|
|
|
15 Ocak 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Onu bunu bilmem, kilit isim Fethullah!.. |
Merhabalar
Yarım saattir lafa nasıl başlamam gerektiğini düşünüyorum. "Olan bitenden midem bulanıyor" dan "Ben bir gerizekalıyım." a kadar pekçok cümle denedim ama beceremedim. Çünkü ruh halimi anlatacak kelimeler bulmakta güçlük çekiyorum. Herşey öyle içiçe girdi ki, yargı bunun altından nasıl kalkacak bilmiyorum. Mutlaka beyin kıvrımları bizimkilerden daha düzdür, bilemediğimiz pekçok soruya cevapları da vardır ama bu bilgi kirliliğinden onlar da nasiplerini mutlaka alacaklardır, almışlardır.
Tuncay önisimli adamın filmlerini seyrettik gün boyu. Yandaş medyaya aylar öncesinde servis edilen metnin zoraki sızdırılan videoları oldukları için içeriği, isimleri ilk ağızdan duymak dışında pek sürpriz değildi. Herşeyi bir kenara bırakıp bu adamın ruh halini süzmek, DNA'sını çözümlemek gerekiyor bana kalırsa. "Dokuz günlük işkenceden sonra bülbül gibi konuştum, hiçbirini kabul etmiyorum." demişti 32.günde. Az önce TRT2'de de yineledi savını. Ama filmleri çıplak gözle seyrettiğinizde, adam da hiç te öyle işkence görmüş bir sanık hali yok. Adam zaten adi bir dolandırıcılık olayı nedeniyle alınmış ve sorgulanmış. Ama gelin görün ki, bülbül gibi şakımış. Serüvenine yirmi yaşında başlamış, 29 yaşına girdiği 2001'e kadar ilişki kurmadığı bir Allahın kulu kalmamış. Anlatırken sürekli "Biz" diyor. Gel gelelim, onun telaffuz ettiği isimler bugün cezaevinde ancak kendisi hakkında henüz yakalama emri bile yok. Savcı mektupla sorguluyor hasbamı. Bugün memleketi baştan ayağa etkileyen bir davanın en önemli tanığı, 2001'de filme kaydedilen soruşturmasının ardından serbest bırakılıyor ve yurtdışına gidiyor. Ve bu videolar, kendisini sorgulayan polisin evinde bulunana kadar da kimse hatırlamıyor herifi. Yedi sene sonra, herif koca Ergenekon davasının baş muhbiri haline geliyor. Bu adamın ruh hali ile, davanın ruh hali arasında muazzam bir paralellik var. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Öyle ilişkilerden bahsediyor ki, doğruysa batmışız, yalansa vay hukukun haline. Adamın inkar ettiği bir itirafa itibar etmeyi, işe başlamak için bir yol sayabilirsiniz belki ama hukuk çerçevesinde bunları nasıl ispatlarsınız orası büyük muamma.
Videolarda herkesin ismi var bir tek Fethullah'ın ki yok. Oysa eşcinsel Tuncay, Fethullah medresesinden yetişme, onun nefesinden epeyce güç almış biri. Herkes hakkında birşey söylemiş ama Fethullah'a toz kondurmamış, ya da söyledikleri makaslanmış. Videolar montajlı olduğu için nelerin kesildiğini anlamak mümkün değil. Ben sıradan bir vatandaş olarak bu herifin önce ABD'ye ardından Kanada'ya gitmesinde, 7 yıl boyunca unutturulmasında, bilahare ortaya çıkıp bülbül gibi ötmesinde Fethullah ve onun sadık cemaatinin parmağı olduğunu düşünüyorum nacizane. Biraz daha ileri gideyim, tüm bu belaları başımıza saranın o ve ona bel bağlamış cemaatin olduğunu, kilidi de Fettullah Hoca'nın açabileceğini sanıyorum. Sanıyorum demem de bir sakınca yok. Zira bu aralar sanmak pek moda. Dış güçler deyip işin kolayına kaçmaktansa, kendisi dışarıda, eli kolu içeride bir din bezirganını zikretmek daha kolayıma gidiyor belki de, kimbilir?.. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
ÜÇÜ BİR ARADA ÇÖP KUTULARI
Kafam bozuk. Niye her şey beni bulmak zorunda? Her şey üst üste gelir zaten! Yaa, kendine gel, sen de o tip insanlardan olma. Her şey beni bulmaz, üst üste de gelmez. Şikâyet etme hemen. Sevgilisinden ayrılan ilk insan ben değilim. Ama son da değilim. Bak bu moralimi düzeltti biraz. Sevgilisinden ayrılan son insan da ben değilim. Benden sonra da insanlar, sevgililerinden ayrılacak.
Ne diyorum ya? İyi olmadığım buradan belli. En iyisi yine şu karamel kaplı gofretlerden almak. Ne zaman yesem biraz kendime gelirim. Bu bilim adamları biliyorlar canım. "Çikolata mutluluk hormonu salgılar." Böyle miydi acaba? Amaan, neyse ne. Hormon mu salgılıyor, yoksa okunmuş mu bilmiyorum ama ben iyi oluyorum çikolata yiyince.
Şurada bir market var. İçeri giriyorum. Raftan alıp, kasaya gidiyorum.
- Ne kadardı bunlar, diyorum.
- 50 kuruş, ama size 40'a olur, diyecekmiş gibi geliyor.
Esnaflar böyle değil midir? Yüksek fiyatta bir alışveriş yapınca herkese aynı şeyi söylerler:
- 60 lira ama size 50'ye olur.
İyi de benim ayrıcalığım ne? Niye indiriyorsun arkadaşım? 60 lira vereceğim ben gıcığım.
Sonra aldığım ürünün bir gofret olduğunu hatırlayıp, parayı veriyorum. Bir dakika dur! Aklıma bir şey geliyor. Parayı geri istiyorum. Üretim tarihine bakıyorum. Ne üretimi ya? Para üretilir mi hiç? Basım tarihi olacak doğrusu. Yok yok iyi değilim ben. "2008" yazıyor. Adamın tuhaf bakışları arasında parayı geri verip, dışarı çıkıyorum. Ağustosun sonundayız. Çok sıcak. Saate bakıyorum: 14.03 Yeryüzünün en sıcak saati. Coğrafya dersinden aklımda kalan tek şey budur zaten. Saat 13'te Güneş en tepeye çıkar, 14'te de en sıcak an olur.
Ne diyordum ben? Hah, para. Acaba kaç kişinin eline değdi? Ağustos kaçıncı aydı ya? Ocak bir, Şubat iki,… hah Ağustos sekiz. Bir ayda 30 günden 240 gün yapar. Bu para bu yılın başında basılsa, her gün 3 defa ellenilse 3 kere 240, 720 yapar. O an elimi yıkama ihtiyacı hissediyorum. Ne kadar pisiz!
Bunları düşünürken boş bulduğum bir banka oturuyorum. Gofretin ambalajını çıkarıp afiyetle yiyorum. Dünyadaki en tatlı yiyecek bu çikolata olsa gerek. Ambalajı yere atıyorum ve doğruluyorum. Bir dakika, ben diğerleri gibi olmamalıyım. Ambalajı elime alıyorum ve çöp kutusu arıyorum. Hah, şuradaki tam benim aradığıma benziyor. Yaklaşıyorum. Şu üçü bir arada olan çöp kutularından. Hani var ya yan yana üç tanesini koyuyorlar. Ne yazıyor üstlerinde? Karton için, pet şişe için ve cam şişe için. Ne güzel düşünmüşler. Aferin belediyeye.
Hımmm… İyi de ben nereye atacağım elimdekini? Etrafa bakıyorum. Herhalde başka çöp kutusu da vardır değil mi? Biraz yürüyorum. Birkaç tane daha görüyorum şu "üçü bir arada"lardan. Normal çöp kutusu yok hiç! Aaa, bu ne yahu böyle! Bir tanesinin önünde duruyorum. Dikkatimi çekiyor, pet şişe için olan kutuda bir muz kabuğu görüyorum. Karton atılması gereken kutuda da naylon ve çekirdek artıkları var. Ayrıca bir de cam şişe var. Bu kadarına da pes! Elimdeki ambalaja bakıyorum. Tekrar kutulara bakıyorum. O piti piti yapıyorum. Talihli kutumuz cam şişe için olan çıktı.
Tam atarken fark ediyorum başka ambalaj da atılmış oraya. Demek ki ambalaj cam şişe kategorisine giriyor. Bir yaşıma daha giriyorum. Bayağı yaşlandım ha. Aklıma bir reklâm sloganı geliyor ve çekip gidiyorum: "Burası Türkiye, yook öyle"
Okan Aksoy
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Selda Eruzun Tetik |
Hiçbir Aşk Yarım Kalmaz
Neden?
Nedeni biliyorsun yorma beni.. Vicdanımı ve iç sesimi dinledim, uzak dur dedi.. Bu senin için yeterli bir sebep mi? Tatmin oldun mu?
Hayır… Ve sakın olmamı da bekleme ama yeterince açıklayıcı, herhalde? En azından artık daha az acı çekeceğim…
...
İşte hiç başlamamış oyuntulu bir tutkuyu, bu sözler ile geride bırakabilmeklerine inandı iki kişi... Hiç bilmedikleri bir duyguydu bu ama istedikleri şey birazda hayata hangi mercekten bakmak istediklerine bağlıydı. Farkında olmasalar da ne yapacaklarına kendileri karar veremiyorlardı. Hayattı onları yönlendiren, şekillendiren.. Bu biraz da; bir falcının yorumlanması , olanaksız bir şeyi yorumlamaya çalışması gibiydi...Belki ikisi de bir tür özgürlüğe sahiptiler, nasıl isterlerse öyle yaşarlardı. Ama özgürlükleri de kendi doğasına göre hareket ediyordu, işte. ….
Biraz karmaşık gibi ifade edilse de duygularının tablosu çok netti aslında.. Evet insan; başını hangi yöne isterse o yöne çevirebilirdi… Ama bu yönü ancak kendi doğaları içerisinde belirleyebilirdi. Hiçbir canlı başını vücudundan ayırıp oraya buraya koyamazdı….. İşte tıpkı bunun gibi bir şeydi yarım kalan duyguların tasviride... ikisi de bir bütünün içinde, kendi bakış açılarına sahiptiler ama doğanın izin verdiği kadarına müdahale edebiliyorlardı …
Adam işin içine Tanrı'yı da kattı… Belki haklıydı da… Ama yarım kalan hiçbir şeyin sebebi değildi Tanrı. Çünkü Tanrı da doğa yasaları ile yazıyordu sevapları günahları…
Tanrı ipleri çekerek olacakları belirleyen bir kukla oynatıcısı değildi.. Tanrı dünyayı bu şekilde yönetmiyordu, doğa yasalarıyla yönetiyordu.. Bu yüzden yaşadıkları tüm çıkmaz ve çaresizliklerde hayatın doğal akışının getirdiği açmazlardı, esasen. Bu yüzden kanmazdı böyle açıklamalara, kadın.. Üstelik; Doğada ki her şey bir şekilde zorunlu olarak, kendi kendine gelişiyordu işte.. Tabi ki; insan duygularına kapılıp gitmemeliydi. Bizi diğer canlılardan ayıran en temel özelliğimiz buydu.. Yüzünde ki tüm aknelere rağmen; bile bile koca bir bitter çikolatayı yemek gibi bir şeydi bu…
Ama Afrika'da yaşayan bir aslan, yırtıcı bir hayvan olarak yaşamaya kendimi karar vermişti?!!!.... Bu yüzden mi antilobu kovalıyordu?!!!... Vejetaryen olarak yaşamayı seçebilir miydi?!!
Veya; yeni doğmuş bir bebek.. Acıktığında ağlayıp bağırıyordu ve yine de süt bulamadığında başparmağını emiyordu..Bu bebeğin özgür iradesi mi vardı yoksa tüm bu senaryolar doğal akışından mı gelişiyordu??? Karanlıktan korkmamız gerektiğini bize kim, ne zaman, ne şekilde, nasıl öğretmişti? Özgür irademiz neredeydi?
Kadın şimdi çok anımsamasa da; 15 yaşına geldiğinde aynanın karşına geçip makyaj denemesine girişmişti. O gün kişisel kararını uygulayıp kendi isteğiyle mi yapmıştı bunu yoksa dürtüleriyle mi??
İnsan da kendi doğasına göre yaşıyordu, işte!!.. Yüce Rabbin verdiği ve doğa yasalarının izin verdiği ölçüde hareket edebiliyordu.. Tıpkı şimdi bu iki kafası karışık insanın yapmaya çalıştıkları ama doğanın izin verdiği ölçüde müdahale edebilecekleri gibi... Onlarda doğaydılar ve doğa başlamış hiçbir duygunun yarım kalmasına izin vermezdi… Onlar da her şey ve herkes gibi doğanın yasalarına göre yaşıyorlardı ve fark etmiyor olsalar da, engellerin çözümü kaçmak değildi.. Çünkü yaptıkları her şeyin ardında devasa karmaşık nedenler ve tutku gizliydi.. İnsanın ruhu içinde olan her şeyi bilmesi mümkün değildi ve bunu anlamak biraz zordu..
Bütün arzular ve istekler bir düştü belki de.. Her şeyin basit bir açıklaması vardı, mutlaka. Ama hiç bilmediğimiz, tanımadığımız, daha önce hiç karşılanılmamış duygular ile baş etmeye çalışmak, güçtü. Yanlış davranıyorlarsa, bu daha iyisini bilmediklerindendi…. Mutsuzdular! Çünkü isteklerine aykırı davranan insanın mutlu olması beklenemezdi..
Duygularda olmayan hiçbir şey bilinçte de yaşamıyordu..
Adamın ki muamma ama kadının istek ve arzular hakkında da pek tasavvuru yoktu. İçine bırakıldığımız yaşamı algılamaya başlamadan önce, onun hakkında hiçbir şey bilmediğimiz gibi bir şeydi ,bu da… Yani; deneyimle ve yaşanmışlıklar ile öğreniyorduk pek çok şeyi.. Şimdi ne yapacağını bilmediği daha önce hiç karşılaşmadığı bu durum hakkında da yorum yapamıyordu, çünkü bilmiyordu ne yapacağını.. Bir nevi boşa kürek çekmek gibiydi bu. Yapılacak olan her yorum da yanlış olurdu, zaten..
Kısacası; Fantastik bir kurgunun ötesine geçemiyorlardı. Yapamayacakları sözleri sarf edip önce kadın sonra adam, sonra adam sonra kadın şeklinde kaçmaya çalışıyorlardı birbirlerinden.. Belki de araya alınmış boş düşünceleri çıkarıp ayıklamak gerekiyordu..
Hevesleri bir "Tabula Rasa" sı, üstüne bir şey yazılmamış levha gibi hava da asılı kalmıştı, öylece…
Aslında duyumsadıkları, döşenmemiş boş bir odaya benziyordu. Oda boştu ama izlenimleri girmişti devreye. Hissediyorlar, istiyorlar, merak ediyorlardı ve delice keşfetmek istiyorlardı birbirlerini… Oysa şimdi her şeyi kaldırıp atıp, edilgen bir şekilde yok etmeye çalışıyorlardı.. İkisi de ne haklılardı ne haksız… Bu ikisinin yol açtığı bir durumdu ve şimdi ikisi de bunu değiştirebilirdi…. Ama bu aldatmacadan ve yanılgıdan öte hiçbir şeye yaramayacaktı, ne yazık ki..
Ok yaydan çıkmıştı bir kere ve geriye tek bir bütün gerçeği kalıyordu. Eskisinden daha canlı, daha belirgin!!! Onların şimdi bu yapmak istediklerini ancak; tutkunun henüz bilinçlerini işgal etmeden önce yapılması mümkündü… Ve bu geride kalmıştı..
İzlenilmesi imkansız bir hızla birbirine eklenen ve sürekli akıp giden derinlerde ki istek yineleniyordu akıllarda, rüyalarda… Üstelik görüntüler öyle hızla değişmekteydi ki , filmin tek bir resimden oluştuğunu bile fark edemiyorlardı. Aslında bu resimler birbirlerine de bağlı değildi, arzuları belli bir anlamın toplamından ibaretti. Şimdi; bilinçleri peş peşe bu duygular ile doluyken, herhangi bir olguya nasıl müdahale edebileceklerdi ki.. Uzakta durmak zorda olduğun her şey mıknatısın çekimi gibi birleşmeye mahkumdu.. Hayatın için de bu o kadar çok görülmüştü ki, emin olunmalıydı bundan…
Kadın kendi adına; sadece neden bunun böyle olduğuna dair kafa yoruyordu yoksa havaya atılmış bir taşın yere düşmesinden emin olduğu kadar emindi kendinden ve yaşanılanlardan.. Birde bu hissedilenler onun için henüz bir alışkanlık haline gelmediğinden nasılsa öyle algılıyordu, kendince daha fazlasını katmıyordu.
Üstelik; şaşıyordu kendine. Bunca yıl yaşamında ki bunca olguya rağmen böylesine bir dürtünün üstünü kapalı tutabildiği için..
Sonuç olarak; ikisi de neyin neyle bağlantılı olduğunu hala anlayamamıştı… Ama belki gelecek anlatabilirdi her şeyi tek tek. Görme yetisi insandan insana farklıydı ama yaşanılan ve hissedilenlere güvenirdi, insan. Çünkü; doğanın insanlara sunduğu hiç şey yarım kalmıyordu, biz istesek de istemesek de kendiliğinden geliyordu ve sonuçları her insan da aynıydı…
Selda Eruzun Tetik
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
"BURUN"
Rahmetli Babam "Sen öyle herşeye Burun-unu sokma -yanlış anlayanlar çıkar " derdi de, ben yine bildiğimi okurdum. Yıllar yılları apansız kovalayıp dilimizi tutmayı öğrendiğimde Burun-umun kılları ağardığında , üstünde kıllar bittiğinde iş işten geçmiş yolumuz tükenmişti. Şimdileyin ne söylesek " Bay tecrübe gene konuşuyor, başladı atmaya-biz işte o zamanlar- diye zırvalıyor" düşünleri içinde hatır kırmamak için dinler görünüyorlar. Olsun be mori , gün ola harman ola, gelir bir gün zamanı, dinlemezlerse kendileri bilir, burun kıvırmasınlar yeter ki, bu ka bize-bana yeter.
Bu laflara -Dabi dabi bizimkisi Laf-ı Güzaf- ne gerek var diyenler çıkacaktır. Var ağabey var. Eğer oh! Mis gibi yaşıyoruz diyenlerden iseniz boşverin, anca gidersiniz yolunuz açık olsun. Eğer derseniz ne alaka , bakın birkaç yıllık gazete arşivlerine, giriniz yazarlar pencerelerine, sonra varsa bir koltuğunuz yaslanın arkanıza, çıkarın okuduklarınızdan binlerce soru cevaplamaya çalışın , o zaman göreceksiz. Öyle burnuma bazı kokular geliyor diyerekten kenara çekilmek yook, yok öyle kaçmak gerçeklerden. Adam gibi kafanızı sokun, bırakın ıslansın, sokun burnunuzu, korkmayın nezleden -soğuk algınlığından. Kahve yapmak üzere kalktım. Burnumun iç kaşındı, ayıpsa ayıp kimse görmeden karıştırdım. Buraya kadar yazılanları masa üstüne attım.
Aslına bakarsanız bugün canım hiç yazı yazmak istemiyordu. Burnumdan düşen bin parça anlayacağınız. Açtım bilgisayarı klavyenin tuşlarına tasarlayarak değil sanki bir el parmakları kendiliğinden yürüdü bastı harflere, yazdıklarımı okuyunca ne demek istediğimi düşündüm, bilinçaltı bir çıkıştı bu. Bu satırların ne anlam yüklü olduğunu hadi sen biliyorsun, bakalım okuyan ne anlayacak, saçmalıyor mu diyecek. Ya hey ! " Artık ben yaşlanıyorum mu acep" diyerekten kahvemden bir yudum daha, pöfürdete pöfürdete içtim. Azıcık kendime gelir gibi olunca "Ben Beş duyumuz hakkında bir yazı serisi düşünmüştüm. Kulak ve Göz'den sonra sıralı Burun hakkında deyişlere geçecektim. Tamam tamam affola! O kadar karışık işler oluyor ki benim gibi gibi meselelerde Bay tecrübe olmam bile kar etmiyor. Konuyu dağıtıyorum, toplayın siz de canım ne var bunda, okur az biraz anlayışlı ve dahi sevecen olmalı. Kırıcı olursanız hiç kimse ama hiç kimse bir şey yazmaz ise, okunacak bir tek cümle bulamazsanız, tüm yazı ve çiziler durursa ne yapacaksınız! Bu durum vaziyeti, kepenkleri indirmiş -ateşi söndürmüş fırınlarda ekmek pişirmenin olamıyacağı açıkken- kuyrukta ekmek beklemeye benzer mi benzer. Bir Arap sözü vardır : " Açlık iyi bir sos'tur. Tekkeyi bekleyen çorbayı içer" O vakit ne edeceğiz; bekleyeceğiz, burun gırın etmiyeceğiz. Elimizden gelebiliyorsa burnunun ucunu görmeyenlere bulaşmayacağız. Siz siz olun Atasözlerine gereken değeri veriniz. Size iyiliğim dokunsun isterim, yazam bir Arap atasözü daha "Tarih hep beceriklilerin yanındadır."
1997 yılında vefat eden Cahit Külebi "Gel seninle resim yapalım" şiirinde :
" Gel seninle resim yapalım
Bir yüz çizelim ince
Küçük nezleli bir burun
ve gözler zeytin iriliğinde "
Yakın tarihte Edebiyatımıza yön vermiş , şiirleri yıllarca dillerde dolaşmış -sevgilere , iyiliklere giderek sanatın doruklarına tırmanmış şairleri gözden geçirin , O'nların ressamlar kadar belirgin özelliklerini bulacaksınız. Hepsi resim yapmaya can atmış , çok güzel tablolara imzalarını atmışlardır. Okuyun , dönüp dönüp okuyun , şiirlerinde de tuval üzerine ister sulu boya ister yağlı boya ile yazılanları içtenlikle ressam gözüyle yerleştirin, bakın çıkacak olan görüntülere, hayal edin siz kazançlı çıkarsınız. Şiiri o zaman içinize daha çok sindirirsiniz. Cahit Külebi'yi anınca şairin gösteriş içermeyen , neredeyse bir musikişinas inceliğinde -Sizlerin de geçmiş zaman olur ki dillerine dolanmış -şu şiirini burada yazmadan yapamıyacağm:
HİKAYE
" Senin dudakların penbe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz.
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu.
Ben bu yüzden seriniğe hasretim
Okşa biraz.
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu
Dağıt saçlaarını bebek
Savur biraz.
Benim doğduğum köylerde
Şimal rüzgarları eserdi
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz.
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı
Ben bu yüzden yanlızlığı hiç sevmem
Konuş biraz.
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin
Benim doğduğum köyler de güzeldi
Sen de anlat doğduğun yerleri
Anlat biraz. "
İşte, bir Ressamın görerek resmettiğini, şair mısralarıyla çizmiştir. Burun hakkında yazı yazalım derken nerelere uzandık. Burnundan yanına varılmıyor denilen kibirli insanlara bir iki laf atmaya kalkacaktım ancak bu mısraların üstüne yakışmayacak. Ağabey benim burnunun önünü görmeyenlerle, burnundan kıl aldırmayanlarla işim yok. Ben de Burnumu kıvırır geçer giderim.
Beltan Göksel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ersel Akant Kış Vakti Ayrılık |
|
Nasıl ki aşklar mevsimlere bölünmüşse, ayrılıklarında bir mevsimi vardır ve ayrılığın en zoru kışın olanıdır.
Uludağ`da ki sıcak şaraplarda saklı olan aşk, dökülür karlar üstüne. Ama yinede hiçbir zaman yok olmaz hiç yaşanamasa bile…
Tek kişilik yatağında iki kalbi sığdırmak zor gelir insana. Geceler uykusuz geçer, gündüzler ise kalitesiz şarap kokar…
Hele birde; severek ayrıldıysan bütün şarkılar seni anlatır, her dönülen köşede çıkacak gibi olur sevdiğin.
Kiminin gözü benzer, kiminin saçı.
Bulamazsın ki başkalarında o hüzünlü bakışı…
Sonra bir şarkı çalar, ayrılığın ne demek olduğunu; ancak sevenler anlar. Sıcak ve tuzludur gözyaşları,
Ve eritir bütün karları…
Ersel Akant erslaknt@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Gözlerin Gözlerime Değince Felaketim Olurdu... -2
İKİNCİ BÖLÜM
-Gözlerin gözlerime değince felaketim olurdu, ağlardım-
Attila İlhan
Uçağın kalkış saatini beklerken, oturup birşeyler içmeye karar verdik. Herkes birbirine, diğerinin haberdar olmadığı dedikoduları aktarıyor, oda arkadaşları çekiştiriliyor, tatil boyunca çekilen fotoğraflar elden ele dolaşıyordu.Yeni tanışanlar telefon numaralarını alıp veriyor, günlük hayatın koşturmaları başlayınca asla tutulmayacak buluşma sözleri veriliyordu. Bir taraftan sohbeti dinlemeye çalışıyor, bir taraftan son bir umutla etrafa bakınıyordum. Uçağın ilk anonsu ile beraber ortalık hareketlendi. Çantamı almak için eğildiğim yerden kalkınca vücudum bir sevinç dalgası ile titredi. Oradaydı işte. Kırmızı bavulunu güvenlikten geçiriyor, etrafa umarsız bakışlar atıyordu. Hızla güvenliğe doğru yürümekle, uzaktan seyretmek arasında kararsız kaldım. Bu son şansım olabilirdi. Aramızda hissettiklerimin gerçek olup olmadığını görmek için son şans. Saçma değil miydi yabancı bir şehrin soğuk, loş havaalanında tanımadığın birinin yanına gidip kendini tanıtmak? Hem ne diyecektim? '' Merhaba acaba siz de benimle aynı şeyi hissettiniz mi? Beni görünce kalbiniz bir kuş gibi çarpmaya başladığı için avuçlarınızın arasına alıp sakinleştirmek istediğiniz oldu mu? '' diye soramazdım ya? Bu düşüncelerden dalgın bilet kontrolüne yürürken tam da önümdeydi. Memur '' ön kapıdan bineceksiniz'' diyerek biletini uzattı. Sıra bana gelmişti. ''arka kapıdan bineceksiniz'' cümlesini hayal meyal duydum. Yapabileceğim ne varsa, artık o son andı. Ya ömrümün en büyük cesaret örneğini gösterip bir adım atacaktım, ya da sessizce önümden gidişini seyredecektim. Ben; merdivenlerde ağır ağır kaybolup gitmesine, hayatımdan teğet geçmesine izin verdim.
Şehr-i İstanbul'a ayak bastığımda, yeni günün başlamasına 2 saat vardı. Sonbahar yağmuru henüz dinmiş, şehre ferah kokusunu bırakmıştı. Üşütmeyen tatlı bir rüzgar esiyor, yağmurla temizlenmiş caddeler; gecenin kobalt mavi rengiyle parlıyordu. Sokaklar tenhalaşmıştı. Vitrinlerin ışıkları, sokaklara solgun ışık hüzmeleri bırakıyordu. Bu şehri seviyordum. Trafiğinden, karmaşıklığından, düzensizliğinden hep kaçmak istiyor, ama her geri dönüşte ne kadar sevdiğimi yeniden idrak ediyordum. Düğün gecesinin sonunda boyaları akmış yeni gelin gibi duran bu eski şehrin kokusunu derin derin içime çektim. Ağır adımlarla evime doğru yürümeye başladım. Şimdi tek isteğim, bedenimi uykunun yumuşak, huzurlu kollarına bırakmaktı.
Yeni bir haftaya uyandığımda, yeni bir hayata uyanmış gibiydim. Tazelenmiş, huzurlu ve hafif hissediyordum kendimi. Oysa haftanın en sevmediğim günü, ilk günüydü. Okul yıllarımdan beri Pazartesi sendromu yakamı bırakmamıştı. Hep o gün sınava girecekmiş gibi huzursuz ve hasta hissederdim kendimi. Oysa bu sabah, gelecek günlerin yaşamıma katacağı süprizlerden haberdar gibi, sabırsızca günlerin getireceklerini bekliyordum. Kararımı vermiştim. Ne pahasına olursa olsun O'nu arayıp bulacaktım.
İş yerimde bilgisayarımı açarken bir taraftan Onu nasıl bulacağım kaygısı taşıyordum. İşimin ne kadar zor olduğunun farkındaydım. Koskoca İstanbul'da adını dahi bilmediğim birini aramak, samanlıkta iğne aramaktan bile zordu. Nereden başlayacaktım? Keşke bir mucize olsaydı da gittiğim yerlerden birinde karşıma çıksaydı diye düşündüm. Bir taraftan da aslında eğlenceli bir oyuna başlamış gibiydim.
Önce adını öğrenmem gerekiyordu. Sanki bunu öğrendikten sonra gerisi kendiliğinden gelecekmiş gibi hissediyordum. Peki ama nasıl? Bayii toplantısını düzenleyen şirketten başlamak mantıklı görünüyordu. Nasılsa oradan bir tanıyan çıkardı. İyi de ne soracaktım ki? Toplantıya katılan yüzlerce kişi arasında, tarif vererek birini bulabilmek için şanstan fazlasın ihtiyacım vardı. Bunun için çok fazla beklememe gerek kalmamıştı. Bir kaç gün sonra , mailime düşen toplu fotoğraf işaret değildi de neydi? Resme belki yüzüncü kez baktım. Orada duruyordu işte. Yüzlerce kişinin arasında, en önlerde. Olacakları bilir gibi, yüzünde hafif bir gülümseme ile ''haydi daha ne bekliyorsun'' misali bakıyordu. Fotoğrafı, toplantıyı düzenleyen şirkette çalışan bir arkadaşıma gönderdim. Pembe bir yalanla, resimdeki kişiyi bulmam gerektiğini ancak ismini bilmediğimi söyledim. Konu aşk olunca yalanların rengi de değişiyordu.
Beklediğim yanıt gelene kadar geçen iki gün, bana sanki iki asır gibi gelmişti. Zaman geçmek bilmiyordu. Bir türlü işime dikkatimi toplayamıyordum. Sürekli O'na nasıl ulaşacağımı düşünüyor, bulursam ne diyeceğimi kurmaya çalışıyordum. Zihnimde binlerce anlamsız cümle uçuşuyor, karşılaşacaklarıma dair endişe duyuyordum. Ya evliyse, ya başka bir şehirde yaşıyorsa, ya benden çok küçükse gibi cevabını henüz bilmediğim sorular canımı sıkıyordu. Nihayet iki günün sonunda beklediğim yanıt geldi. Uçakta yanına oturan biri, resimden O'nu tanımış ve emin olmasa da bir isim vermişti. Şimdi ismin O'na ait olduğundan emin olmak gerekiyordu. İlk aklıma gelen kaldığımız oteli aramak oldu. Evet o tarihlerde, bu isimde biri otellerinde kalmıştı. Oda numarası, koridorda rastlaştığımız odalardan biriyle uyuşuyordu. Ama daha doğru bilgiyi organizasyon şirketi verebilirdi. Telefonu kaparken şimdiki adımın organizasyon şirketine ulaşmak olduğunu düşündüm ve kendi kendime '' ne yapıyorum ben'' dedim.
Beklemediğim bir şekilde, şansım yaver gidiyordu. Telefonla kiminle konuştuysam, bilgi vermekten çekinmiyor, neden aradığımı sormuyordu. Sanki tüm evren bana yardım etmek için güçlerini birleştirmişti. Attığım her adımla O'na biraz daha yaklaştığımı hissedip bir yandan seviniyor, diğer yandan bu yaptığımın delilik olduğunu düşünüyordum. Neden bunca gayret, zaman, enerji harcadığımı kendim bile bilmiyordum. Çok kez ''acaba kendimi mi kandırıyorum'' diye düşünüyor, vazgeçmek istiyordum. O gece yine bu düşüncelerle yorgun yatağıma uzandığımda ''lütfen bana ne yapacağıma dair bir işaret ver'' dedim. Sabah uyandığımda artık, bu masalsı arayışa devam etmem gerektiğinden emindim. Rüyamda; yönümü değiştiren, sersemleten gözlerin, ''bul beni artık'' der gibi baktığını görmüştüm.
Reenkarnasyona inanlar, her dünyaya gelişlerinde hayatlarındaki kişilerin aynı kişiler olduğuna da inanırlar. Bu yaşamınızda en yakın arkadaşınız olan biri, bir sonraki yaşamınızda çocuğunuz olabilir mesela. Yeniden dünyaya gelmek konusunda, çekimser olmakla birlikte, geçmiş yaşamımda O'nun hayatımdaki rolünü merak etmiyor da değildim. Bir yabancıyı bu kadar kuvvetle aramaya iten gücün ne olduğunu bulmaya çalışıyordum. Gerçekten ilk görüşte aşk mıydı bunu yaratan? Yoksa hayatımda başka bir rolü mü vardı? Yoksa ben mi O'nun kaderindeydim. Yaşamına apansız, paldır küldür dalıp girmem, O'nun yolunu mu değiştirecekti? Dünyaya geliş misyonum bu muydu? Bir gün hiç tanımadığım birini arayıp bulacak ve O'na aklına getirmediği, düşünmediği, unutmak istediği veya görmezden geldiği duyguları mı hatırlatacaktım? Tökezlediğinde elinden tutup ayağa kaldıran bir el mi olacaktım? Günü geldiğinde tanışmamız, zaten doğmadan önce alnımıza yazılan kaderimiz miydi ? Yoksa o kaderi harf harf, cümle cümle kendi ellerimle mi yazıyordum?
İlk karşılaşmamızın üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti. Kış mevsimi yavaş yavaş kendini göstermeye başlamış, şehir; puslu, gri tonlarını almıştı. Yıllardır bu şehirde genzi yakan kömür kokusu duyulmasa da, kasvetli kış kokusu hiç değişmemişti. Yaz çocuğu olduğumdan belki, sevmezdim yılın bu mevsimlerini. Soğuktan kat kat giyinmek sıkıntı verir, günlerce güneş görmeden karanlık gündüzler geçirmek ruhumu boğardı. Ama bu kış öyle başlamamıştı. Sabahın alacakaranlığı yerini güneşli günlere bırakıyor, ruhum bu sevince eşlik ediyordu. Sanırım ilk kez soğuk bir mevsimi mutlu geçiriyordum. Geçen zaman içerisinde, artık ismini, aynı şehirde yaşadığımızı biliyordum. İsmini öğrendikten sonra gerisi kolay olmuştu. Son günlerin popüler, eski arkadaşlarınıza ulaşmanızı sağlayan internet sitesinde buldum O'nu.
Günde kaç kez internet sayfasındaki profiline baktığımı hatırlamıyorum. Orada bir tık, bir kaç cümle uzağımdaydı. Şimdi ne yapacağımı bilemeden orada öyle ekrana bakıyordum. Bir an ''haydi yaz artık'' diyor, saniyeler sonra vazgeçiyordum. Buraya kadar eğlenceli bir oyun gibiydi arama serüveni. Ama bundan sonrası? Bu eşikten geçmeye cesaretim var mıydı? Bundan sonrası da eğlenceli olacak mıydı? Dıştan güzelce sarılıp sarmalanmış hediye paketinin kurdelesini çözüp, içindekini görüp beğenmezsem, hiç açmamış gibi paketi tekrar kapatabilecek miydim? İki seçeneğim vardı. Hikayeyi burada bırakıp, tatlı bir anı olarak hatırlayabilir, sonunu kendi hayal gücüme göre yazabilirdim. Veya devam edip neler olacağını yaşayarak görebilirdim. Gücüm var mıydı? Kapılarımı açtığımda, içeri girecekler mutluluk, sevinç, umut gibi iyi duygular olabileceği gibi hüsran, kırgınlık, hayal kırıklığı yaratacak duygular da olabilirdi. Yeni kırgınlıklarla başedebilecek gücüm kalmış mıydı?
Şu yaşıma kadar en büyük korkularımdan biri, yanlış anlaşılmak olmuştur. Kendimi yanlış tanıttığımı düşündüğüm her olay, yıllar sonra bile aklıma gelse canımı sıkar. Herkes tarafından sevilmek arzusundan mı bilmem bu korkunun sebebi. Buna rağmen, kendimi anlatmak için çok konuşan insanlardan da olmadım hiç. Çok yakınıma gelmeyen, beni çözmek için çabalamayanlara da kolayca açamam iç dünyamı. Dışardan umarsız, soğuk, katı göründüğümü düşünenlerin beni tanıdıkça şaşırdıkları itirafını çok dinlemişimdir. Oysa bilmezler ki bu görünüş benim koruma kalkanımdır. Duvarlarımdır. Yıllar önce bir dostumun söylediğine, göre duvar değil Çin Seddi'ydi benimkisi. Haklıydı belki. Canım acımasın diye öyle sıkı örmüştüm ki tuğlalarımı, artık benim bile yıkacak takatim kalmamıştı. Saatlerdir mesaj göndersem mi göndermesem mi diye internet karşısında düşünürken, ya yanlış anlaşılırsam korkusunu iliklerime kadar yaşıyordum. Günümüz dünyasının, insanları kategorize eden düzeninde, hiç tanımadığı bir erkeğe mesaj atan bir kadın önyargılar zincirini nasıl kırabilirdi? Üstelik kendisini anlatmaktan hoşlanmayıp, karşısındakinin bir puzzle gibi parçaları doğru yerlere koyup, bütünü görmesini bekledikçe. Asri zamanlarda artık kimse kimseyi anlamaya çalışmak için çaba harcamıyordu ki....
Eğer bir konuda, kaybedecek birşeyiniz olmadığını farketmişseniz, aklınıza ilk geleni yapmak için tüm çekincelerinizi bir kenara itersiniz. Bilirsiniz harekete geçmediğiniz takdirde, zaten elinizdeki koca bir hiçtir. Bir anda kaybedecek birşeyim olmadığına karar verdim ve davranışımla helalleşip ilk mesajımı gönderdim. Artık beklemekten başka seçeneğim kalmamıştı.
Astroloji kitaplarına göre, burcumun en belirgin özelliği sabırsız ve maymun iştahlı olmasıdır. Bu yorumun eksik olduğunu düşünmüşümdür. Aslında, iştahlı bir merakın yeterince ve zamanında doyurulmaması, merak edilene karşı zamanla bir ilgisizlik yaratır. Dikkatiniz başka bir yere yönelir. Günler geçiyor, mesajıma bir türlü yanıt gelmiyordu. Vakit geçtikçe hevesim de azalmaya başlıyordu. Önceleri günde birkaç kez mesajlarımı kontrol ederken, artık aklıma geldikçe bakmaya başlamıştım. Yanıtı günlerce gelmeyen bir mesaj, beslenmediği için kenara atılan meraklar arasında yerini almıştı. Neredeyse tamamen aklımdan çıkmışken bir yeni mesajımın olduğunu gördüm. Aylardan Kasım'dı.
Dilara Mete
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
DİLLERİM ZÂRA DÜŞTÜ
Sermestim aşkın elinden, bilmezem nerdeyim
Bir vefasız yâr aşkına dillerim zâra düştü
Her nefeste anarım ismini muhabbetle
Ruhum koşar peşinden, bedenim dâra düştü
Ah, bir kez baksaydı yüzüme yeterdi amma
O hep güldü ağyara, düşmanlar kâra düştü
Böyleymiş aşkın kanunu anladım sonunda
Güller bayram eylerken bülbüller hâra düştü
Ne desem tesir etmez, yâr kapatmış gönlünü
Bitirdim işte sözüm, kalemim nâra düştü…
Ömer Kemiksiz
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bazı programlar vardır. Bilgisayara kurmak, istediğiniz zaman kaldırmak veya başka bir bilgisayarda çalışmasını sağlamak genellikle zor gelir; ama onlarsız da yapamazsınız. http://portableapps.com/ web sayfasında en çok ihtiyaç duyulan bilgisayar programlarının taşınabilir versiyonlarını bulabiliyorsunuz. Bu programları sadece taşınabilir disk ya da usb flash belleğinizde taşıyıp, istediğiniz herhangi bir bilgisayara bağlayıp kurulum yapmadan çalıştırıp kullanabilirsiniz.
http://www.bubblebox.com/ Tamamen İngilizce olmasına rağmen Türk çocukları arasında yaygın olarak kullanılan bir online oyun sitesi. Çocuklarımız hangi oyunları oynuyor diyen anne ve babalara tavsiye ediyorum. Ve tabi ki oyun meraklılarını da unutmamak lazım.
Aradığınız bir bilgiyi, tam bulduğunuzu sandığınız anda karşınıza üye olmayan giremez ve hatta, girse bile bilgilere ulaşamaz şeklinde bir uyarı ekranıyla karşılaşırsınız. İşte bunlara önlem olarak, http://www.bugmenot.com/ web sayfası sizin için neredeyse tüm üyelik gerektiren web sayfalarına üye oluyor ve size kullanmanız için üye adı ve şifresi sunuyor. Böylece, acaba ben bu web sitesine üye miydim? Ya da üyelik için bu kadar soruya cevap vermek zorunda mıyım? Gibi soru ve sorunlarla uğraşmıyorsunuz.
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|