuncusu zannetmektedir. Kreşendo içinde fark edilmemeye çalışırsınız. Hayatınızda fark edilmek istemeyeceğiniz tek andır bu. Kalabalık hayatınızın o anını kontrol eder, gittiğiniz yeri belirler, yapamayacaklarınızı net bir şekilde yüzünüze vurur ve zayıflık gösterdiğiniz ilk anda sizi cezalandırır. Bir anlamda orta öğretim öğretmenlerine benzer diyebiliriz. Gerçi onların aksine, kalabalık, yok ettiği her zavallıya biraz bile olsa saygı besler. Lise öğrencilerinin kalabalık mekanlara olan merakı belki de biraz bu yüzdendir.
Eğitimsiz ve antremansız şahsım, daha önceki güzel anıların ev sahibi olan Sultanahmet yokuşunu tekrar tırmanırken bunları düşünmüyordu tabi ki. Tanıdık bir yüz görmemek için sinerek yaklaşık 12 yılda tırmandığım harika yokuş sonrası, en azından bir sayfayı doldurabilecek kadar materyal çıkarabilme umudum da suya düşmüştü. Etraftaki tarihi mekanları gezmek istemiyordum. Tarihe, anıtlara, tarihi kişiliklere saygı duyarak veya hayranlık besleyerek yetişmemiştim. Bunu bir eksiklik veya görgüsüzlük olarak da görmedim hiçbir zaman. Geçmişten ders çıkarmanın, geçmişi takıntı haline getirmekle olmayacağını düşünmüşümdür hep. Yıkıntılardan, ölülerden veya yazılardan ders çıkaramayız. Bunlar, olmadıkları takdirde yeri doldurulabilecek, geleneksel katalizörlerdir sadece. İnsanlık tarihi, geriye bakarak yürüyen ölüler tarafından değil, arkasını kolaçan ederek koşan, temkinsizliğin dezavantajını yok edebilmiş ölüler tarafından yazılmıştır. Onların anısına bir saygı duruşu olarak, gördüklerime anlam yüklemek için zorlamamak gibi bir kararım vardı, neyse ki pek zor olmadı.
Zorunlu okul gezileri dışında girmediğim Topkapı Sarayı'nın girişinde, eskiye dair bir fetiş barındırdıklarından şüphelendiğim turist konvoyunu gördükten sonra, yokuş maceramı kutlamak için bir paket sigara almak üzere en az saray kadar tarihi olduğunu tahmin ettiğim bir bakkala girdim. Eski para birimini kullanma konusundaki inadımızı birbirimize kanıtladıktan sonra sigarayı her zamanki beceriksiz yakma girişimlerimle katlederek yürümeye başladım. Yürümenin, oturmak kadar olmasa da, anlamlı ritmi çok daha cazip gelmişti deli gibi anlamsız giriş çıkışlar yapmak yerine.
Buraya daha önceki ziyaretimin anıları yavaş yavaş aklıma gelmesinin kaybolmamda eşsiz bir payı olduğu kesin. Egoma yaptığım, ardı arkası kesilmeyen anı darbelerinden olacak, nereye gittiğimi ve nereden geldiğimi kesinlikle bilmediğim, ve inadına yabancı gözüken bir ara sokakta etrafıma bakma şansına eriştim. Erkeklere kalıtımsal olarak gelen yön bulma konusundaki insanüstü beceriksizliğimi kullanarak, sadece bir buçuk saatlik bir yürüme sonucu tramvayı bulabildim. Canlıların cansızlara olan sonsuz bağımlılığını örnekler şekilde azami miktarda yürüyerek başlangıç noktam olan Taksim Meydanı'na ulaştım.
Gezi bana bir şey katmadı, sadece aksi takdirde pinekleyerek geçireceğim müthiş öğleden sonramı harcattı. O günü düşününce meydan harici hemen her şeyi hatırlayabildiğimi söyleyebilirim,ve hatta gerekenden fazlasını. "An"ın en güzel yanı yok olmasıdır. "Yer"in en kötü yanı "an" ile bağlanmasıdır. "İnsan"ın en kötü yanı geleneği reddederken, kendini tanımak için gerekenleri de görmezden gelmesidir. Sultanahmet Meydanı, ona yüklediğiniz anlam ile var olabilir. İfadesizliğini kendimize, kişisel geçmişimize olan tutkumuzla örteriz; topraklarımıza veya onun tarihine duyduğumuz tutkuyla değil. Kalabalıktan sıyrılırız, "an"ı yaratırız, "yer"i kutsarız, ve gerçekleri manipüle ederken asla geriye bakmayız. "An"ın içinde özgür kalırız, Sultanahmet Meydanı gibi mekanlar ise, sadece eğip büktüğümüz dekor parçalarıdır.
Ömer Ongun"
Derya Ongun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Herkesin Resepsiyonu Kendine |
|
"Aman efendim, kimleri görüyorum... Hoşgelmişsin ihtiyar ..!"
- Hoşbulduk Edi'ciğim.. Ne iyi ettin, ellerin dert görmesin yahu ..! Bu arada smokinin de pek yakışmış, gerçi düğmesiz ama vardır herhalde bir bildiğin...
"Bana bak elimden bir kaza çıkmasın, başlama yine göbeğimden.. Senin frak da bu yaşına rağmen hiç fena durmamış üzerinde. Yavere söyleyeyim de bir baston versin aksesuvar niyetine rahat et bari bu akşam..."
- "Nerede trak orada frak, yine yaşıma takan Edi görürsen onu orada bırak" demişler. Ben bir dolanayım, bakalım kimler gelmiş ? Kimler takmış takıştırmış, kimler sıkmış sıkıştırmış hele bir yol göreyim.
Sinop dolaylarından Seyfo'cuğum... Nasılsın ? Yahu, ne bitmek tükenmek bilmeyen bir öykü cevheri bu ? Hayranım azizim gerçekten... Dur şu Ankara tayfasının yanına bir gideyim..
Ferda, Yıldız Kardeşler, Temmuz, Cüneyt.. Duyan gelmiş, ne güzel ! Ras hayırsızı kimbilir nerede acaba ?
"Kapı önünde 5 dolara frak-smokin kiralama hizmeti veriyormuş" dedi biri ama kalabalık ortamda farkedemedim ve fakat gülmeyi de ihmal etmedim.
- "Ne gülüyorsun EnişTe ? Papyonuma taktın değil mi ? Ben sana bunu takmayayım EnişTe kesin oltaya takılır demiştim değil mi Tuğba ?" dedi Bilge'nin El Broşürü...
"Yok yok sana gülmüyorum gerçi sen de hiç fena olmamışsın hani Smokinli ve de Uyumlu Penguen... Ras, kapı önünde tedariksiz gelenlere 5 dolara frak-smokin kiralıyormuş da ona gülüyordum. Hangi enayi kiralar ki ?"
- "Bittin sen Ras..! EnişTe, bana az biraz müsaade..."
"Nereye gidiyorsun, gel bi öpelim, pek şık olmuşsun yahu !" dedi baloların gediklisi ve unutulmaz çifti sanatçı Gök Ailesi.
"İşte böyle hep gülümseyiniz, bozmayın lütfen" diye elinde fotoğraf makinasıyla damlayıverdi La.
"Bi dakka, bi dakka ben de buradayım" diye koştura koştura fotoğrafa dahil oluverdi Elif desem be desem kız ben sana ne desem.
Antalya Nadya ..? Armut dersem çık, elma dersem Nihat'ı da bul gel...
Mehtap Cadısı'nı bulmak için hafiye olmaya gerek yok, kulak kabartalım yeter.. Şen kahkahaların geldiği bölgeye ağır aksak ilerledim. Derya ve Ayşenur geçen hafta benim gibi gülme krizine düşmüşler, Kainat Külliyesi Tanju ve Bahçıvan-Marangoz karışımı Altan ise kahkahalara zerre tenezzül göstermeyip;
"Ne olacak bu memleketin hali ?" konulu panele katılan ekonomistler gibi konuşuyorlar. Bir ben eksiğim askılı pantolonumla:
- "Konuşacağınıza iki satır yazı yazın Kahve Molası'na ..!" dedim hışımla. Düzmez misali olmasa da aynı hışımla dalmışım Baldız tayfasının arasına. Yurtdışında olanlar ( Suna, Beyhan, Ayşenur, Filiz ) kurtuldu desem yalan olmaz. Ne tango kaldı ne vals. Gecenin ilerleyen saatlerinde Muhteşem Edi'nin darbuka solosu eşliğinde Gülümse Gülcan her zamanki gibi pistin ortasındaydı. Gülendam bile arz-ı endam buyurmuşlardı son bölümde.
"Nereye gidiyorsun ihtiyar, daha geleneksel Çiğ Börek-Ayran servisimiz var.." dedi Edi.
- "Maruzatımı affet, isimlerini sayamadığım arkadaşlarımı da öpersin benim için.. Katılmam gereken daha 3-5 resepsiyon var" dedim.
Arkama bile bakmadan bahçeye çıktım. Hınzır Ras'a;
"Al şu frakını, ver şu tumanımı" dediğimi, bir de yarı karanlıkta köşede duran çimento torbalarını hayal meyal gördüğümü hatırlıyorum. Sormadığım halde Ras'ın;
- "EdiCem, Kahve Molası'na tadilat neyim yaptıracakmış, frak ile beraber oraya 15 avro daha bırak EnişTe..." dediğini ise hiç mi hiç hatırlamıyorum...
"Lem Edi, böyle resepsiyon mu verilir ?" diye söylene söylene kapattım sabah sabah çalan saatin sesini ve fakat örtmeyi ihmal etmedim açıkta kalan ...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz Zeytin Adasında |
|
' Sonra yıllar yıllar geçmiş, babamın diktiği şımarık zeytin büyümüş, aslan gibi bir oğlanın, şımarık bir kızın doğumunu bilmiş, büyümelerini seyretmiş. Yıllarıma dal sarmış, gelmiş anılarıma şımarık dallarını savuruyor şimdide işte. Bir şarkının dilinden alıp götürüyor beni denizlere... Gümüş kadife karınlı bir küçük zeytin yaprağına bin bir anı birikmişim meğer... Şimdi anılarımın hepsini beyaz tülbente sardım sakladım, haftaya dileklerle anneannemin anısına deyip, denizlere savuracağım...'
Aman kaptan
Al beni götür denizlere
Bülent Ortaçgil
O yaz ilk defa adada uzun süre kalacaktık. Ben deli bir Belcekız aşıklısı olduğumdan adaya bu kadar uzun konaklamalı gitmek konusunda sürekli olmadık şartlar öne sürüyordum. İstediğim bütün şartlar kabul edilince de, bahanelerim giriyordu devreye. Sivri sineklerinden sıtma olma olasılığımdan; doğal ortama def-i hacet yapmanın beni bağırsak düğümlenmesine bile götürebileceğinden; yıkanmamanın tenimde yaratacağı derin tahribattan; farelerin veba taşıdığından dem vuruyordum, ama nafile. Tan ağrırken şartlarım, bahanelerim bir kayığın ambarında; ben ise aynı kayığın kıçında denizin üstündeydim artık. Kızıl Ada açıklarını çoktan geçmiş ufukta Bizim Ada hafiften belirmişti. Koyu mavi ılık suya arada bir elimi daldırıyor, bizimle yarışan bir yunusun aniden elime atlaması olasılığından dehşetli bir keyif alıyor; bir daha bir daha elimi suya sokuyor, kayığın hızına avuçlarımla direniyordum. Denizin üstünde zıp zıp zıplayan kayığımızda anneannem, Bilge teyzem, Erdinç dayım, annem, babam ağabeyim Tanju, ben ve şartlarımdan biri olan sevgilim ile büyüsü gittikçe büyümekte olan Bizim Ada'ya doğru yaklaşıyorduk. Pancar motorun gürültüsünden kayıkta konuşulanları duymak mümkün değildi. Sadece yanımda oturup dümen tutan dayımın sesini duyuyordum.
'Kirpiklerini ok eyle, vur sineme öldür beni...'
Bu hüzünlü türkü, dayımın keyifli olduğunda söylediği marşıydı aslında. İçimden ona eşlik ediyordum.
'Bıktım dünyanın tadından, vur sineme öldür beni. Öldür beni'
Sabah çok erkenden, daha deniz yokken başladığımız yolculuk öğleye doğru bitip adaya indiğimizde yaz sıcağı yüzümüze bir tokat gibi vuruyordu. Yolculuğun serinleten meltemi pancar motor ile birlikte durmuş, yerini zeytinin büyülü, sıcak sesi almıştı.
Kayalık arazinin doğal örtüsü kuru çalı çırpının ortasında duran yalnız bir zeytinin önündeyim. Hali hiç iyi görünmüyor. Dalları çelimsiz, yaprakları sarı. Fırtınalı ve yağmurlu geçen bir kışın ard arda düşen yıldırımlardan nasibini almış, gövdesi paskalya çöreği gibi kıvrılmış, keyifsiz bir hali var. "Yıldırımın yakıcı şiddetiyle ortadan boylu boyunca ikiye ayrılırken ne kadar acı çekti kim bilir" diye aklımdan olmadık düşünceler gelip geçiyor. O yaz boyu çekilmiş yedi poz resimden biri elimde. Yıldırımın alevine direnen zeytin ile ben aynı fotoğraftayız. Onca ağacın arasından niçin onunla resim çektirdim acaba? Çünkü dayım onu yaşatmaya çalışıyor. Bütün yaz buna uğraştı. Her yeşeren yeni yaprağa gözü gibi baktı. Yeni filizlerin şerefine kadeh kaldırdı da ondan. Yaşayan bir iki dalı olduğunu ve seneye kadar kendisini toplayacağını söylüyordu da ondan...
Acaba gerçekten hayata döndü mü? Yeşil umuda sarı çiçekler açtı mı bu bahar? Yoksa arsız zenginler onu odun yapıp bir kez daha mı yaktı? Fakir toprakların, zengin soylusunu ne alemde acaba?. Yeri gelmişken rica etsem senden kaptan. Eğer teknenle Göcek'de dolanırsan bu yakınlarda, adanın Yassıcalara bakan tarafında; yaz limanının hemen üstündeki düzlükteki ilk zeytinden bahsediyorum. Bak bakalım duruyor mu? Emeğimiz yeşermiş mi? Aklımdayken, kuyuluğun önünden geçerken bi bakıver, denize sıfır kocaman bir zeytin duruyordu bomboş meydanda. Adayı tershane adasına doğru dolanırken gördüğün büyük düzlükte. Oraya 'kuyuluk' diyor bizimkiler. Ortasında yıkık dökük ama hala içi sağlam kocaman bir sarnıç vardır hani. İşte tam o düzlükte denizin tadından tuzundan içmeye yanaşmış, kışın dev dalgalar ile saçlarını yıkamaya gelmiş de oralarda kalakalmış gibi duran büyük zeytin ağacından bahsediyorum. Bak bakalım hala duruyor mu?
Adada su yok. Elektrik yok. Bedri Rahmi koyundaki akarsuda çamaşırlarımızı yıkanmış, yağhanenin olduğu kış limanından, adadaki yegane eve dönüyoruz. Gün bizi bal gibi yormuş. Neredeyse yerle yeksan sürünüyoruz. Elimizdeki yüklerle biraz tepede kalan eve yürümek hayli eziyetli. Yol gözümüzde büyüyor. Yol boyu sağlı sollu zeytin ağaçlarının altında yılan olması ihtimali çok büyük. Bu yüzden adada gezerken kırık zeytin sırığını elimizden bırakmıyoruz. Yerlerde sürükleyerek, yılanlara sesleniyoruz...
'Tık tık tık...'
Ayaklarımızın altındaki otların kırılırken çıkardığı sesler yolculuğa pek yakışıyor. Bir de canhıraş bağrışları gün boyu dinmeyen ada sakinlerinin sesleri.
'Cır cır cır....'
Uzaktan, hatta ufuktan gelen pata pata seslerini bile duyabildiğiniz, en küçük sesin bile seçilebildiği zamanlardı bunlar. Ve Göcek'i kimselerin bilmediği yıllar.
Limanın üstündeki yüksek düzlükte yemek sonrası iyice koyulmuş bir sohbet var.
- Pata pata pata pata
- Durun biraz sessiz olun....
Dayım gelen sesin ne taraftan geldiğini kestirmeye çalışıyor.
Eşek Adası önünden mi? Kızıl Ada tarafından mı? Domuz Adasından mı? Nereden geliyor ses birazdan anlar.
- Ses Kızıl Ada dan geliyor. Hayırdır Fethiye'den gelenler var...
Sesin geldiği limana doğru inilecek birazdan. Onlar gelene kadar öğlen yemeği üstü bir kahve molası verilecek kadar zaman var. Deniz o kadar sessiz ki... Sadece elle çevrilerek can bulan pancar motorun sesi. 'pata pata pata'
'Kahvemi kıyıya getirin', diyor dayım ve mutfakta dizi dizi duran keçi peyniri kavanozlarına uzanıyor. Hemen anlıyorum, ekmekle hamur yapacak, bir iki sepet atacak denize... Gelenlere hazırlık yapıyor işte besbelli.
- 2 tane atalım bakalım belki bi boklu kefal takılır. Akşam üstü de lopaya çıkarız. Kaç kişi geliyorlar belli değil, ufaktan hazırlık yapalım.
Ne kadar da eminiz bize doğru geldiğinden o seslerin. Kime gidecek ki? On iki adalarda bi başımıza bi biz varız; bir de biz...
Tershane adasındaki Osman amcanın keçi peynirlerini yemeye doyamıyorum. Anneannem diyor ki 'Keçiler zeytin yediklerinden yağlı sütleri. Aromalı lezzetli.. Adada ne bulup yiyecekler. Yokluktan varlık işte'...
Açılan kavanozdan yayılan kokuya dayanmam mümkün değil. İçleri peynir suyu ile hamur olan ekmeklerin artan kabuklarının içine kocaman bir dilim varlık koyup... mımmm.. nefissss... Birkaç kişi iniyoruz kıyıya. Kahveler arkadan gelecek. Sepetleri kıyı kayalıklara yerleştiriyor dayım.
- Keşke geceden bir iki tane de kabak atsaydık. Galiba Yıldıray kaptan geliyor, ses onun sesi, bir sürü gelen olur şimdi onunla.
Yıldıray kaptan... Denizin kavurduğu bir kumral. Sessiz, sakin ve usta. Deniz ustası işte. İşini iyi beceren her erkek kadar çekici. Limandaki en büyük kayıklardan biri onda, tentesi bile var. Bembeyaz bir tente. Kayığın kenarlarında ızgara oturaklar var. kocaman göbekli yayvan kayığın içi de ızgara. Tokyo terliklerim araya kaçmasa daha iyi ama kaçıyor işte. Olsun, dalgaları yaran bir yunus o, terliğim feda olsun. Kenarında can kırmızı 'Yıldıray' yazıyor. Zeytin adasına gelmek için denize mahir olmayanların ilk tercihi. Bir de oğlu Sadık'ın teknesi var. Saldıray. Eğer o geliyorsa hepten yandık, o daha büyük ve hızlı. Pek sık onla gelen olmaz ama neyse, gelen de sağ olsun gelmeyen de. Kahveler geldi bile... Bakır cezveden soğumadan fincanlara servis ediliyor zeytinlerin altında.
pata pata pata....
- Dayanamıycam ben denize atlıyorum dayı. Yüzerek adanın kıyısından kim geliyor bakıcam.
- Sen oraya varana kadar gün geceye karışır... diyerek benimle alay ediyor.
Haklı olabilir ama olsun ben atlıyorum suya... Dipten uzun uzun denizi selamlayıp suyun üstüne çıkıyorum. Yüzüyor, yüzüyor, yüzüyorum... Su o kadar berrak ki altımdaki deniz kestanelerini tek tek selamlamak mümkün. Kayaya çıktım bile... Şu zeytinin altında bir nefes alayım, keyifle bakayım gelen kim?
- Saldıraaaaaaaay!..
Tekne beni görünce hız kesiyor...
'Pat pat pata pata pat pat'
İçinde bağıranlar çağıranlar, el sallayanlar var. Güneş tam gözümün içine giriyor. Tam tanıyamadım ama galiba içinde...
Tekne kayalara vurmamak için açıktan dönüyor adanın köşesini. Beni almak için durdu duracak. Sen devam et, ben yüzerim diyorum işaretle. Tekrar gaz veriyor pancara... Pata pata pata yola devam ediyor. Saldırayın dümen suyuna kapılmadan yüzmeye başlıyorum. Tekneden biri atlıyor.
- Kimler var teknede? Tam seçemedim.
- Kimi ararsan var işte.
- E hadi bakalım. Ne kadar kalacaksınız?
- Biz 4 gece. Sebastian ve Mario'lar bir ay....
- Neeeeeee!.. Onlarda mı geldi?
Çok seviniyorum. Bu yaz neşeli geçecek. Hem de çok neşeli...
Mario ve Roberta Milano'da, Judy ve Sebastian Berlin'de yaşıyor. Sebastian öğretmen. Sımsıcak bir Alman çift ile hayli marjinal bir İtalyan çift. Bir kaç yaz önce tesadüfen yolları düşmüştü Zeytin adasına. 'Yine geliriz' dediler o yaz giderken ve işte yine geldiler. Kimlerle? Teyze oğlum Bekir, karısı Nilgün ve minicik 5 aylık bebekleri. Ankara'dan iki ortak arkadaşımız ve şimdi adını bile hatırlamadığım biri daha var. Biz evde kalacağız. Yabancılar ise kuyuluk yolundaki zeytinlerin dibinde çadırlarda. Bazı geceler kalmak için bizim de bir çadırımız var kurulu orada. Hafif tepede, bol ağaçlı ve manzaralı bir yer.
Arazi set set olduğundan zeytin yaprakları yeşil bir gizli bahçe gibi her şeyi saklıyor. Orada kurulu bir de demirbaş hamağımız var. Ağacın epey üstlerinde kalın bir dala kurulu, kendini zeytinin kollarında uyuyor hissediyor insan. İşte tam oraya kuracaklar çadırları.
Bir ay boyunca her gün aynı şeyi yapmamıza rağmen her günümüz birbirinden renkli geçiyordu. Peynir hamurları ile Yassıcalardan ya da Boynuz Büküğünden teke süz... Güneş battığında Şeytan adası açıklarında lopaya çık... Arada kalan zamanda ekmeği mayala. Erzak almaya Göcek'e in. Sıcak bastıkça denize dal...
Yüzerken gözüne üstüne taş toplamış bir kara diken çarparsa oracıkta kır ve yut. Yüzmekten yorulduysan kitabını al hamağa uzan. Çok enerjin varsa adada dolaş. Daha önce bellediğin olmuş incirleri topla. Yere düşürebildiğin bademlerin tadına bak. Tam o sırada 'biraz baksana' diye sana seslenen biri olursa, bir gümüş kadife zeytin yaprağını dişlerinin arasına sıkıştır, dön ve objektife gülümse...
Mehtap Akdeniz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
BOŞTA KALAN DİZELER
Sonsuzluğun doğumunu yaşarken,
Eskiye dönüşü istiyorum bir an.
Umuda açlığı çekerken,
Hasret kucaklıyor beni.
Ulaşılmaz sevginin doyumsuzluğu gibi,
Ayrılığa merhaba derken,
Bir akşam daha yalnızlık yanı başımda,
Sonbahar beklentisi gibi karasız duygularım,
Yeni haykırışı büyük bir coşkuyla kucaklar.
Geçmişe duyduğum özlem misali.
Mısralarım ve ben bazen yetersiz kalır,
Beklentilerim ise en uç safhadayken.
Gecenin sesinden bir ilham gelir birden,
Müzikle gelen sessizlik bana uyum sağlarken,
Barışın kuşları çıldırmışçasına haykırır,
Zaman denilen yaşam hırsızı bile baş edemez.
Islanmış maziler insanı yıkar istemeden
Şiirden yollarla şöyle bir geçmişe dalar.
Utanılacak benlik, insanlardan kaçar
Bir yudum suyun nimetleri gibi gelir bazen şiirler
Boşta kalan bir umutla salını verir dizeler!!!!!.
Şebnem Çetin
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Cep telefonunun zararlarını anlatmak için bas bas bağıranlara inat, kullanmaya devam eden tüm gsm takıntılarının mutlaka seyretmesi gereken bir video http://www.koreus.com/video/telephone-portable-mais-popcorn.html Beyninizin patlamış mısır gibi dağılmasını istemiyorsanız, bu videoyu mutlaka seyredin ve özellikle çocuklarınıza mutlaka seyrettirin.
Ne nasıl yapılır? İster tavsiyelere uyun ister siz de tavsiyelerde bulunun http://hadi-yap.blogspot.com/ web sayfasında ilginç bilgilere ulaşacağınızdan emin olabilirsiniz. Mesela: …Kaliteli banyo ve el sabununu evde yapmak mümkündür. Evde biriken yağ, iç yağ, kuyruk yağı veya bunların karışımı sabun yapılarak değerlendirilebilir. Bu maksatla evvela yağ kaynatılarak süzülür ve 40 dereceye kadar soğutulur. Kostik soda, su ile karıştırılıp kaynatılarak 25 dereceye kadar soğutulduktan sonra, bu iki sıvı ağır ağır birbirine karıştırılır…
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|