|
|
|
21 Kasım 2008 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Gelin şu adama iktidarı sevdirelim!.. |
Merhabalar
Aman Allahım, meğerse ne çok beklerlermiş böyle bir açılımı Bay Baykal'dan. Bu ne mutlulukmuş yarabbim. Daha üç gün önce adamı yerden yere vuranlar şimdi bulsalar başlarının üzerinde taşıyacaklar. Çarşafın açılmasını beklerlermiş hep beraber.
Vallahi ben Bay Baykal'ı bir kenara koyup şu takiyyeci yalaka medya mesuplarını alkışlamak istiyorum. Bu nasıl bir iki yüzlülüktür anlaşılır gibi değil. Bunların yaptıklarının yanında Bay Baykal'ınkinin esamisi okunmaz. CHP açılmış, çarşafı kucaklamış, devamını getirmeliymiş, göstermelik olmasınmış, çarşaflısı da, takkelisi de bu memleketin insanıymış, falanmış filanmış. Memleketin insanı olduklarından zerre kadar şüphemiz yok. Hatta CHP'nin bunları sıradan bir vatandaş kabul ettiğini, devamında laikliğe helal getirecek bir uygulamada bulunmayacağının da farkındayız. Daha birkaç yıl öncesine kadar kenarda köşede olmayı yeğleyenlerin bugün o parti senin bu parti benim dolanıp rozet taktırmalarına, buna da CHP'nin alet olmasına itirazımız. Bir kere şunu kabul edelim, çarşaf 85 yıllık Türkiye Cumhuriyeti'nin giysisi değil. Benim indimde dini vecibe hiç değil. İddia ediyorum, o çarşafla boğazını sıkanların yüzde sekseni erkek egemen toplumun kurbanları. Kimse bunu demokratik hakla açıklayamaz, güler geçerim.
Tabi ki, bu da temelinde bir arz talep meselesi. AKP'den umduğunu bulamayan bir beyni çarşaflı belediye başkan adayı CHP'nin kapısını çalıyor, çalar ya, ama onu o kapıdan sokanların bir sorumluluğu var. Türkiye'de merkez solu bütünleştirme iddiasındaki laik bir parti, ikbal peşinde koşan aday adaylarını üçbeş oy uğruna o kapıdan sokamaz, sokmamalıdır. Bu bir sorumsuzluk ve saygısıszlık örneğidir. Bay Baykal partisine oy verenlere saygısızlık etmiştir. Ve bunun sorumlusu tek başına Bay Baykal'dır, CHP değil. CHP, Baykal'a rağmen bu memlekette, çökmekte olan iktidarın alternatifi olmaya en yakın partidir. Tabanını genişletmek için takla atmasına gerek yoktur. Arayış içinde AKP'ye yönelmiş, laik Cumhuriyet'ten zerre kadar şikayeti olmayan insanların peşine düşmelidir, gerçek adresinde umduğunu bulamayıp kapı çalan zırtapozların değil. Bunun da yolu, iktidarı gerçekten istemekten geçer. Güzel bir haftasonu dileğiyle, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÇEVREMİZİ TANIYALIM - 8 |
|
(Birkaç İyi Adam)
Küçük bir çocuktum. Herkesten, her şeyden korkacak kadar küçük bir çocuk. Yılanlardan korkardım, farelerden, böceklerden hatta kargalardan bile. Çünkü kargalar bilge kuşlardı ve insanların fotoğraflarını çekerlerdi. Ve onlara taş attığınızı asla unutmazlardı. Diğer çocukları bilmem ama ben Yusuf Atılgan 'dan da korkardım. Çünkü o bölücü ve vatan hainiydi. O ve onun gibiler bu ülkeyi yabancılara satmışlardı. Ülkeyi satmanın, komünist olmanın ne olduğunu anlayamadığım için Yusuf Atılgan'ı onlarca kişinin katili sanıyordum. Öyle olmasa onu harp okuldaki edebiyat öğretmenliğinden niye atsınlardı? Kasabadan Manisa'ya bile gidemiyordu. Çünkü bir yere gitmek için Saruhanlı Jandarma karakolundan izin alması gerekiyordu. Çok tehlikeli bir adamdı bu çok… Peki, onu niye hapse atmamışlardı? Ya kasabada birini öldürürse, ya kasabamızı da düşmanlara satarsa? Neden elini kolunu sallaya sallaya gezmesine izin veriyorlardı? Küçüktüm, küçücüktüm, onun hakkında insanların fısıldayarak birbirine anlattıklarını anlayamıyordum.
Henüz birinci sınıfı bile bitirmemiştik. Bir akşamüzeri Ünver'in peşine takıldım. Elinde bir sepet vardı. Birkaç sokak geçip öteki mahallelerden birine gittik. O yıllarda kasabamızdaki evlerin çoğu kerpiçti. Ve hepsinin sokağa açılan iki kanatlı kocaman kapıları vardı. Kapıyı çalıp içeri girdik. Ünver, "babamın selamı var, bunu sana gönderdi," deyip sepeti kırk yaşlarında temiz ve güzel giyimli bir adama uzattı. Bu adam bizim kasabalılara benzemiyordu. Giyinişi Ömer'in babasına, belediyenin fen memuruna benziyordu. Sepeti aldıktan sonra okula gidip gitmediğimizi sordu. Gidiyoruz , "dedik. O da "Biraz bekleyin," deyip içeri girdi. Geri geldiğinde elinde çocuk kitapları vardı. İkimize de birer tane verdi. Saçımızı okşayıp bizi gönderdi. Bana Dede korkut hikâyeleri dizininden Deli Dumrul'u vermişti.
Eve dönerken bana kitap veren kişinin fısır fısır anlatılan o korkunç adam olduğunu öğrendim. Ünver, sorduğumda "Lan Yusuf Atılgan bu, yazar... "dedi. Adını duyunca içim ürperdi. Ama bu işte bir yanlışlık vardı. Karşılaştığım kişinin hiç öyle canavar gibi bir hali yoktu. Temiz giyimli, eli yüzü düzgün, dupduru bir sesle konuşan, sıcak ve sevecen bu adam anlatılan kişiyle zerre kadar bile ilgili değildi.
Onu çarşıdan geçerken, daha çok yaz günleri öğleden sonra yabani karabiber ağaçlarının gölgesinde otururken görürdüm. Gençlik Kulübünde futbol oynayan gençlerle konuşmuyorsa genellikle yalnız başına otururdu. Sessiz, sakin, ağır bir adamdı. Yalnızlığı sever miydi bilmem ama çoğunlukla yalnızdı. Bir şey beklemeden, etrafında olan bitene, konuşanlara aldırmadan öylece bir başına…
Ergenlik sivilcelerim çıkmaya başladığında özellikle onun yazdıklarını arayıp okumaya başladım. İlk okuduğum eseri Bodur Minareden Öte adında bir çocuk kitabıydı. İçinde benim için çok tanıdık şeyler vardı. Sonra Anayurt Oteli ile Aylak Adam romanlarını okudum. Öykülerinde içinde benim tanıdığım insanlar vardı. Tanıdığım insanlar, sokaklar, olaylar.
Sonra kasabamızın gençlik ve Spor Kulübünün kurucusu olduğunu öğrendim. Her şeyi son derece iddiasız, sükunetle, mütevazi ve biraz da mahcup bir tutumla ela aldığını da. Yaş olarak ondan çok küçüktüm. Hiçbir zaman sohbetine katılmadım. Siyasi düşüncelerini kimseyle tartışıp, paylaştığını da görmedim. Bir kaç parça tarlası vardı. Bütün geçimini onların gelirinden sağlıyordu. Moskova'dan para da gelmiyordu. Gelseydi postacı Selma Ablam bana söylerdi. Tarlalarını Ünver'in babası Taşçı Akif işliyordu. Seksenli yıllara yaklaştığımızda Yusuf Atılgan'ın kasabadan ayrıldığını, evlenip İstanbul'a yerleştiğini duydum. Evlendiğinde ellili yaşlarındaydı. 1989 yılında da kalp krizinden öldü. Yazarlığı hakkında yorum yapabilecek kadar bir derinliğe sahip değilim. Ama bir kasabanın kocaman bir yaşamı nasıl boğduğunu, insanın sevildiği, birlikte büyüdüğü insanlar tarafından nasıl kaldırılıp bir kıyıya atıldığını onda çok iyi gördüm. Kesinlikle söylendiği gibi politik bir kişilik değildi. Zaten olsa bile kasabalıya bunu anlatmasına imkân yoktu. 1970 yıllarda beş bine yakın nüfusuna rağmen üniversiteye gitmiş veya giden insan sayısı bir elin parmaklarından fazla değildi. İşin ilginci o sessiz ve sakin adam kendi yalnızlığında demlendiği yıllar sessiz sedasız ödüller alıyordu.
Bazen elimde olmadan kıyaslamalar yapıyorum. Aklıma aynı yıllarda belediye başkanlığı yapan Horoz Ali geliyor. Bir onu düşünüyorum, bir de Yusuf Atılgan'ı. Horoz Ali'nin resmi bayramlarda belediye başkanı olarak yaptığı söylevlerin düzeyini anımsıyorum, bir de Yusuf Atılgan'ın yazdığı cümleleri. Ortaokul öğrencisiyken onun natukları bizi gülmekten kırıp geçirirdi. Ama Horoz Ali Vatansever biriydi. Hiç yazarla kıyaslanabilir miydi? Üstelik CHP'li. Ve o yıllarda CHP ortaya bir şapka koyup onu aday gösterse zaten belediye başkanı seçtirirdi. Sakın çocukluk zamanlarımızın bayramlarının çekilmez olduğunu düşünmeyin. Çünkü kasabamızda bütün milli bayramlarda şeker dağıtılırdı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu |
KUM ZAMBAKLARININ GÖLGESİNDEKİ SEMENDER
Onu görür görmez:
- Ne işin var burada, dedim.
Evimin bodrumunda çoktu onlardan. Işığı yaktığım an tedirgin olur, köşelere kaçar, büzüşürlerdi.
- Kaçmayın, korkmayın benden, derdim.
Bir süre sonra ışığa mı alışırlardı, yoksa kaçacak yerleri olmadığından mı kafalarını
kaldırır boş gözlerle bakarlardı.
Işığı söndürüp ayrıldığımda ne düşünürlerdi ki ardımdan?
***
Hüseyin Ünlü söz etmişti Yahşi yalısındaki kum zambaklarından. Onları görmek için gelmiştim onca yoldan.
Kumlar, ağustos güneşini çoktan soğurmaya başlamıştı; ama sahil henüz boştu. Az önce karşılaştığım çiftin torbasında, çantasında belki de hasırlarının arasında gelmiş olmalıydı buralara. Kim bilir, belki de dünden kalmıştı.
Yakından bakmak için eğildim. O an fark ettim kuyruğunun kopuk olduğunu. İçim acıdı. Dokunsam kuyruğunun bir parçası daha ayrılırdı bedeninden. Hiç değilse bir fotoğrafını çekeyim, dedim. Cep telefonumu ona doğru tutarken, bir anda üç, beş, on… çoğalıverdiler. Kiminin ayağı ezik, kiminin kuyruğu kopuk, iri gözleri daha bir irileşmiş bana bakıyorlardı. Tuşa basamadım. Sanki tuşa bastığım an tüm kum taneleri semender yavrusu olacak diye korktum.
***
Düşes, elleri kolları bağlı olmasaydı çekebilir miydi acaba filmlerini çocukların?
Bunca gürültüden sonra ellerini çözmüşlerdir herhalde.
Çocuklar, kendi görüntülerini gördü mü acaba? Gördülerse, eli kolu bağlı olmakla elleri özgür olmanın ayrımını anlamışlar mıdır sizce?
***
Dün gibi aklımda. Seksenli yılların sonuydu. Sevgili dostum, Petra, AB adına Türkiye'deki çocuk mahkemelerini ve çocuk ıslah evleri inceleme gezisinden yeni dönmüştü. Gördüklerinden hiç de mutlu değildi.
Bokrijk'i* geziyorduk. Türkiye'den gelen bir konuğum adım başı engelli çocuk grubuyla karşılaşınca "Ne çok engelli çocuk var burada!" deyivermişti. Petra Türkçe bilirdi; ama tepkisini Hollandaca dile getirmeyi yeğledi:
- Burada engelli çocuklar parklarda, sokaklarda, kırlarda gezip dolaşır, dolaştırılır.
Oysa orada engelli çocuklar evlerde tutsaktır. Bu yüzden beyefendinin Türkiye'de engelli çocuk olmadığını sanması doğal.
***
Dünya Çocuk Hakları Bildirgesi 20 Kasım 1959'da kabul edilmiş. Türkiye:
"Taraf Devletler zihinsel ya da bedensel özürlü çocukların saygınlıklarını güvence altına alan, özgüvenlerini geliştiren ve toplumsal yaşama etkin biçimde katılmalarını kolaylaştıran şartlar altında eksiksiz bir yaşama sahip olmalarını kabul ederler." maddesini de uygulamaya söz vermiş.
Birçoklarınızın:
- Bizde sözden çok ne var. Biz, söz veririz vermesine de uygular mı, uygulamaz mıyız, bilinmez, dediğini duyar gibiyim.
Düşes, mahremimize girmiş, özürlü çocuklarımızı gizlice filme almıştır. Elbette affetmeyiz. Ancak söz konusu o çocukların bakımını üstlenenler ve o bakıcıları yönetenler olunca, kol kırılır yen içinde demeyi pek güzel biliriz.
***
Aç gözlü martıların ekmek kırıntıları için kum zambaklarını, hatta semender yavrularını da talan edeceklerini bile bile torbamdaki ekmekleri son kırıntısına dek kum zambaklarının üstüne boşaltmıştım. Şimdi nerede bir özürlü çocuk görsem, ne zaman engelli çocuklarla ilgili bir haber okusam kum zambaklarının gölgesindeki semender yavruları aklıma geliyor.
* Belçika Limburg'da bir açık hava müzesi.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Deryaneval : Derya Ongun TANIDIK {AŞK} |
|
Sabah saat 07:00, Gayrettepe'de evden çıktım, kış bahara dönmüştü yüzünü ama sabahları hala soğuktu, hem de kavuran soğuk, sıcak yataktan alelacele çıkmanın üşümesini bile döven bir soğuk. Paltomun yakalarını kaldırdım, Yıldızposta Caddesi'ndeki otobüs durağına her sabahki olağan yürüyüşüme başladım... gözlerim ayakla ufuk ortasında bir noktada, adımlarım sert ve seri, hava çokkk soğuk.
Gayrettepe'nin o zamanlar henüz kulakları mühürlenmemiş üç sokak köpeği de takıldılar peşime, üçü yarım çembere alıp eşlik ederlerdi bana her sabah, sessiz bir ittifaktı bu. Onları bir kere bile ellememiş olmama rağmen, onlardan korkmamam, "hoşt"lamamam ve uyum içinde benimle yürümelerine, bana eskort etmelerini onaylamamın ödülüydü sanki bu sadık vazife...
Durağa kadar yürüdük birlikte, troleybüs geldi, bindim, Ortaköy'e kadar sürecek yaklaşık 20 dakikalık bir seferdi bu, gene karşımda o tanımadığım adamın sakin bir umutla sabahları başını öne eğip arada bir kaçamak bakışlarla tekrarladığı "günaydın" ını her sabah yeniden uzattığı, binenlerin aynı, inenlerin hep aynı durakta indiği, sürprizlerin pek olmadığı sıcacık bir seyahatti. Yataktan çıkmanın üşümesini soğuğun dövmesinden sonra sıcak ofise giden yolda daha az sıcak ama gönlü ısıtan bir troleybüs yolculuğu, seviyorum bunu.
O gün, iş çıkışı, yakında evlenecek olan abimin düğün kokteyli için kıyafet seçmeye gideceğim. Annem her zaman olduğu gibi bu seçimde de yer almış, giymeyi düşündüğüm "güderi kıyafet" için bir tanıdık bulmuş. Oysa, en azından parayla alınacak şeylerin bir tanıdık elinden geçmesine itirazım annemce de malumdu ama, "anne işte, kırılmasın, ne yapalım tanıdıktan kaynaklanacak engelleri de aşmak zorundayız ana hatırına.." demiştim kendime.
İş çıkışı, anneyle Taksim'de buluşma, Galatasaray'daki bir pasaja yürüme, oradaki dükkanı bulma gibi detaylardan sonra nihayet dükkana giriş, annemin kendini takdimi ve tanıdık erkeğe beni takdimi, [inanmıyorum hala benden "çocuk" diye bahsediyor, e pes, 20 yaşımdayım.....], bu sinirle ya da mahcubiyetle, ayırdedemiyorum hangisiydi baskın çıkan, tanıdığa fazlaca dikkat etmedim. Kıyafeti seçtim, güderiyi seçtim ve prova için gün alarak tanıdığa da teşekkür ederek oradan çıktık.
20 yaşımın coşkusu, kendimi azami gösterme cüretini yaratacak bir özgüven de getirmiş yanında. Geride bıraktığım okul yıllarımdaki "kendimi gizleme, dişiliğimi reddetme" debelenmelerim, kendimle, bedenimle, cinsiyetimle barışmayı uyandırarak onu gizlemek ezberini unutmuş. Yepyeni bir şiir bellemişim, adı "güzelim, bundan da utanmıyorum"... Yürüken saçlarımın savrulmasından da gururluyum, topuklarımın tıkırtısından da, hatta tırnaklarımın uzun ve ojeli oluşunu dudaklarımdaki ruj kadar hak görüyorum kendimde, süslenmenin ve gençliğimin en neşeli senaryosunda başrolü üstlenmişim.
Bir sonraki hafta prova için aynı dükkandayım, bu sefer yanımda ne annem var ne de geçen haftaki tanıdık diye düşünürken bu seçeneklerden sadece bir tanesinin geçerli olduğunu görüverdim. Dükkana, açıldığında bir zil tıngırdayan kapısından girdiğimde, karşımda ilk gördüğüm tanıdık dı, orada oturuyordu. Nezaketle selamlaştım ve elini sıkarak hatır sorduktan sonra dükkan sahibiyle provaya başladık.
Tanıdık, provanın hemen her safhasına "gözleriyle" müdahale ediyor, anne başıma ne işler açtın, ben bu adamdan sıkıldım...diyemeyeceğim, hayır sıkılmadım ama yolunda olmayan bir şey var, gözleriyle herşeye karışıyor, düşündüklerime bile...
Prova bitti, akşam saat 7 civarları, İstiklal Caddesi bugünkü kadar değilse bile gene de okul zamanlarımdan kalma bir tanış, birlikte çıkıyoruz dükkandan. Yağmur yağıyor, ahmak ıslatan değil, herkesi ıslatan bir yağmur o yüzden şemsiyemi açıyorum ama bu tanıdık benim şemsiyemin altına girmek için şemsiyemi elimden alıyor, şaşkınlıkla bakıyorum ve gönüllüce veriveriyorum elimdeki şemsiyeyi, buna ayrıca şaşırmaktayım, bununla da kalmıyor benim elimi de kendi koluna takıyor, birisinin koluna girdiğinizde eliniz titrer mi, normalde titrememesi lazım ama benim elim titriyor, kolunu biraz sıkıyor tanıdık, elimin titremesini bastırırcasına ve bastırıyor da, bu sefer dizlerimde bir boşalma var, cebren şemsiyemin altında tanıdıkla yanak yanağayız ha gayret.... İtirazım var ama bu itiraz "tanıdığa değil, içimde konuşan ben, işte ona itirazım.
İçimdeki ben öyle sessiz haykırmakta ki, boğazım kuruyor, zaten yürürken de dizlerim boşalıyor ama bir yandan da sanki ayağım yere basmıyor, çoğul manalı bir anlamsızlıklar zincirinde sürükleniyorum. Galatasaray Lisesi'nin önüne henüz varmışız, yağmurun altında yürüdükçe taşların arasından sıçrayan çamurlar bile umurumda değil, bacaklarımın arkası şimdiden çamur zebrası ama gerçekten umurumda değil, gerginim ve sebebi farklı....
Birden İstiklal Caddesi'nin o homojen insan selinin arasından kulağıma gelen birsürü ses arasında bir tanesi kulağımda çınlıyor ve kahkahalarla sarsılıyorum, 9-10 yaşlarında bir erkek çocuğu, sigara satıyor ve seri bir şekilde bağırıyor:
- Hadiiii Mamsun Saltepe, Mamsun Saltepe, Mamsun Salt.e..pe..
Bu gülmek iyi geldi, en azından gülerken titreyen elim, boşalan dizlerim ve tıkanan nefesime geçerli bir kılıf buldum, olsun..... Tanıdık da gülüyor biraz, ama daha çok ben gülerken durduğumdan o, durduğumuz sürenin daha büyük bir bölümünü, daha az gülerek ve ama daha çok beni seyrederek geçiriyor. Bu sebeple gülmemi alışılmış süresinden kısa tutuyorum, utanıyorum, çok seyrediyor, böyle içimi bile sanki, aa....
Yürüyoruz, ama düz yürümek yerine Balıkpazarı'na sapıyoruz, etraftaki, tarlada olduklarından daha canlı renklerde danseden, sebze-meyve ve balık alaimsemasının arasından geçerken kendimi "Oscar törenine giren aktristler" gibi hissettiğimi hatırlıyorum, sürekli birşeyler anlatıyor tanıdık, söyledikleri değil, ucundan iliştiğim kolu, başımın yanıbaşındaki, şemsiyenin altındaki başı, yürüdükçe omzuma sürtünen omzu, ve hepsinden öte bütün bunları sarmalayan sesi.... yürüyor muyum, süzülüyor muyum, belirsiz... bedenim bir şekilde ilerliyor ama kalbim koccaman bir konuşma balonunun içinde ürkek bir mutlu, zaman ise menzilde bile değil, durum karışık ama güzel.
Bütün bu bulutun içindeyken ve en esasında maksat Taksim'e yürüyüp oradan ayrılmak iken, biz Taksim'e geliyoruz ama hala elim kolunda, o yanımda, ya da ben onun yanında, ama toplamda ikimiz şemsiyenin altında. Yağmur hala yağıyor mu ondan bile emin değilim, içine girdiğim konuşma balonunun sahibi ses sebebiyle süresini ve şiddetini asla tahmin etmediğim bir depremin sırtında gidişlerdeyim derken şu cümleyle kendime geliyorum, hem düşünsel hem de aktüel anlamda, "şurda bir çay içelim, üşüdük".... Divan Oteli'nin önüne gelmişiz, ve evet üşümüşüm, ve evet o da üşümüş, ve hepsinde daha evet benim yerime karar vermiş aynen prova sırasında tüm iğnelerin yerini gözleriyle idare ettiği gibi, ve, ve, ve...... Divan Pastahanesinde karşı karşıya oturuyoruz.
Anne ne yaptın bana......!!!!!!!!!...............
Divan Pastahanesi'nde bir masada şaşkınım, zaman içinde zamanüstü bir boyut yaşıyorum, şemsiyenin altındayken beni benden alıp bambaşka bilmediğim istikametlerde savuran ses ve sahibi karşımda, ses artık bir fon müziği haline gelmiş, masada sesin karşısında oturan ben önümdeki çay fincanını arada bir ağzıma götürüp getirme dışında dış dünyayla olan tüm ilişkimi kesmişim.
Hayatta meslek olarak en çok istediğim tiyatro oyunculuğu (inanmayacak kimse ama hala daha öyle, neden olamadığımı karıştırmayacağım uzun ve mantıksız, ama tiyatro oyunculuğu hala boğazımda bir düğüm, o kadar keskin bir tutku yani), evet bu tutkuyu kalbimde, en gizlimde, en kadife keselerde saklarken ben, provalarda başlayan ve şemsiye altında yürümeyi takiben şu masada devam eden efsunun karşı tarafı bir de üstüne üstlük tiyatrocu çıkmaz mı...
Tanrım, bütün işaretler tek yönü gösteriyor, istikamet çoktan ayna gibi karşımda, üstelik de ben o istikamete uçarak gitmelerdeyim, ve fakat sanki bir ayrı ben var beni dışarıdan seyrediyor, oldukça tuhaf, gerçeküstü sayılabilecek bir ruh hali (şimdi düşününce salaklık derecesinde bir aşk çarpması elbette, ama o günkü duygularımı dillendirmeye çalışıyorum, affola...)..
Tiyatro denince o tutulmuş dilim bile çözülüyor, yağmur gibi ardarda sorular sormak istiyorum ve:
- Tiyatro eğitimine kaç yaşında başladın..ız....
- Siz yok
Siz eşiğini de atladık, beni oradan oraya sürükleyen ses ve şemsiyenin altındaki tanıdık artık gözlerime direk bakarak sesinin cüretini gözlerime ok ok saplıyor, ben ise gözümü kırpmadan gelen bütün okları kabul ediyorum. Divan Pastahanesi ne kadar güzel bir yermiş, bu akşam kapatmasalar, ya da üstümüze kapatsalar, biz burada "hapis" kalsak, salak salak hayallerime gene salak salak gülümsüyorum, karşımdan gülümsemelerime cevaplar geliyor, karnım buruluyor, göğüs kafesimin altına doğru tatlı kramplar girmeye başladı, hani şu arabada giderken üstünden geçilen rampanın inişinde insanın içine kelebekler savuran darbeler, şimdi rampasız, statik durumdayken, içimde kreşendo temposundalar.
- Nerede oturuyorsun Derya?
- .........
- Derya?
- Hı, kim...ben mi?
- (sadece gülümseme, elimi hafifçe okşama ve baş sallama)
- (Ay konuşamıyorum....bütün duyu sistemim elimin üstündeki elde takılı kaldı)
- Derya..?
- Efendim (toparlandım, hiçbirşey olmamış gibi davranıyorum ama evet... beceremedim)
- Kalkalım, sen eve geç kalma,
- (Allahım lütfen kalkarken birşeyleri devirmeyeyim, lütfennn... kendimi hiç bu kadar beceriksiz ve savruk hissetmemiştim, KENDİNE GEL DERYA...)
Taksideyiz, "Gayrettepe'ye gi....." demeye başlamışken şöföre, alışmışım ya tek başıma varolmaya, birden kolumu bir el sıkıyor, susuyorum, korktum, ama kolumdaki elden de memnunum, yaşasın, belki çekmez elini, "Gayrettepe'ye gidiyoruz şöför Bey", Allahım sesi ne kadar güzel...
Eli kolumda, sesi kulağımda, taksinin arka koltuğunda cümbürcemaat oturuyoruz, trafik Allahtan!!!!! sıkışık, ağır ilerliyor, ve ama, maalesef ama, el nihayet Gayrettepe'ye geliyoruz, "nereden sapalım" diye soruyor şöför, ürkekçe tanıdığa bakıyorum, o otoriteye çoktan teslim olmuşum, başını sallıyor "sen söyle" der gibi, izin çıktı, "şurdan ışıklardan sola, sonra karşıya düz lütfen" diyorum, sesim çatladı, lanet olsun, hep böyle olur üfff.... Önüme bakıyorum, derken kolumdaki el elimi kavrıyor ve o noktadan sonra, ama gerçekten, hiçbirşey hatırlamıyorum.... İlk kez değil elimin bir erkek tarafından tutuluşu, ama ilk kez. İlk kez değil bir erkekten etkilenmem, ama ilk kez. Evet nedense daha evvel yaşadığım herşey bu tanıdıkta temize çekilircesine "ilk kez" defterine tescilli kayıt oluyor.
Ben elimi tutan elden gelen sıcaklık ve içimdeki serin meltemin uğultusunu dinlerken, birden şöförün sesini duyuyorum "sağa mı sola mı?", cevap vermek istemiyorum, yol ayrımındayız, ya sağ demem lazım ya sol, ama ben konuşmamak istiyorum, şöför yokmuş gibi davranmak istiyorum, acaba sussam doğru yönü tahmin eder mi, ay cevap vermek istemiyorum, ve ama çaresiz ve elbette veriyorum "sola lütfen".... bu cevabımdan 46 saniye sonra evimin kapısındayız.... "geldik..." diyorum, el elimi bırakmadan kapıyı açıyor, sonra bana dönüp yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra kulağıma "yarın 13:00 de burdan mı alayım seni" diyor,.... Başım dönüyor ama kendimden ummadığım bir performansla "buradan" deyiveriyorum şıp diye, diğer yanağımdan da öpüyor ve beni dışarı çekiyor.
Uydu vaziyetinde olduğumun farkındayım ve ama bundan da çok memnunum. Bir sonraki sahnede odamda aynanın önünde yüzüme bakıyorum ve ellerimle yüzümü kapatıyorum. Biran evvel akşam yemeğini yemeli ve yatmalıyım, çocukluğumdaki "bayram arefesi" sendromu uyandı, bu kez daha farklı ama, sabah kalktığımda başucumda rugan ayakkabılar değil, birkaç saat sonrasında atlas kelebekler vadisi bekliyor beni.
Yemekten sonra yatağımda düşünüyorum,
- Derya, bu adam senden 20 yaş büyük
- Olsun, kime ne
- Derya, bu adam tanıdık
- Olsun, kader bu, ben istemedim ki tanışmak, kader işte besbelli
- Derya, olmaz, üzüleceksin
- Üzülene kadarki zamanım bugünün yarısı kadar bile zevk verecekse razıyım
- Derya yapma
- YAPACAĞIM
Saat 13:00, son iki saatimi gardrobumdaki kıyafetler ve kombinasyonları arasında sonsuz debelenerek geçirdim, kan ter içinde kaldım, üç kere duşa girdim, sonunda kahverengi fitilli kadife pantolonum, bej dik yakalı kazağım, kahverengi atkım ve triko paltomla "genç kız" görünümünde ama "küçük kadın" psikolojisinde "saçmasapan" bir durumda kapıya iniyorum ve orada bekleyen arabaya biniyorum. Güzelim evet çok güzelim.... Değilsem de güzelim... Büyüdüm ben.... Güzel bir yetişkinim ve ama çok da ufağım... şahane bir çelişki...
Müthiş bir aşk, artık ortada aşk, bu adam herşeyi biliyor, ben daha düşünmeden ne "düşünmem gerektiğini" bile biliyor, güzel bakıyor, güzel dokunuyor, "Derya" deyişi bile bir başka, çok aşık oldum çok..... Anne bana ne yaptın!!!!!!!!!!!! İyiki yaptın anne......
Derya Ongun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Komedya Tükkanı |
|
Televizyon programlarından bilirsiniz Komedi Dükkanı'nı. Oldukça keyifli, fırsat buldukça izlemeye çalışıyorum. Kavuklu ve Pişekar misali tam bir ortaoyunu. Diğerini de hepimiz biliyoruz. Komedya Tükkanı.. O da ortaoyunu biçiminde gelişiyor lakin hiç mi hiç keyif vermiyor...
B : Beyefendi
O : Esas Oğlan
P : Patron
Rol dağılımı aynı, Yönetmen var ( ben Patron dedim ) sahne arkasında. Sahnede bir Jön var ( Esas Oğlan ) bir de Beyefendi ( değiştirmedim ). Alt alta yazdım karakterleri ve kısaltmaları. Öyleyse; buyrun Komedya Tükkanı'na, BOP oturun HOP kalkın...
P : "Arkadaşım ..! Geç bakalım şu tükkanın tezgahına.."
O : "Bi dakka Müdür'üm, ne tükkanı bu ?"
P : "Satacakmışsın ya, tükkan senin işte, buyur !"
O : "Haa, öyle desene ..!"
P : "Dedim işte..! Fonda; "Yağ satarııım, bal satarııım..." şarkısı çalacak, ona uygun şekilde tezgahın başına geçiyorsun, hadi bakalım.. Bostan korkuluğu gibi dikilme, azıcık işveli ol, satış işindesin en nihayet.."
O : "Ama şu an geçemem, yasaklıyım ben yahu !"
P : "Arkadaşım ne yasağı ?"
O : "Ya sorma Müdür'üm, bi dörtlük bozdurduk vakti zamanında işte !"
P : "O zaman sen gelene kadar Beyefendi geçsin tezgahın başına. Senin işini de pek yakında hallederiz"
B : "Şimdilik tezgah başı olsun. Peki, sonrasında köşk bileti vermeyen ne olsun ?"
O : "Hoop dedik, Beyefendi o kadar uzun boylu değil !"
P : "Uzun kısa farketmez, ılımlı olmazsa kimse garajına dahi parketmez"
B : "Ilımlı ne demek Müdür'üm ?"
P : "Çarketmez değil, her an yan çızabilir, çarkedebilir demek. Ilımlı ol, tükkan senin !"
O : "Ben anladım Müdür'üm, benden ılımlısını dünyada bulamazsın. Velakin; ya medya ılımlı davranmazsa ?"
P : "Bu kez satmayacaksın, satın alacaksın.. Akıllı ol, medya senin ..!"
O : "Oki Toki Müdür'üm.. Ya; vatandaş hizmetten memnun kalmaz, diklenirse ?"
P : "Arkadaşım, senin elin armut mu topluyor ? Allah ne verdiyse girişeceksin, fırçayı basacaksın.."
O : "Yapmış bil Müdür'üm.. Peki, ya vatandaş işsiz felan kalırsa ?"
P : "Daha iyi ya ..! 3-5 torba erzak ve kömürü kapısına dayayacaksın.."
O : "Cari açık, kriz felan gelirse ne olcek Müdür'üm ?"
P : "Arkadaşım, önce içeride "gak guk, asarım keserim" felan de, sonra dışarıda bizimkilerle al takke ver külah nasılsa anlaşacaksın.."
O : "Ya hukuk mukuk ?"
P : "Arkadaşım, Beyefendi hazır kıta yanınızda. Öyle değil mi ? Tak fişi, bitir işi ..!
B : "Elbette Müdür'üm.. Yollasın kardeşim, basayım imzayı da mühürü de.."
O : "Ya; yarı yoldan dönerse ? Belge, melge, kıllık eden baylar çıkabilir Müdür'üm"
P : "Arkadaşım, takma kafana ! Gerekirse; çarşafa dolarız, alırız aklını adamın, merak etme sen ..!"
O : "Ya; sen gidersen, benim halim nolcek Müdür'üm ?"
P : "Arkadaşım, son tahlilde güveneceksin hem ona, hem buna hem de babama. İyi ki hatırlattın; Beyefendi'ye de telefon etmesini söyleyeyim, du bi dakka ..! Sen de git medyaya, telefon edince zil takıp oynamaları gerekiyor, güzelce anlat ..! Olmadı 41 pare top ateşi ile şenlendir ortalığı.."
O : "Müdür'üüüm.. Bana da bir telefon etse, hal hatır olmadı akıl fikir sorsa ya ..!"
P : "Arkadaşım... Gelmiiiim oraya, aaa ..!"
B : "Gel Müdür'üm gel ..! Aman hediye getirmeyi ihmal etme ..!"
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Deli Berdeşan Türküsü
Seher vaktinde,
gün doğanda;
ağıtlarım kızıl borana karar,
zemherime yel olur; tütsülenir..
Buyruğumuz kesilmiş gayrı;
çifte candarma kurşunu böğrümü deler,
toprağa serilirim..
Ve bir yağmur çiseler,
tanyeline karışır ağıtlarım..
Dem çeker şu benim âhir ömrüm,
karanfilim kaçgöç eder..
Sınırdan topladık mı gümrüğü,
gelsin kara kış, ne yazar!..
Sevdâ bilmez karanfilim, sevdâ bilmez;
kuldan utanmayan n'etsin ölümü!..
Akar;
kankızıl dehşetiyle pervâne mızrak cehennem deresi..
Kaç yolcu gelip geçmiş,
bilinmez;
bilinmez devran bu devran!..
Hikmetinden suâl olunmaz gayrı,
Nemrut'un keyfi yerindedir..
Bakar,
çıplak ayaklarıyla yalın kılıç uzun bir namluya;
yelelerini rüzgârdan toplar..
Her şimşek çaktığında bir can,
bir can daha çoğalırız..
Ağlama karanfilim, ağlama;
dillerini küfürle bağlama..
Dünyânın düzeni böyle kurulmuş,
bize de bu türküde yaşamak düşmüş..
Ağlama karanfilim, ağlama!..
Yanık bir ses duyulur dağlar başından,
pınarların içine işler..
Bildiğin, tanıdığın çoban sesi değil bu;
yarım elleriyle ciğerlerim parçalar,
al karıncalar ha boğuldu ha boğulacak..
Ağlama karanfilim, ağlama;
dillerini küfürle bağlama..
Dünyânın düzeni böyle kurulmuş,
bize de bu türküde yaşamak düşmüş..
Ağlama karanfilim, ağlama!..
Mantar tutmuş yağız toprak;
yağız fidelerim suya bakar..
Dökülür içimden binyıl süren hasretim;
al kanlarımdan örülü al bir seccâdede,
anam ellerini göğe kaldırır:
beni sana diler, seni bana..
Ağlama karanfilim, ağlama;
dillerini küfürle bağlama..
Dünyânın düzeni böyle kurulmuş,
bize de bu türküde yaşamak düşmüş..
Ağlama karanfilim, ağlama!..
Bunu bize söz vermişti turnalar,
dizimdeki yaralar iyileşecek..
Bastığım toprağa benim diyebilmek için,
yürüyeceğim
üstüne üstüne engereğin!..
Kopsun dili, kopsun kımış fener gözleri..
Gayrı kavim kadim yoldaşıma,
emânet ederim ben bu murâdı..
Ağlama karanfilim, ağlama;
dillerini küfürle bağlama..
Dünyânın düzeni böyle kurulmuş,
bize de bu türküde yaşamak düşmüş..
Ağlama karanfilim, ağlama!..
Alkım Saygın
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
İnternet bağlantı hızınızı test edebileceğiniz en yasal site http://speedtest.turktelekom.com.tr/ Bakın bakalım size taahhüt edilen bağlantı hızı gerçek mi? Yoksa etrafa hava attığınız kadar yok mu?
Flash oyun oynamayı sevenlere http://www.koreus.com/jeux/nouveau/ alternatif bir web sayfası. Değişik oyunlar ve yenilenmiş arayüzünü daha önceden bu siteye girmiş olanlar fark edeceklerdir.
Benim bu zamana kadar gördüğüm en kapsamlı paylaşım sitesi. http://www.mininova.org/ Kullanım için sizlere tavsiyem, ilk olarak herhangi bir paylaşımı indirmek istediğinizde karşınıza çıkan "To start this P2P download, you have to install a BitTorrent client like" yazısının sonundaki Vuze ya da µTorrent programlarından birini bilgisayarınıza yüklemeniz olacaktır. Böylece istediğiniz dosyayı sorunsuzca bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
|
|
|
|
|
|