|
|
|
6 Mart 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İstanbul'un su sorununu ben çözdüm!.. |
Merhabalar
İnsanın aklı hafsalası almıyor, yerinde tepinesi, yaradana sığınıp bir çakası geliyor. Olsa olsa birkaçbin dolarlık zıkkım bir altimetre yüzünden dokuz can, milyonlarca dolarlık uçak, paha biçilemez bir itibar yerle yeksan oluyor da kendini sorumlu addedecek insan müsveddeleri hâlâ yerlerini işgal etmeye devam ediyor. Niçin? Çünkü kabahat onlarda değil, kaderde, kesilen devenin basiretsizliğinde, hacda edilen duaların ters tepmesinde, hamdolsunu yanlış anlayan mukadderatın daniskasında. Bakan pişkin, sırıtıyor; "Hele bir resmi rapor gelsin, görelim." diyor. Çünkü iyi biliyor, o rapor gelene kadar nelere çare bulunmaz ki? Alimallah rapor bile feleğini şaşırır. Sekiz uçuştan ikisinde arızalanmış bir zıkkım altimetre, eşeğini sağlam kazığa bağlamadan Allaha emanet eden, Recebim'den torpilli bostan bekçileri yüzünden değiştirilemiyor ve olanlar oluyor. Varsa biraz izzetinefsiniz defolur gidersiniz be işgalciler, defolur gidersiniz.
...
Metrobüsler yeni ya, arıza marıza yapmaz, imanımızdan alır gücünü demişler, velev ki arıza yaptığında ne halt yiyeceklerini hesaplamamışlar. Ama olan olmuş, biri arızalanmış, diğerleri peşine tren olmuş, yolcu inmiş aşağı, metrobüs olmuş yayanbüs. Plansız programsız kentleşmenin ağa babası, ispark bekçisi, muhallebicilerin kralı, Recebim'in has arkadaşı Topbaş Başkan'ın canı epeyce sıkılmıştır. Ama müstahak, değilmi ki kalkıp "İstanbul'un su sorununu çözdük." diye Allah'ın işine karıştı, cezasını da çekecek değil mi? Sorun çözmeyi yağmur duasının tutmasına bağladığı için olsa gerek "Çözdük" diyor başkan. Vardır bir bildiği, hikmetinden sual olunmaz.
...
Unakıtan Bakan sağlığına kavuşup yurda dönmüş, geçmiş olsun efendim. Karı koca hallerine bayılıyordum, şimdi oğullarına da bayılasım var. "One Minute" ü tescil ettirmek için başvurmuş genç girişimci, işbilir kardeşimiz. Şimdiden parti yönetimini garantilemiş görünüyor. Zaten Recebim bayılır böyle müteşebbis gençlere, ya damat diye alır ya da oğlum diye bağrına basar. Ahsen Hanım da dayanamamış baklayı ağzından çıkarmış. Neden Amerika'ya gittiklerini söyleyivermiş. Malûm olmuş efendim, malûm. Rüyasında ak sakallı dede "Cleveland'a gidin siz, nasılsa beleş" demiş, onlarda kıramamışlar dedeyi gitmişler. Bir de kalkıp parayı kim verdi diye soruyorlar adamcağıza. Ayol ak sakallı dede git diyecek te onlar gitmeyecek, var mı onlarda o biiiiiip!.. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan DEPRESYONDAYIM, İLİŞMEYİN (SON) |
|
Son günlerde bana bir şeyler oluyor. Seni bilmem ama ben artık daha çabuk yoruluyorum. Fırlattığım yassı taşlar bir, iki kez sektikten sonra yavaşça denizin dibine iniveriyor. Daha az ıslık çalıyorum örneğin ve akşam yürüyüşlerini neredeyse hepten bıraktım. Yazmayı da sevmiyorum üstelik. Kelimeler birbirine dolaşıyor cümlelerim tökezleniveriyor. Bir kez daha okuyorum sonra ve hepsini silip atıyorum. Akşam yemeklerinde eskisi kadar konuşmuyorum ve yalnızlığı daha çok seviyorum son zamanlarda. Gürültüye patırtıya, tartışmalara dayanamıyorum. Kitap bile okuyamıyorum. Bir kaç sayfa sonra sıkılıp bırakıveriyorum. Bu kitapta ötekilere benziyor diyorum. Bir bahane buluyorum illa ve konusunu beğenmiyorum. Kaldırıp uzak bir köşeye fırlatıyorum. Meyveler çürüyüp gidiyor dolapta, öylesine. Ayvaları soymak, elmaları dilimlemek istemiyorum.
Son günlerde bana bir şeyler oluyor. Her geçen gün sevdiğim şeylerden aldığım zevki yitiriyorum. Sümbüller açıvermiş ön bahçemde. Farkına bile varamamışım. Bu sabah ilk kez gözüme iliştiler. Mor, beyaz, pembe ezgilerinde küsmüş bir şarkı saklıyorlardı ipeksi tenlerinde. Laleler de tomurcuk salıvermişler eğri boyunlarıyla. Özür diledim hepsinden ama aldırmadılar. Biliyorum, hatalıyım. Bu mevsimde otlarını yolardım, topraklarını kabartırdım onların. Gülleri budardım, yeni kalemler sokardım saksılara. Aklımın dolaşık yollarında kaybolmuşum, Martın geldiğini unutmuşum. İyi değil bu gidişin sonu. Biliyorum ama engel olamıyorum. Böyle tekerimin çıktığı, çamura battığım zamanlarda nedenini bilmiyorum ama hep annemi özlerim. Keşke şu anda onun yanında olsam, dizlerine koysam başımı, usul usul saçlarımda dolaşsa parmakları… Çok değil, on dakika, bilemedin yarım saat. Gözlerim kendiliğinden kapansa, uyuyabilsem…
Bunu bir psikoloğa anlatmalıyım. Neden her battığımda annemin dizlerini istiyorum? Neden hep beni çukurumdan o çıkarsın düşünü yineliyorum? Birde demiryolu var. Bu çok saçma farkındayım. Hiç bitmeyen, kesintisiz ve hiçbir yere gitmeyen ışıl ışıl raylar. Birbirini her gece tekrarlayan rüyalar. Kan ter içinde uyanmasam bile kendini tekrarlamaktan yorulmuş zihinsel bir delilik. Bir makarayı açıyorum örneğin sabaha kadar. Bir değil bin rüyanın içinde Üç gece önce bir şarkı dinledim rüyamda. Şarkının küçük bir ezgisini… Bir ara uyandım. Yatağımdan çıktım. Sigara içtim. Evin içinde dolaştım. Amacım bu rüyadan uzaklaşmaktı. Yeniden uykuya dalmam çok zor oldu. Ama uyuduktan sonra yine aynı şarkı, yine aynı ezgi… Çalar saatim işe gitme vaktini söyleyene kadar kesintisiz. Rüyalar iki, üç saniye bürüyor diyen uzmanlar yalan söylüyor. Böyle bir baş ağrısı, böyle bir bıkkınlık iki üç saniyede oluşamaz.
Bir tren gelir istasyona, bazı geceler. İstasyon kaybolur dumanında, ağaçlar ve raylar bile. Sadece insanların sesleri vardır. Bir de hareket şefinin keskin düdüğünün sesi. İsli basamaklarından trene biniyorum. Basamaklar yüksek ama bir el uzanıyor yardımıma. Sonra bir kompartımana giriyorum. Pencereden hiçbir yer görünmüyor. Karanlık, çok karınlık bir gece… Raylar üzerinde ilerleyen tekerleklerin değişen ritminden köprüler geçtiğimiz, uzun ırmaklar aştığımızı anlayabiliyorum. Yankılanan seslerden ovaya indiğimizi veya tepelerin yamaçlarından ilerlediğimiz de belli oluyor. Karanlıktan sıkılıyorum, kompartımanın soluk kahverengi döşemeli kanepesi üzerinde uzanıp uyuyakalıyorum. Ne kadar zaman uyuduğumu bilmiyorum. Uyanıyorum hala gece ve karanlık. Çişim geliyor ve susuyorum. Kanepeden kalkmak istiyorum. Kocaman bir beni bastırıyor, kımıldayamıyorum. Çabalıyorum ama kalkmayı başaramıyorum. Sonra ellerime bakıyorum.
Avuçlarım gece kadar kara ve is içinde. Kömür kokuyor. Kanepeden kurtulmayı başardığımda genellikle gece bitiyor. Yatağımda uyanıyorum. Şaşkın şaşkın odamın duvarlarına bakıyorum. Ne tren var, ne köprü… Ellerim de kirli değil. Sadece çok yorgunum. Oysa ben bütün yaşamım boyunca trenleri çok sevmişimdir. Özellikle buharlı trenleri… Neden bir karabasan beni illa çok sevdiğim kara trenin solgun lambasının ışığında alıyor kollarına ve sabaha kadar eziyet ediyor?
Bu haller hal değil. İçine düştüğüm bu hengâme gidilecek yol değil. Bu yüz, bu yürek ben değil. Kendimin silik bir fotokopisini mi yaşıyorum? Bana zar zor benzeyen. Daha önce aklıma bile gelmemiş saçmalıklar yapıyorum. Sabaha karşı yıllardır arayıp sormadığım birine telefon açmayı düşünürken buluyorum kendimi. Gazeteciden bayiinden okumadığım dergileri satın alıyorum. Sonra resimlerine bakıp kaldırıp bir kenara atıyorum. Bu adam ben değilim.
Bana bir şeyler oluyor. İçimde o bildik ılık esinti. Lodos bunun sonu, yıkıntı ve savrulma. Bekle ki yağmur yağsın. Üç günden önce ölsen gelmez. Yağmurun ardından umut ederim güneş açar gözlerini. Ipıslak bir sabahtan Mart'a bakar. Bir uykudan uyanır gibi. Silkinirim belki… Yeniden başlarım ezberimdeki şiirleri söylemeye.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu HAYDİ ISLIK ÇALALIM |
|
Akdeniz Üniversitesi Profesörlerinden Orhan Kuruüzüm koridorda yürürken'Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi/ Sen bu işin sonunu düşünmedin mi" dizeleriyle
anımsayacağımız "Halimem" türküsünü ıslıkla çaldığı için hakkında soruşturma açılmış.
Haberi okur okumaz aklıma yıllar önce bir Türkçeyi iyi bilen bir yabancı dostumun dillerin özellikleri ile ilgili bir söyleşimizde espri ile karışık dokundurması aklıma geldi:
- Siz Türkler de amma da çok çalıyorsunuz.
- Nasıl yani, ne demek istiyorsun?
- "Kapı çalıyorsunuz." , " Saz çalıyorsunuz." , "Islık çalıyorsunuz.", " Teyp
çalıyorsunuz.", "Yoğurt çalıyorsunuz." , "Zaman çalıyorsunuz."
Neyse ki uzattırmadım. Sözcüğü "hırsızlık yapma" anlamıyla kullanmadan sözü kaptım:
"Taşa çaldım ayvam ile narımı/Hep harcadım elde olan varımı" türküsünü mırıldanmaya başladım.
Haberle ilgili yorumları okurken ben de Prof Orhan Aküzüm de ayva ile narı taşa çaldığı için koridorda ıslık çalmış olabilir mi diye düşündüm. Gazeteyi kaptığım gibi salonda sohbet eden yakınlarımın arasına daldım. Haberi yüksek sesle okudum:
Her zaman ciddiliği elden bırakmayan, çevresindeki kahkaha atan, hatta gülümseyen kişilere:
"Tövbe tövbe! "
"Gülme! Gülmek, hayırlı değildir.!
"Çok gülen tez ağlar!" diye başlayan annenane:
"Koskoca profesöre koridorda ıslık çalmak yakışır mı, bir de öğrencilere örnek
olacak!" diye söze girince her şeyi hadislerle, ayetlerle açıklamaya bayılan bir başka yakınım:
"Peygamber efendimizin hadisi vardır. Deve güdenler, deve güderken ıslık çalabilir.
Başkası doğru değildir." diyerek anne annenin yayına sokuluyor. Ona Kur'an-ı Kerim'de: "Onların (müşriklerin) Beytulullahdaki duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan (alkışlamaktan) başka bir şey değildir. (Ey müşrikler) Devam edegeldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!.." hükmü beyan buyrulmuştur sözleriyle ıslık çalma konusuna dini bir boyut kazandırıyor. İkili, konuşulacak güzel bir konu bulmanın sevinciyle seslerini yükseltmeye başlarken kahkahalarıyla her zaman bu ikilinin eleştiri oklarına hedef olan bir başka yakınım :
" Ne var bunda? Adamcağız neşelenmiş. Üstelik türküyü ıslıkla çalmış, sözlerini bile söylememiş. Bir de 'Halime'yi samanlıkta…' diye söyleseydi ne yaparlardı ki adamcağıza" deyip kahkahasını patlatıyor.
Her söze kendi doğrularını katmazsa dünyanın yıkılacağını sanan bir başka yakınım durur mu hiç:
"Bizim kız, senin söylediğin Halime'yle bu Halime farklı."
O an köşedeki yeğenler basıyorlar kahkahayı. İçlerinden biri:
- Yahu enişte, sen nereden biliyorsun farklı olduklarını, diye soruveriyor.
Hemen konuyu değiştiriyorum. Çok geçmiyor, köşedeki gençlerden biri hafiften ıslık çalmaya başlar başlamaz anneanne küplere biniyor:
- Evin içinde ıslık çalma!
- Niye?
- Uğursuzluk gelir.
- Gelmez.
- Biz anamızdan babamızdan öyle gördük. Islık çalınan eve şeytan girer, derlerdi.
Din söyleşisi kesildiği için üzülen yakınım anneannenin ağzından sözü kapıyor:
- Taş yağacak başımıza taş. Sizleri, o ıslıkçı profesörler yetiştiriyor böyle. Bu yüzden bu milletin iki yakası bir araya gelmiyor.
O ana dek işi şakaya vurarak geçiştirmeye çalışan gençlerden biri, üstelik hiç ummadığım, oturduğu yerden kalkıyor:
- Anneanne ne bu eve, ne bu ülkeye şeytan gelir. Bu ülkede melek postu giymiş o kadar çok şeytan var ki vallaha gelen şeytana pabucunu öyle ters giydirirler ki şeytan, geldiğine gelmişine bin pişman olur, deyip terk ediyor odayı. Ardından diğerleri de çıkıyor.
Biz yaşlılar birbirimize öylece bakakalıyoruz bir süre. Galiba kendi dünyamızın dışında başka dünyaların da kurulmakta olduğunu anlamamız gerek.
Odama geçerken: "Orhan Hoca sakın, millet malı çalanlar karşısında iyice sağırlaşan bu toplumu uyandırmak için ıslık çalmış olmasın? " diye düşünüyor, hafiften ıslık çalmaya başlıyorum:
"Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi
Sen bu işin sonunu düşünmedin mi
***
Islık, efkar dağıtmanın en saf araçlarından biri.
Islık, sözün kâr etmediği zamanlarda duygu ve düşüncelerin en güzel anlatım yolu. anlatım yolu.
Islık, sesimizi ulaştıramadığımız yerlerde başvurduğumuz en kolay çağrı yöntemi.
Haydi biz de ıslık çalalım.
Açlığa, işsizliğe, evsizliğe mahkûm edilenler…
Çocuklarına bir ekmek bile alamayanlar…,
Odun, kömür, erzak torbası… diye diye dilenciliğe alıştırılmak istenenler…
Bir bardak çay bir simitle akşamı eden öğrenciler...
Onca yıl okuduktan sonra ana baba eline bakanlar…
Gelin birlikte ıslık çalalım.
Sesimiz sesimize ulansın.
Islık çalmak, millet malı çalmaktan çok daha insanca bir davranıştır.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Mahalle Maçları |
|
"Biz eskiden eskiden..." diye başlamaktan sıkılmadım değil ama yine öyle bir manzara hemen her gece televizyonlarda. Mahalle maçları dolu dizgin oynanıyor çocukluğumdaki gibi. "Yukarı Mahalle" ile "Aşağı Mahalle" arasında oynanan maçlar gibi. Kim "Yukarı" kim "Aşağı" orası hiç belli değil, öyle gelmiş böyle gidiyor. İzafiyet teorisi desen bilen yok, koordinatlara göre yerleştirmeye çalışıyorsun aslında "Yukarı" olması gereken "Aşağı" çıkıyor. Ne futbol takımının atkısı var ne şortu ne de forması. Sponsorluktan da haberimiz olmamasına rağmen mahalle esnafından para topluyorduk, hiç olmazsa futbol topu alalım diye. Aksi halde; dandik oynasa da sırf futbol topu var diye kadroya dahil ettiğimiz arkadaşlarımız bile olmuştur.
Sonra mahalle nüfusu artmaya başladı, artık mahalleler arası maçları bıraktık. Onun yerine haftasonları çeşit çeşit organizasyonlar :
Rakıcılar ve Şarapçılar,
Gençler ile İhtiyarlar,
Bulutspor ve Şimşekspor, vs.vs.
2
Henüz kız peşinde koşturacak yaşlarda da olmadığımızdan sabahtan akşama kadar top peşinde koşturup durduk. Formalar kendi imalatımız, hammadde olarak atlet ve fanila kullanılır. Tenekede su kaynatılır, içine boya katılır, fanila içine atılır, işte sana üstü forma altını hiç sorma. Herkesin ayrı renklerde şortu ve bir o kadar da uyumsuz çorapları...
Fanilalar bir örnek ya nasılsa, gerisi lafügüzaf ..!
Günümüz mahalle maçları ise çok daha tuhaf.
Edi bitti ya, çeneye vurdu, varsa yoksa laf...
Alooo, kimsin ? Kendini Edi zannediyorsan 1'e, benden Edi olmaz diyorsan 2'ye bas...
- Yuh olsun sana İhtiyar Büdü ! Niye çamur atıyorsun, "kııışşşt" mı dedik aşağılık aşağı mahallenizdeki tavuğa ?
Bak sen şu lavuğa ! Desen nooolur be ? Bunca sene bir tavuk yetiştirmişliğiniz mi var ?
- Şşşşştttt ..! Ağzını bozma, gelmiyim oraya davar ..!
Yürü be ..! Gelseniz ne yazar ? Geçen hafta bizim mahalle, sizin mahalleyi evire çevire yenmedi mi ? Doymadınız mı oğlum daha ? Her maç her maç sizi gagalamaktan bıktık.
- Bu kez fena hırpalayacağız sizi, iyi düşün dikkat et hesaba.
Hade hade, sizden ne köy olur ne de kasaba ! Yaz evladım şuraya; iki torba odun bir de soba, sonrası hobaaa !
- Aşağı mahalle esnafının paralarını toplamışsın uyanık seni. Formalarınız felan cillop gibi olmuş. Ama bunların hesabını soracağız hiç merak etme.
Siz de yukarı mahalle esnafını dolaştınız ama havanızı aldınız. Aşağı inecen, halkın arasına karışacaksın oğlum..! Gerçi siz gelemezsiniz buralara Editörüm Monşerim...
- Ayıp oluyor ama hemşerim. Bırak allasen Büdü Efendi, angut angut konuşma !
Cjast dı sekınd, cjast dı sekınd... Angut ha ! Edi Efendi, başlıyor o zaman vuruşma.
- Zaten her maç öncesinde şike, yalan, talan, olmadı arkaya dolan. Maçın hakemine bu kez kaç para verdiniz ?
Hooop dedik hoplama, asabımızı toplama. Nedir derdiniz ?
- Derdi olan baştan beri sizlerdiniz.İşte yine durduk yerde ortamı gerdiniz...
Eee, siz de Yukarı Mahalle havasıyla yerdiniz de yerdiniz. Belden aşağı vuranlarınız da oldu son maçta.
- Vah vah, hallüsinasyonlara da girmişsiniz, sizi Allah kurtarsın diyorum...
Çarşafa dolaşmaktan iyidir. Sen muhatabım değilsin bir defa. Ben artık aşağı mahalleme gidiyorum...
- Hele bir açalım, sonra bir çalım. Elimize yüzümüze bulaşırsa derhal kaçalım !
İşte geldiniz bize, nasıl geçirdik size...
- Onu öyle demezler, peynir ekmek yemezler...
Öyle laflar havaya, patatesler tavaya... Burayaaa buraya bizim takım buraya...
- Haftaya, buluşalım haftayaaa...
Heveslenme boşuna Edi Efendi, durmak yok gollere devam. Duramaaaz, duramaaaz, kimse karşımızda duramaaaz...
- Kılavuzu Büdü Efendi olan da yolunu bulamaaaz...
Kapattım gitti telefonu seni gidi yaramaz !
Ne güzel söylemişler : Kenarın dilberi nazik de olsa, nazenin olamaz !
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Bahçemizde İlkbahar |
|
Gözlerimi açtığımda, pencereden odaya Mart güneşinin ışıkları dalga dalga yayılıyordu. Saçak altında yuva yapmış güvercinlerin sesleri, bana huzur veriyordu. Giyinip avluya çıktım ve sabahın içimi titreten rüzgarıyla yeni güne merhaba dedim. Avludaki çeşmeye yürürken önümden geçen beyaz kanatlı kelebek, meyve ağacının çiçek açmış dalından kopan çiçek yaprağı gibi süzülerek anneannemin bahçesine uçtu… Serçeler, çiçeklerin arasından bahçenin üzerindeki asmaya uçuşarak güvercin seslerine inat daha çok cıvıldaşıyordu. Sabah rüzgarı pembe mor sümbüllerin kokusunu havaya yayıyordu. Nergisler sapsarıydı. Yeni açmaya başlayan lalelerin renkli yapraklarında çiğ damlaları birbirinin ardından yuvarlanarak toprağa düşüyordu. Eğildim ve damlalara yakından baktım. Lalelerin incecik yeşil boyunlarının tuttuğu renkli yaprakları, güneş ışığında yavaş yavaş açılıyordu. Değişik renklerini hayranlıkla inceledim. Mor lalenin yapraklarında beyaz renkte çizgiler, beyaz lalenin yaprak kenarlarında elle işlenmiş dantel misali bordo renkte desenler, sarı lalelerde kırmızı benekler, diğerleri de pembe ve turuncu renkteydi… Beyaz lalenin içine baktım, o kadar beyazdı ki hayatın bütün renklerine meydan okurmuşçasına kendinden emin, cesur ve özgür… Gözlerimi kapattım ve yapraklarına burnumu değdirerek kokladım. Lale kokusu… Tarifini yapamadığım eşsiz bir koku… Sonra çeşmede yüzümü yıkadım, buz gibi soğuk su beni titretti ve koşarak eve girdim. Kuzenler ormanda yürüyüş için hazırlanıyordu. Bu güneşli bahar günü yürüyüş için tam zamanıydı. Ben en küçük kuzen, onlara katılmak için can atıyordum. Evin arkasında bulunan yemek odasından evin önüne kadar anneannemin pişirdiği pesmet (pişi) kokusu geliyordu. Herkes anneannemin hazırladığı sininin başına oturdu. Anneannem pesmetleri yayvan bir tepsinin içine dizerek sininin ortasına koydu ve porselen fincanlara rengi kırmızı olmuş ıhlamur çayı doldurdu. Pesmetleri pekmez ve bala bandırarak bir güzel yedik. Gün batımına kadar sürecek orman gezisi için yanımıza yiyecek alarak evden çıktık.
Yürüyerek köy mezarlığının yanına gittik. Seyrek ağaçlar ve çalılıklarla oluşan korudan sonra orman başlıyordu. Sonbaharda dökülen, toprakla kaynaşıp çürümeye yüz tutmuş sarı kahverengi yaprak öbeklerinin üzerine basa basa yürüdük. Yaprak hışırtılarından başka derin bir sessizlik vardı. Yüksek ağaçların dallarında kargalar uçuşuyor, ormanın sessizliğini bozduğumuz için huzursuzluklarını sanki birbirlerine anlatıyorlardı. Güneş ağaçların arasından kurtularak toprağa dokunmaya çalışıyordu. Hava çok berraktı.
Bir kuş ötmeye başladı. Sanki söylediği şarkı, baharı anlatan doğanın şarkısıydı… Bahar zamanıydı… Aşk zamanıydı… Dağlarda eriyen kar suları, dereleri ve nehirleri coşturur, pınarları doldururdu. Güneş, toprağı kış uykusundan uyandırır, uyanan toprak ısınır, içindeki tomurcukları yeryüzüne çıkarırdı. Dağ eteklerinde kırlar yeşillenir, sarı mor çiğdemler yeşillenen kırları renklendirerek adeta kilim gibi dokurdu. Ormanların gizli köşelerinde bir güzellik vardı ki bembeyaz karların üzerinde akça bardaklar (kardelenler) çıkardı. Kuşlar, tabiatın yeniden doğuş şarkılarını söylerdi. Ağaçlar filizlenir, meyve ağaçları beyaz, pembe çiçeklerini açardı. Arılar yeni bal petekleri için ağaçlardaki çiçeklere dolardı. Bahar rüzgarı arıları sersemletince, bahçelerde taze açan çiçeklerin polenlerine vızıldayarak uçarlardı. Böyle bir bahar gününde, yeniden doğan ormanın havasını ciğerlerimize çektik. Serin hava, yanaklarımızı pembeleştirdi. Üşüyen ellerimiz ve ayaklarımız yürüdükçe ısındı. Büyük kuzenlerimiz aralarında konuşarak kalabalık grubumuzun ikiye ayrılmasına karar verdi. Gün batmadan da aynı yerde buluşacaktık.
Seyrek ağaçlar ormanın içine girdikçe sıklaşmaya başladı. Çalılıklardan ağaçlara uzanan örümcek ağlarını küçük ağaç dalları ile yırtarak ilerledik. Güneş yok derece kadar azdı. Yaşlı bir ağacın yanından geçerken kara toprağın derinliklerinden yeryüzüne fışkırmış gibi görünen köklerinin yanında durduk. Biraz ileride açık mezara benzeyen toprak çukurda, yaprakların arasına dağılmış geyik iskeleti gördük. Kafatası olduğu gibi duruyordu, ama boynuzları yoktu. Belki de boynuzlarına talip olan avcı tarafından vurulup öldürülmüştü?
Güneş tam tepede olsa da sık duran ağaçların gölgeleri, bazı yerleri karartıyordu. Böyle gölgeli bir yerden geçerken önümüzdeki ağaçların ardında bir ışık kümesi gördük. Burası ağaçların seyrek olduğu ve güneşin daha fazla toprağa dokunduğu bir yer olmalıydı. Heyecanlanmıştık. Oradaydı… Ormanın ruhu… Baharın cennet vadisi… Çok az insanın keşfedip görebildiği… Kardelen tarlası, önümüzde duruyordu. Yere beyaz halı serilmişti sanki… Güneş ışıkları, çiçeklerin incecik boyunlarından toprağa doğru sarkan beyaz yapraklarını yıldızlar gibi parlatıyordu. Ormanın beyaz melekleri… Uyuyan toprağın sessiz incileri…
Kardelenler…Yaradılışlarının özünde Yunanlıların efsanelerinden bir bölüm var mıydı? Masallarda anlatılan hangi büyülü prensesin elbiseleriydi beyaz yaprakları? Hangi aşkın ayrılığında boyunları bükülmüştü? Benim bildiğim sadece iki dağ çiçeğinin aşk hikayesiydi: "İki çiçek baharda açan diğer çiçeklerden daha fazla birbirlerini görmek için bahar gelmeden kış günü buluşmaya karar vermişler. Kış gelince de sevdiğine biran önce kavuşmak isteyen çiçekten birisi karları delerek yeryüzüne çıkmış. Bembeyaz karlar içinde sevdiğini aramış, çıkmasını beklemiş. Ama sevdiği çiçek bir türlü görünmemiş. Ümidini yitiren çiçek bir süre sonra üzüntüsünden boynunu eğmiş. Kışın dondurucu soğuğuna aldırmadan sevdiği için karların içinde açan boynu bükük bu çiçeğe kardelen denilmiş." Kardelen… Aşkın saf çiçeği… Olağanüstü güzellikteki beyaz bahçeye yaklaştım. Kardelenler birbirine yakın küme küme duruyordu. Onları aşklarından nasıl ayıracaktım? Kuzenlerim sevinç içinde kardelenleri toplamaya başladı. Zarif bedenlerinden yaprakları ile koparıyorlardı. Ben de kopardım ve beyaz yapraklarını kokladım. Onlara hikayelerini bildiğimi fısıldadım ve anneannemin bahçesinde yeni bir yaşam vaat ettim.
Güneş ağaç gölgelerini yere yatırmaya başladığında gitme vaktinin geldiğini anladık. Bahçemiz için kökleriyle birlikte çıkardığımız ve topladığımız kardelenleri torbalara koyduk. Gitmeden önce diğer gruba seslenmemiz gerekiyordu. Hep bir ağızdan bağırdık: "Ehooooo, gidiyoruz kööyeeeeeeee!" Sesimiz ağaçtan ağaca, topraktan toprağa ormanda dalga dalga yankılandı. Bir iki karga daldan dala havalandı ve sonra cevap geldi: ""Ehooooo, gidiyoruz kööyeeeeeeee!" Bu cevap, korunun başında buluşmamız demekti. Ormanın ruhu, cennetin bahçesine veda ettik ve sık ağaçlardan sonra koruya geldik. Köy mezarlığının yanındaki alanda kuzenlerle buluştuk. Elimizde kardelenlerle eve dönünce vaat ettiğim şekilde bahçemizin en güzel köşesine kardelenleri ektik. Her ilkbaharda açtılar bizim için, ta ki biz o bahçeyi terk edene kadar.
Bizden sonra anneannemin evinin yerinde esen yaşlı rüzgar, onlara arkadaş oldu. Şimdi açmış mıdırlar ilkbaharda? Hep merak ettim.
Bilseydim böyle olacağını, ayırır mıydım aşklarından kardelenleri? Koparır mıydım ormanın beyaz meleklerini? Affedin beni kardelenler…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
SEVİNSİN
Aldık nasibimizi hüzünden
İşte geldik gidiyoruz sevinsin
Halbuki ne güzel başlamıştı hikaye
Şerbet gibi bir gök üstümüzde.
Ve bütün lezzetleriyle toprak
Gözümüzde nur, dizimizde takat
On parmağımızda on hüner vardı
Biz onun sevgili kulları.
Dünyasını abad eyledik
Bir can verdi bize bin alır
Gideriz gözümüz arkada kalır
Sevinsin.
Açın kapıları açın
Gidin haber verin meleklere
Can çekişip durmasın beyhude yere
Elbet bir tutam ot biter üstümüzde
Mezara göre ayağını uzatır ölülerimiz.
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Seramik tabak üzerine motif çalışması tüm dünyada yaygın bir uygulama. http://www.portmeirion.tv/motifs1.htm kısa yolunda bu çalışmalarla ilgili çok sayıda örnek bulacaksınız. Özellikle meraklılarına durulur.
http://www.medikalsozluk.com Medikal dilde bilmek istediğiniz kelimelerin, hastalıkların ve terimlerin tamamını bulabileceğiniz, sözlük tadında bir kaynak. Mesela grip seçeneğini tıklıyorsunuz hemen size …Tıp dilinde influenza adı verilen bu hastalık bulaşıcıdır. Grip olan kişinin nefesindeki damlacıklarla yayılıp, salgın hale gelebilir. Paçavra hastalığı da denir. Aniden başlar ve devamlı olarak ateş yükselir… şeklinde bir açıklama getiriyor. Bilmekte fayda var.
...Mutfak kültürünüzü geliştirmek, en güzel, pratik, kolay yemek tariflerine ulaşmak için yemek siteleri arasında alternatifi olmayan yemek sitesi... http://www.yemektarifleri.org/ Bir de siz deneyin bakalım gerçekten alternatifleri yok mu?
En süper flash oyunların bir arada toplandığı süper bir oyun sayfası http://oyuncu.kahveciyiz.biz/ Hele benim gibi flash oyun meraklıları için bir cennet. Cem ellerine sağlık valla, süper bir çalışma olmuş. Meraklılarına iyi eğlenceler diliyorum.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|