|
|
|
16 Ocak 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : "Aydın" olmanın gereği!.. |
Merhabalar
Hoş mu değil mi bilmiyorum ama, 11 Eylül'den sonra gerçek bir uçak kazasını canlı izleme şansını yakalayanlardanım. CNN'de kurtarma operasyonunu, kurtulan yolcularla yapılan söyleşileri, hepsini canlı canlı izledim, epeyce ilginçti. Güzel olan, herkesin kurtulmuş olmasıydı kuşkusuz. Ne yazık ki, kazalar hep böyle mutlu sonla bitmiyor. Tıpkı memleketimizin yaşadığı demokrasi kazaları gibi.
Son günlerde konuştuğum dostların istisnasız hepsinden azar işitiyorum. En azından şaka yollu bir destur çekme ihtiyacı hissediyorlar. Nedeni, hasbelkader burada yazdığım, bence önemli ama belki sizce incir çekirdeğini bile doldurmayacak irilikte ipe sapa gelmez cümlelerim. Yalnız dikkat çekici olan, kimsenin fikirlerle ilgilenmediği aksine zikredilen fikirlerin muhtemel sonuçlarına dikkat çekmek istedikleri gerçeği. Yani son günlerin rağbet gören tabiriyle, yaratılan "Korku İmparatorluğu"nun başıma iş açmasından korkmaları. Abartıyorlar tabi, sağolsunlar.
Kamplaşma almış başını yürümüş memlekette biliyoruz ama bir de algılama ve uygulama açısından bölünmüşlüğümüz var ki, işte burası çok önemli. Büyükçe bir yüzdenin, okumak ya da okuduğunu anlamak gibi bir kaygısı yok. Onlar, seyrettikleri ve işittikleriyle yetinebilen vatandaşlarımız. Bunlar için birtakım insanların televizyonlarda çıkıp birşeyler söylemesi algılama için gerek ve yeter şart. Çoğunluğu gazetelerde manşetin altına tahammül edemeyen sınıfa giriyor. Bunu çok iyi bilen medya da sırf bu nedenle manşet atıp tutma yarışında örneğin. Bunlar için, Ergenekon memleketi çökertmek isteyen bir terör örgütü, Türkiye krizi teğetten yemiş ama yıkılmamış bir büyük ülke, Tayyip Bey İsrail düşmanı, Fethullah Hoca kendini eğitime adamış bir mümin, AKP demokrasinin sadık bekçisi, Baykal hizipçi,vs. Gene aynı yüzdenin, "Bana dokunmayan bin yaşasın." mantığıyla sesi soluğu da kesilmiş durumda. Zamanı gelince gider oyumu veririm gerisine karışmam diyor. Geri kalanlar, birkaç büyük parçaya bölünmüş olsa da, gözleme, fikir yürütme, fikirlerini paylaşma, okuma, okuduğunu anlama, olan biteni yargılama, sonuca varma gibi meziyetlere sahip hiç olmazsa. Bunlara halk arasında "Aydın" dendiği de oluyor. Fikri ne olursa olsun, fikrini paylaşma cesaretini gösteren herkes aydın olmayı hakediyor. Ama bu sınıfa girdiği halde sessiz kalmayı seçmenin de haklı bir tarafı yok maalesef.
İletişimin en son kaynaklarını kullanan biz Kahve Molası okuyucularının da bu "Aydın" olma ayrıcalığını sonuna kadar kullanmaları gerekir diye düşünmekteyim. Özetle, gelişen Dünyada, hele hele benim eşsiz memleketimde, beyni çalışan, baktığını gören, gördüğünü anlayan hiç kimsenin sessiz kalma hakkı yok. İlla sokaklarda bağırmak gerekmiyor. Tepki göstermenin, fikri savunmanın bin türlü yolu var. Uygun olanı seçip bir adım önde olmaya çalışmalı diyorum. Asıl tehlike, sinmişlerin, bıkmışların henüz o raddeye gelmemiş olanları da yanlarına çekmesidir. Oysa tam tersi olmalı. Sinerek, korkarak, çıkar peşinde koşarak bu güzelim memlekette insan gibi yaşamanın olanağı yok. Kendiniz için vazgeçtiyseniz bile, çocuklarınız için gayret göstermelisiniz. Korkunun ecele faydası yok. O nedenle, beni okuyan bir kişi kalana kadar, haddimi aşmadan, yetmiş milyon okuyormuşcasına yazmaya paylaşmaya devam diyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÇEVREMİZİ TANIYALIM - 15 |
|
Yeni yetmeliğimin beni hırpaladığı yıllarda kasabamızda bir batak mahalle salgını başlamıştı. Bütün sokaklar birbiri ardına Batak Mahalle adı ile etiketleniyordu. Batak mahalle etiketini biraz kazıdığınız zaman altından racon bölgesi anlamı çıkıyordu. Daha geniş bir açılımla başka mahalleden gelip bizim sokaklarımızda bağırıp çağıramazsınız, kavga edemezsiniz, kızlarımıza asılamazsınız. Yanlış yaparsanız alırsınız boyunuzun ölçüsünü, o kadar…
Şimdi Batak Mahalle modasının nereden çıktığını çok iyi anımsamıyorum. Belki bir sinema filminin ardında bıraktığı esinti böyle bir şeye neden olmuştu. O yıllarda Yılmaz Güney çok ünlüydü. Bir de Erkin Koray şarkıları ve delikanlılık… Aslına bakarsanız kasabamızda topu topu iki mahalle vardı. Zarfların üzerine sadece Yedi Eylül ya da Kurtuluş Mahhalesi yazabilirdik. Nüfusu dört bin beş yüz kadar olan bir kasabayı da kırk mahalleye bölemezdiniz ya. Gençler kendi sokaklarını ve o sokağa bağlanan birkaç ara sokağı da içine katarak kendilerince mahalleler çizerlerdi. Burası bizim mahalle derlerdi. Sonraları bu mahallelerin her birinde de bir Çamur Şevket yaratıldı. Çamur Şevket tipi de sinemanın Kazım Kartal'ı ile Erol TAŞ'ının ortak harmanı gibi bir kişilikti.
Bu rüzgârın yarattığı etkiye kapılıp kabadayılık özentisi sokakları sarmadan önce de kabadayılar vardı. Bunların en ünlüsü Siyah Ali'ydi. Siyah ya da kara Ali esmer bile değildi. Haraç almak, yol kesmek, karı kıza sataşmak türünden suç eğilimli birisi de sayılmazdı. Bütün namı düğünlerde kavga çıkarmak, içkiliyken ayarsız davranmaktan oluşuyordu. Anne ve babası kendi halinde etliye sütlüye karışmayan son derece saygın kişilerdi. Oğullarının berduşluğundan başka hiçbir sorunları yoktu. Bir it bir, bir deriyi sürür deyip bunu evlendirdiler. Ev, ocak sahibi birisi kabadayılık yapamazdı. İlk başlarda faydası da oldu. Sokaklardan el etek çeken kabadayı meğer evde hıncını karısından çıkarmaya başlamış. Kimsenin ettiği kimsenin yanına kalmaz.
Bir sabah duyuldu ki bizim namlı kabadayı gece eşek sudan gelinceye kadar dövülmüş. Turşusunu çıkarmışlar, hastanelik olmuş. İşin içinde karısının ağabeyi vardı. Ama yanında başkaları da var mı? Duyan, gören yok. Gece kahve dönüşü kesmişler yolunu. O yıllarda belediye kaldırımlara yeni fidanlar dikmişti. Onları korumak için etraflarına çakılan kafeslerin dört ayağında kalınca kazıklar vardı. Anlatılanlara göre o kafes kazıklarının birini söküp kabadayının sırtında kırmışlar. Koskoca Siyah Ali karakola gidip beni dövdüler diyecek değil ya… Mecburen sineye çekecek. Yedeği dayak yanına kar kaldı. Kırık çıkık, ezik çürük içinde evinde uzunca bir zaman istirahat eyledi. Bu olaydan sonra bir daha kimse onun kabadayılığını duymadı, görmedi. Boşuna dememişler dayak cennetten çıkmadır diye.
Siyah Ali kasabanın tek kabadayısı değildi. Onlar altı yedi delikanlıdan oluşan bir gruptular. Evlenip çoluk çocuğa karışan bu şamatadan uzaklaştı. Biz büyürken birer birer kendilerini tasfiye ettiler. Onların zamanında bu işin kendine göre bir tadı, tuzu vardı. Sinsice saldırmak, arkadan vurup bıçaklamak, pusu kurmak gibi taktikler yoktu. Kavga gelmeden önce geliyorum diye bağırdığı için çoğunlukla araya girenler gerginliği savuşturmada etkili olurlardı. Batak Mahalle dönemi başladığı zaman delikanlılık masumiyetini yitirdi. İşin içine çamur girdi. Kavganın kuralları yıkıldı. Yine aynı yıllarda daha çok öğrenciler üzerinden sokaklara akan siyasi kavgalar dönemi başladı.
Diğer mahalleler bir yana bizim mahalle gerçekten batak mahalleydi. Ayıtlı Dere sokağımızı kasabadan ayırıyor, bizi öteki mahalle yapıyordu. Kış mevsiminin yağışlı günlerinde dere komşu bahçelere kadar yayılıyordu. Yaz akşamlarının en acımasız sivrisirek saldırıları da bizim sokağımızda yaşanırdı. Kapı önünde oturan insanlar bu salgından biraz olsun kurtulabilmek için kapı önlerinde kurumuş at, inek gübresi yakarlardı. Yaz akşamları sabaha kadar kurbağa konserleri dinleyerek uyurduk. Dere kıyısında eski sepetlerle balık yavruları yakalardık. Sazların arasında ördek yumurtaları bulurduk. Önce dereye zeytinyağı fabrikasından çıkan kara sular bırakılmaya başlandı. Sonra bu bataklığın önüne geçmek için dereyi beton bir kanalın içine hapsettiler. Ne balık kaldı, ne kurbağa… Beton kanala ördekler bile inemiyordu. Derenin ardından sokaklar da beton oldu. Kaldırımlar yapıldı. Köşe başlarına sokak lambaları dikildi. Sokaklardan her gün gelip geçen at arabaları gitgide azalmaya başladı. Çünkü onlar demir tekerlekliydi. Beton yollara demir tekerlekli araçların girmesi yasaktı. Şimdi o zamanlara dair zihnimde kocaman bir boşluk var. Sanki ansızın büyüyüverdik ve bambaşka oluverdi dünya…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu |
VATANDAŞIM NAZIM HİKMET
Kadın kürsüde ağlıyordu.
"Saçlarım tutuştu önce
Gözlerim yandı kavruldu
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu"
Yüreğinde çığlık çığlığa yaralı, parça parça, kömürleşmiş ölü Filistinli çocukların acısı.
Oysa şair, Filistinli çocukları görmemişti.
"Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım
Büyümez ölü çocuklar"
Filistinli çocukları görseydi eğer, onlar için de yazardı aynı dizeleri. Çünkü o din, dil, ırk ayrımı bilmezdi. Bu yüzden vatanına hasret ölümü reva görmüşlerdi ona.
Bu ne yaman çelişkiydi ki onun şiirini okurken gözyaşı döken kadın, şairin kimliğine vatansız mührü vuranların izinden yürüyerek çıkmıştı o kürsüye.
***
On yıl kadar önceydi. Bir grup öğrencimle Börklüce Mustafa'nın Karaburun Dağlarına öğrenmeye çıkmıştık.
Etkinliğin bir aşamasında öğrencilerimiz gruplar halinde doğada yön bulma çalışması yapacaklardı. Kendilerine tepelerin ardında dibinde taş oluk bulunan bir çınar hedef olarak verilmişti.
"Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak. "
Çınara ulaşan herkes önce oluğa dayayıp başını şırıl şırıl akan sudan kana kana su içti. Kan ve su Karaburun'undan tarihin belleğine bırakılan bir öykünün iki simgesiydi:
"Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp"
…
Şair, işte bu Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı'nın dizelerini de tıpkı Hiroşimalı çocuklardaki gibi acıyı iliklerinde hissederek yazmıştı. Günlerce kan akmıştı dereler. Nereden bilecekti bu gençler. Devlet- Alî'yi yönetenlere karşı çıkmanın bedelinin ne yaman ölüm olduğunu. Nerden bileceklerdi Karaburun nergislerinin yüzyıllardır Börklüce Mustafa ve sekiz bin yoldaşının acısıyla kokulandığını.
***
Aşağıda Karaburun ve Saip ve uzaklarda belli belirsiz Foça. Ortasında Körfez'in masmavi ağzı… İşte bu Nazım'ın hasreti yurt, Anadolu…
O ulu çınarın gölgesinde kumanyalarımızı yerken içlerinden biri, hâttâ en ummadığım bir kız çocuğu sokuluyor kulağıma ve fısıldıyor:
- Nazım'ın Çınarı diyelim bu çınara.
Şaşkın, ürkek ve tedirginim.
Öyle ya, gizli okumalarımın ilk adı, yurt ve halk sevgimin ustasıydı Nazım. Sınıfa onun kitaplarını götürdüm diye (Oysa götürmemiştim.) bugün Nazım'a vatandaşlığını lütfedenlerin önderleri tarafından sorgulanmış, öğretmenliğimi sürgünlerle geçirmiştim. "Bu çocuk, ajan mıydı yoksa?"
"Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse,
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş da istemez hani..."
Anadolu'nun en batısında yüzü Anadolu'ya dönük bu çınarın adı neden o kız çocuğunun önerdiği ad olmasın.
O gün hep birlikte, Anadolu'da her çınarın bir Yunus, bir Bedrettin, bir Pir Sultan, bir Dadal, bir Metin Altıok olduğunu bilerek o çınara "Nazım'ın Çınarı" dedik.
"Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini...
Yenildiler."
Biz de yenildik.
Şimdi Nazım'ı el yurdunda ölüme mahkûm edenlerin çırağı bir adam, ona vatandaşlık bağışlayarak, bir kadın da onun şiirini gözü yaşlı okuyarak açılım yapıyorlar. Sevgili liboşlarımız da bunun ne büyük bir demokratlık olduğunu bizlere yutturmak için takla atmaya devam ediyorlar.
Yani bizlerden oy istiyorlar…
OY, OY!
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu |
Şimdi Yüreğimde Rumeli Türküsü… Hatıralarımda Anneannemin Evi…
Küçüklüğümün yaz tatillerini hatırlıyorum. Şehirden köye anneanneme giderdim. Anneannemin evi, köy meydanında bulunan eski caminin karşısındaydı. Çok eski ve iki katlı büyük bir evdi. Solgun kiremitleri, kerpiç sıvalı beyaz duvarları ve büyük bir araziye yayılmış kocaman bahçesi vardı. Bu araziyi çevreleyen beyaz badanalı dış duvarlar vardı. Ne zaman o eve gitsem yüreğim hızla çarpar, evin değişik havası, yıllardan kalma eski kokusu ve görkemli görüntüsü beni adeta büyülerdi.
Evin önündeki demir dış kapıdan avluya girdiğimde, her gelen misafire "hoş geldin" dermişçesine gülerek karşılayan büyük bahçesi, beni de diğer misafirleri karşıladığı gibi karşılardı. Her mevsimin çiçeği olan bu bahçeyi hiçbir zaman unutamam. Beyaz kardelenler, mor sümbüller, kan kırmızı kasımpatılar, koca yapraklı papatyalar, her renkten laleler… Hangi çiçekler yoktu ki? Bahçenin üzerinde ise çatı gibi duran yaşlı asmada, üzüm zamanı geldiğinde salkım salkım beyaz iri üzümler sallanırdı. O zaman üzümlere yetişmek için neler yapmazdım?
Erkenden kalktığım sabah vakitleri hala gözümde canlanır. Kuşların cıvıl cıvıl sesleri ve horozların sanki birbirleriyle yarışan ötüşleri ile uyanırdım. Çatının sulukları altında yuva yapmış güvercinlerin sabahları daha çok duyulan guguk sesleri, yatağımdan kalkmadan önce bana ninni gibi gelirdi. Yaz vakti de olsa sabahlar serin olurdu. Kapıya çıktığımda rüzgarın soğuk esintisi bedenimi titreterek uyandırırdı beni. Köy etrafındaki korulardan ve kırlardan gelen havayı gerinerek içime çekerdim. Hele de yağmurlu bir gecenin ardındaki sabahlarda, bu kır havasına mis gibi toprak kokusu karışırdı. Kapı önünde çiğden ıslanmış kocaman pabuçları yalınayak giyer, kır çeşmesine koşardım. Sokak kapısının hemen yanında, duvarları taşla örülmüş bu eski çeşme, yaz sıcağında bunalmış olan biz çocukları sulardı. Sokaktaki oyunumuzu yarıda bırakıp koşa koşa bu çeşmenin başına dikilir, anneannemin "yorgunken soğuk su içmeyin, hasta olursunuz" ikazlarına rağmen sıra sıra dizilerek kirli küçük ellerimizin avuçları ile ya da ağzımızı çeşmenin altına tutup soğuk suyundan kana kana içerdik. Bu çeşme, sadece bizim değil, evin önünden geçen susamış köy insanının da bazen susuzluğunu giderirdi. Kim bilir kaç kişinin gönlünü aldı soğuk suyuyla?
Evin etrafında bir sürü meyva ağacı vardı. Büyük bahçenin uzağında bulunan gövdesi uzun köstendil erik ağacının dalları boynu bükük gibi sarkardı kara toprağa. Hemen yanında ise anneannemin kurduğu dört tane mavi boyalı arı kovanı vardı. Arı korkusundan hiç gitmezdik oraya. Zamanı gelince anneannemin çıkardığı taptaze petek balları, ne kadar da lezzetli olurdu. Ne de olsa o görkemli bahçenin çiçekleriydi balın kaynağı.
Evin yan cephesinde bulunan bir solukta tırmandığımız kamburu çıkmış zeytin karası meyve veren dut ağacını hatırlıyorum. Bu ağaca çıkmak kolay olduğundan, tepesine kadar çıkar, daldan dala sincapçılık oynardık. Onun hemen yanındaki yaşlı ağacın kocaman dalında yaz kış bağlı duran örgüsü kalın halattan yapılma salıncak vardı. Anneannem bayramlarda yorulana kadar sallardı bizi bu eski salıncakta. Sallanırken bazen korkar ama yine de mutluluktan uçardık. Bu eğlence şarkının uzunluğuna göre olurdu. Salıncağa kim binse söylediği şarkının uzunluğuna göre sallanır, bazen de söylenen şarkı, mırıltıların oluşturduğu nakaratlarla uzayıp giderdi. Çünkü salıncakta sallanmanın verdiği doyumsuz huzur ile sallanan biz çocuklar, salıncaktan inmek istemezdik.
Gövdesi çok kalın olmayan bir elma ağacı vardı. Amasya elması büyüklüğündeki çıtır elmalar çok lezzetliydi. Kokusu olan bu elmalar olgunlaştıklarında ağaçtan toplanır, saman dolu ağaç sandıkların içine konulurdu. Bu sandıklar tavan arasına ya da kışlık yiyeceklerin depolandığı evin arka tarafında bulunan kilere konulurdu. Kilitli olan bu rutubet kokulu kilere, bir merdiven indikten sonra küçük tahta kapısından eğilerek girilirdi. Ne zaman kilere girsem, gözlerim komposto kavanozlarının ve ıvır zıvır şeylerin dizili olduğu tozlu rafların arasındaki karanlık köşelere takılırdı. Bu karanlık köşelerde korkutucu ve gizemli dünyaların varlığını düşünerek hayal gücümün çocuk ruhumda yarattığı korkuya yenilirdim. Çok fazla oyalanmadan kilerden çıkardım ve hızlı adımlarla yada koşarak oradan uzaklaşırdım.
Evin arka kısmında eve yapışık gibi duran eskiden dükkan olarak kullanılmış büyük bir oda vardı. Bu odada iki tane yan yana konmuş kuzine, yanlarında dizilmiş odunlar, bir karyola, yuvarlak büyük bir sini vardı. Yere, bazı yerleri yırtık eski bir hasır, hasırın üzerine rengi solmuş el dokuması kilimler serilmişti. Bu odada yemekler pişirilir ve yenilirdi, bunun için de odadan içeri girdiğimde keskin baharat kokusu burnumu yakardı. Odayı aydınlatan iki pencereden birinin önünde uzunlamasına kocaman tahta bir masa vardı. Bu masanın üzeri ve altı un, tuz, şeker, tahıl, kuru baklagiller, baharatlar gibi değişik yiyecek stokları ile doluydu. Diğer pencere ise yan yana duran kuzinelerin yanındaydı ve önü boştu. Pencerenin geniş bir iç pervazı vardı ve anneannem buraya bir yastık koyar beni ve bir kuzenimi oturturdu. Kiraz ağacının gelin gibi süzülerek pencereye sarkan dallarının arasından caminin ahşap minaresi görülürdü. Ramazan zamanları, tahta minarenin tepesindeki kırmızı ışık yandığında, anneanneme iftar vaktini haber verirdik. Odadan dışarıya çıkınca büyük bir saçak altında üst üste yığılmış çeşitli tarım aletleri vardı. Büyük küçük komposto ve salça kazanları, köy yaşamının vazgeçilmez eşyaları saçak altında bir köşeye yerleştirilmişti. Oda kapısının yaklaşık beş adım ilerisinde, dışı beyaz badanalı içi kapkara görünen odun fırını vardı. Daha çok bayramlarda kullanılan bu yaşlı fırında evin önüne kadar kokusu yayılan kocaman yuvarlak ekmekler pişirilirdi. Taptaze sıcacık ekmeğin lezzetine doyum olmazdı.
Anneannemin hayvanat bahçesini hatırlıyorum. Ördekler, kuzular, keçiler, tavuklar, horozlar, inekler gezinirdi bu bahçede. Hepsinin de küçük ayrı evleri vardı. Akşam vakti, güneş batmadan koyunlar, kuzular ve inekler, anneannemin bilerek aralık bıraktığı, evin arka tarafında kalan yeşil renkli büyük ahşap bahçe kapısından içeri girerlerdi. Hepsi yerini bildikleri barınaklarına gider ve sanki tüm gün otlakta ne yaptıklarını anlatıyormuşçasına "me"lerler, "mu"larlardı. Gündüzleri ben tavukların küçük ve karanlık kümeslerine yumurta toplamak için girerdim. Anneannemden saklı tavuklara mısır atardım. Küçük köpek kulubesi de hayvanların olduğu yerde dururdu. Köpeğe de tavuklara yaptığım gibi gizli gizli şeker atardım. Yaz vakti bu büyük evde ve bahçede zaman işte böyle güzel geçerdi.
Şimdi yüreğimde Rumeli türküsü… Hatıralarımda anneannemin evi…
Bütün kalbimle özlüyorum o günleri. Özlüyorum o günlerimin geçtiği evi. Yine o bahçede koşmak, mis gibi çiçekleri koklamak, sabahın içimi titreten soğuk rüzgarını hissetmek, yağmurlu bir günün ardındaki toprak kokusunu içime doya doya çekmek, yalnızlığıyla baş başa kalmış kır çeşmesinin serin suyundan kana kana içmek isterdim. Anneannemin yaşlı fırınından çıkan taptaze ve sıcacık ekmeklerin kokusunu almak, lezzetini yine tatmak isterdim. Tavuklara mısır atmak, dut ağacına tırmanmak ve kocaman daldaki kalın örgülü salıncakta dudaklarımdan sevinçle dökülen şarkımın sonuna kadar sallanmak isterdim.
Artık ne o günlere geri dönebilir ne de o evi görebilirim. Evet! Beni büyüleyen o ev şimdi çok uzaklarda. Hatıralarımda, özlemimde ve kalbimde. Küçüklüğümün geçtiği ve hayatımın en güzel anlarını yaşadığım o evin yerinde şimdi, eski günlerin yıprattığı yaşlı bir rüzgar esiyor. Yaşlı ve yorgun rüzgarın eski ve yıllanmış kokusuyla estiği bu topraklarda bir zamanlar bütün görkemiyle yaşayan o eski eve ulaşamam, dokunamam ve onu göremem. Sadece eskilerden getirdiği ona ait rüzgarıyla onun hayalini hissedebilirim.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Gözlerin Gözlerime Değince Felaketim Olurdu... -3
ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜM
-Gözlerin gözlerime değince felaketim olurdu, ağlardım-
Attila İlhan
''Neden?'' Gelen tek kelimeye defalarca baktım, baktım. Nedeni anlatmak için binlerce cümle kurabilirdim aslında. Sayfalarca yazardım da, anlatabilir miydim gerçeği? Beni hiç tanımayan birine O'nu ilk gördüğümde yaşadıklarımı anlatmak garip değil miydi? Kendim bile yaptıklarımı şaşkınlıkla seyrederken, huyunu suyunu bilmediğim biri deli olduğumu düşünse yeriydi. O gün cevap vermedim. Sonra ki birkaç günde. Hazır içimdeki sesler sakinleşmişken böyle kalsaydı işte. Ama engel olamadım kendime. O ılık Akdeniz gecesi duygusundan uzakta, biraz da umarsız bir cevap verdim. Nedenini açıklamama gerek yoktu, çünkü artık zaman aşımına uğramıştı. Bu kez günlerce bekleme gerek kalmadan aynı gün biraz da sitemli ikinci mesajımı almıştım. Anlaşılan tek meraklı ben değildim. Kediyi merak öldürürdü de bilmediğim, tatmin geri getirecek miydi?
Aşk aslında bir yanılsama değil midir? Sizin bir aşk hayaliniz vardır ve beğendiğiniz kişiyi getirip o hayalin ortasına oturtursunuz. O hayale uygun olup olmadığına bakmaksızın. O'na roller biçer, huylar dikersiniz. Gerçekle hayal iç içe geçmeye başlar. Aslında aşık olduğunuz , kurguladıklarınız mıdır? Birini; yaldızları kazındıktan sonra ortaya çıkan tüm çıplaklığı, defoları, travmaları ile de sevebilmek henüz yaşlanmamış zamanların işi midir? Saflığınızın henüz güvensizlikle yer değiştirmediği yaşlarda mı kendini koşulsuz aşka bırakır insan? O zamanlarda mı yiğit bir savaşçı gibi karşısına çıkan engellerle korkusuzca ve sabırla mücadele edebilir? Bense, bir savaşçının kılıcını toprağa saplayıp artık pes ettiğini söylemesi ne demek biliyordum...
O sabah her zamankinden erken uyandım. Aslında sabahları çok zor uyanır ve sıcak yatağımla vedalaşmakta güçlük çekerim. Bu sabah diğer sabahlara benzemiyordu. Karanlık, sisli, soğuk bir sabaha içimdeki güneşle sıcacık kalktım. Yeni bir yılın bu ilk günlerinde, hayatımda yeni bir sayfa açılacak mıydı? Heyecanlıydım, hem de çok. Aylar sonra bugün ilk kez yüz yüze gelecektik. '' Bir daha mı ? Asla'' derken ansızın kapımı çalan bu karmakarışık duyguların sağlaması yapılacaktı sanki. ''Acaba umduğum gibi mi?'' '' Beni beğenecek mi?'' soruları beynimde dönüp duruyor, midemde kelebekler uçuşuyordu. O anı o kadar çok kurgulamıştım ki, hangisi gerçek, hangisi hayal karıştırıyordum. Yıllar sonra hatırlandığında; birlikte güleceğimiz tatlı bir hatıra mı olacak yoksa iç burkan kırık dökük detaylara mı dönüşecekti?
O soğuk Ocak gününü tüm detayları ile hatırlıyorum. Özenle hazırlanmıştım. Heyecanlıydım, hem de çok. Vakit geçmek bilmiyor, sabırsızlığım sesime yansıyor, bana her bakan bu halimin sebebini anlayacak sanıyordum. Ellerim buz gibiydi ve konuşulan kelimeler beynime ulaşmıyor, bir uğultu gibi havada uçuşup duruyordu. İşyerinde değil, başka bir yerde, bir rüyada gibiydim. Neler konuşulacağını kafamda tasarlıyor, nasıl göründüğümle ilgili endişeleniyor, o ilk karşılaşmayı tahayyül etmeye çalışıyordum. Toplantıyı yapacağımız odada bunları düşünürken sesini duydum. Gelmişti. Dışarda birkaç adım ötemdeydi. Artık yüzyüze gelme vaktiydi ama ben sanki sesimi yitirmiş ve sonsuza kadar konuşamayacakmış gibi hissediyordum. Ayağa kalkıp eteğimle beraber cesaretimi de düzelttim. Gülümseyerek odadan çıkıp elimi uzattım. Tokalaşıp öpüşürken bu kokuyu, bu teni yıllardır tanıdığımı biliyordum.
O gün, akşama kadar işi gücü bırakıp konuşmuştuk. Aylardır beynimde anafor gibi dönüp duran sorular, cevaplarını bulmaya başlamıştı. Rahatlamıştım, beni beğenmişti. Beğenmiş olmasına beğenmişti de, bende ki karşılığı denk miydi? Bazı ilişkilerin yolu, beklentiler sapağında birbirinden ayrılıyordu. Yolun bir tarafı duygusal bir ilişki istemiyorum karayoluna bağlanırken, diğer yolda; özlemek, merak etmek, ben değil biz olmak vardı. Ben ikinci yoldan gitmek istiyordum. Duygusallığı dibine kadar yaşamak isterken, ''duygusal bir ilişki yaşamak istemiyorum'' cümlesi kalın bir duvar gibi önümde set çekmişti. Oysa ben coşmalı, gürül gürül çağlamalıydım. Bunca yıldır biriktirdiğim, kimselere göstermediğim tüm güzel duygularımı sağanak bir yağmur gibi yağdırmak, sevgi dolu cümleler kurmak, mutlulukları paylaşarak çoğaltmak istiyordum. Akşamları tarçınlı kurabiye kokan bir evin kapısını gülümseyerek açmak, gününün nasıl geçtiğini sormak, televizyon karşısında birbirimize sarılıp uyuyakalmanın hayali bile içimi ısıtıyordu. Ruhların iç içe geçişini yaşamak dururken, duygularından sıyrılmış bir ilişkiyi hayal etmekte zorlanıyordum. Aslında istediğim, iyi günde kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, zenginlikte yoksullukta yanyana olmak, aşkın altın vuruşunu yapmaktı.
Erkeklerin doymak bilmez oburluklarının sebebi neydi? Dünyada kaç çeşit ten, kaç çeşit pozisyon vardı ki, tüm kadınların tadına bakmak isterlerdi? Hem güvenli yuvalarında onları bekleyen, her türlü kaprislerine boyun eğen, yılların alışkanlığı garantili kadınlarını el altında tutar, hemde tekrarlaya tekrarlaya kendilerinin bile artık gerçek olduğuna inandıkları-aslında artık sevmiyorum ama vicdanen onu terk edemem- yalanları ile ikinci, üçüncü, beşinci kadınları hayatlarına sokmaya çalışırlar. Erkeklerin vicdanı esas kadınların tekelinde miydi? Kimbilir hangi önyargılarla yaftalanıp, sadece arka bahçede oynamalarına izin verilen diğer kadınlar, bu vicdandan nasiplenemezler miydi? Hem pastam tamam dursun ama karnım da doysun düşüncesi, erkeklerin doğuştan gelen özellikleri miydi? Yıllar içerisinde kendilerini geliştirip, bu konuda eğitirken; en ufak bir acı karşısında, fabrika ayarlarına geri mi dönüyorlardı?
Gözlerimin içine bakacak birini arıyordum ben. Merak edecek, sahiplenecek, özleyecek. İşte benim kadınım diyerek gururla elimi tutacak birini. En haşin kavgalardan sonra bile tutkuyla sevişebilecek, ufak bir rüzgarda, iskambil kağıtlarından yapılan evler gibi ilişkiyi yıkıma sürüklemeyecek birini. Aşk ve sevgi büyümek için emek ister. Birlikte emek harcayabileceğimiz; aynı yolda, aynı amaç için yanyana yürüyebileceğim birini arıyordum ben. Birimiz yorulduğumuzda, diğerinin huzurla dinlendirdiği bir ilişkiyi bulmak imkansız mıydı? Birimiz bir taşa takılıp düşmeye başladığında, diğerinin tutabileceğine güvenmek çok mu zordu? Çok mu yüksekti beklentilerim?
Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kim bilebilirdi? Bir tarafta beklentiler, bir tarafta gerçekler birbiriyle kıyasıya çarpışıyordu. Gerçeğin acımasız soğukluğu iliklerime işlerken, kalbim inatla işaretlere inanmamı söylüyordu. Israrla -bir ilişki nasıl başlarsa öyle gider- inancını aklımdan silmeye çalışıyordum. Kendimle savaşıyordum. Bir insanı bu kadar çok hayatımda isterken, ne kadar direnç gösterebilirdim? Nereye kadar kendime engel olabilirdim bu maceraya atılmamak için? Sonunda karar verdim. İşaretlere ve yalanlara inanacaktım.
Soğuk bir Şubat günü buluşmaya karar verdik. İstanbul karla bembeyaz süslenmiş, tazelenmişti. Gideceğimiz kafeye yürürken, karlar yüzümde, saçlarımda eriyor; soğuğunun değil, gecenin getireceklerinin heyecanı ile üşüyüp, titriyordum. Ertesi gün sevgililer günüydü. Kıpkırmızı dekorlarla süslenmiş mağazaların vitrinine bakarken cama yansıyan aksimi gördüm. Gözlerimdeki ışıltı, yaptığımı onaylar gibiydi. Doğru veya yanlış bir seçim yapmıştım. Sonu ne olursa olsun, davranışımla barıştım ve kendimi kaderin bana çizdiği yola bıraktım.
İlk kez tatil yapmak için değil, gizli bir gece geçirmek için bir otele giriyordum. Solak olduğunu bile o gece otele giriş belgesini doldururken öğrendiğim, hakkında aslında çok da bilgiye sahip olmadığım bir erkekle, geceyi bu otelde geçirecektim. Hergün onlarca üçüncü sayfa haberi çıkaran bir ülkede yaşadığım halde, bu geceye ait içimde en ufak bir korku yoktu ama bir yay kadar gergindim. O gece yemekte aldığım alkol bile gevşememi sağlayamamıştı. Zaten alkolün vereceği zihin bulanıklığını istemiyordum. O geceye ait her anı tüm gerçekliğiyle yaşamak, hafızama hapsetmek istiyordum. Asansörle odaya çıkarken geçen birkaç dakika, birkaç saat gibi gelmişti. Kendimi binbir gece masallarındaki Şehrazat gibi hissediyordum. Kalbim biraz sonra yerinden fırlayıp uçacak bir kuş gibi çırpınıyor, nefes almakta zorlanıyordum. Odanın kapısına geldiğimizde, konuşmak zorunda kalsam kendi sesimi duyamayacak gibiydim ama içeri girer girmez mucizevi bir şekilde rahatladım.
Ortamdaki garip sessizliği bozmak için, herkesin yapacağı gibi televizyonu açtık. Bir kanalda o günkü iç karartıcı haberler okunurken, biraz pencereden şehrin ışıklarını seyrettik. Bir taraftan da, bir saat önce susmayacakmışcasına konuşanlar biz değilmişiz gibi, kopuk kopuk cümlelerle sohbet etmeye çalışıyorduk. Nihayet cesaretini toplayıp yatağa uzandı. Kolumdan tutup beni yanına çekti. Dudakları dudaklarıma değdiğinde, bir kor tüm vücudumu sarmıştı. Bu tadı, bu kokuyu yıllardır biliyor gibiydim. Beni soyup, teni tenime değdiğinde ürperdim, terledim, titredim, tutuştum. Yüzlerce farklı duyguyu aynı anda yaşıyordum. Bazen hoyrat, bazen yumuşak dokunuşları hiç bitmesin, sonsuza dek sürsün istedim. Ilık bir ıslaklıkla, sıcak teni bedenimi sarmalarken, o sonsuz yeşilde kayboldum. O, sevişmelerden yorgun düşüp kendini tatlı bir uykuya teslim ederken, ben tek bir saniyesini bile uykuda harcamak istemedim. O gece; sabaha kadar bana sımsıkı sarılıp, elimi hiç bırakmadan tutarken, bu saatleri, bin muhteşem sevişmeye tercih edeceğimi düşündüm.
O geceden sonra; başka gecelerimiz, başka sevişmelerimiz oldu. Zaman geçti, mevsimler değişti. En güzel rüyalarımı O'nunla uyurken gördüm. En tatlı uykularımı, sanki hiç bırakmayacakmış gibi sarıldığında, kollarında uyudum. O kısacık, çalınmış gecelerde varlığı ruhumda ılık bir nefes gibiyken; şimdi, yokluğu içimde yaşanmamışlıklara dair ince bir sızı bıraktı. Aslında yaşanmış tek gerçek gecemiz vardı. Maskelerimizden sıyrılıp, tüm içtenliğimizle çırılçıplak kaldığımız tek gece. Ve aylardan Şubat'tı...
...
Gecenin göğsümüzde unuttuğu
Bir avuç ayışığı
Senin göğsünde bıraktığım,
En derin uykumdu
Orada kaldım
Orada kaldı....
Murathan Mungan
Dilara Mete
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
USLANDIM
Zaman akıp geçti
Tutamadım…
Yıllar yılları kovaladı
Bakakaldım…
Arayanım olmadı, soranım olmadı
Bunaldım…
Ne zaman kapım çalınsa
O sandım…
Yükledim sırtıma hayatı
Kaçtım…
Geçmişimi sayfa sayfa yazdım
Yaktım…
Sonra pişman da oldum
Ağladım…
Hayatı hep geriden yaşadım
Usandım…
Doğru bildiklerim vardı benim
Yanıldım…
Yılansız denizlere düştüm
Sarıldım…
Sonunda kendime bile
Darıldım…
Önceden coşardım ya şimdi
Uslandım…
Ömer Kemiksiz
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bazı programlar vardır. Bilgisayara kurmak, istediğiniz zaman kaldırmak veya başka bir bilgisayarda çalışmasını sağlamak genellikle zor gelir; ama onlarsız da yapamazsınız. http://portableapps.com/ web sayfasında en çok ihtiyaç duyulan bilgisayar programlarının taşınabilir versiyonlarını bulabiliyorsunuz. Bu programları sadece taşınabilir disk ya da usb flash belleğinizde taşıyıp, istediğiniz herhangi bir bilgisayara bağlayıp kurulum yapmadan çalıştırıp kullanabilirsiniz.
http://www.bubblebox.com/ Tamamen İngilizce olmasına rağmen Türk çocukları arasında yaygın olarak kullanılan bir online oyun sitesi. Çocuklarımız hangi oyunları oynuyor diyen anne ve babalara tavsiye ediyorum. Ve tabi ki oyun meraklılarını da unutmamak lazım.
Aradığınız bir bilgiyi, tam bulduğunuzu sandığınız anda karşınıza üye olmayan giremez ve hatta, girse bile bilgilere ulaşamaz şeklinde bir uyarı ekranıyla karşılaşırsınız. İşte bunlara önlem olarak, http://www.bugmenot.com/ web sayfası sizin için neredeyse tüm üyelik gerektiren web sayfalarına üye oluyor ve size kullanmanız için üye adı ve şifresi sunuyor. Böylece, acaba ben bu web sitesine üye miydim? Ya da üyelik için bu kadar soruya cevap vermek zorunda mıyım? Gibi soru ve sorunlarla uğraşmıyorsunuz.
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|