|
|
|
5 Mart 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bay Arınç sübyan mektebi açtı!.. |
Merhabalar
Atma be Recebim din kardeşiyiz, yoksa değil miyiz? Aman canım her ne halt isek işte. Ergenekon davası ile ilgili sorulan soruya; "Şimdi tabii ki tehditler oluyor. Bu tehditler maalesef içerden, dışarıdan oluyor, ama biz bugüne kadar bu konularla ilgili arkadaşlarımıza gerekenleri söylüyoruz. Onlar da yürüyor...." Tehdit alıyormuş, karga olsaydım mutlaka gülerdim ama ben ancak dişlerimi gıcırdatabiliyorum. "Arkadaşlarımız" dediği de savcılar olmasa gerek umarım. Yoksa mazallah Tunceli valisinin düştüğü komik durumla karşı karşıya kalıverir de yüreğimiz sancır. Özünden tescilli "Suçluysan sesin çok çıkar." deyişini sanki ilke edinmiş Recebim. Maşallah onca konuşmaya zerre kısılma, nefes alma da aksama, yutkunma, kekeleme yok. Sanırsın saatli bomba. Sıranın kendisine gelmesini beklerken uyukluyor, haydi padişahım sıra sizin dediler mi, bir cevval bir dinamik ki sormayın, bağırdıkça açılıyor, açıldıkça haykırıyor. "Durmak yok, suça devam!" ...
Yandaki fotografı görmüşsünüzdür sanırım. Bay Arınç sübyan mektebi açılışında İstiklal Marşı söylüyor. Sol tarafta var gibi görünen ucube de aslında yok. O bir cin, şeyh cini, cin şeyhi. İstiklal Marşı'na, Atatürk'ten başlamak kaydıyla yoluna tüm taş koyanlara söverek, mırıl mırıl iştirak ediyor. Bir de Bay Arınç'ı kötülüklerden, başına düşmesi muhtemel mesir macunundan korumak amacıyla yanında dolaşıyor, kimse görmüyor. Sadece fotograf makinalarıyla, Bay Arınç'a görünüyor. Manisa'da adı var kendi yok, o sübyan mektebi senin, bu kız sanat okulu benim, dolanıp duruyor, şeyh cini, cin şeyhi, cin ucubesi, Arınç'ın cini!.. Hay cinini imanını sevdiğimin ucubesi... ...
Duymamla dudağımdaki uçuğun pırtlaması bir oldu. Bakalım sizde ne gibi bir etki bırakacak? Bir iki ay evvel ODTÜ öğrencileri, sözde gizli gizli fotograflarını çeken, fişleyen, öğrencilikle ilgisi olmayan birini yakalayıp, biraz okşadıktan sonra polise "Ajan bu" diyerek teslim etmişlerdi hatırlarsınız. Savcılık durumu incelemiş, devlet görevlisi olduğuna kanaat getirdiği ajanın(!?) düştüğü durumdan öğrencileri sorumlu tutmaya karar vermiş. Yani, gizli görevini eline yüzüne bulaştıracak kadar yeteneksiz bir memurun cezasını onu yakalayan gözü açık öğrenciler çekmeli demiş. Bunun, hukukun hangi fıkrasına uygun olduğunu bir bilen varsa bana anlatabilir mi? Yoksa her zamanki gibi büyük balık küçüğü ham mı yapacak, bilelim yani. Haydi kendinize mukayyet olun, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
TEYZUŞ : Ferda Önler SUYUN ÖTE YAKASINDAN OLMAK - 1 |
|
Suyun öte yakasından, yani Meriç Nehri'nin karşı kıyısından, yani Rumeli'li olmak. Türk mübadillerinden (göçmenlerinden) olmak, yani "muhacir" olmak.. Hiç karşılaştınız veya tanıştınız mı böyle birisiyle ? Ya da çevrenizde bildiğiniz biri var mı, suyun öte yakasından olan ? Hiç merak ettiniz mi ? Kimdir bu insanlar, nerelerden, nasıl ve ne zaman, hangi şartlarda, topraklarından sökülüp çıkarılmış; zorunlu göçe, "muhacir" olmaya zorlanmışlardır ? Hiç okuyup dinlediniz mi "muhacir" hikâyelerini ?
Onların ortak hikâyeleri 1922 yılında başlar. Anadolu'dan gelen Rum mübadillerin Yunanistan'a varıp, kasaba ve köylere dağıtımına başlanmasıyla. Yaklaşık iki yıl sonra, Cumhuriyet'in ilânının hemen ardından, 1924 yılında sıra Türkler'e gelir. Bu defa onlar yola koyulurlar. Anadolu'dan gelen Rumlar'ın karşılığında, Yunanistan'ın köy ve kasabalarından da ( eskiden Osmanlı'nın olan; Üsküp, Manastır, Selanik, vs. gibi vilayetlerin ) Türk mübadiller Anadolu'ya iskâna tâbi tutulurlar. Yani, Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi anlaşması, onları da doğdukları güzel topraklarından söküp çıkaracaktır. Bir yerlerde okumuştum :
"" Kütahya'dan Yunanistan'a zorla gönderilen Rumlar, hiç Yunanca bilmemektedirler. Konuştukları tek dil Türkçe'dir. Yunanlı komşu şaşırır. "Bunlar ne biçim Yunanlı, dilimizi bile konuşamıyorlar" der. Ama Anadolu'dan gelen Rumlar da aynı şaşkınlığı yaşarlar : "Bunlar bizim dilimizi konuşmuyorlar. Galiba biz buralara hiç alışamayacağız". Mübadele işte bu insanların dramıdır. Yunanca bilmeyen Rumlar, o Rumlara komşularından daha yakın Türkler. Türkiye'yi anavatan kabul eden Rumlar, Yunanistan'ı anavatan kabul eden Türkler..Yani 20'li yaşlarında geldiği İzmir'de, 90 yaşına kadar "hiç gelmemiş" gibi yapan, sadece Rumeli türküleri söyleyerek hep geri gideceği günleri düşünen insanlar gibi..Mübadillerin ve göçmenlerin hayatını en iyi özetleyen sözler işte bunlardır: "Duymamış gibi yapan, gelmemiş gibi yapan insanlar" Bu göçmenlerin "sessizlik ve anavatana şükran felsefesidir" ...""
İşte, aileminki de bu yüz binlerce muhacir ailenin ortak hikâyelerinden sadece bir tanesi.
Bizimkilerin mübadele hikâyesi, 1924 yılının sıcak bir Haziran gününde Yunanistan'ın Kesriye ( Castoria ) Kasabası'nın Jelin Köyü'nden yola çıkışlarıyla başlıyor. Kesriye, eski Osmanlı'nın Selânik Vilayeti'ne bağlı ilçelerden biridir. Yunanistan sınırları içinde bir kasabadır. Ama, buraya bağlı Jelin Köyü'nde bir arada, iç içe yaşayan Rum ve Türk'e nazaran Bulgar kökenli ahali çoğunlukta olduğundan, konuşulan ortak dil de ağırlıklı olarak Bulgarca'dır.
Bu köyün neredeyse tamamının sahibi olan kişi ise, benim sevgili dedemin dedesi
( soyağacımızda ulaşabildiğim dalların en tepesindeki kişi ) "BANUŞ AĞA" adındaki bir Osmanlı Sipahisi'dir. Onun babası Mehmet Ağa'nın da bir Sipahi Beyi olmasından dolayı, ailenin kayıtlara geçmiş lâkabı, "Sipahiler" ya da "Sipahioğulları" dır. Bu beyliğin, hangi Osmanlı Padişahı döneminde ( III. Selim-II. Mahmud, 1789-1839 arası) verildiği kesin olarak bilinmemektedir...Selânik'ten yola çıktıklarında dedem 16-17 yaşlarında bir delikanlıdır. Anneannem ise, 12-13 yaşlarında genç kızlığa henüz adımını atmıştır. İşte böylesine köklü, toprak zengini bir ailenin oğullarından ve de "Sipahi Beyi"nin torunlarından biri olan dedem ile, aynı köyden fakat daha orta hallice bir aileye mensup ve köyün en güzel kızlarından biri olan anneannem, ilk kez Selânik'ten bindikleri vapurda karşılaşırlar... Kim bilir; belki de güzeller güzeli Servet Hanım ile yakışıklılığı bakımından sevgili Atatürk'e benzeyen canım dedem Süleyman Efendi'nin, 45 yıllık mükemmel evlilikleri boyunca hiç tükenmeksizin sürüp giden, neredeyse yarım asırlık sevdaları, vapurda birbirlerini gördükleri o anda başlamıştır.. Çünkü, öylesine bir sevdaydı ki onların ki; ne anlatılabilir ne de tarif edilebilir. Ancak ikisini birlikte görenler; hemen hissederdi bu sevdanın, aşkın büyüklüğünü, derinliğini, gücünü. Aradan geçen yıllara inat, sönmeyen ateşini. Ve belki de bugüne dek gördüğüm; en güzel, en imrendiğim, en gerçek olandı... Anneannemin kendi elleriyle ve özenle pişirdiği kahvesinin fincanını her seferinde sevgili eşinin avuçlarından alırken, dedemin o an dnneanneme kilitlenmiş gözlerindeki hayranlık ve sevgi dolu bakışlarını asla unutamam ! Zaten, ömrüm boyunca bir kadına öylesi sevda yüklü bakışları hiçbir erkekte maalesef yakalayamadım !.. Zaten bizim ailenin diğer kadınları, asla anneannem kadar şanslı olamadı; bırakın kendi kızlarını, biz torunları bile ..! Her ikisinin o lâcivert-mavi gözleri birbirlerine kenetlenir, bunca yıl sonra dahi hâlâ utangaç; ama çok da manalı bir tebessüm otururdu karşılıklı bakışlarına. Birbirleriyle flört etmekten asla vazgeçmediler, bıkıp-usanmadılar hiç... Herşeyi paylaşmaya, birlikte yapmaya hep özen gösterdiler. Birbirlerini hiç kırmadılar, kırılmadılar da. Kendilerini ve ilişkilerini yıpratacak tavır ve davranışlardan hep kaçındılar. Ömürleri boyunca, birlikte yakalamış oldukları mutluluğu, kendilerine bağışlanmış en büyük lütuf olarak görüp; onu sonuna dek yaşamaya, birbirlerine yaşatmaya ve evlatlarına da örnek olmaya çalıştılar. Ve ölüm bile, pek başaramadı onları birbirlerinden uzun süre ayırmayı... Ben, hep gülümserken görmeye alışık olduğum canım dedemin hıçkıra hıçkıra ağladığını sadece bir kez; o da anneannemin vefat ettiği gün görmüştüm.
Sonraki günlerde ise, bizlerden saklamaya veya saklanmaya çalışsa da, bir köşeye çekilip çocuklar gibi içini çeke çeke ağladığını; yaşamları boyunca dillerinden hiç düşürmedikleri, hep özlemini çektikleri o diyarları, doğdukları o toprakları, ölmeden önce son bir kez daha görmek, havasını yeniden solumak üzere, sevgili hayat arkadaşıyla birlikte Rumeli'ye tekrar gidememiş olmanın ezikliğini, acısını yaşadığını hissederdim. Zaten çok fazla yaşamadı Servet Hanım'ının yokluğunu... Süleyman Efendi'nin sevda yüklü kalbi, hasrete, bir başına kalmışlığa, en büyük "Servet'ini" yitirmiş olmaya dayanamadı ! Bir yıla varmadan, adeta koşarcasına gitti onun peşinden... Hem de yanında olamadığım bir zamanda ! Yurtdışına, dil öğrenimi için göndermiş olduğu en sevgili torunu olan benim dönüşümü dahi beklemeden ! Sanki, yokluğumu fırsat bilmişçesine ! Belki de izin vermem diye, benimle vedalaşmaktan kaçarcasına ! Her ne kadar bana hep aksini iddia etse de, anneannemi benden bile çok sevdiğinden her zaman şüphelenirdim; meğer haklıymışım kuşkularımda...
Türk ve Yunan taraflarınca yapılan mübadele anlaşması gereği, doğdukları toprakları terk etme sırası kendilerine gelen birçok aile gibi, bizimkiler de tüm mal varlıklarını geride bırakmak suretiyle çıkarlar köylerinden. Yanlarında götürmelerine izin verilen, birkaç parça kap-kacak ve giysileri ile, anılarından ibarettir sadece. Bir de, attıkları her adımla oradan biraz daha uzaklaştıkça, yüreklerine artarak çöken ve yeni yeni tanımaya başladıkları bir acı... Sonraları bunun "vatan hasreti" denilen şey olduğunu öğreneceklerdir. Aynı acıyı hiç tatmamış olanların kolay kolay anlayamayacağı türden, yakıcı bir hasret ! Ömürleri boyunca gözyaşlarını dindirmeyen, taa iliklerine kadar işlemiş bir hasret ! Omuzlarda, sırtlarda yüklü eşyalar, yüreklerde yüklü acılar, kaygılar... Düşerler yollara; çoluk-çocuk, genç-yaşlı ve de ihtiyarlar. O dönemin şartlarına göre binek hayvanlarının dahi kısıtlı olduğu kafilelerin, yürüyerek Selanik'e varmaları günlerce sürer. Yorgunluk, perişanlık, bezginliktir bu yürüyüşün bedeli. Bir de, daha limanı bile göremeden Selanik yolunda yitirilen ihtiyar ve çocuklardan birkaçı... Mübadele sonucu göçe zorlanan Rumeliler'in, köylerinden çıktıktan sonra önce Selânik, sonra vapurla İzmir, Urla'ya varışları, yaklaşık bir ayı bulur. Sonunda vapur limana demirler. Ve KARANTİNA .! İşte, anavatan'ın Rumeliler'i karşılaması, taa uzaklardan gelen soydaşlarına kucak açışı...
Mecburen bindirildikleri bu vapurlarda, yolculuk boyunca yaşamak durumunda kaldıkları kötü koşulların neden olduğu maddi manevi hasarları bu insanlar yaşamları boyunca üzerlerinden atamadılar.
Bir bilinmeyene doğru yola çıkmanın ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz ? Herhalde, o insanların yaşamaya alışık oldukları bir ortamdan, hakkında hiçbir fikre sahip olmadıkları bir ortama gidiyor olmalarının beyinlerde yarattığı travma az olmasa gerek ! O güne dek sahip olunan her şey yitirilmiş, geride kalmış. Daha da kötüsü, vazgeçmek zorunda bırakılmış bu insanlar ! Kendilerine sorulmadan, fikirleri alınmadan... Sadece: "düşün yollara" denilmiş onlara... Türkiye'de yerleşmeleri için sınırlı seçenek konmuş önlerine ! Özellikle Anadolu'dan giden Rumlar'ın boşalttığı yerlerden. Sanki onca geniş toprağa sahip, koskoca ülkede başka yerleşim alanları yokmuş gibi ! Anavatana vardıktan ( karantinaya alındıkları Urla'dan ) sonra dağıtım gereği, bizimkilerin de dahil olduğu kafile, yine kırık dökük bir vapurla, önce Mersin'e gönderilmişler. Oradan da at arabalarıyla Konya Ereğlisi'ne. Burada geçici olarak bir süreliğine Ereğli'nin yerlisi ailelerce konuk edilmişler. En son durağa, yani bundan böyle yaşamlarını sürdürmeleri için kendileri adına "yetkililerce" uygun görülen yerleşim alanlarına vardıklarında ise, mevsim yerini Rumeli'den çıktıkları yazdan, artık sonbahara bırakmıştır. Yani, hüzünlerin katmerlendiği, genellikle ayrılıkların yaşandığı mevsime...
Bizimkilerin iskân edildikleri yer ise, bugün Aksaray iline bağlı "Güzelyurt" kasabası olur
( eski adı - Gelveri ). O zamanlar 30-40 haneli bir köydür burası. Kendilerine Rumeli'de "bıraktırılan" topraklar, verimli, sulak, adeta bir tarım cenneti... Gönderildikleri yer ise, Orta Anadolu'nun çorak, dağlık, unutulmuş bir köyüdür ! Evlerin çoğu kayalara oyulmuş... Köy halkının çoğunluğu bu mağara evlerde yaşamaktadır ( Kapadokya'yı görenler bilir o mağara evleri. Zaten bu köy de Ihlara Vadisi'nin Aksaray yönündeki uzantısındadır ).
Üstelik, Rumeli'li ailelerin bir çoğu bu göçün ardından darmadağın olmuş ! Kimi Anadolu'nun batısına, kimi güneyine, kimi ortasına bölük pörçük iskân edilmişler. Kardeşler, yeğenler ve diğer akrabalar; her biri bir yere dağılmış ( Bugünkü "Batı Trakya"da kalanlar da olmuş tabii; daha sonraları onların oralarda maruz kaldıkları durumlar da malum ya ! ).. Annem, dayımlar, teyzem, onların yaşıtı kuzenleri ve daha başka nice ailelerin çocuklarının birçoğu, hemen hemen babalarını hiç göremeden büyümüşler. Çünkü babaları ( yani dedem, kardeşleri ve akranları ) Selânik'ten çocuk ya da çok genç yaşta geldikleri Türkiye'de, iskân oldukları yerde ( Gelveri ki; o zamanlar en yakın kasaba olan Aksaray'a yürüyerek yarım günlük yol mesafesindeymiş ) ne tahsil yapabilme, ne de iş bulma imkanı olmadığı için, bu kez de büyük şehirlere gurbete çıkmışlar. Kimi Ankara'ya, Kimi İstanbul'a, kimi başka büyük illere. Gurbette okuyup, kazanıp, ailelerine para yollamışlar. İşte, yine rahmetle andığım benim Sevgili dedem de ailesini ( eşi ve dört çocuğunu ) Gelveri'de bırakıp, gurbete düşenlerden birisiymiş. Ancak işlerini yoluna koyabildikten yıllar sonra çocuklarını Ankara'ya getirebilmiş; okutmuş, geleceklerini hazırlamaya adamış kendisini. Çok büyük güçlüklere maruz kalınarak kurulan hayatlardan sadece birisi benim ailemin yaşadıkları... Ama, sevgili dedem, yeniden kök saldığı bu topraklarda önüne çıkan tüm zorlukları, engelleri aşabilmiş ve burada sıfırdan başladığı hayatını doğru yönlendirerek, her zaman bir ferdi olmaktan gurur duyduğum ERTEN Ailesi'nin ( sonradan çıkarılan Soyadı Kanunu ile SİPAHİLER, "ERTEN" olmuşlar ) en başarılısı olmuştu. Dahası, "bir zamanların Ankarası'nın"
( 1960-75 senelerinin ) tanınmış, güvenilir, dürüst, saygı duyulan işadamı ve müteahhitlerinden biri olmuştu.
Rumeli'den gelme muhacir bir ailenin torunu olduğumdan, hemen hemen tüm çocukluğum, aile büyüklerimin anlattığı bu hüzün dolu mübadele hikâyelerini dinleyerek geçti. Yaşanmış büyük kederleri, acıları, hasretleri, özlemleri, yokluklara mahkum edilmişlikleri, katlanmak zorunda bırakıldıkları güç koşulları, çocuk olmama rağmen anlayabiliyordum ve yaşamım boyunca, derin duygularla yüklü o anıları yüreğimin bir köşesinde hep taşıdım. Bugün hâlâ, ne zaman bir Rumeli Türküsü dinlesem; hemen oracıkta su yüzüne çıkarlar. İçimi titretir, burnumun direğini sızlatır çocukluğumun taptaze anıları... Hemen ardından, hep rahmetle andığım sevgili anneannemin, o çok özgün ve kulağa çok hoş gelen Rumeli şivesiyle söyledikleri çınlar kulaklarımda :
"...vatan dediğin doğup büyüdüğün yerdir... benim vatanım, doğduğum Selânik topraklarıdır..." derdi ve her anışında o lacivert-mavi gözleri, ıslak ve hüzün dolu; dalar giderdi... Hep oraları çok özlediğini söyler, adeta sayıklardı; dilinden düşmezdi hiç Rumeli'si... Ve hasret gitti ! Bu hasretle kavruldu ömür boyu ! Öldüğünde ise, gideceği cennetin de Rumeli'de olduğuna kendini inandırmış olarak gittiğinden eminim ! Bize; ablam ve bana, ( diğer torunları o zaman henüz doğmamışlardı ) bıraktığı yegâne vasiyeti: "Sizler gençsiniz, şimdi imkanlarda çoğaldı, eskisine benzemez; ömrünüzde hiç olmazsa bir kerecik olsun gidip görün Selanik'imi... Ama, benim gözlerimle bakmaya çalışın ki, bizleri görebilesiniz oralarda..." demek olmuştu yaşadığı sürece. Rumeli'de bir Ağa, bir Sipahi Beyi torunu olan dedem ile, köyün ileri gelen ailelerinden "Hocalar"ın kızı anneannemin mübadele anıları, tarihi bir belgesel yapılabilecek kadar renkli, gerçek ve ilginçtir. Ayrıca, çıkarılacak yığınla dersler vardır o hikayelerde !..
Siyasal olayların ve siyasilerin aldığı bazı kararların, sıradan ve sıra dışı insanların hayatlarını nasıl savurduğuna dair acı dersler !.. İnsanları varlıktan yokluğa, her türlü zenginlikten fakirliğe nasıl sürüklediklerine dair...
Bu anılardan benim aldığım ilk ders; kendimde "köklerine sahip çıkma bilincini geliştirmek" oldu. 1987 yılında Yunanistan'a yapmış olduğumuz seyahat, bu bilinç doğrultusunda gerçekleştirilmişti zaten. Tabii ki bu kararı alırken, 1976'da yitirmiş olduğumuz Anneannemizin vasiyetinin de önemli bir katkısı olmuştu, şüphesiz ! Fakat asıl etken, çocukluğumdan beri içimdeki bir sesin bana hep: "Senin köklerinin bir ucu orada !" diye fısıldamasıydı galiba... O deniz mavisi gözlü, hoş görülü, güleç yüzlü, sarışın ve son derece medeni insanların doğup büyüdüğü, sonra da köklerinden sökülüp atıldığı topraklar, nedense hep çekti beni. Aile büyüklerimin, köklerimin savrulup geldiği yerler, çağırdı beni sanki. Onlar... Suyun öte yakasından gelen Rumeliler... öylesine medeni insanlardı ki; her nereye gönderilmişlerse, gittikleri yerlere, hatta Anadolu'nun en kıraç ve medeniyetten en uzak köşelerine dahi, "medenilik"lerini de beraberlerinde götürebilmişlerdi. Sosyal yaşamları, hayat görüşleri, yaşam tarzları, örf ve gelenekleri, mutfak kültürleri, sanata bakışları, dinledikleri müzik, hep ayrıcalık ve farklılıklarını sergilemiştir. Onlar yanlarında Anadolu'ya başka bir renk ve farklı bir medeniyet getirmişlerdir; ne Osmanlı'sında ne de Anadolu'nun yerlisinde olmayan !..
Arkası yarın...
Ferda Önler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay PADİŞAHIM SEN ÇOK YAŞA |
|
İstanbul Metrobüs açılışında "padişah" gibi karşılanan Başbakan'a duygularını dile getiremeyenlere buradan yardımcı olalım.
***
Bana yol yaptınız,
Bana köprü yaptınız,
Bana yardım yaptınız,
Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayip Erdoğan sen çok yaşa!
İş istedim iş yerine sadaka verdiniz.
Çiftçilik yapıyordum, elimden aldınız bir hayır vardır dedim,
Hırsızlara el feneri ile değil deniz feneri ile yolsuzluğun yolu gösterildi ses etmedim,
Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayip Erdoğan sen çok yaşa!
Cumhuriyeti savunalar içeri tıkıldı…
Ordu'nun tasfiyesi için, Ergenekon masalı yazıldı seyirci kaldım…
Seçim arifesine gireli, PKK rahat duruyor sorgulamadım…
Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayip Erdoğan sen çok yaşa!
Ne var ne yok satalım para kazanalım dediniz,
Batıya açılmak yerine, batılıya yer yurt verdiniz komşudur saygı duyalım dedim,
Ülkemdeki yabancı sermayelerin kendi vatandaşları ile çalışmasını insalarını koruyor dedim,
İşsiz kalan evladımı, dayımı amcamı düşünmedim,
Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayip Erdoğan sen çok yaşa!
Medya, medya yandaş medya diye boykot ettiniz,
Haber alma özgürlüğüme engel olamazsınız demedim,
Medya İmparatorluğunuzu görmezden geldim,
Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayip Erdoğan sen çok yaşa!
Metrobüs açılışında Ferhat'lar Şirin'lerine kavuşuyor dediniz,
Ne Ferhat gerek ne Şirin bana iş gerek diyemedim,
Ülkem de neden bu kadar huzursuzluk var diyemedim,
Mavi boncuklu balonlar da olmasa Sayın Başbakan,
"Nazar etme ne olur çalış senin de olur" dediğinizi de anlamayacaktım ya neyse,
Diyemediklerim şimdilik bunlar,
Diyorsunuz ki "güle güle kullanın. Bu da iyi bir ciklet"
Siz de haklısınız "vur kafasına al lokmasını ruhuyla" davrandığım sürece daha çok diyemediklerim olacak…
Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayip Erdoğan sen çok yaşa!
Nuran Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
COMPLEX -1
20 HAZİRAN 2005
Gözlerini birden açar…
Neredeydi?
Korku ve tedirginlikle etrafı izlemeye çalışır, fakat tepesinde bulunan güneş buna fazla izin vermiyordu. Saatlerce kumsalda yattığı için gözleri kan çanağına dönmüştü.
Korkuyordu.
Bir süre aklı durmuş gibi, hiç bir şey düşünmeden, anlamsız biçimde sağa sola bakmaya çalıştı, her seferinde göz bebekleri şaşkınlıkla büyüyordu.
Neden sahildeydi?
Neden daha önceyi hatırlamıyordu?
Ne yaşanmıştı ki yerde hiç bir şey hatırlamadan yatıyordu?
Bir kaç dakika içerisinde bunlar yaşanırken, yavaşça olduğu yerden doğrulmaya çalıştı. Ayağa kalkamadı ilk denemesi başarısızdı. Başı dönüyordu. Bir kez daha denedi ve yarım haldede olsa ayağa kalkmayı başardı.
Bütün bunlar rüyamıydı? Yoksa gerçekten aklını mı kaçırıyordu Thomas. Kendisine sorduğu hiç bir soruya yanıt bulamadı.
Tek bir şey hatırlıyordu. Burada yalnız olmadığını… Aklındaki her şey birbirine girmişti. Nedenlerin arasında sıkışmaya başlıyordu.
Tepesinde kızgın güneş, etrafında çarşaf gibi pürüzsüz bir deniz, ilk halinden daha iyi bir durumda etrafı izleyip neden burada olduğunu düşünmekteydi, ama etrafta gördükleri sonsuzluğa benzeyen bir kumsal ve karsındaki sonu bir türlü gözükmeyen deniz…
Tekrar yere çöktü, kafasını ellerinin arasında sımsıkı tutarak sağlıklı bir şekilde düşünmeye çalıştı.
Ama aklına gelen tek şey yine sorulardı. Daha fazla tahammül edemedi bu duruma ve ayağa kalktı, yürümeye başladı ne yöne gideceğini bilmeden.
Sahili takip etmeye karar verdi. Aklında, insanlara rastlayıp olup bitenler hakkında sorular sorarak, cevaplar bulmak vardı.
Sahilde yavaşça ilerlemeye başladı, yanında sadece rüzgârın uğultusu vardı. Yürüdükçe nedenlerle birlikte gözden uzaklaştı...
OCAK 2005
Eski yıldan kalan şarap kadehine vurmaya başlamışken güneş, yeni yıl ilk pırıltılarını geniş bir yelpazeyle çoktan sunmuştu dünyaya.
Ve ilk sürpriz, bir nisan şakalarını aşan haddiyle baş başa bırakıyordu Thomas'ı. Gözlerini açtığında, koynunda olan mutluluğun yerini boş bir ağırlık almıştı.
Bu terk ediliş sürprizlerin ve yeni yılın ilk hediyesinin en acı hatırası olmaya çoktan adaydı.
Yeni yıl aslında hiç düşündüğü gibi başlamamıştı, saatler önce tutulan dilekler 2005'in giriş kapısında, kendisini hayal kırıklığına teslim etmişti.
Bu ayrılık diğerlerine benzemiyordu, bıraktığı derin boşluk avuçlarında kalan kahpe bir yalnızlıktı. Ne bir not ne de bir iz. Unutulan bir şeyler vardı. Kötü sonlar hiç bu kadar kötü olmamıştı.
Mutluluk kendi aynasıyla baş başaydı şimdi. Uzun zamandır kör olan bakışları, boşluğun o öldürücü sessizliğinde nefes almakta zorlanıyordu artık. An, bir parçasını çoktan unutup, yatak örtüsünün kırışık duygularında Thomas'ı esir alıyordu.
Bütün duygularını evin en ücra kösesine bırakarak, şirkete gitmek için yola koyulmaya karar verdi.
Evden çıktı, yoğun trafiğin ardından şirkete ulaşmıştı. Yorucu olmaya aday bir gün, yapması gereken onca iş varken Thomas hiç bir şey yapmıyordu.
Zamanın dekorasyon anlayışının, zevkinin becerilerinin yansıdığı odasında, koltuğuna sarılmış şekilde, klasik müzikle kafasını dağıtmaya çalışıyordu. Tam bu sırada telefonu çaldı, müziğe kapadığı için kendisini aniden irkildi.
- Evet Linda
- Beyefendi saat 10 da toplantınız var, hatırlatmak istedim.
- Linda toplantıyı iptal eder misin?
- Tamam efendim.
- Teşekkür ederim
Bir süre sonra duvarlar üstüne gelmeye başladı, boğuluyormuş hissine kapılarak dışarıya çıktı, caddedeki kalabalık ve arabaların gürültüsüne aldırmadan boş gözlerle olan biteni seyretti.
Her şey o kadar anlamsız geliyordu ki, içinden hiç bir şey yapmak gelmiyordu. Öylece yürümeye devam etti boş bakışlarla, bir saat boyunca yürüdü nereye gittiğini bilmeden.
Her zaman gittiği bara doğru yolunu değiştirdi, içeri girerek en kuytu köşede kendisinde yer buldu ve barmene doğru dönerek, sert bir içki söyler kendisine.
Zaman akıp gider masalar bir dolar bir boşalır… Önemsiz fotoğraflardan sadece biridir bu. İçkisini yudumlarken omzunda sertçe bir el hisseder, yavaşça döner, arkasındaki kişi Oliver dır.
-Senin ne işin var burada Thomas?
Oliver bir viski söyler. Ve Thomas'a döner:
-Seni bu saatte buralara sürükleyen ne dostum?
-Her zamanki gibi, ne olabilir sence! Bir insan iki dünya arasında sıkışmaya alıştığında çıkması çok zor oluyor dostum. Bu yüzden, bende içkiyle kendime daha başka bir dünya kurup içinde mutlu olmaya çalışıyorum.
-Anlıyorum... Bizimkilerle görüşüyor musun peki, uzun zamandır göremiyorum seni?
-Herkesin ayrı bir hayatı var bu yüzden pek sık görüşemiyoruz.
-Aslında düşündüğün gibi bir durum yok ortada belki sen eskisi gibi yaklaşmıyorsun bize. En son 6 ay önce gördüm seni sanırım. Biz böyle değildik…
-Biliyorum, ama seni gördüğüme sevindim. Bundan sonra görüşelim.
-Diğerleriyle her hafta görüşüyoruz zaten bir sen eksiksin, sen de yanımızda olursan eski günlerimize dönebiliriz.
-Benim ilk önce bir şeyleri değiştirmem gerekiyor!
Ama bunu yapacak gücü bulamıyorum kendimde ve kendimi bu kadehin tam içine gömülü buluyorum.
-Her ne düşünüyorsan Thomas, bırak düşünme dostum, hayatını yaşa! Eskiden böyle değildik, kendini bırakma.
- Bakalım hadi ben gidiyorum hoşçakal
Thomas, sert bir içkinin verdiği tüm kıvamı yüzünde barındırarak, mekânın kapısından hızla uzaklaşmaya başladı...
Karanlık sokaklardan eve doğru olan tüm yalnızlığı içine çekip dairesinden içeri boş bakışlarla sokulur. Karşılaştığı manzara beklediği gibiydi. Evde yalnızdı artık.
İçkileri hâlâ yanındaydı. İçkileri onu terk etmediği için seviniyordu. Kadehi eline alıp uzunca baktıktan sonra, viski şişesinin dibinde kalan son yudumları kadehe doldurarak dışarıyı seyretmeye başladı. Bir sure sonra sızdı.
Sabahın ilk kalıntıları dünden kalan viski kokusu ve evin hiç olmadığı kadar dağınık oluşuydu. Terkedilmişlik o kadar derinden hissediliyordu ki. Thomas her zaman kalktığı saatte yatağındaydı.
Neden uyanamamıştı?
Şirketteyse dün ertelenip bugün katılması gereken bir toplantının gerginliği vardı. 9.00 da gitmesi gereken toplantıya katılamamıştır Thomas! Hiç bir zaman böyle bir sorumsuzluk yapmamıştı. Sekreteri endişelenir bu duruma, çünkü Thomas telefonuna cevap vermemektedir. Duruma daha fazla dayanamaz şirket görevlilerinden birini Thomas'ın evine gönderir. Görevliler içeriye girdiklerinde, Thomas'ı dün gece sızdığı yerde baygın bulurlar. Ve en yakın hastaneye götürerek tüm arkadaşlarına haber verirler.
Dakikalardır doktor kontrolünde ve baygındır Thomas. Dışarıda uzun zamandır görüşemediği arkadaşları merak ve üzüntü içinde beklerler Thomas'ın yeniden aralarına katılmasını.
Altı aydır görüşmemişlerdi, Thomas arkadaşlarını daha uzak, daha yabancı varsaymıştı kendisinden. Onu buldukları bu durum, bıraktıkları durumdan daha başkaydı. Akıllardan sormak geçiyordu bunun nedenini... Durumda bir gariplik vardı ama kimse ne olduğunu bilmiyordu.
Kapının hemen ardında bekleyiş sürerken bir köşede Thomas'ın en sevdiği iki arkadaşı kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başladılar.
-Uzun zamandır görüşemiyoruz Heryy, Thomas çok değişmiş öyle değil mi?
-Evet uzun süredir görmüyorum, bir kaç kez görüşmeyi denedim, ama bir türlü ulaşamadım. Dün Oliver ile görüşmüşler sanırım barda karsılaşmışlar durumunun hiç iyi olmadığını soyluyordu Oliver. Sanırım alkole bağımlı yaşıyormuş, sonra çekip gitmiş. Çok tuhaf şeyler söylemiş Oliver 'a
-Ne oldu acaba?
-Bilmiyorum aklıma hiçbir şey gelmiyor Daniel.
-Neden bayılmış olabilir ve neden evde yalnızdı?
-Aylardır görmüyorum ki…
…
-Evet. Bunca zaman ne yaptığını bilmiyoruz. Durumuna üzüldüm, tanıdığım, sevdiğim arkadaşım bambaşka bir şekilde çıkıyor karsıma ve su an hastanedeyiz, bunları teker teker soracağım uyanınca ona!
-Soralım bence de bizden kopmak var mı öyle! Altı ay boyunca ne aradı ne sordu en son sergimde görüşmüştük.
-A evet! Sergiye gitmiştik ve çok eğlenmiştik, o gün ne oldu da bir daha hiç birimizi arama gereği duymadı anlamıyorum.
…
Bu konuşmalar yankılanırken ayak sesleri duyulmaya başladı…
Bir anda derin bir sessizliğe büründü ortalık. Doktorun dudaklarından çıkacaklara yoğunlaşır tüm kulaklar…
Doktor konuşmaya başlar:
-Aşırı alkol ve stres kötü etkilemiş, bayılmasına sebep olmuş, merak edilecek bir durum yok şu an iyi durumda ama dinlenmesi gerekiyor onu bir sure dinlendirin hiç bir şekilde yorulmasın ayrıca yalnız kalmaması gerekiyor. Onu bu denli strese sokan durum neyse önlemeye çalışın!
Doktoru dinleyip, ona teşekkür ettiler. Kendi aralarında küçük sohbetlere başladılar.
- Hery, Thomas'ı alıp bize geçelim konuşmaya çalışalım en azından ne olduğunu anlamaya çalışırız… Bir sure yalnız bırakmazsak iyi olur.
…
Yağmur yağmaya başladı günün üzerine, ortalık damlalara boğuluyordu, pencereden izlenen görüntü kopuk kopuk parçalara dönüşmüştü. Bu aksam, pencerenin hemen yanında sessiz bir gürültü etrafında toplanmış bir grup arkadaş ve derinden esen soğuk bir rüzgâr… Akıllarından geçen soru işaretleriyle dolu geçmiş ve gelecek… Aksam yağmurla birlikte kendisini yasa boğan karanlığa bıraktı kendisini, her şey duygular gibi dağınıktı.
Thomas, penceredeki damlalar gibi kopuk duygularıyla boğuşuyordu yastığının basında. Aklından bir zaman geçmiyordu, bir türlü sabah olmuyordu onun için.
Oliver ve diğerleri için de durum aynıydı bu durum hepsini rahatsız ediyordu. Bir şeyler olmuştu ve hayatlarını derinden etkilediğini Thomas dışında herkes biliyordu!
Çünkü Thomas hiçbir şeyin tam olarak farkında değildi. Onun için anlık yaşam sadece dakika aralarına sıkışmış saniyeler gibi boşa dönmekti ve her seferinde başa dönüp tekrar dönmeye başlamaktı…
Eskiden kurulu bir düzeni vardı Thomas'ın, işini seviyor ve iş dışında çeşitli organizasyonlar yapıyordu arkadaşlarıyla. Bu da onu mutlu ediyordu. Mutlu bir beraberliği vardı her şey bambaşkaydı, yaşadıkları arkadaşlarına örnek olabilecek kadar güzeldi.
O anı yaşadıktan sonra kurulu düzen yerini umutsuz bir durumun içine gömdü. Artık dünyada tek başına yaşıyor hissine kapılıyordu. Bunalımları artıyordu, her an yalnızlık korkusu onu esir alıyordu, ilaçlar sayesinde ayakta durmaya çalışıyordu .
Hiç kimsenin onu anlayamayacağından emindi, istese de anlatamıyordu, yaşanmış altı aylık zaman ve geçmişindeki kara leke hangisini nasıl anlatacaktı ki.
Korkular, korkular…
Devamı var!..
Şafak Soysal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
SANDIKLI PAZARINDAKİ
ÇİNGENE KADIN
Birden anımsadın bunca yıl sonra
o gördüğün badem gözlü
çingene kadını
tam yirmi beş yıl önce
Sandıklı pazarında.
Şimdiye kadar hiçbir kadın
öyle bakmadı
meydan okumadı sana
gözlerini gördün
bir anda sevişip ayrıldınız
Gökyüzüyle birlikte bakmıştı sana
çaktırmadan arasta esnafında
ÖZDEMİR İNCE
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Seramik tabak üzerine motif çalışması tüm dünyada yaygın bir uygulama. http://www.portmeirion.tv/motifs1.htm kısa yolunda bu çalışmalarla ilgili çok sayıda örnek bulacaksınız. Özellikle meraklılarına durulur.
http://www.medikalsozluk.com Medikal dilde bilmek istediğiniz kelimelerin, hastalıkların ve terimlerin tamamını bulabileceğiniz, sözlük tadında bir kaynak. Mesela grip seçeneğini tıklıyorsunuz hemen size …Tıp dilinde influenza adı verilen bu hastalık bulaşıcıdır. Grip olan kişinin nefesindeki damlacıklarla yayılıp, salgın hale gelebilir. Paçavra hastalığı da denir. Aniden başlar ve devamlı olarak ateş yükselir… şeklinde bir açıklama getiriyor. Bilmekte fayda var.
...Mutfak kültürünüzü geliştirmek, en güzel, pratik, kolay yemek tariflerine ulaşmak için yemek siteleri arasında alternatifi olmayan yemek sitesi... http://www.yemektarifleri.org/ Bir de siz deneyin bakalım gerçekten alternatifleri yok mu?
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|