|
|
|
18 Şubat 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Olmadı be Usta!.. |
Merhabalar
Bir koca çınar daha devrildi. Türk tiyatrosunun temel taşlarından Gazanfer Özcan'ı beklenmedik bir zamanda kaybettik. Onbeş gündür umutla başında bekleyenlere en büyük oyununu oynadı usta. Geride gözü yaşlı milyonlarca sevenini bırakarak gitti hem de. Hayatı boyunca tiyatrodan başka şey düşünmeyen, eşiyle birlikte kurduğu aile tiyatrosunu yarım asırdır açık tutmayı başaran adam gibi adam, baba gibi babaydı Gazanfer Özcan. Gönül Ülkü'nün rahatsızlığı sırasında bir yıl aksattığı vergi borcunu ödeyebilmek için yedi yıldır durmaksızın çalışan ama faizin ötesine geçemeyen sanatçıya, yaşarken hakettiği değeri vermeyenlerin, umarım bundan sonrası için söylecek birkaç lafı vardır.
Şu yukarıdaki fotoğrafa iyi bakın. Üç silahşörlerden biri pes etti. Allah diğer ikisini başımızdan eksik etmesin. Bunlar zor bulunan insanlar. Değerlerinin ölmeden önce bilinmesini hakediyorlar. Gazanfer Özcan ustaya rahmet, tüm sevenlerine sabır ve başsağlığı diliyorum. Nur içinde yatsın, başından alkışlar hiç eksik olmasın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Barış Güvercini : Banu Kurtis Chouard YOLUN YOLCUSU -10 |
|
Ressamlar mahallesine otelim pek uzak sayılmaz. Şöyle etrafı göre göre giderim diyerek Jose'yi atlatip yalnız gitmeye karar verdim. Kapıdan çıkarken de kendime yolda koşmamak için söz verdim.
- Artık yollarda efendi efendi, sakince yürümeliyim. Yabancı bir memlekette olduğumu unutmamalıyım yani… Ay, zaten buradaki insanlar doğuştan yavaş, bir de ben onlara ters düşersem, aaaayy! annemin her zaman dedigi gibi, ''sonra elelem ne der, ayol?''
Aman, elalem ne derse desin! Ben, gayrımuntazam, girişli, inişli, çıkışlı yollardan ilerleyip Haiti'nin resim sanatını yakından görmeye gidiyorum.
Yollardan geçerken, evlerin önüne yerleştirilmiş eski eşyalar dikkatimi çekiyor, ama pek de yaklaşmaya cesaretim yok gibi… derken, gözüme minicik bir dikiş makinasi ilişti. Dikatlice bakınca, 1750'lerden kalma ilk Singer dikiş makinalarından biri olmalı demeye kalmadan, kadın iki elinin parmaklarını açıp bana gösterdi ve "Dolar" dedi. Ben de hiç tereddüt etmeden ödedim. Otelin adresini verdim, Jose'ye götürmelerini söyledim. Daha iki adım atmadan aklıma gümrük geldi. "Başıma iş açtım galiba" diyerek yoluma devam ettim.
Yolun her iki tarafında, oraya buraya serpiştirilmiş, minicik, rengarenk evlerin önünde tavuklarla horozlar dolaşıyor. Horozların canları istemiş olmalı ki, gece-gündüz ayırımı yapmadan çok güzel otuyorlar, keçiler meliyor, cocuklar da yalın ayak, uçurtmaları, topları ile oynuyorlar. Kadınların kimisi küme olmuş, elleri bellerinde konuşuyorlar, kimisi de kafasının üstüne yerleştirdiği yükünü tutmadan taşıyor.
Yolun en yokuş aşağı yerindeki resim atölyeleri de bu küçücük mahalle evlerinden oluşmuş. Atölyelerin içerisi epey karanlık ve malzemelerle dolup taşıyor. Evlerin önünde, resim rahlesi üzerinde yarım kalmış resimlerin altında, boyaları kurumuş paletler duruyor. Yetenekli ressamların duvara astıkları eserlerindeki naif çizgilerin çoğu, tabiatı en güzel renkleri ile canlandırmış. Resimlerin doğallığı ile tabiat çok güzel yansıtılmış. Hayran kalmamak elde değil. Çizgilerinin konularında kendi yaşamlarının haricinde, modern ve apstre olan resimlerden de çokça var.
Cok uzun zamandan beri tek geçimleri olan turizm de artık durmuş. Tabloların alıcısı olan beyaz ırk, Haiti'ye, siyasi karışıklıklar nedeniyle korkudan gelemiyorlar. Tablolara baktıkça içim parçalanıyor. Birisinden alsam, diğer ressamları üzeceğimi düşünerek, kimseyi kırıp incitmemek için fazla da yaklaşmaya cesaret edemeden, şöyle bir gözaltından gizlice bakarak ilerliyorum.
Aşağıya doğru indikçe ressam trafiği daha da artıyor. Ya alışkanlıklarından ya da yapacak başka işleri olmadığından burada toplanıp sanki hala müşteri gelecekmiş gibi biribirlerini teselli etmek için resim çiziyor ve boyuyorlar. Ben tablolara biraz ilgi göstersem, hemen fiyatını söylüyorlar. İnsanoğlu sanatını parayla bile değerlendiremeyince işin tadının nasıl kaçtığını işte bu zamanlarda daha çok anlıyor olmalı... Yirmi dolardan başlayan güzelim tablolarını satabilmek için 20 cente kadar yok pahasına düşürüyorlar.
Ah, burada gördüğüm bütün tabloları satın almayı ne kadar çok isterdim. Onları Brüksel'e götürüp, orada bir sergi düzenleyerek satışa çıkarıp, hepsini sattıktan sonra da büyük bir gurur ve sevinçle tekrar Haiti'ye dönüp tabloların hasılat kazancını asıl sahiplerine dağıtmak ne hoş olurdu. Kim bilir, belki de beni işte o zaman hakiki bir kahraman gibi karşılarlardı. Ben de onlarla sadece Merenge değil, göbek dansı bile yapardım.
Bilmediğim her işe burnumu sokmakta herhalde hayal edip sandığım kadar öyle kolay olamaz. Eminim, tablolarla Belçika'ya varınca, gümrük, satış vergileri gibi bazı bürokratik sorunlar çıkar, belki de kazanç sağladığımı bile tahayyül edebilirler. Başımı belaya da sokabilirim diye düşünürken, birden ağaçların dalları arasına asılmış bir tablo gözüme ilişti.
Tabloya biraz daha dikkatli bakınca, kendimi içine düşecekmiş gibi hissediverdim. Kendime söz verdiğim halde ayaklarım birden kuvvetlenerek bu tablodan sanki beni kurtarmak istercesine koşmaya basladı. Epeyce yol aldıktan sonra birden ayaklarımı durdurmayı becerebildim. Durup bir müddet, içgüdüm ile ayaklarım arasında hissettiğim tezatlıktan sakince kurtulmak için zen olmaya çalıştım ama beceremedim. Yenik düşerek, ister istemez tekrar o tabloya doğru gerisingeriye, ağır ağır yürümeye başladım. Tabloya yaklaştıkça titreyen bacaklarım beni taşıyamadığından, çömelip karşısında bir yere oturuverdim.
Bu tablo açıkça, manen suyun üstüne çıkartmak istemediğim bir şeyleri bana hatırlatmak için zorluyor. Her ne kadar yaralarıma dokunduğunu hissetsem de, korka korka da olsa, ona bakmaktan kendimi alamıyorum. Tablodaki küçük boylu, ağlayan kızcağızın incili kolyesini görünce, elimi kendi kolyeme götürüp kuvvet almaya çalışıyorum. Önüme düşen bu tablonun arkasında artık saklanamıyor, kendi gözlerimle adeta kendi gölgemi görüyordum. Bu kızlar ile aramızdaki tek fark, onların derdi, öndeki büyük kızın göğsünde görünen hastalık lekesi, yavaş yavaş onu eritiyorken, benim önümdeki kız, hızla, aniden bir gecede yanip uçup gitmişti.
Aslında, uçup temelli bu dünyadan gitmenin bahanesi çok önemli mi sanki? Bakın işte, arkadaki küçük kızın gözyaşları, henüz öteki uçup gitmeden yanaklarından süzülüyor. Şüphesiz, o daha şimdiden en büyük acının geride tek kalmak olduğunu bilerek ağlıyor. Bu gözyaşları elbet bir gün kuruyacak, geriye sadece unutulmayacak bir tablo gibi yaşadıklarının hatıraları kalacak.
Birden gözlerimi kapadım ve önüme bakarak içimden gelen sesimi dinledim.
Anladım, artık biliyorum; bak İKİZİM, sen uçtun gittin ve ben artık tekim. Şu hayat denilen yolda tabii ki bende uçmak için bir bahane beklerim. Herşeye rağmen, bana istemeden verdiğin bu acıya dayanmak için, artık geride kalan hatıralarımızla sanki iki kişiymiş gibi yaşamayı bilmeliyim ve hayatımdaki yokluğunu hiçbir zaman belli etmemeliyim.
Dedim ve yerimden fırlayıp hemen tabloyu satın aldım. Bu muhteşem tabloyu sağ kolumun altına yerleştirirken, yerden ayağıma takılan bir taşa isyan edercesine bir tekme vurdum, uzaklaştırdım. Sonra, taşın istikametine doğru ilerlerken derinden düşündüm, düşündüm ve geleceğim için içimdeki sese söz verdim. Taşı fırlattığım son noktaya varınca onu yerden alıp baktım baktım… Sonra tekrar yere atıp bir tekme daha vurarak taşa, "hadi bakalım, artık arkamda kalma, önüme düş" diyerek, bazen ona vura vura, bazen de sürte sürte hayat yoluma devam ettim.
Ferda Önler'e binlerce teşekkürlerimle.
Bitti
Banu Kurtis Chouard
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Murat Özpehlivan |
Merdiven, Tahta Bavul ve Memo
"Her şey şehre adım atmasıyla başladı…" diye başlar izlerken insanın görme yeteneğine ciddi zararlar verebilen birçok siyah beyaz Türk filmi. Daha tahta bavuluyla Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerine yeni oturmuşken düşünmeye başlar bizim Memo, karşısındaki denizin köydeki dereden kaç kat büyük olduğunu ya da etrafta koşuşturan bunca insanın nereye gittiğini. İlk şok orda başlamıştır. Hemen bir karamsarlık kaplar içini. Demir yığını trene binerken gözlerinde parlayan umut ışığı ne de çabuk sönüvermiştir daha gördüğü ilk manzara karşısında. Bir travmadır bu. Belki de bir hayal kırıklığı. Önce sorular sorar kendine ne yapacağım burada diye. Herkesin kendisine baktığını düşünür ve utanır biraz. Hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştir şimdiye kadar. Selam vermemeleri çok garibine gitmiştir yoldan geçen insanların birbirine. Suratlar asıktır hep. Farklı olduğunun farkına varması çok da uzun sürmez. İstanbul'a çok önce gelen köylüsü Haso'nun adresi vardır ceketinin en dip cebinde. Çıkarır bakar ona. Alır eline dededen kalma kırılmaya yüz tutmuş bavulu ve "Ya Bismillah…" diyerek iner merdivenin basamaklarını.
Birçoğumuzun İstanbul macerası o basamaklarda başlamıştır işte. İster dejenerasyon ister kültür yozlaşması diyelim, bunun en saf ve temiz hali o basamaklarda oturmuş şehri izlerken farklı olduğunu hissettiği andır insanın. İçinde barındırdığı sayısız güzelliğin boş ve işe yaramaz olduğunu düşündüren ve insanı adaptasyon illetine bulaştıran ilk resim orda kazınmıştır beynine. Aklına gelmez sahip olduğu değerlerin kıymeti ve hepsini bir kenara atıp şehrin içine dalar denize düşen bir yağmur damlası gibi. Çok sürmez diğerleri gibi olması. Geri dönüşüm kutusuna gitmez silip attıkları ve o da bir şehirli olmuştur artık. Onlardan biri olmuştur. Komşularının ismini bilmemesi garip gelmiyor, bayramda mesaj çekiyordur o da tanıdıklarına. Arayanı da meşgule alıyordur kırmızı NO tuşuyla. Trene kaçak binmeye de çoktan alışmıştır hani Cankurtaran'dan. Sultanahmet'teki banklarda otururken turist kızlara laf atmakta da hızlı ilerleme göstermiştir. Yol verme yüzünden kavgaya tutuşan şoförlere kulak asmıyor, ayırmaya çalışmıyordur onları. Umurunda değildir çünkü artık. O da yaşamasından rahatsız değildir ona dokunmayan yılanın. Saf köylü Memo şehirli Mehmet olmuştur artık.
Uzun zamandan beri; ağlayanlarına güldüğüm, gülenlerine gözlerimin yaşardığı, ezbere bildiğim ve atmış yedinci kez izlediğim eski Türk filmlerinin güncelliğini yitirdiğini göreceğim günleri hayal etmeye başladım. Umarım dedelerimizden miras kalan bu yozlaşma kültürünü çocuklarımıza eski bir anı olarak anlatacağımız günler düşündüğüm kadar uzakta değildir.
Murat Özpehlivan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
FARKLI ERKEK! (3)
O gün okul çıkışında gözleri Gizem'i aradı. Kalabalık öğrenci gruplarının arasında onu hemen tanıdı. Koşarak arkasından gitti. Bir an seslenmekle seslenmemek arasında tereddüt eder gibi oldu. Sonra bir cesaret "Gizeeem" diye seslendi. Gizem'in arkasına dönüp Caner'i görmesiyle tekrar ardına dönüp yoluna devam etmesi bir oldu. "Off yaa, yeter artık" diye kendi kendine söylendi Caner, sonra yine seslendi: "Gizeeem"… Gizem ardına bakmadı bile bu sefer. Adımlarını daha da hızlandırıp adeta koşar adım okul servisine doğru yürüyordu. Dönmemeye karar verdi Caner, öyle ya o erkekti, "erkek adam peşinden koşar " diye düşündü. "Eninde sonunda yakalarım" diye düşündü, "duvar da olsa aşarım". Var gücüyle koştu, yetişti Gizem'e. "Yaa yeter artık, ne koşturup bağırtıp duruyorsun beni, bir şey konuşcaz heralde." Gizem, sinirle döndü ardına….
"Ne konuşacaksın, hem ne koşup duruyorsun sen arkamdan, konuşmak istemiyorum ben seninle."
"Niye bir şey mi yaptık?"
"Daha ne yapacaksın, dünyanın haltını yedin zaten, bütün okulda adın çıktı, gelme arkamdan seninle görülmeyi de görüşmeyi de istemiyorum ben"
Caner, bir adım daha atacaktı ki Gizem, son ve sert bir çizgiyle durdurdu Caner'i "SAKIN!"
Son adımını atamadı Caner. Gizem, öyle arkasına dönüp evin yolunu tutarken öylece kalakaldı yerinde. Donuk gözlerle baktı Gizem'in arkasından. Bütün söyleyecekleri içinde kaldı Caner'in. Ve Gizem'in bütün söyledikleri içine oturdu. "Ben Farklıyım" diyecekti oysa ki "ben o sandığın erkeklerden değilim, ben farklıyım, her şey birdenbire öyle oldu, ben ne olduğunu anlamadım"
Diyemedi ama, diyebilseydi eğer, yani Gizem'e ulaşmak için belirlediği o tek yolu yürüyebilseydi, erkek gibi olamayacaktı, gözlerinden yaşlar dökülecekti belki, sert olamayacaktı, dayanıksız görünecekti, bütün sertlik erkeklik duvarları yıkılacaktı. Eğer o tek yolu yürüyebilseydi. Kim bilir belki de o sözleri düşündü:
"GÜÇLÜ OLMAK DEMEK
Sert olmak, dayanıklı olmak demek.
Güçlü, sert ve dayanıklı isen erkeksindir.
Onun için duyguların da öyle olmalı
Sert, dayanıklı ve güçlü!
Ama asla kırılgan değil!
Duygularını göstermeyeceksin onun için!
Her zaman güçlü görünmelisin
Güçlü, sert, hızlı ve tek olmalı her şeyin
Konuşman ve ses tonun.
Kelimeleri bükerek, kırarak, yutarak konuşamazsın,
Sert, hızlı, net olmalı adımların
Sert olmayan hiçbir yumuşaklık olmamalı hayatında!
Ağlayamazsın mesela!
Bu en büyük kırılganlık, yumuşaklık anıdır.
Bütün sertlik, erkeklik duvarların yıkılır ağlarsan!
Sert bakacaksın etrafına, güçlü
Bakışların güçlü duracak fotoğraflarda
Gülmemelisin onun için.
Gülmek bile bazen duyguları yumuşatmaktır.
Hiç kahkaha atan erkek gördün mü hayatında?
Öfkelenebilirsin ama,
Öfkelenmek; iyidir, güçtür, sertliktir!
Öfkelenmek erkekliktir.
Horozlanmak deyimi de buradan gelmiştir.
Onun için silahlarımız, tabancalarımız, yumruklarımız var!
Çözemediklerimizi yok edelim diye!
Çözemediklerimizi tekmeleyip atalım diye!
Kırılmayı bilmediğimiz için kırılmayı anlamayız,
Kırılanı anlamayınca onarmayı da bilmeyiz.
Zaten onarmak bize göre değildir.
Dedim ya biz çözemediklerimizi yok ederiz!
Çünkü, güçlüyüz biz erkeğiz!
Caner, o yolu, o gün, yürüyemedi. Aslında Caner, o yoldan, o gün vazgeçti. Ve o gün düşündü ki, bir yol daha var. O yol, yalan yolu. İki farklı dünyanın birbirinden iyice ayrıldığı "yalan yolu".
Peki Gizem, anlattığı yalanları dinledi mi…?
Ayağının ucundaki taşa bir tekme daha savurdu Caner!
Çözemediği soruları zihninden tekmeleyip atmak istercesine ayağının ucundaki taşa bir tekme savurdu. Karanlık gecedeki sokakta çın çın öttü, yerde seken taş. Çın çın sorular çarptı Caner'in zihnine. "Yeter artık " dedi, kendi kendine. Boş sokakta seken taş gibi sekip durdu sorular zihninde. Çözemedikçe yeni tekmeler attı çözümü güç sorulara. Her bir tekmede biraz daha uzaklaştı taşlar kendinden. Belki de çözüm taşları kendine yakın tutmaktaydı, yakın bakabilmekteydi. O, ise tekmelemeyi tercih ediyordu, kendinden uzaklaştırmayı, yok etmeyi! Uzaktayken daha sempatikti sanki bütün taşlar, sorular, sorunlar, yok gibiydi sanki. Yakında olmaksa bakmak demekti çünkü; bakmak, incelemek, anlamak ve hepsi birden taşımak, taşıyabilmek. Taşımaksa ağırdı. Güç isterdi. Güçse Caner'de bambaşkaydı farklıydı. Caner hep farklıydı zaten. Farklı ve güçlü:
Ayağının ucundaki taşa bir tekme daha savurduktan sonra boş sokakta etrafına bakındı Caner. Ne tarafa gideceğini düşünür gibi bakındı sokaklarda. Sonra aklına telefonu geldi. Hemen buldu telefondaki rehberde sayısız isimler arasında aradığını. "Bir sürü kız var nasıl olsa, " dedi, "bir sürü kız arkadaşım var"(!) Telefon uzuun uzuun çalarken karşısındaki duvarda dolandırdı durdu bakışlarını. Telefon açıldı karşıdan, Caner hemen seslendi: "Alo Gözde, sen misin…..?"
SON
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam 8. İzmir Öykü Günleri |
|
İzmir-Konak Belediyesi'nin düzenlediği 8'inci İzmir Öykü Günleri'nin
(12-14 Şubat 2009) "Öyküden Tiyatroya" temalı son toplantısı saat 12'de Osman Şahin'in Dünya Öykü Günü Bildirisi'ni okumasıyla açıldı:
"En eski çağlardan beri ölümsüzlüğün ne olduğunu arama tutkusuna kapılan insan soyu, ölümsüzlüğün, kendi öz yaratısı "sanat" olduğunu anlamıştır.
Öykü, insanlığın en eski, en yaratıcı söz sanatıdır.
Doğa kendi yasalarına göre işler, öykü ise, insanlığın temel yasalarını ölçüt alır kendine, ona göre yazılır. İçinde insan olmayan bir öykü düşünülemez.
Öykü sözcüklerle yazılır. Sözcükler birer sestir, birer güçtür. Her sözcük bir doğumdur, bir tomurcuk coşkusudur, yaşama yeniden bağlanmadır. Yıllanmış seslerdir sözcükler, yıllanmış coğrafyalardır.
Milyonlarca ağzın, dilin, soluğun sıcaklığını ve nemini taşırlar. Her sözcük bir düşünce taşır içinde.
"Söz" insandır. "Söz" insana bir şey anlattığı sürece "söz"dür, anlatmıyorsa "boş laf"tır.
Öykünün kendine özgü kuralları, kurgusu, dili ve derinliği vardır. Öykü yaşamdaki gerçeklikle aynı olsun diye yazılmaz. Öykü gerçeği ile yaşam gerçeği birbirine uymaz. Görünenler, yaşananlar bir fotoğraf gerçeği ile yazılırsa, bu öykü olmayacak, gazetecilik olacaktır. Öykü, yaşadığımız gerçeklerden bağımsızdır ve dış dünyayla bir ayrılık taşıyacaktır.
Yazar, yaşadığı çağın tanığıdır; kendi payına düşeni yazar ama yazdıkları ne kendi yaşamının tamamıdır, ne de görebildiklerinin...
Yazar yüreğini dünyaya, topluma kapatamaz. "Yazarın ayakları ne denli kendi toprağındaysa, kulakları da yeryüzünde olacaktır" diyor Yaşar Kemal. Yazarın içinde beslediği, büyüttüğü temel gerçek, insan duygusu ile insan gerçeğidir. Montaigne'in "Bir insanda yeryüzü insanlığının bütün halleri gizlidir." sözünün önemini, yazar herkesten iyi bilir; her insanın içinde bir "Hamlet" olduğunu, sıradan insanların başını kaldırmaya hakkı olduğunu da...
Yazar, edebiyatın sürekliliği içinde düşüncelerini, birikimlerini, algılarını akıl süzgecinden geçirerek özümseyen, onları kâğıda dökerek, öykü yokuşunda sürekli koşmaya çalışan kişidir. Sözcüklere ruh verendir, bir sözcük damıtıcısıdır yazar. Öykü kıvamını, sözcüklerin kaynaşmasını sabırla bekler. Yüreğinden, aklından geçen sözcüklerin, okurların yüreğinden de geçeceğini, onu sarsacağını, ürperteceğini bilir.
Yaşlı insan yüzleri geçmişin aynaları sayılır. Her çeşit insan yüzü, duyulan birkaç çekirdek söz, ağır çalkantılı yaşamlar, çarpık ilişkiler, savaşlar, afetler, acılar, ihanetler, analık duygusu, korku, ölüm ve aşk gibi temel insanî duygular, yazarın yüreğinde büyük anaforlar, patlamalar yapar. Tohumlanma, çimlenme başlar. Derken, yüzlerce sözcüğün kanından canından oluşan, başında, sonunda ve ortasında hep 'insan' olan 'öykü' çıkar ortaya. İnsanın derinine inmeyen, yalnızca süslü sözcüklerin cilasıyla yetinilerek yazılmış öyküler kanımca kalıcı olmayacaktır.
Zaman kadar eski, zaman kadar genç, İlyada ve Odysseia gibi iki büyük destanın yaratıcısı, İzmirli yurttaşımız Homeros'tan günümüze, birbirinden coşkulu, güzel, kanatlı sözlerle anlatı geleneğimizi taçlandıran Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve daha pek çok büyük, soylu yazarımızı burada saygıyla anıyor, selamlıyorum.
Dillerimiz, kültürlerimiz, yaşantılarımız farklı olsa da öykülerimizin kardeş olduğunu yineliyorum.
DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ'nün bütün öykücülerimize ve öykü severlere kutlu olmasını diliyorum.
Saygılarımla..."
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SEVİYOR SEVMİYOR
Seviyor sevmiyor
Seviyor sevmiyor
Seviyor çıktı.
İyi de
Sevecek yaprak kalmadı.
Okan Aksoy
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Seramik tabak üzerine motif çalışması tüm dünyada yaygın bir uygulama. http://www.portmeirion.tv/motifs1.htm kısa yolunda bu çalışmalarla ilgili çok sayıda örnek bulacaksınız. Özellikle meraklılarına durulur.
http://www.medikalsozluk.com Medikal dilde bilmek istediğiniz kelimelerin, hastalıkların ve terimlerin tamamını bulabileceğiniz, sözlük tadında bir kaynak. Mesela grip seçeneğini tıklıyorsunuz hemen size …Tıp dilinde influenza adı verilen bu hastalık bulaşıcıdır. Grip olan kişinin nefesindeki damlacıklarla yayılıp, salgın hale gelebilir. Paçavra hastalığı da denir. Aniden başlar ve devamlı olarak ateş yükselir… şeklinde bir açıklama getiriyor. Bilmekte fayda var.
...Mutfak kültürünüzü geliştirmek, en güzel, pratik, kolay yemek tariflerine ulaşmak için yemek siteleri arasında alternatifi olmayan yemek sitesi... http://www.yemektarifleri.org/ Bir de siz deneyin bakalım gerçekten alternatifleri yok mu?
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|