|
|
|
31 Mart 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Keşke herkes balık yese!?.. |
Merhabalar
Seçim yarışı bitti, analiz yarışı başladı. Sadece köşeciler değil, istisnasız herkes seçimleri analiz etme yarışında. Türkiye'ye has bir kazan kazan durumu oluyor bu seçim dönemlerinde. Seçim bitiyor, rakamlarla oynamayı becerebilen her baştan bir kazançlı çıkma fikri fışkırıyor. Hepsi kazanmış, peki kim kaybetti? Kimse. Seçim gecesi Recebim mutad balkon konuşmasını yapınca, hah dedim, yarın ümüğümüzü sıkmaya başlayacak. Tüm vatandaşlara adil davranma sözünü, yedi yıldır fırsat buldukça, diline dolayan Recebim'in uygulamadaki sapmaları açıklama yeteneği şükürler olsun ki var. İşte onu lider yapan özelliği de bu "çevir kazı yanmasın" yeteneği. Dersimizi aldık, çalışacağız dedi. Çalışırken kobay olarak kimleri kullanacak hep birlikte göreceğiz.
Nacizane bendenizin analiz etme yeteneği pek iç açıcı sayılmaz ama benim neyim eksik diyerek eteğimdekileri elbette dökeceğim. Bir kere, sandıktan umduğumdan çok daha iyi sonuçlar alındığını söylemekle başlayayım. Kendini İzmirli sayan biri için sonuçları mutlulukla değerlendirmek çok doğal tabiki. Dünün en harika sözünü gene İzmirli bir can arkadaşımdan aldım. "Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!!!" Günün ilerleyen saatlerinde buna ben de bir başka deyişle eşlik ettim. "Türkiye hilafeti denize döktü!" haksız mıyım ama? Sosyolojik açıdan bu durumu değerlendirmek bana düşmez elbette ama konunun, batıya, dış dünyaya, medeniyete, Atatürk ilkelerine, laik Cumhuriyete yakınlıkla sıkı ilişkisi olduğunu rahatlıkla bağıra çağıra söyleyebilirim.
Recebim'in tüm karizmasını seferber ederek gerçekleştirdiği maratona rağmen artık tepeden aşağı doğru kaymaya başlamış olması seçimin gözle görülür, elle tutulur bir sonucu. Zaten inkara da kalkışmıyor kimse. Elbette bir erken seçim kararı beklenmiyor ama "Ali kıran baş kesen" tavrından da derhal uzaklaşılması gerektiğini anlayana anlatıyor sonuçlar.
Hayalkırıklığı yaratan tek sonuç Ankara'da gerçekleşti bana göre. Adı her türlü pislikle anılan, sonu "...siz" le biten onlarca sıfat yakıştırabilecek bir adama bir dönem daha vize verdi başkent. Bunu anlamak mümkün değil. Onca oy kaybetmesine rağmen hâlâ ayakta kalıp pis pis sırıtmasını sağlayan, makarna paketlerine, kömür çuvallarına tav olmuş Ankaralılara selam olsun. İnsanın keşke CHP-MHP anlaşsaydı da başkenti bu adamdan kurtarsaydı diyesi geliyor ama nafile.
"Galiptir bu yolda mağlup" deyişinin en güzel örneğini Kılıçdaroğlu verdi. Doğru bildiği yolda durmadan susmadan devam etmesinin, Türk siyaseti açısından çok büyük bir kazanç olacağı kanısındayım. Gittikçe açılan yapısı, sakin kişiliği ve İnönü'ye benzeyen cemali ile aranan lider imajına çok yakın olduğunu söylemek zor değil. Keşke olsa, keşke olabilse.
Analizler, babalizler daha bitmez, günlerce sürer. Şimdilik keselim ve veda edelim. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz AT KEKİ |
|
Hemen her genç kızın başına gelmiş olan, bir başarısız ilk kek pişirme deneyimi vardır bu hayatta. Bulduğunuz tarifi alıp kek yapmak hevesiyle mutfağa girmiş ve sebebini bile anlayamadan yerle bir olmuştur ilk kek yapma hayali.
İyi yemek yapmaya pek erken başlamış olmakla birlikte nedense kek pişirmek konusunda uzun zaman başarısız oldum. Tüm malzemeleri özenle hazırlar, herşeyi tam ölçüsünde koyar, tarife uygun sürelerle karıştırır, yağlanmış tepsiye döker, söylenen ölçülerdeki fırına atardım her seferinde. 'Şahane bir iş başardım' diye kendimle övünmem gereken herşey fırına henüz verilmişken, 'Şu mis kokan kekime bakayım nasıl olmuş' diye kapağını açar en çok kendime hayran bakardım eserime. Öyle bir kabarırdı ki kek, korkardım... Bu tepsi buna küçük mü ne? Aman allahım çok kabardı taşacak mı ne? Sorular dur durak bilmezdi aklımda. Bir mutfak bir salon arasında gider gelir, mekik dokurdum. 'Dur şunu biraz daha öne getireyim arkası çok sıcak' diye tekrar fırının önüne geldiğimde ise oracığa yığılır kalırdım. Volkan gibi kabaran kekimi yerle bir olmuş bulurdum.. 'Olamaz! kek oturmuş'.
Oturan keki ayağa kaldırma çabaları başlardı hemen arkasından. Isısını tekrar ayarla, sağdan sola döndür, üstünü bıcakla yar, tarife tekrar dön bak, ona sor, buna danış... Nafile çabalar... Ne yaparsam yapayım bir türlü kurtaramazdım keki.. Ya içi pişmeden üstünden silindir geçmiş gibi yamyassı çıkardı fırından. Ya da kömür gibi yanmış. Hoppa! çöpe at keki. Arkadaşlarım arasında benim kekimin adı 'At Keki' olarak dilden dile yayılınca bıraktım kek pişirmeyi uzunca bir süre. Elim gitmedi hiç, ama hep aklımda şu sorular takılı kaldı. Neyi eksik koymuştum acaba?, Malzeme mi çok geldiydi?, Fazla mı çırptımdı yoksa?, Sıcaklığı az mı, fazla mı kaçtıydı?.. Allahım neydi günahım, ben nerde yanlış yaptıydım...
Üç sene kadar önce, hatamın nerede olduğunu yeni sevgilisiyle tatilde olan bir kız arkadaşımla cepten mesajlaşırken anladım.
- Kızım neredesin yaw..
- Bu günlerde sürekli kek pişiriyorum, beni elleme.
- Enişteni kekliyom demek mi bu? Anlamadım?
- Keki yeni fırına koyduk. En önemli safha... Kek kabarmaya başladı.
- Ne diyon yaaaa... Otelde kek mi pişiriyon?
- Kızım anla yaw. Sen hiç kek yapmadın mı?
- Benim kabaran kekim olamadı bu hayatta, sen bana bakma.
- Kek yapmakla, ilişki başlatmak aynı şeydir. Keki fırına koydunmuydu sakın ola fırının kapağını on dakika açma!.. Kek kabarmış mı diye sakın bakma!!.. Soğutursun herşeyi... Şapa oturur. Bir daha da kabarmaz, ilişkiler de aynen böyledir. Başında ısısını bozmayacaksın.
- Nassı yani?
- Bırak kendi haline herşeyi, kek gibi soru sorma.. Ne kendine, ne ona... Ne banaaaaaa.... Kek kabarıyor, fırını açıp durma!!.
- Heyoooo... Benim keklerin niye oturduğunu şimdi anladım. Öpücük.
Mesele baş döndürücü kokuyu alır almaz, fırının başına koşup kapağını açıp, öyle mi böyle mi diye sorarken fırını soğutmamla ilgiliymiş meğer. Bırak işte, kek kabarsın dimi ama. On dakikacık merakımı yensem, nefis kekler yapacakmışım yıllarca oysa.
Şimdi tek tesellim arkadaşımın ilişkisinin bugün bile, benim keklerimin de o günden beri mükemmel bir tat veriyor olması. Az önce fırına attığım ve tarifini medyatik yazarımız Selcan'dan aldığım, 'Islak Kek'in kabarmasını beklerken birden aklıma geldi bu hikayem. İlla başka bir olmadık açıdan bakacağım ya her şeye... Kek pişirmenin püf noktasını da size vereyim istedim.
Hani kek yapmaya niyetiniz olmasa bile ilişki başlatmaya niyetiniz olursa diye...
Hiç bilmediğiniz malzemelerle kek yapmaya veya yeni bir ilişki başlatmaya kalkışırsanız dikkatli olun, sırayla koyun herşeyi kaba. Unu hemen boca etmeyin. Önce eleyin iyice havalansın biraz, varsa çeri çöpü baştan görünsün. Hele hele fırına verip kek sıcaklığı hissetmeye başlayınca hamurun kıvamında çok dikkatli olun. Tam kabarmadan meraka kapılıp 'mı acaba?' ile başlayan soruları hiç sormayın. Bu sorular sizi fırının kapağını açıp içine bakmaya zorlar ki. Fırın bir anda soğur, kabaramadan her şey şapa oturur. Bir daha kabarmaz olur. Aynı malzemeyi tekrar sil baştan çırpıp kaba koymak gelmez içinizden. O ilk hevesten eser kalmaz. Yeniden ya da yenisini yapmaya cesaretiniz de.
Tekrar söylüyorum, başında ısısının ayarını bozmayın ne kekin, ne de ilişkinin. Biraz bekleyin hele. Güzelce kabarsın kabarabiliyorsa... Kıvamında pişeceği varsa pişsin.
Acele etme!!! Bir tadına bak hele... Beğenmezsen hemen at keki çöpe...
Benim kek kabardı, hadi bana müsade... Kıssadan yok böyle hisse...
Püf noktası: Bu tarifi denemeden önce mutlaka tekrar okuyun.
Mehtap Akdeniz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Marmaris Balıkçısı : Osman Günay Madam Teyze |
|
Sizlere İstanbul maceralarının bir kısmını yazmıştım ya; bir bölümü var ki; ondan bahsetmedim.. Ben İstanbul a ne zaman gitsem mutlaka eski mahalleye bir uğrarım senelerdir.. Anamın evi hala eski mahalleye pek yakın. Ben de anaevine gittiğimde ufak bir yürüyüş düzenler, eskiden bisiklete binilen, misket oynanan, topaç çevrilen, uçurtma imali ve yükseğe çıkartma yarışlarının yapıldığı arsaları, korunun koca bir konak bahçesine benzeyen yeşilliğini ziyaret ederim.. Siz yapmıyorsanız bu yürüyüşü gençlik yıllarınıza, ilk fırsatta düzenleyin derim ben.. Aradan geçen onca seneye rağmen sokaklar evler tanıdık gelir; onca değişikliğe, onca restorasyona rağmen.. Bazen de yolda kendi halinde yürüyen birini uzaktan tanıyormuş gibi olur, hatta onun da size aynı duygularla baktığını sanırsınız.. Evler değişmiş, arsalar kaybolmuş, mahalle sakinleri hem nitelik hem nicelik değiştirmişlerdir.. Mahallenin 60 lı yılların başındaki haliyle şimdiki zamanını karşılaştırınca pek tuhaf değişiklikler saptarsınız.. O zamanki kömürcü, manav, bakkal, simitçi fırınıyla kısıtlı mahalle merkezinde şimdi apartmanlar ve bir kaç yüz metre ötede bir süpermarket konuşlanmış, ne kömürcü, ne de yazmacı Casim Usta ortalarda.. Ağaçların büyük kısmı kayıp, olanlar da artık yaşlı ağaçlar olmuşlar, eh tabii aradan 40 sene geçmiş.. Benim fidan gibi hatırladığım kiraz ağacı ulu bir kiraz ağacı artık (kirazdan ne kadar ulu olursa o kadar !!), erik ağacından geriye bir kök kalmış sadece, ayva ağaçları aynen yerinde cevizler gibi... At kestaneleri hala heybetli görünüşlerini koruyor, aynen hatırladığım gibi...
Ağaçlar kaybolmuş ya, komşularımız Mösyö Pakrat, Madam Satenik, oğulları Hosep ve Tomas ta kaybolmuşlar ortadan.. Halbuki onlar o yıllarda "Biz memleketi bırakıp gitmeyiz" diyen gerçek Türkiyelilerdendiler.. Arkadaşların, komşuların çoğu gayrımüslimdiler..Kadınların hepsi, ikramcı, ilgili ve nazik; beyler de babacan, bayramlarda cömert ve beyefendiydiler.. Bu yüzden kadınlar "Madam Teyze", beyler de "Mösyö" şeklinde çağrılırdı... Onlar da devlet yapısının gereği olarak sürüldüler memleketlerinden, uzaklarda Türkiye hasreti içinde ölenlerin haberleri geldi, haberi gelmeyenlerin de mutsuz olduğundan neredeyse eminim.. Garbis, Parsek, Avedis Fransa ya, Niko ve Foti de aileleriyle birlikte Yunanistan a göç etmişlerdi, ne oldular kimse bilmez, buradan selam olsun onlara...
O zamanlar "kapının önüne çıkmak" diye bir deyim vardı, sokağa çıkılır, komşularla, arkadaşlarla orada karşılaşılırdı.. Ne kahve ne lokal; köşebaşındaki ağacın altı, Lisenin merdivenleri, Bakkal Babuş un önündeki iki basamaklı merdiven buluşma yerleriydi..
Gece kukalı saklambaç, sessiz filim oynanır, yazlık sinemaya gidilir, yazın Tahta Camii nin bahçesinden denize girilir, midye çıkarılıp teneke üzerinde ızgara midye yenir, tutulan izmaritlerden tulum çıkarılıp, akşam babanın rakı masasında ikram edilerek gece için sokağa çıkma izini dilenilirdi..
Mahalledeki evlerin en kocamanı iki katlı evlerdi o zamanlar.. Daha "apartuman" meselesi ortaya çıkmakış, "laz müteahhit" kavramı oluşmamıştı.. Karadenizliler alınmasın bizim oraları baştan aşağı imar edenler, arada iyi arada kötü ve zevksiz inşaatları yapanlar hep onlardır.. Neyse gerek zeminden, belki de inşaatların yapıldığı zamandan kalma "oturaklı" durumla depremde bir şey olmadı mahalleye...
Hatırladığım zamanlar her ne kadar "harb-ı umumi" zamanları değilse de okurların bazıları için tarih öncesi sayılabilir.. Örnekse eğer, seyyar satıcılar vardı o zaman şimdilerde bilinmeyen .. Günümüzdeki gibi "tencere seti" , "makyaj malzemesi" ya da "piyango bileti" satan seyyarlar değil de yoğurtçu vardı mesela.. Sırtında terazi burcu "signe" ı gibi iki tarafa sarkmış yogurt tepsileri, bir de el terazisi... Kaymakları sıyırıp yoğurdu tartar, kaba "vıjjt" diye kaydırdıktan sonra, omuzlayıp tepsileri devam ederdi.. Bir de sütçüsü vardı mahallenin.. Her evde tanınır, güğümlerin yüklendiği beyaz atıyla "süüğğğğğttçiiiiiii" narasıyla mahalleden geçişi bir olay olurdu... Ölçü kapları elinde güğümlerden evdeki kaplara sütü bir damla sıçratmadan dökmeden servisi hala gözümün önündedir.. Ekmekçi, hatta "atlı ekmekçi" de vardı.. Kocaman bir at, iki yanında galvaniz kaplı iki koca dolap sırtında.. Yanında yürüyen, yine özel nagrasıyla yüzü çiçek bozuğu ekmekçimiz.. Ekmek ve francala ayrımının olduğu ender ve lezzetli zamanlar memleketimde.....Bunu dışında zaman zaman bollukta ortaya çıkan balıkçı, macuncu, dondurmacı "Güllü Alattin", "sndeviiiiiç" diye dolaşan "sandviççi Mustafa" seyyarların önemlilerindendi...
Civardaki tüm çocukların oyun bahçesi, kaçıp kurtulma mekani "Marko Paşa Korusu" ndan da bahsetmeden olmaz.. Sağı solu toplanıp restore edildi o da diğerleri gibi.. Sayın Gülersoy el atmış galiba, ama isim "Yakartepe Korusu" olmuş, eski ezbere bilinen patikalar, dokap taşlarla kaplanmış, arada çay ocağı, "içkisiz aile gazinosu" da cabası !!!!!
Belki yaşımızdan belki tarzımızdan, bisiklete bindiğimiz, asfalt yollardan biri vardı ki isim olarak "Ölüm Yokuşu" uygun görülmüştü.. Frene dokunmadan en yukarıdan koyuvermek aşağıya kadar, size karizma katar, hatta eller de bırakılırsa alkış garanti olurdu.. Şlimdi baktım da pek süklüm-püklüm bir yokuşmuş, ya teknoloji, ya da alınan yaş değiştiriyor insanı ne de olsa....
Dedim ya o zamanlar "komşuluk" diye bir olgu vardı.. Komşuluk deyip de geçmeyin, düşünün çocuklarınızı ve kendi çocukluğunuzu ne kadar fark var !!! O zamanlar tüm mahallenin çocukları beraber büyür, bu da derin, yakın ve sağlam dostlukların temelini oluştururdu.. Benim o zamanlardan kalma dostlarım hala eski tazeliklerinde, darısı başınıza...
Eskileri bırakalım artık, hepinize yeni, mutlu, sağlıklı günler dilerim..
Osman Günay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şair Kahveci : Filiz Mercanköşk BALKONDA KUŞ YUVASI |
|
Günlerden akşam için planların yapıldığı bir gündü... Kararlaştırdık arkadaşım Ayşegül'le bizde çay içeceğiz. Ayşegül'de öyle sık giden tiplerden değil birilerine. Konuşulacaklar çok, sohbet matrak olacak hevesiyle eve bir gittim, pir gittim. O gelmeden çayı hazırlayayım dedim. İki kişilik çay işte şunun şurasında, ama benim ellerin ayarı bozuluvermiş o akşam.. Öyle bir demlemişim ki iki kişilik değil maşalah on kişilik. Çokça düşündüğüm olur ellerimi, beynimi ve diğer yönettiğimi, hatta kullandığımı sandıklarımı, benim kontrolüm dışında bir gücün kullandığını. Siz yapmayacaksınızdır da farketmeden yapıvermişsinizdir gibi... Bu durumu tarif ederken de adına gayri ihtiyari deriz hani..
Bir reklam vardı eskiden.... Hal böyleyken... Telefunken.... İşte benim hallerde böyleyken, zil çalarken... Açtım kapıyı geldi benimki diye sevinerekten. Beklediğim değildi, yabancı da değildi. Yan komşum oturmaya gelmiş. Artık evin insanı oldu dersem yalanım yok inanın. Hoş geldin, beş gittin faslındayken yine kapı zili. Ayşegül'dür diye açtım... Fakat ne göreyim. Bu kez de yan komşuya gelen apartmandaki diğer komşular, ayakkabılarından tanıyarak bende olduğunu anlamışlar. Eeee... Kapıda duracak değiller ya buyur ettim içeriye. Ha o, ha ben ne farkeder; nasıl olsa yan yanyanız deyiverdim. (Bu arada evime ilk kez giriş yapıyorlar.) Misafirler nasıl olsa yan komşuya gelmişler ya o psikoloji ile onda değil de bende olduklarını kavrayamadan komşu komşuya muhabbete geçtiler. Ben de çay, ikram falan malumunuz servis görevlisi oldum. Onlar konuşuyor kendi çaplarında ben de garsonluk görevimi eksiksiz yerine getirmeye çalışıyorum. Anladım benim çaydaki hikmeti. Kime niyet, kime kısmet deyimi buluverdi gediğini. Sonra baktım olacak gibi değil, hatunlar "burda ben de varım" bayrağımı çekmeye karar vedim.. Koyarak ağırlığımı sohbetin orta yerine konuşmaya başladım ordan burdan.. Ev hanımlarının sohbet konuları bana basit gelirdi çok önceleri. Sanki her şey felsefi ve amaçlı olmak zorundaymış gibi. İhtiyaç olduğunda tat veriyor ciddi olan her şeyden sıyıran bu sohbetler. Farkedildim nihayet ve alındım aralarına. Böylesine önemli bi işi başardığım anda tekrar zil çaldı. Gel be güzelim, ne olursan ol gel artık dedim. Ohhh be.!!!. Beklenen misafir Ayşegül..!!!! Ne özlemişim anlatamam bir saatlik ayrılıkta onu. Meğer kendimi tamtamcıların içine düşmüş, onlarla dans etmeye çalışan soluk benizliler gibi hissetmişim. Bunu arkadaşım gelince farkettim. Alışma problemim yoktur yeni insanlara ve ortamlara aslında. Sanırım ilk başlarda çaycı muamelesine uğrayışıma öfkelenmiş olacağım. Neyse ki yoluna girdi her şey ve sevdik birbirimizi...
Yan komşumun bir ara canı sigara istedi. Ona tahsis edilmiş bir kül tablası bulunduruyorum mutfak balkonunda. Bu balkonum camla kapatılmış durumda. Komşu küllüğü almaya seyirince müthiş bir bağırtı duyduk. Önce ben koştum, sonra diğerleri. Sonra ben bağırdım, daha sonra gördüğünü taklit eden ben gibi diğerleri... Ne oldu diyeceksiniz... Yok aslında önemli bir şey... Ardına kadar açık bıraktığım mutfak camından içeri iki güvercin girmiş ve kombinin üzerine tünemişler. Orda bir de çamaşırlığım var. Tahmin edin çamaşırların ve balkonun halini. Komşu çok korkuyormuş kuşlardan. Çamaşırları toplayıp yeniden yıkayayım isterken kuşlar hareketlenince ben de ürperdim. Zincirleme korku kazası yaşadık anlayacağınız hep birlikte. Bu arada kuşlar geceleri uçamazlarmış. Uçmadıklarını biliyordum ama uçamadıklarından olduğunu düşünmemiştim. Meğer göremiyorlarmış karanlıkta ve üşümüşler fazlaca. Sevimli hayvancıklar orayı sıcak görünce dalmışlar içeri. Herhelde anlayamadılar bizim neden o kadar bağırıp çağrıştığımızı. Ve zannımca onlar daha çok korktular bu anlamsız halimizden... Bozmadım keyiflerini. İki yıldır o pencere açık durur yaz kış. İlk kez böyle bir şey oldu. Zaten bu akşam misafir misafir üstüne. Bir de siz olun bari dedim. Bir şeyler paylaşabilirdim onlarla...
Nasıl insan sıcağa akıyorsa, bu tür kuşlar da sıcağa akıyorlar. Yuvalarını sıcak bir yere yapıyorlar. Biliyorlar donuk suratlar, donuk hayatlar ve donuk yuvalarla sayılı günlerin tadının çıkmayacağını. Birlikte olmanın, yuvanın kıymetini biz insanlardan daha iyi kavramışlar galiba. İzledim onları bir süre... Anladım bir şeyler. Mesajlar yerine ulaştı beynimde. Balkonumu karanlıkta uçamadıkları ve sıcak bir yere ihtiyaç duydukları için kullandılar. İzin de istemediler. Biz insanlar da benzer şekillerde davranıyoruzdur mutlaka. Yolumuz karanlıklarla, sıkıntılarla kaplanır arasıra. Ve göremediğimiz olur önümüzü üşüdüğümüz de olur yalnızlıktan. İşte böyle anlarda belki kendi kendimize yetemiyor başkalarına, bir yerlere sığınıyor, sıcak olana akıyoruz. Birilerinin ortamını, sıcaklığını, sevgisini, aklını, bilgi ve tecrübesini kendimize ayırıyoruz. Hatta çalıyoruz. Onlardan izin istemeden, buna uygun olup olmadıklarını sorgulamadan yapıyoruz çoğumuz bunu. Yer verenler, hayatlarına alanlar oluyor süreli süresiz... Var olsunlar... Meşgulum gelemem diyenler de var şüphesiz. Sağ olsunlar... İnsanın sıcağı, balkonun sıcağıyla benzeşiyor mu? Nasıldır insanın sıcağı? Çeker mi zorda olanları, huzur arayanları ya da mutlu olanları? Gülümseyen suratlar ölçümü sıcaklığa? İçtenlikle oluyorsa bence kısmen evet... Hayata, insanlara ve her şeye karşı sıcak olmak bence gerekli. En azından gülümseyebilmek. Bir tebessümün bir çok yüreğe yaşama sevinci ekebilecek güçte olduğuna inanıyorum. Sevdiklerimizi soğuk ve asık suratlarımızla bunaltıp, sıcak gördükleri yerlere sığındıklarında suçlayanlardan olmayalım derim. Eğer içtenlik, sevgi, anlayış, güler yüzle ısıttığımız yuvamızdan kanatlanıp uçanlar olmuşsa bu onların seçimidir, üzülmeyelim. Belki ısı derecesi onların kaldırabileceğinden yüksekti. Anladılar terleyeceklerini, hava almak için attılar dışarı kendilerini... Mümkündür boşverin... Ayın yere inebileceği ihtimaline açık olun. Siz sıcak ve içten oldukça, kendiliğinden açık kalan pencerelerinizden, içeriye dolacaktır mutluluklar emin olun... İşte böyle molacılar... Hayvanları gözleyerek öğreneceğimiz çok şey var biliyorsunuz... İnsan olarak unuttuğumuz, yaptığımız, yapamadığımız çok şey... Pişirin çaylarınızı, kahvelerinizi... Kendinize lezzetli dakikalar ayırdığınızda sizler de görebilen bakışlarla gözleyin, gördüklerinizden insana dair ne varsa söyleyin...
Filiz Mercanköşk fmercankosk@yahoo.com.au
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
KIŞA BAKAN SOKAK
kışa bakan sokak çocukluğumdur
ağlarken sular ürpermiş
ne köpürtmüş sevinci
ne aşk tiryakisi
içinde sarhoş kuytular
biraz mahur biraz hüzzam
ne zaman rüyaya uzasam
kederle eskitilmiştir
kurak zaman kokmuştur toprak
taşmıştır anın sessizliği
renksiz bir vazoya
gövdesini suyla gizlemiş
acıyla kardeştir
dağa bakan sokak
ne annemdir ne kendim
avludur seçilir
çarşıdır söylenir
hayat için eksilmiş
yalnızlıkla söylenmiştir
BETÜL TARIMAN
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|