|
|
|
23 Şubat 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İş olsun da nasıl olursa olsun!.. |
İyi haftalar
Oscar ödüllerinn açıklanmasına az kaldı. Şu anda kırmızı halı üzerinde yıldızlar geçidi var. Elim klavyede, gözüm kâh televizyonda kâh ekranda, hem çalıp hem söylüyorum anlayacağınız. Kafalarından neler geçiyor bilemem ama tüm yıldızlar gülüyor. Sanki başbakanları Tayyip Bey'miş te kriz onları teğet geçmiş gibi bir halleri var. Aslında öyle olsa, kırmızı halı tedirginliği denen ince hastalığın nedeni de şıp diye anlaşılacak. Tayyip Bey'den zılgıt yemekten çekinir bir halleri var deyip çıkacağız işin içinden. Oysa şimdi kalk türlü mazeretler uydur. "Elbise üstüne ufak gelmiş, ondan." "Boynu boş kalmış, herhalde ondan." "Son filmi yeterince ilgi görmemiş, kesin ondan" diye diye kendimizi paralayacağız.
Keşke bizim siyasetçilerimiz de kırmızı halı ışıltısı içerisinde salına salına yürüseler ama ne mümkün. Kara kara haberler, ayyuka çıkan yolsuzluk ve usulsüzlükler almış başını gitmişken ışıldamaktan söz etmek ne haddimize. Biz yuhlarla kahkahalar arasında gider geliriz hepsi o kadar. Haberlerde bir ara gözüme takıldı Bakan Şahin bir belediye binasının önünde nutuk atıyor. Özetle, iktidardan olmayan belediyenin hizmet vermesi zordur, oyunuzu bize verin diyor Bakan arsadan yana şanssız Şahin. İyi biliyor çünkü şu anda içeride olan Akfırat belediye başkanına bölgede değer kazanacak arsalardan kendisine kapatması için vekaletname veriyor. Başkan AKP'li, Bakan AKP'li, memleket babalarının çiftliği, ye kürküm ye. Ama başkan farklı partiden olursa bu paslaşma zor olur diyor bizzat Şahin. Ama bir pişkin ki sormayın gitsin. Şimdi bir bakalım, CHP'li Sevigen bir imar değişikliğinden sonra para kazanmak umuduyla arsaya ortak olmak istiyor ama parayı denkleştiremedi diye ortak olamıyor ve epeyce bir paradan oluyor. Bilahare konu ortaya çıkınca 6 günde parti görevlerinden istifa etmek zorunda kalıyor. AKP'li Bakan Şahin, ki kendisi adalet dağıtmakla yükümlü bir sayın bakanımızdır, nedense her türlü yolsuzluğu müfettiş raporlarınca sabit bir belediye başkanına arsa kapatması için vekaletname veriyor. Kimse neden bir emlak komisyoncusuna değil de bizzat belediye başkanına verdiğini sorgulamıyor. Ancak partiden ihraç edilmesi kesinleşince, herhalde kendisine de bulaşmasından çekinerek, vekaletnameyi geri alıyor ve açıklamasında, bulunan yerlerin pahalı olması nedeniyle işin gerçekleşmediğini beyan ediyor. Yani parası çıkışmıyor(muş). Sevigen parayı bulamadı, köşeyi dönemedi. Şahin, herif partiden atılacak diye ballı işten vazgeçti, köşeyi dönemedi. Sevigen parti görevlerinden istifa etti, Şahin hâlâ adalet dağıttığını iddia etmeye devam ediyor. Hay seveyim ben sizin o geniş muhafazakar ahlak anlayışınızı!..
Her yerde belediye, belediyecilik konuşulunca insan hergün yeni bir şeyler öğreniyor. Mesela ben hep neden bu belediyeler hababam şirket kurup kamu hizmetlerini onlara devrederler derdim, dün öğrendim. Bilindiği üzere kamu kuruluşları Sayıştay denetimine tabi. Oysa siz eğer bir anonim şirket kurup bu kamu hizmetlerini onlara ihale ederseniz, Sayıştay falan hak getiriyor. Denetimden kaçmanın yolu, şirketleşmek. Bu sayede ihaleler ahbap çavuşlara davet usulü verilebiliyor, kaynaklar fütursuzca harcanabiliyor ve zarar edince de kimse hesap sormuyor. Mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı 23 tane şirket varmış. Bunların toplam zararı 2 milyar dolar, kârları da 290 milyon lira civarındaymış. Kılıçdaroğlu haklı olarak bunların durumunu öğrenmek istiyor. Dünyanın her yerinde kamu kaynaklarını doğru ve halk yararına kullanmamak suç oluştururken bizde "İş olsun da nasıl olursa olsun" mantığı sürüp gidiyor. Yani bire maletmek varken üçe maledip, ikilik farkı eş ahbap dosta üleştirdinmi iş halloluyor. Önemli olan işin bitmesi, kime ne para verildiği önemli değil. Kılıçdaroğlu'nu iyi dinlemek lazım. Adam dediklerinin yarısını yapabilecek gücü bulsa, dengeler tamamen değişecektir buna eminim. Şahin bakanın dediği gibi iktidara biat etmiş belediye yerine, doğru zamanda doğru projeleri en makul yatırımla gerçekleştirebileceğine inandığınızı seçin, gerisini merak etmeyin. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı CEMRE NEREYE DÜŞER? |
|
Takvimlere göre şubat ayının yirmisinde cemre havaya düşer ve baharın ucu gözükür. 27 Şubat cemre suya, daha sonra da 5 martta toprağa düşer, havalar ısınır, bahar kendini daha çok göstermeye başlar. Gerçi mart çıkmak istemez, mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır, arada sırada soğuk olur, hatta kar bile yağar ama artık kışın can çekişmesinin önüne geçilemez, bahar yeli kış yelini kovar, çiçeklerin allı yeşilli açmasıyla gönlümüzde taht kurar.
Cemre ateş demektir, bir simgedir. Bir yere düşmez, havaları ısıtır sadece. Çinlilere göre her cemre, güneşle doğanın zifaf gecesidir. Kuşlar bu buluşmayı kutlarcasına ötüşürler, böcekler, arılar, kelebekler düğün gününün muştucusudurlar. Güller tomurcuklanır, yüzlere bir sevinç gelir, içimizdeki duygular depreşir, güzelleşir, evrene mutluluk gelir, yerleşir...
Bir gazeteye torpilli bir genç alınmış. Geç torpilli olduğu için kimseyi takmıyor, saygısızlık ediyormuş. Bu saygısızı bir türlü kovamayan yazı işleri müdürü onu yanına çağırtmış:
"Gölbaşı yöresine cemre düştüğü söyleniyor. Git şunun resmini çek de gel. Başaramazsan sakın geri gelme!" demiş.
Şımarık genç gitmiş, gidiş o gidiş! Kendisinden haber alınamamış.
Birkaç gün sonra jandarma karakolundan bir telefon gelmiş:
"Sizin bir muhabiriniz buradaki tarlaları, bahçeleri dolaşıp düşen cemrenin resmini çekeceğim diye tutturuyor. Deli midir nedir? Şuna bir şey söyleyin" diyormuş komutan.
Müdür doğaya düşen sıcaklığın resminin olamayacağını bildiği için karakol komutanına gerçeği açıklamak istemiş, tam, "Biz onunla dalga geçtik. Bilgisini ölçmek istedik" diyecekmiş ki, karakol komutanı sözlerini sürdürmüş:
"Beyefendi bu ne biçim iştir, cemre düşecek de bizim haberimiz olmayacak mı yani? Eğer öyle bir şey olsaydı nöbetçiler görür, bana bildirirlerdi!"
Cemre nereye düşer, size hiç cemre düştü mü, düştüyse nerenize düştü?
Aşk kalbe düşen bir cemredir, sakın unutmayın, cemrenizi bunca işimin arasında sen de nereden çıktın diye sakın kovmayın. Bu konuda yazdığım bir şiirle yazıma son veriyor ve hepinize hayırlı, uğurlu cemreler diliyorum.
Havama cemre düştü
Selam yolladım kuşlarla
Gökyüzünün mavisine
Yaşım yirmiye dönüştü.
Toprağa cemre düştü
Umut taşıdı gönlüme
Karıncalarım, arılarım
Mutluluğu bölüştü.
Suyuma cemre düştü
Coştu ırmaklarım
Açtı tüm çiçeklerim
Börtü böcek gülüştü.
Kalbime cemre düştü
Yeşerdi solgun umutlar
Eridi kar, dindi fırtına
Vardım yaşadığımın farkına!
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Nedenler
Çoktan yitirdiğimiz bir aşktan geri kalanlardan bahsederek zaman öldürüyoruz aslında.
Oysa çok mu önemli nedenler??
İçimizi onca acıtan bu bitişten daha mı önemli?? Nedenini bilsek ne yapacağız ki? Ona mı sarılıp uyuyacağız, içimizin bu boşluğunu onunla mı dolduracağız?
Bir sürü nedenleri alt alta sıraladıktan sonra vicdanımızın ağırlaşan yükü, azaltacak mı ayrılığın, bir daha elini asla tutamayacak olmanın sancısını?
Hadi boşverelim artık nedenleri… Öyle ya da böyle, "biz" olmayı beceremedik biz… nedenlerde teselli aramak anlamsız.. hele bu saatten sonra… hele canımız bu kadar yanıyorken…
yüreğimizi ortaya koyarak kurduğumuz onca düş, beynimizi yüreğimizi kazıya kazıya, kanata kanata siliniyorken, sahte sığınışlar kurtarır mı talan ettiğimiz düşlerimizi??
Bırak da canımızı yakan özlemimiz olsun, inan şu an hiç bir şey yokluğundan ve yokluğumdan daha önemli değil…
Sen geleceğimizi, geçmişe peşkeş çektin… şimdi hafifletmeye çalışma yokluğumun sızısını… saplantılı muhasebeler yapma… Bu savaşta kaybettik biz.. üstelik yaşananlar öyle güzeldi ki; bu savaş, varlığından utanır oldu… zaten kazanan da olmadı… Savaş niye çıktı ne önemi var ki? Sonucundan daha mı ağırdı sebepleri? Bu savaşın ganimeti, harabeye dönen iki hayattı…
Anladım ki nedenleri düşünmek tuz basmak gibi kanı içime akan bu yaraya..
Yok sayıyorum nedenleri… başlaması mucize, bitişi kaçınılmazdı… Ve hiçbir neden bu bitişten daha çok acıtamazdı…
Hepsi bu…
Ceyda Gamzeli
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
NE MUTLU BEN NORMALİM DİYENE
Normallik!! Nedir, normal olmak? Kriterleri nedir? Kime göre, neye göredir? Bir sürü soru var "normal olmak"la ilgili.
Kimse cevaplayamaz bu soruları; çünkü galiba bu dünyada kimse normal değil! Ben daha "Evet, ben normalim" diyen bir kimseye rastlamadım. Normal olmamayı iyi ve değişik bir ayrıcalık saydıkları için olsa gerek bunun nedeni. Kimdir bu "normal insanlar", ne yerler, ne içerler, çok merak ediyorum işin açıkçası. Galiba bu türden olan insanlar, normal olmayan insanlardan saklanma politikasını uygulayarak ortaya çıkmıyorlar. Ya da herkesin içinde "Ben normalim" diyemiyorlar. Çünkü kimse normal değil(miş!!).
Gelin, bir de Türk Dil Kurumu'nun "normal"ine bakalım: "Kurala uygun, alışılagelen, olağan, düzgülü, aşırılığı olmayan, uygun". Tanıma bakınca, sonra tekrar insanlara bakınca "normal olanlar"ın az olmasını daha iyi anlıyorum.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki artık "Ne mutlu ben normalim diyene!!"
Okan Aksoy
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam Öyküde Deneysellik |
|
İzmir-Konak Belediyesi'nin düzenlediği 8'inci İzmir Öykü Günleri'nin (12-14 Şubat 2009) "Öyküden Tiyatroya" temalı son toplantısında, ünlü şair ve edebiyatçımız Aydın Şimşek, "Öyküde Deneysellik" başlıklı konuşmasını, her zamanki gibi, yeni bir dil kurmuş olarak, yeni açılımlarla süsledi:
"Denilebilir ki yazma sürecinin kendisinde metinle yazar arasında okur yoksa, metinle okurun başbaşalığında da yazar yoktur. Bu iki ayrı durum, iki ayrı deneysel sürecin olduğunu da bize ifade edebilir. Birisine çok anlamlı ve çok derin alanlara sızıp metnin başka anlam alanlarını okuma güzelliğini, zevkini veren bir metin, bir başka okur için saçma veya anlamsız olabilir.
Şems diyor ki:
Ben bir söz söylerim, ben anlarım, sen anlarsın...
Ben bir söz söylerim, ben anlarım, sen anlamazsın...
Ben bir söz söylerim, ne ben anlarım, ne sen anlarsın!
Demek ki karşı karşıya olduğumuz şey bu kadar geniş bir alan...
Bizden öncekilerin gidip de dönmediği bir ormana davet edilmektir yazmak. Yazmak böyle bir şeyse eğer, bu ormanda başımıza ne geleceğini daha başından kesinlemelerle bilme şansına sahip değiliz. Bu -bir bakıma- Kolomb'un Hindistan'a diye yola çıkıp kendini bir anda Amerika Kıtası'nda bulması gibi bir süreçtir.
Yazarı, yazma süreçlerinde hangi unsurların etkilediğini ve bir yazarı oluşturan şeylerin toplamını açıklama şansına sahip olmadığımızdan; yazmanın kendisinin tümel/bütünleşmiş bir varlık olarak tanımlanması da imkânsız gibi gözüküyor.
Burada "yazar nedir?" sorusuna verilecek yanıtlardan bir tanesi: "Yazar metinler arasının kendisidir; bir metinden diğer metne ömrünü tamamlamak zorunda olan ve zaman karşısında ne idüğü belirsiz olan bir dil kurucusudur.
Hâl böyle olunca hem ormanda yolunu kaybeden binlerce, milyonlarca yazardan bahsederiz; hem de o binlerce, milyonlarca yazarın, aslında yazar olmak için yazdığını, boşa giden her çabayı yazının o yok edici etkisini altında bir kez daha tadarken, ormanda kaybolma olasılığının çok büyük olduğunu bilmek zorunda olduğundan söz ederiz.
Deneysellik tek bir alana tâbi değildir. Deneysellik ihtiyacı ekonomik bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkabiliyor, politik-sosyolojik-psikolojik birer ihtiyaç olarak karşımıza çıkabiliyor. Zaten yazınsallıktan söz ediyorsak eğer, aynı zamanda politik, ekonomik ve psikolojik süreçlerden de bahsetmek zorundayızdır.
Böyle olunca da deneyselliğin iki önemli ayağını kurmak zorundayız: Nesnel (dış gerçeklere dayalı) ayağı ile Öznel (iç gerçeklere dayalı) ayaklarını bir bütün olarak düşünmeksizin bir deneysel süreçten bir başkasına açık bir zemin oluşturmak, bir kapı açmak pek mümkün görünmüyor.
Bu ikisinin etkileşiminden şöyle bir soru çıkarabiliriz:
Deneysellik, nesnel ve öznel süreçlerin bir toplamı veya ilişkilerinden ortaya çıkan bir gereksinim ise, insan ne yazar, bir yazar ne yazar, bugüne kadar ne yazıldı?
Deneyselliği anlamak için bu soruların peşine düşmek gerekir.
İnsan, insan hâllerini yazar ve bazen olası insan hâllerini yazar. İnsan hâllerinde geleneksel yapıtların, formların, klasik biçimlerin özellikleri ile insanın ne olduğuna ilişkin soruların yanıtını ararken; olası insan hâllerinde de insanın ne olabileceğine ilişkin deneysel bir dilin sorularını takip etmek gerekir.
O nedenle, bizim dışımızda, bizim anlam birikimimizde olmayan bir şeyin hemen şimdi reddedilmesi; reddedilen şeyin daha sonra hayatımızın gerçeğine dönüşmesi karşısında en azından bizi küçültür. O yüzden, "Bir şeyi anlamak onun karşıtını anlamakla başlar." ifadesine deneysel öyküde sonuna kadar açık olmak gerekir.
Bilge Karasu, "Yazan kişi dünyaya dilin içinden bakan insandır." diyerek, edebiyat çizgisinden konuştuğumuz sürece, bir dil estetiğinden konuşmak zorunluluğunu önümüze koyuyor.
Buradan bir adım daha ileriye gittiğimizde şöyle diyebiliriz: "Evet, yazan kişi dünyaya dilin içinden bakan insanlar ve dil insanın ideolojik biatini bozmakta birinci derecede işlevseldir.
Hep aynı şeyi söyleyenlerle hep aynı şeyi duymak isteyenlerin bileşkesinden doğan şey bizi tekrara, kaba gerçekçiliğe götürecekse -ki götürür de- dilin olanaklarını sonuna kadar kullanma bağlamında özgür olan yazarın, ideolojini ve çatışma kültürünü bize önermesi ve vermesi dilin başka alanlarına, olası insan hâllerine yapacağı vurgu açısından da önemli bir birikim sağlıyor, diye düşünüyorum.
Deneysel öykü, belki de, sürekli muhalefetin önünü açan, ufkunu açan bir yapı bozukluğudur da diyebiliriz.
Deneysellikle anlamsallık ve deneysellikle sabır arasında bir anlam paydaşlığı oluşturmak zorundayız, bence. Yine, zaman kavramsallığı açısından içerik-biçim-işlevsellik algısının yerine bir bütün olarak "psikolojik zaman"ı koyarak, buradan bakmakta deneysel öyküyü kavramak için yarar var.
Günümüzde hız diye bir ideoloji bütün ideolojileri içerisine aldığı için, hızı oluşturan üretim araçlarına baktığımızda da, enformasyondan, bilişimden, zaman sıçramalarında boşluklar bırakmaktan oluşan bir tarihle de karşı karşıyayız. Ve hızla bir ideoloji yaratıp uzmanlaşma alanında da, deneysel öykü kendine bir çalışma alanı bulmaya çalışıyor.
Anlamın biricik katmanı olarak ele alınan anlaşılabilirlik, her ne kadar anlamın en eski, en gelenekçi yapısı olsa da; deneysel öykücüler artık anlaşılabilirliği bir tarafa koyup anlamın diğer katmanlarını kendilerine çalışma alanı olarak alıyorlar.
Denebilir ki, anlam sadece anlaşılabilirlikten oluşan bir temayül olsaydı, "yeni bir şey" dediğimiz tüm arayışlara kapımızı kapatırdık. O zaman soyut anlama, olasılık anlamına ve bugün olmayan ama yarın gelişecek olan anlam katmanlarına açık olmak zorundayız.
Deneysel öykü, anlaşılabilirlik ile bir hesaplaşma sürecine giren öyküyü bize duyumsatıyor. Şunu söyleyebiliriz: sadece anlaşılır olanı anlayan çok az şey anlıyordur.
Deneysel öykü bilinç akışını yoğun olarak bir duruma odaklanarak yapıyor... Zaman, mekân ve nesne üçgenini kendi dışına doğru genişletiyor... Bazen zamanı yok sayıyor; zamansız bir dil içerisinden, mekânsız bir ortam içerisinden metnini kuruyor... Buna çok iyi örneklerden birisi Marguerite Duras'ın "Sinek" öyküsüdür.
Bir sineğin ölüm anını anlattığı öyküdür...
Zaman, mekân, olay örgüsü, diyaloglar, monologlar, betimlemeler, tarih akışı gibi metni öykü yapan birçok unsuru terk ediyor Sinek'te; kendini gerçekleştirmek için ne yazdığına dair hiçbir soru sormuyor; sadece metni nasıl kurduğuna ilişkin felsefî, matematiksel ve sezgisel bir alanı kendine çalışma alanı olarak alıyor. Bütün bunları ortadan kaldırma çabasıyla da en çok drama yakın bir söyleme sahip oluyor.
Öykünün ayrıca kısalığına da vurgu yapmak gerekir... Tolstoy, Anton Çehov'un öykülerini okuduktan sonra ve Çehov'la bir süre ilişkilendikten sonra, şöyle bir cümle kuruyor: " Ne ben, ne Turganiev, ne de hiçbirimiz Çehov gibi yazamayız; çünkü Çehov'un estetiği kısalığıdır."
Çehov daha sonraları bu göndermeye bir detay katıyor ve diyor ki: "kısalık ve yetenek kardeştir."
Doğrudur... Metnin fizikî zamanının ve içerik zamanının kısalması görülür bir şey; ama kısa öykü bu kez derinleşen, yoğunlaşan başka bir direnç veriyor bize. "Psikolojik Zaman" içerik zamandan ve fizikî zamandan daha yoğun, daha güçlü, daha uzun bir anlatım diliyle karşımıza çıkıyor. O zaman denilebilir ki, kısalık arttıkça, metin içerisindeki psikolojik zaman ve bu zamanı örgütleyen değerler ( felsefî değerler, deneysel değerler, bakma biçiminin çok parçalılığı gibi unsurlar) daha yoğun olarak anlatılıyor.
Kısa öykü diyor ki; okur yararına bir metin, ancak okur yok sayılarak kurulabilir. Buradan profesyonel okura, çalışan okura, yaratıcı okura bir gönderme yapıyor ve okurla ilişkisini bunun üzerine kuruyor. Bu nedenle de kısalık bir estetik süreç ve -Çehov'un deyimiyle- bir yetenek olgusu olmasına karşın; bizde hâlâ okuru yok saymak üzerine başka anlamlar üretilmektedir.
Bir metinden başka bir metne geçme gereksinimi ile kendini yeniden kurma gereksinimi bir arada gelişen bir süreçtir. Zanaatçı yaptığı işi mülk edinirken, sanatçı yaptığı işi terk ederek gelişir. Açıklama yapmadan anlatmak, anlatma sanatının yarısı eder... Öyleyse, anlatma sanatının diğer yarısı nerdedir ve neyle uğraşır?
2. Dünya Savaşı'ndan bu yana gelişen tüm sanat kolları ve ekollerinde görüyoruz ki sanat içindeki her öğenin mutlaka bireysel ve toplumsal bir karşılığı var. Bu bağlamda yeni olan şeyi ilişkilendirirken, onun dış dünyayla olan ilişkisini de kurma zorunluluğumuz açık bir öğretidir.
Denilebilir ki, 1960'dan sonra başlayan bir dizi gelişmenin sonucunda, (ki bu gelişmenin en son noktası hız'dır ve hız bir ideolojidir...) artık deneysel öykünün işlevini, "bir deli saçması" veya "ya bu da ne?!" deme noktasından şuraya taşımamız gerekir:
Bugün yazarların birinci önceliği; toplumu aydınlatmak, memleket meselelerine kafa yormak ve insanları eğitmek olmaktan çok -ki bence bunlar yazarın görevi olmamalıdır- o hız denen ideolojiyi nasıl yavaşlatılacağı üzerine kafa yormaktır. Hızı yavaşlatmadığımız sürece, imgelerin o büyük ve güçlü akışı karşısında, unutma kültürü denilen, kurgu üzerine kurulmuş yeni bir belleğimiz olacaktır.
Karşılaştığımız bir imgenin içeriğinin ne olduğunu daha anlamadan, yeni bir imgenin saldırısına dâhil olacağız, oradan da bir kez daha yeni bir imgeye geçeceğiz. Böylelikle insansal ilişkiler, birbirine değen, dokunan, birbirini kavrayan bütün ilişkiler deformasyona uğrayacak; biriciklik dediğimiz şey kişiselciliğe kadar gidecektir.
Deneysel edebiyat kuşku edebiyatıdır, hepimiz kuşkuyla yazmışızdır; ama yazar için "bitmiştir" dediği dahi kuşkulu bir metindir. Çünkü bir metnin nerde başlayacağını, nasıl başlayacağını, neden başlayacağını kesinlemelerle bilmiyor oluşumuz; aynı zamanda o metnin bittiğini sandığımız yerde başlayan bir metnin içinde yeniden şekillenmeye başladığını da bize duyumsatır. Dolayısıyla bitmiş bir metin dahi kuşkulu bir metindir.
Yazının amaçlarından biri de yazarını öldürmektir. Her metin yazarını öldürmek ister. Bu nedenle binlerce yazardan bugün elimizde gerçek anlamda -hem zamana direnen metinler hem zamanı aşkınlayan metinler anlamında- bir avuç kaldı.
Bu bağlamda son söz olarak şunlar söylenebilir:
Kuşku yazarı besler. Yazının yazarı öldürmesi karşısında, yazarın kuşkuyla kendini eğitmesi ve örgütlemesi önemli bir çıkış olarak görünüyor. Yazar için aslında her gerçek gerçeküstüdür. Çünkü yazar yazıya bir gerçekle başlar; ama bunu bir üst gerçeklik kurmacası ile yeniden kurar ve başladığı gerçek değişmiş, dönüşmüş olarak, hem kendisi hem kendisinden daha fazlası olarak ortaya çıkar. Bu camsa, hem camdır hem kumdur artık. Bu çoğalma deneysel yazarlara verilmiş bir olanaktır.
Slogan hızın kendisidir ve slogandan arındırılmamış bir metin kaba gerçekliğin kendisidir. Slogan hayatımızda daima tuzağı kuran ve bu bağlamda bize aşırı yorumlar yükleyerek, gerçeğin çoğulculuğu üzerinde tek gerçekle iktidar olan bir söylem biçimidir."
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
TEŞEKKÜR SANA
Bırakalım bugün güçlü gergin sözleri
Yoruldu beynim, tenim, gözlerim
Aşka sözcük aramaktan yoruldu
Yordu beni içimin düşmanı
Çitim aşıldı az önce, kapım kırıldı
Bozuldu evim
Bırakalım yiğitlik türkülerini
Tek mektupların değsin elime
Tek senin soluğun
Sarsın beni sustursun
Şu uğursuz bando sesini
Adın tılsımdı
Elimden tutan biricik
Yinelendikçe en güzel günlerim
Gelir yanıma, halam kızları
Manda sütü, iplik olta, dereboyu
Çalsın darbuka, göbekler, gülücükler
Açılırdı bütün kilitler adınla
Yalnız sana yazmakla dayandım
Dağların, toprağın uğultusuna
Buzlu karanlık, tanınmaz bakışlar
İçimde yer kaymaları
Seninle uyandım gün ortası, koşarken
Sanaydı gülümsediğim
Sesini duydum, adımı kıpırdadı
Dudakların, bitti sürgün günlerim
Övgü sözleri kalsın
Yol bittikçe yenik
Yolcuyum ben
Sana dönmüştü yüzüm
Sayım sayıldı, günüm doldu
Bir bilet, sallanır durur
Elimin ucunda
Teşekkür sana, ömrümün bir yanını
Okşadın, canımı yaktın
Yolcu ettin
BARIŞ PİRHASAN
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Seramik tabak üzerine motif çalışması tüm dünyada yaygın bir uygulama. http://www.portmeirion.tv/motifs1.htm kısa yolunda bu çalışmalarla ilgili çok sayıda örnek bulacaksınız. Özellikle meraklılarına durulur.
http://www.medikalsozluk.com Medikal dilde bilmek istediğiniz kelimelerin, hastalıkların ve terimlerin tamamını bulabileceğiniz, sözlük tadında bir kaynak. Mesela grip seçeneğini tıklıyorsunuz hemen size …Tıp dilinde influenza adı verilen bu hastalık bulaşıcıdır. Grip olan kişinin nefesindeki damlacıklarla yayılıp, salgın hale gelebilir. Paçavra hastalığı da denir. Aniden başlar ve devamlı olarak ateş yükselir… şeklinde bir açıklama getiriyor. Bilmekte fayda var.
...Mutfak kültürünüzü geliştirmek, en güzel, pratik, kolay yemek tariflerine ulaşmak için yemek siteleri arasında alternatifi olmayan yemek sitesi... http://www.yemektarifleri.org/ Bir de siz deneyin bakalım gerçekten alternatifleri yok mu?
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|