|
|
|
1 Nisan 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Balığı istisnasız herkes yemeli!?.. |
Merhabalar
Hazımsızız vesselam. Sonuçlara katlanmayı, ders çıkarmayı, yorumları anlamayı, herşeyi ötesinde neşelenmeyi hazmedemiyoruz. Dün bir yazı yazdım, tam 23 tane ciddi eposta aldım. Bir kere hepsine teşekkür ederim. Beni ciddiye alıp cevap vermişler, sağolsunlar varolsunlar. Ama biraz da insaflı olsunlar. Halk arasında yaygın bir olguyu seçim sonuçlarıyla bağdaştırıp bundan mizah çıkarmak ta bir zeka işi olsa gerek değil mi? Ama asıl mizah, bu sözlerden alınıp "Ne yani sen geri kalana aptal mı diyorsun?" diye dayılanmak olsa gerek. Daha doğrusu, bunun adı olsa olsa "kara mizah" olur. Bu nasıl bir komplekstir ki, neşeli birkaç laf etmek üzere yola çıkan bir adamın sözlerinden alınıp karalar bağlanabiliyor. Oysa aynı adam bu sayfalarda, aynı seçmen için koyundan başlayarak salağa kadar uzanan pek çok sıfatı sıralamışken, bir ufak balığın fosforuna takılmak yakışık almıyor.
Analizleri okumaya devam ediyorum ama pek aydınlanamıyorum. Bir kere her olasılık değerlendirilmiş, yani açık hiçbir kapı kalmamış. Herşeye bir kulp takılmış, bir cevap bulunmuş. Bu durumda bize susmak düşer herhalde. Recebim'im bir analizine henüz şahit olmadım ama Bay Baykal'ın dün epeyce aklı başında bir yorum yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim. Söylediği her cümlenin altına imzamı atarım. Hatta istifa dilekçesini sabah masama bırakırsa onu da imzalarım. Acaba diyorum, onursal başkan sıfatıyla her salı Meclis'te konuşmasına izin verseler koltuğu bir başkasına bırakmayı düşünür mü? Olur mu olur vallahi.
Yazıcıoğlu tekbir sesleriyle uğurlandı, ruhu şad olsun. Ama koltuktan yaptığı kızakla beşyüz metre kayabilen, belki korunurum diyerek üzerine dört ceket giyen, donmuş bedeni ancak beş gün sonra bulunabilen İsmail Güneş hiç aklımdan çıkmıyor. İnanmazsınız belki ama ölümüne bizzat ben sebep olmuşum gibi vicdan azabı çekiyorum. Biraz insan odaklı bir yaklaşım İsmail'i kurtarabilirdi. İşte bu beni kahrediyor. "Hanfendi yeri hâlâ tespit edemediniz mi?" Nur içinde yat İsmail. Hoşçakal.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
Bende güzeldin, bana özlemdin..
Hayatımdaki, ilk uzun metrajlı çekeceğim, bu aşk filminin başrol oyuncusuydun. Seni bu filmde oynatmakla, bir ilk'i gerçekleştirecek, hiç bitmeyen bir film yapacaktım. Senaryoyu yazarken, bende güzeldin, bana özlemdin. Beni bir yapımcı olarak reddedermiydin? Bunun yanıtını tiyatronun üst katında oturan, temizlikçi kadın biliyordu. Ben bilmezdim. O bilse de söylemezdi. Okuma yazma bilmezdi. Üstelik dil'i lal idi. Ben eğer biliyor olsam yanıtlarım hiç koşulsuz 'Evet' olurdu.
Senaryo taslağı elimde, duygu yoksunu bir Eylül'de kapını çalarken, içimdeki titreme yok olsun diye aslında dişlerimi sıkıyordum. Bir günün batışını izleyecek kadar geçen saatler sonrasında, vurgun yemiş bir Nisan bozgunu gibi kapıyı açtın. Üzerinde sıradan günlük bir kıyafet vardı. Gözlerinde ellenip koklanmamış bir hüzün duruyordu. Oysa ben hep güleç fotoğraflarını görmüştüm. Seni öyle sanırdım. Ya da görmezliğimden olsa gerek, güleçliğinin ardındaki hüznü negatif kopyalarında farkedemezdim. Ya da farkederdim de tutamazdım gerçeğin aynasını yüzüne, ki ellerim titrerdi belki kayıp düşürüp parça parça ederdim. Seni bana flu göstermeye çalışan hiçbirşeyin önemi yoktu. Senaryoda henüz böyle bir cümle varolmamıştı. Dedim ya, bana güzeldin, bende özlemdin.
Kapının önünde, bacaklarımın titremesini zaptedebilsin diye, sinir sistemimle savaşıyordum. Seni her görüşümde, bu titremeleri yaşıyordum. Kapının önünde, tüylerinin bir bölümü ezilmiş bir paspas vardı. Belli ki son çıkan ağır bir iz bırakmıştı. Üstelik kapının en ücra yerinde, mahur bir el izi durmaktaydı. Bazen insan ayrıntılardan daha çabuk çözülebiliyordu. Zira bütün bu şekilde, daha iyi algılanabiliyordu. İçeri davet ederken yüzünde, gülümsemen ve hüznün birarada asılıydı. Bir kahve içimi eşliğinde, senaryo üzerinde konuştuk. Bu hafta sonu, senaryodaki değiştirilecek bazı kısımları tartışmak için sana uygun değildi. İstanbul dışındaki bir akrabanın, taşınma olayında yanında olman gerekiyordu. Bu yüzden bir sonraki hafta Nezih'te buluşmak için sözleştik. Seninle görüşmek için zaman mefhumum yoktu. Dedim ya. bana güzeldin, bende özlemdin.
Asansör yerine merdivenleri kullanarak, asağı inip oturduğun binadan ayrılırken, içimde kuşlar uçuyordu. Bacaklarım yokuştan aşağı bırakılan araba misali kendini salıvermişti. Köşede parkettigim arabamın camına iliştirilmiş, trafik polisinin yazmış olduğu ceza kağıdı bile beni sinirlendirmedi. Evime dönerken, Rodrigo'yu bir tören hususunda dinledim. Her zaman yaptığım gibi iç savaşta ölenleri mi hatırlamak istedim, yoksa net bir melodide seninle az önce geçirdiğim zamanı mı yudumlamak istedim bilmiyorum. Hatırlamıyorum, neden Rodrigo? Senin oturduğun cadde'den, kendi oturduğum sokağa yöneldim. Cadden kalabalıktı. Cadden nostaljik dükkanlarıyla, benim için ayrıcalıktı. Ya da aslında değildi. Ki ben kendimi, kendi sokağımda pek bir öksüz hissettim.
Anahtarı deliğe sokup, evimin kapısını açtım. Açmamla beraber yüzüme, ben çarptı. İçeri girip kapıyı kapattım. Sonra senin kapının önündeki düşüncelerim geldi aklıma, tekrar açip iyice gözden geçirdim. Hiç bir iz yoktu, zaman zaman anahtarı evde unuttuğumda, cağırdığım çilingir çocuğun izlerinden başka, yalnız üstteki kilidin etrafında, benim bir akşam tornavidayla istemeden yaptığım, kanırtma izleri vardı. Kapıyı kapatıp içeri girdim. Yine derin bir ben çektim içime.. Küçük bir mutluluk alevinin alazı, bir an yüzümü yalayıp geçti. Evimi seviyordum. Elimdeki senaryo taslağını, telefonun yanına bırakıp telesekreterin tuşuna dokundum. Mesajları dinlerken de soyunup dökünmeye başladım. Annem havaların soğuduğunu, sıkı giyinmeyi unutmamamı tembihlerken, güldüm. Beni bir türlü gözünde büyütemiyordu. Çoraplar bileğime oturmuştu. Tam çorap giymekten nefret ettiğimi düşünürken, senin sesini duydum. Hafta sonu eğer erken dönersen arayıp haber verecekmişsin, görüşebilecekmişiz. Söylemeyi unuttuğun için aramışsın. Yok eğer aramazsan gelecek haftaki randevu geçerliymiş. Hoşça kalmamı ilave etmişsin. Bir an bana baktığını düşünerek, aniden giysilerimi yerden toplayıp salondan kaçarcasına çıktım. Doğru banyoya yönelip, duş almak için kabine girdim. İçimde tarifsiz bir heyecan yaratmıştın. Üstelik bunu sadece sen yapabiliyordun. Dedim ya, bana özeldin, bende özlemdin.
Soğuk suyun altına bırakıyorum kendimi ve su akıp giderken, şehrin üzerime sinmişliğinin de akıp gittiğini düşünüyorum. Ancak senden arınamamışlığım, bu akıp gitmede eksik kalıyor. Duş faslını sarı-kırmızı bir bornozla finalleyip, aynaya bakıyorum. Yüzüm yorgun sayılabilecek gibi bugün, oysa ben hep yorgundum ancak yüzümde izi yoktu. Ya da yok diye düşündüğüm vardı da ben görebilecek kadar dikkatli bir şekilde aynaya bakmamıştım. Görmekle bakmak farklıydı. Tıpkı, sevmenin dokunma duygusunu kapsamasına rağmen, ikisinin farklı olması gibi, ya da aynalar bazen yalan söylüyordu. Rehavet içinde banyodan çıkarken, kapıyı açmamla beraber buharlar, kaçan kızın bohçası misali dağınık bir şekilde koridora fırladılar. Bu arada ortalığı, kısa bir zaman diliminde duş jelimin kokusu, oldukça yoğun bir şekilde taciz etti. Düşünceler içerisindeyken, fazla kullanmış olmalıyım. Mutfağa kahve almak için yöneliyorum. Buharlar pencerelerle yakın temas içerisindeler.
Mutfak dolabını fincan almak için açtığımda, dolabın içini şöyle bir gözden geçirmem, beni şaşkınlığa uğratıyor. Bilinçaltim bana bugüne değin her bardak ve fincandan, yalnızca iki tane aldırmış. Üstelik mutfak malzemelerini alma nedenim, ihtiyaçtan öte renkli cicili bicili porselenlerin beni her zaman cezbedişleridir. Kahve kokusu burnuma gelince, kapıldığım bardak fincan dalgasından, ani bir lodos'la geri dönüyorum. Fincana kahve doldururken, aslında bu evde senin kokunu duymak isteği, dudaklarıma hafifmeşrep bir gülümseme yayıyor. Her zaman olduğu gibi şekersiz bir şekilde, Brezilya ürününden bir yudum alıyorum. Şimdi Brezilya tadıyla sıcak kalorifere sırtımı dayayıp, seni kendi imlem çukurumda yorumlamanın tam zamanıdır.. Çünkü en ayık halim, kahve kokusuyla fingirdeştiğim dakikalardır.
Salonun bir köşesindeki kaloriferin önüne oturuyorum. Bu batı köşesinden bakış açısı, salonu daha farklı bir havaya bürüyor. Karşı köşedeki abajurun, tavanda yarattığı aydınlığın Bodrum perdelerine düşümü, oldukça güzel duruyor. Senaryoyu düşünüyorum. Bu filmde seni en güzel nasıl oynatabilirliğim kafamı kurcalasa da, aslında bunun hiç önemi yok. Çünkü film henüz çekilmedi. Çünkü güzelliğinin ve rolünün hakkını vermenin göreceliğini henüz bilemem. Bunun yanıtını bilse bilse, tiyatronun üst katında oturan temizlikçi kadın bilir. Ki o bu saatlerde kronik eklem ağrıları ile uykunun kucağına düşmüştür. Bilememezliğim, şu dakikalarda beynimi tırmalamaktan vazgeçiyor. Dedim ya, bir bende güzeldin, bir bana özlemdin. Aslında gerisi yalandı. Hiçbirsey yalan değildi.
Uzunca bir süre sonra, kahvem bittiğinde, kalkıp bir sigara yakıyorum. Sigarayı kahve ile birlikte hiç içmedim. Diğer kısa metrajlı öykülerde içtiysem, yalandır. Brezilya tadını bozar diye hep çekinmişimdir. İçtiysem, tig teber sah-i merdan yazarlığımdandır. Üstelik hep şekersiz içtim. Şekere bulanmışlığım yalandır. Kalem tutabildiğimdendir, ki kalem dediğin şey meydan gördümü oynacak, kendi şahsında bir müptezel bir dansözdür.
Sehpanın üzerindeki, bir magazin dergisinden kesip çerçevelediğim resmine, en aşağılayıcı bakışımla bakıyorum. Kahretsin ki, en aşağılık bakışlarda bile güzel duruyor yüzün ve gözlerindeki hüzün ,ki onlar görebilenler içindir. Bakmayı bilenler için değil… Bakma bana öyle!… Sana aşığım!.. Sana soğuk bir aşığım… Aşığım! Sana göre soğuk ve mesafeli gibi duran… Aşığım! Kac yıllık kahve tadımı, yazdığım senli şiirlerde, kafiyeye kaptırdım, şekere bulandım. Aşığım! Dizeler kovaladı beni masa üzerinden, kaleme takılıp düştüm. Düştüğüm yerden kalktığımda aşık değildim. Çünkü artık seviyordum. Bakma bana öyle!..
Seviyordum seni, kahve tadımda saklı bir rayihaydın. Yalan! Ben seni hiç tatmadım. Doğru olan, tadar gibi yaşamışlığımdın. Bunda yazarlığın bir numarası yok Kağıtlara seni tepsi böreği gibi döşerken, kalem tutmuşluğum kaç kez idam etmek istedi beni, biliyor musun? Kaç kez, böreğe kaçtım da elinden kurtuldum.
Hiç haberin oldu mu? Bakma bana öyle!… Haberin olsa, beni kendi köşelerine döşeyebilecek miydin? Ben ki hep yuvarlaktım. Köşelerim yoktu. Derler ki, yuvarlaklık emin olamamaktır. Sen ısırdığın börekte beni tadabildin mi? Seviyorum seni!… Bundandır sevmem, yuvarlak harflerle başlayan kelimeleri… Arama! Burada bulamazsın. O kelimeler, idamdan kaçtığım gecelerin şiirlerine denk düşer ki, hiç kimse bilmedi, görmedi. Sen bile… Seviyorum seni! Benimle yaşlan. Yaşlan ve gövdeme yaslan, o ki gözümaydın'sız günlerde de hep seni sevdi. Gözüm aydığında zaten sevilmişliğin önümde duruyordu. Hiç bir şeyin önemi yoktu. Dedim ya, bir bende güzeldin, bir bana özlemdin. Hemde çıldırasıya..
Yerimden kalkıyorum. Kahve fincanı boşaldı. Mutfağa, resminin önünden geçip gidiyorum. Bornozun eteği, yerdeki Afrika menekşesinin yaprağıyla, resminin önünden her geçişimde aşna-fişne yapar. Ancak bir numara yoktur ortada… Macide bu! Belki bilirsin. Diğer kısa metrajlı, hani şu kahve tadını kafiyeye kaptırdığım şiirden… Macide yalandır, yazar kırıtkanlığında, Macide doğrudur. O şiirde, bir Macide bir seni sevdiğim doğrudur. Gerisi ortaya karışık bir hayal ki gerçekliği yazarın yaşamsal finalidir. Yok! Öyle her final düşündüğün gibi ölüm değildir. Kalem tutmuşluğum ölüme şerbetlidir. Ki arsızlığı bundandır. Macide iyi kızdır. İyice kızdı mı, açığa alınmış gecelerimde bana küser. Tıpkı bu senaryonun yazıldığı gecelerde olduğu gibi. Macide olduğu gibi bir kızdır. Öyle pencerenin önünden dünyaya bakar durur. Çünkü hayata duruşu böyledir. O duruşun içinde bazen çiçeklenir, çiçekli Macide olur. Ki tiyatronun üst katında oturan temizlikçi kadındır. Macide bu! Bilirsin. Hani şu kahve tadını kafiyeye kaptırdığım şiirden… Temizlikçiliği yazar kırıtkanlığında yalandır. Bu senaryoda da bir Macide, bir seni sevdiğim doğrudur. Gerisi ticari bir hayal ki gerçekliği yazarın ölümüdür. Gerisi, senin belki de oynamaktan son anda vazgeçeceğin bir hayal ki, hayata geçme gerçekliği sende saklı durur.
Düşüne düşüne, kendimi yatağa atmışım. Kahve ayıklığında söylediklerimi tartmışım. Seviyorum seni! Benimle yaşlan, gövdeme yaslan. O ki seni, fiyasko ile sonuçlanan filmlerinde bile sevdi. Görünenin önemi yok! Dedim ya, bir bende güzeldin, bir bana özlemdin.
Bu senaryoyu mutlak çekmeliyim. Çünkü çekmezsem öleceğim. Çünkü ölüm bazen arzuların son durağıdır. Ve bazen gidemediklerin için inersin otobüsten… Kahya'nın çığırtkanlığı mizansel bir aldatmacadır. Ve ben edemediğim, ama edebileceğimi düşündüğüm sohbetler için gidiyorum düşüme… Kirpiklerim birbirini öpmek üzere, gidiyorum. Sabaha yeniden sarhoş uyanmak üzere… Ki şimdiki zaman en ayık dakikalarımın artığıdır. Bu şarkıyı yazan yazar benim gelecek zamandaki halimi hiç düşünmemiş. Yazar bencilliği olsa gerek!… Elbet birgün buluşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak. Yandaki yaşlı ev sahibi, paşa kızı Letafet teyze aksamları hep bunu dinler. Kulağı ağır işittiği için bende dinlemek zorunda kalırım. Birgün niye hep bu şarkı ? diye sordum. Gözleri yaşlandı. Sevgilisi Şirket-i Hayriyye'de kaptanmış. Letafet teyzenin ailesi o zamanlar köşkte otururmuş. Bazen kumaş bakacağım diye yalan söyleyip, arabacıya yalvarır, kendisini kalfa ile birlikte sahile götürmesini istermiş. Sahile geldiğinde vapur yolcu almak için beklerken, Nizam bey kaptan köşküne çıkar ve vapur kalkana kadar bakışırlarmış. Babasının paşa'lık ünvanından dolayı evlenememişler. Babası bir kaptan'a kız vermezmiş. Sadece bir kez Kanlıca'da yoğurt yiyebilmişler. Nizam bey, mutlaka birgün buluşacaklarını söylermiş. Letafet teyze bir miralayla evlilik yapmış. Yıllar sonra kocası olmuş. Letafet teyze Sirket-i Hayriyye'ye koşmuş. Nizam bey'in uzun yol kaptanlığına gittiğini ve dönmediğini öğrenmiş. Bu şarkı onların şarkısıymış. Hala birgün doneceğine dair umut taşıyormuş.
Elbet birgün buluşmayacağız. Nasılsa gelecek hafta Nezih'in herhangi bir metrekaresinde buluşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak.. Ve ben seni öyle ya da böyle ikna edeceğim, bu filmi çekeceğiz. Seninle konuşurken gözlerim yaşlanacak. Göz ağrısı deyip geçiştireceğim. Seviyorum seni! Benimle yaşlan. Görünüşün önemi yok. Dedim ya, bir bende güzeldin, bir bana özlemdin.
Deniz Güney
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şundan Bundan : Ahmet Altan İlle de Ege |
|
Mangalın önünde bir zaman ikimiz de konuşmadan oturduk.. Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup, bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık, ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu. Bir süre sonra sordum:
'Kaç kez evlendin?'
Çok şarap içtiğimizden değil, içimizdeki açıklanmamış aşırı mutluluktan ötürü ikimiz de keyfe gelmiştik. İkimiz de herbirimiz kendine göre, ta derinden yer kabuğuna iyice yapışmış iki az ömürlü böcek olduğumuzu, bir deniz kıyısında kamışların, tahta ve gaz tenekelerinin arkasında iyi bir yer bulduğumuzu, birbirimize sokulduğumuzu ve önümüzde iyi şeylerle yiyeceklerin, içimizde de sessizliğin, sevgi ve güvenin bulunduğunu anlamıştık.
Dediğimi duymadı, Aklının erişemeyeceği hangi açık denizlerde seyrettiğini, bir allah bilirdi. Elimi uzatıp ona dokundum:
'Kaç kez evlendin?' diye bir daha sordum.
Silkindi, İşitmişti, kocaman elini salladı:
'Oooo' dedi.. 'Sen de şimdi oturmuş neleri kurcalıyorsun? İnsan değil miyim? O büyük budalalığı ben de yaptım; bütün evliler kusuruma bakmasın ama, ben evlenmeye bu adı veririm. Ne ise, büyük budalalığı yaptım, yani evlendim.'
'İyi ama kaç kez?'
'Kaç kez mi? Namuslu olarak topu topu bir kez, yarı namuslu olarak iki kez; namussuz olarak da bin, ikibin, üçbin kez, hesabını tutmadım ki!'
'Anlat bakalım, Yarın Pazar, traş olacağız, iyi elbiselerimizi giyip kadına gideceğiz.. Hayat ve piliç! İşimiz yok. Öyleyse baştan kara edelim bu akşam; anlat!'
'Ama ne anlatayım? Bunlar söylenir mi patron? Namuslu çiftleşmeler tatsızdır; bibersiz yemeğe benzer. Ne söyleyeyim? Azizlerin seni, çerçevenin içinden seyrederek hayır duası ettikleri sırada öpüşmek, öpüşmek midir? Biz köyümüzde şöyle deriz: 'Yalnızca çalınmış etin tadı vardır!' İnsanın kendi karısı, çalınmış et değildir. Namussuzca çiftleşmeleri ise, nereden hatırlayacaksın? Horoz defter tutar mı? Ben, vaktiyle gençken, kendiyle yattığım her kadından birkaç zülfünü alma sahtekarlığını işlerdim. Bu yüzden küçük makasımı hiç yanımdan ayırmazdım. Kiliseye bile gitsem, küçük makas cepte olurdu. İnsanız, ne olacağını bilemezsin. Siyah, sarışın, kumral, hatta beyaz zülüfleri topluyordum; topladım ve bir yastık doldurdum. Bir yastık doldurdum, bunu başımın altına kor uyurdum; ama yalnız kışın, çünkü yazın yakıyordu. Kısa zamanda tiksindim bundan da; anlıyacağın, yastık kokmaya başladı, ben de yaktım.'
Güldü
'Benim defterim bunlardı patron.' Dedi,.'yandılar. Usandımdı; az olacaklarını sanmıştım, ama, onlar bitmek bilmiyordu, ben de o küçük makası attım.'
'Ya yarı namuslu çiftleşmeler?'
Kıkırdayarak karşılık verdi:
'Eee, hoştur bunlar! Hey bre Slav kadını, bin yıl yaşayasın sen! Özgürlük!... Nerde idin, neden geç kaldın, nerde yattın gibi şeyler yok. Ne o sana sorar, ne sen ona, özgürlük!...'
Elini bardağına uzattı, boşalttı. Bir kestane ayıkladı, hem çiğniyor, hem konuşuyordu:
'Birinin adı Sofinka'ydı, öbürününki Nusa. Sofinka'yı Novorosisk yakınlarındaki bir köyde tanıdım. Kıştı, çevrede kar vardı. Maden ocağına gidiyordum; köyden geçerken, durdum; o gün Pazar kurulmuş, bütün yakın köylerden kadın erkek, alışveriş için inmişlerdi. Büyük bir açlık, korkunç bir soğuk vardı. İnsanlar neleri var neleri yoksa, kutsal resimlere kadar, her şeylerini ekmek almak için satıyorlardı. Pazarda dolaşırken, bir arabadan iki metre boyunda, deniz mavisi gözleri, kısrak gibi sağrıları olan, yayla gibi bir köylü kızının atladığını gördüm. Şaşırdım. 'Hey zavallı adam,' dedim 'hapı yuttun!'. Ardına düştüm. Gözlerimle onu yiyordum; ama sağrıları paskalya çanları gibi sallandığı için de doymak bilmiyordum. Kendi kendime 'maden ocağını ne yapacaksın ulan? diyordum. Ne salaklık ediyorsun ulan, yelkovan herif? İşte gerçek maden ocağı! Gömül içine dehlizler aç!...' Kız durdu, alışveriş yaptı; odun aldı, kaldırdı-ne kollardı allahım onlar! Ve arabaya attı. Biraz ekmek, beş altı tane tütün balığı aldı. 'Kaç para etti?' dedi, 'Şu kadar!' Ödemek üzere kulağındaki altın küpesini çıkardı. Parası yoktu da küpesini veriyordu. Ben buna içerleyip barut oldum. Ben bırakacaktım da, bir kadın küpelerini, incik boncuklarını, kokulu sabunlarını, bir şişe lavantasını verecekti ha!... Kadın onları verdi mi, dünya yıkıldı demektir be! Bu, bir tavuskuşunu yolmak gibidir. Bir tavusun yolunmasına senin gönlün razı olur mu? Asla!... 'Hayır, hayır!' dedim. 'Ben yaşadıkça bu olmaz!' Kesemi açıp parayı verdim. Rublenin cacala kağıdı olduğu günlerdi; yüzyirmi drahmi verdin mi katır, on drahmi verdin mi bir kadın alırdın. Senin anlıyacağın, verdim parayı. Yayla gibi kız dönüp bana baktı. Öpmek için elimi yakaladı. Ama ben geri çektim elimi; yoksa ihtiyar yerine mi koymuştu beni? 'Spasiba, spasiba' diye bağırıyordu; bu 'teşekkür ederim, teşekkür ederim' demektir Rusca, ve bir sıçrayışta arabaya atladı, gemleri aldı, kamçıyı kaldırdı... O zaman kendi kendime, 'Oğlum' dedim 'aklını başına topla, kaçıracaksın ulan!' Bir sıçrayışta kendimi arabada, onun yanında buldum. Bir şey demedi; dönüp bakmadı bile. Atı kamçıladı, yola koyulduk. Yolda kendisini kadın olarak istediğimi anladı. Az Rusca biliyordum, ama bu işler pek söz istemez. Gözler, eller ve dizlerle konuşuyordum. Uzatmayalım, köye vardık, bir izbenin önünde durduk. Aşağı indik. Kız bir itişte kapıyı açtı, içeri girdik. Odunları avluya indirdik, balıklarla ekmeği alıp odaya girdik. Sönmüş ocağın yanında ihtiyar bir kadıncağız oturuyor, tir tir titriyordu. Diyorum ya, bir soğuk vardı ki, adamın tırnakları dökülüyordu. Ben eğildim, ocağa bol bol odun koyup ateşi yaktım. İhtiyarcık bana bakıp gülümsüyordu. Kızı ona birşeyler söyledi, ama anlamadım. Ateşi yakınca ihtiyar ısınıp canlandı. Kız bu sırada sofrayı hazırlıyordu; biraz vodka getirdi. Semaveri yaktı, çay da demledi; oturduk, yedik içtik, ihtiyara da verdik. Sonra da yatağı yaptı, temiz çarşaflar serdi. Meryem'in önündeki küçük kandili yaktı, ıstavroz çıkardı. Arkadan bana bir işaret yaptı, ikimiz de ihtiyarın önünde diz çöküp elini öptük. O da, zayıf ellerini başlarımıza koyup bir şeyler mırıldandı; anlaşılan bize hayır duada bulunmuştu. Ben 'spasiba, spasiba!' diye bağırdım; bir sıçrayışta, yayla gibi kızla kendimizi yatakta bulduk.'
Sustu.. Başını kaldırdı, uzağa, denize baktı. Biraz sonra;
'Adı Sofinka'ydı!' dedi ve yine sustu.
Sabırsızlıkla sordum:
'Peki sonra? Sonra?'
'Sonrası yok.. Sende de bu 'sonra'lar ve 'neden'lere karşı bir tutku var patron! Bunlar söylenir mi, allahını seversen? Kadın serin bir kaynaktır, eğilip yüzünü görürsün ve içer, içersin... Kemiklerin gıcırdar. Sonra, susamış olan bir başkası gelir, o da eğilir, yüzünü görür ve içer. Sonra bir başkası.. Kaynak bu demektir, kadın da bu demektir.'
'Sonra gittin mi?'
'Ne yapacaktım ya? Kaynaktı bu, dedik ya... ben de yolcu olduğum için yeniden yola koyuldum. Onunla üç ay kaldım, Allah razı olsun, şikayetim yok ondan! Ama üç ay sonra, maden için yola çıkmış olduğumu hatırladım. Bir sabah ona: 'Sofinka,' dedim, 'benim işim var, gitmem gerek.' Sofinka:'iyi' dedi, 'git. Seni bir ay bekleyeceğim, bir ay sonra gelmezsen özgürüm, sen de özgürsün. Allah yardımcın olsun!' Ve gittim.
'Bir ay sonra geri döndün mü?'
Bağırdı:
'Kusura bakma ama patron, sen aptalsın! Nereye döneceksin yahu? Aç karılar bırakıyor mu seni? Bir ay sonra Kuban'da Nusa'yı buldum.'
Sevgili mola'cılar.. Bunu ara sıra yapıyorum, biliyorsunuz.. Okuduğum bir kitap ya da bir yazar.. hoşuma gitmişse, sizlele paylaşmak istiyorum.. Bu gün konu edilmiş olan kitap, Nikos Kazancakis'in ünlü kitabı, Zorba.... Yıllar önce Anthony Quinn'in başrolünde izlemiş olanlarınız da olabilir.. Girit'te geçen bir hikaye.. Girit adasında, sözde bir linyit ocağı işletmek üzere yola çıkan yazarın, daha tekneye binmeden, sabahın ayazında bir kıyı kahvesinde, henüz gün doğmamışken tanıştığı bir adam Zorba.. Ve bir şekilde birlikte gitmeye karar veriyorlar adaya, ve ocağı işletmeye.. İşte burada, Girit adasının bir kıyısında, günlük işlerden arda kalan zamanlarda dünya, kadın, hayat ve her türlü şeyi konuştukları bir sohbetler dizisi kitap...
Gözlerimi kapattım... Kendimi, ben de bildiğim sahillerde bir yerlerde, sakin, ıssız bir kumsalda, bir gece, yanan ateşin başında, kıyıları usulca okşayan şırıl şırıl dingin dalgaların müziğine bıraktım.. Ege.. beni çağırıyordu.. Zeytin ağacındaki cırcır böceği, ay ışığı altında sakin ve gamsız, türküsünü çalıyor, suda yakamozlar oynaşıyordu.....
Nikos Kazancakis'in kitabından bir pasaj daha okuyalım ve gerisini ilgi duyanların kendilerinin okumasını tavsiye edelim.. Bu arada, size bir şey diyeyim mi, galiba Salah Birsel söylemişti bir yerlerde.. Eskiden sevse de sevmese de, bir kitaba başladı mı, onu bitirmeden yeni bir kitaba başlamazmış.. Ben de aynı bu şekilde yapardım.. İlle de okuyıcam.. Ne aptallık.... Salah Birsel de vaz geçmiş bu eziyetten.. Kitap okumak keyif işidir, eziyet değil.. Sevmedin mi bir kitabı.. hiç zorlalamalı insan.. Zaten sevdiğini bulunca, işi gücü bırakıyor nerdeyse..Koca koca ciltler devirdim, eziyet gibi.. Oysa şimdi, bir kitap, açmadı mı beni.. Cehennemin dibine.. Atıveriyorum kütüphanedeki 'okunmuşlar' rafına, çekiyorum bir yenisini 'bekleyenler' rafından.. hiç de vicdan azabı duymuyorum... Ama bazı kitaplar oluyor ki, hani esir ediyor insanı elinden bıraktırmıyor.. Zorba böyle geldi bana.. Geç kalmış olduğum için de üzüldüm.. Ben sevdim anlıyacağınız.. hem de çok...
Devam ediyoruz.. Kitaptan birlikte okuyacağımız ikinci ve son bölümümüz..
'Bir ay sonra Kuban'da Nusa'yı buldum.'
'Anlat! Anlat!'
'Başka zaman patron! Zavallıları birbirine karıştırmayalım... Sofinka'nın sağlığına!'
Şarabı bir yudumda indirdi, duvara dayandı.
'Peki'dedi, 'sana Nusa'dan da sözedeyim. Kafam bu akşam Rusya ile dolu. Mayna, yükü boşaltacağım.'
Bıyıklarını silip közü karıştırdı.
'Bu Nusa dediğimi, Kuban'ın bir köyünde tanıdım. Orada mevsim yazdı. Kavun karpuz dağ gibi yığılmıştı, eğilip bir tane alıyordum ve kimse 'Ne yapıyorsun orda be?' demiyordu. Karpuzu ortasından kesip suratımı içine gömüyordum... Kafkasya'da herşey boldu patron; herşey sergi, seç seç al! Hem yalnız karpuz, kavun değil, balıklar da, yağlar da, kadınlar da öyle! Geçerken bir karpuz görüp alıyorsun; bir kadın görüp alıyorsun. Burada, bu uyuz yerde olduğu gibi değil, hani birisi senin bir karpuz kabuğunu aldığını görse mahkemeye götürür, bir kadına dokunduğun zaman da, kardeşi seni kıyma yapmak için bıçağını fora eder. Yoksulluk, pintilik... senin, benim... Hay yok olasınız, uyuzlar! Rusya'ya gidin de soyluluk görün be!... Kuban'a uğradım, bir bostanda bir kadın gördüm, hoşuma gitti. Şunu bil ki patron, Slav kadını, şu sana aşkı dirhemle satan ve onu eksik sokmak ve terazide seni aldatmak için elinden geleni yapan, çok ince çıkarcı Rus kadınları gibi değildir; Slav kadını sana aşkı bol bol, ağır ağır tartıp öyle verir; uykuda da, aşta da, yemekte de. Hayvanlarla ve toprakla yakın akrabalığı vardır. Verir, bol bol verir. Şu perakendeci Rus kadınları gibi pintilik etmez. 'Adın ne?' diye sordum, bu kadınların yüzünden biraz Rusca öğrenmiştim. 'Nusa' dedi. 'Ya seninki?' 'Aleksi' dedim. 'Çok hoşuma gidiyorsun Nusa.' Satın almak istediğmiz vakit bir ata nasıl bakarsak, o da bana öyle bakıyordu. 'Sen de pek kofa benzemiyorsun' dedi. 'sağlam dişlerin, kocaman bıyıkların, geniş omuzların, güçlü kolların var. Hoşuma gidiyorsun.' Daha fazla konuşmadık, gereği de yoktu zaten. Çabucak anlaştık; aynı akşam iyi elbiselerimi giyip onun evine gidecektim. Nusa sordu 'kürkün'de var mı?' 'Var ama bu sıcakta...' Akşamüzeri damat gibi giyindim, kürkü koluma attım, gümüş kaplamalı bastonumu da alarak gittim. Büyük bir köy eviydi, avlular, inekler, avluda yanan ateşler, ateşlerin üzerinde kazanlar. 'Burada ne kaynatıyorsunuz?' diye sordum. 'Karpuz pekmezi.' dedi. 'Ya burada?' 'Kavun pekmezi.' Kendi kendime, 'Ne ülke be?' dedim.. 'Kavun ve karpuz pekmezi diyorlar. Adanmış topraklar burası olmalı. Hoşça kal yoksulluk! Yaşşa Zorba, iyi düştün buraya, bir tulum peyniri içine düşen sıçan gibi...' Merdivenleri çıktım. Gıcırdayan kocaman tahta merdivenlerdi bunlar. Merdivenin başında, bir çeşit yeşil şalvar ve kalın püsküllü kırmızı kuşaklar giymiş Nusa'nın anası ile babası duruyordu. Soylu insanlardı. Kollarını açtılar, şap şup kucaklaşmalar... Tükürüğe bulandım. Benimle hızlı konuşuyorlardı, zırnık anlamıyordum, ama ne zararı vardı? Yüzlerinden anlamaktaydım ki kötülüğümü istememekteydiler. İçeri girince ne göreyim? Üç direkli gemiler gibi yüklü masalar kurulmuş. Kadın erkek bütün akraba ayaktaydı.. Onların önünde Nusa duruyordu; boyanmış, süslenmiş, gemi pruvalarındaki kız heykelleri gibi, göğüsleri dik! Güzellik ve gençliğin görkemi içinde, pırıl pırıldı... Başında kırmızı bir mendil vardı. Kendi kendime 'Ulan allahtan korkmaz Zorba, ' dedim, 'senin bu et! Bu akşam bu vücuda mı sarılacaksın? Allah seni doğuran ananı da bağışlasın babanı da!' Kadın erkek, ziyafete yumulduk. Domuzlar gibi yiyor, mandalar gibi içiyorduk. Yanımda oturan ve yediği aşırı yemekten vücudundan buhar tüten, Nusa'nın babasına sordum: 'Ya papaz? Bizi kutsayacak olan papaz nerde?' O, yine salyalarını yüzüme sıçrata sıçrata karşılık verdi: 'Papaz yok, papaz yok. Din halkın afyonudur!' Bunu söyler söylemez dimdik ayağa kalktı, kırmızı kuşağını gevşetti, herkesi susturmak için elini uzattı. Ağzına kadar dolu bardağını elinde tutuyor, gözlerime gözlerime bakıyordu. Konuşmaya başladı, konuştu, konuştu, konuştu.. Benim için nutuk çekiyordu. Dediği neydi? Bir allah bilir, bir de kendi. Ayakta durmaktan bıktım, başım da dönmeye başlamıştı, yerime oturdum. Oturdum ve dizimi sağımda oturan Nusa'nın dizine yapıştırdım... İhtiyar konuşuyor, konuşuyordu. Terledi, susturmak için hepsi gelip ona sarıldılar. Sustu, Nusa bana: 'Haydi, sen de konuş!' dedi. Ben de kalktım, yarı Rusca, yarı Rumca bir nutuk çektim. Ne mi dedim? Biliyorsam Allah belamı versin! Yalnız sonunda sözü bir hırsız şarkısına getirdiğimi hatırlıyorum. Hiçbir neden yokken anırmaya başlamıştım:
Hırsızlar çıktı dağa,
At çalmaya
At bulamadılar
Nusa'yı çaldılar!
Senin anlıyacağın, duruma uymak için biraz da değiştiriyordum:
Ve gidiyorlar, gidiyorlar, gidiyor....
(Haydi anacığım, gidiyor..)
Ah Nusa'm
Ah Nusa'm
Vay!..
Ve 'Vay!' diye böğürürken, yumulup Nusa'yı öptüm. Olan olmuştu. Bekledikleri işareti vermişim gibi (onlar da zaten bunu istiyordu) birkaç kızıl sakallı ızbandut, fırlayıp ışıkları söndürdü... Zavallı kadınlar, sözde korkmuş gibi çığlığı bastılar. Fakat çabucak 'hi, hi, hi!' ye çevirdiler, karanlıkta gıdıklama ve gülüşmeler başladı... Ne olup bittiğini bir Allah bilir patron! Ama, bana öyle geliyor ki, bunu o da bilmiyordu. Bilseydi, bizi yıldırımla yakardı. Kadın erkek, karmakarışık yere yuvarlandılar. Nusa'yı bulmaya çalışıyordum ama, nerde? Ben de başkasını bulup onunla bir haltlar yedim... Sabaha karşı, karımı alıp gitmek için kalktım. Daha karanlık olduğu için, doğru dürüst göremiyordum... Bir ayak yakalayıp çektim, Nusa'nın değildi; bir daha yakaladım, o da değil! Bir daha, bir daha yakaladım ve, Nusa'nın ayağını zar zor bulabildim; çekip zavallıyı pideye çevirmiş iki ızbanduttan kurtardım. Onu uyandırmıştım: 'Nusa,' dedim, 'gidiyoruz!' 'Kürkü unutma!' dedi, gittik.'
Zorba'nın sustuğunu görünce yeniden sordum:
'Sonra?'
Zorba, sinirli bir halde:
'Sonrasını ne yapacaksın yine?' dedi
Sonra içini çekerek konuşmasını sürdürdü:
'Onunla altı ay yaşadım. Ondan sonra da.. Vallahi ben hiçbir şeyden korkmam. Ama hiçbir şeyden! Korktuğum tek bir şey var: Allah veya şeytanın bu altı ayı kafamdan silmesi. Anladın mı? Anladım diyeceksin!..'
Zorba gözlerini yumdu. Çok heyecanlanmışa benziyordu. Geçmiş bir olaya bu kadar tutulduğunu ilk kez görüyordum. Biraz sonra sordum:
'Yani, o kadını bu kadar çok mu sevdin?'
Zorba gözlerini açtı:
'Sen gençsin patron, gençsin... Ne anlarsın sen? Senin de saçın ağarınca, o zaman, bu sonu gelmez konuyu konuşmak üzere yanıma gel...'
'Hangi sonu gelmez konuyu?'
'Kadın. Sana kaç kez söyleyeceğim? Kadın sonu gelmez bir konudur. Şimdi sen, bir şimşek gibi tavuklara atlayan, sonra da boyunlarını şişirip gübreliklerine giden ve orada kabaran genç horozlar gibisin. Onlar aşkın nesini anlayabilirler? Elinin körünü!'
Tiksintiyle yere tükürdü; uzaklara baktı, bana bakmak istemiyordu.
Yine sordum:
'Peki Zorba, ya Nusa ne oldu?'
Zorba ileri, denize doğru karşılık verdi:
'Bir akşam eve dönünce onu bulamadım.Kaçmıştı, o günlerde köyden genç, güzel bir asker geçmişti, onunla kaçtı, gidiş o gidiş.. Kalbim bölündü, iki parça oldu. Fakat namussuz kalp, yine yapıştı. Bilmem gördün mü? Kırmızı, sarı, siyah yamalarla yamanmış, binlerce ekli ve yamaları kalın sicimle dikildiği için, en büyük fırtınalarda bile yırtılmayan bazı gemi yelkenleri vardır. Benim kalbim de öyle işte! Binlerce delikli, binlerce yamalı, ama korkusuz.'
'Peki Nusa'ya kızmadın mı Zorba?'
'Neden kızayım? Sen ne dersen de, kadın başka şeydir, patron, insan değil, başka bir şey. Neden kızayım? Kadın anlaşılmaz birşeydir ve gerek uygarlığın, gerekse dinin bütün yasaları yanılmaktadır kadın konusunda. Böyle davranıyorlar, patron! Eğer yasa koymak benim elimden gelseydi, erkek için başka, kadın için başka yasa koyardım. Erkek için on, yüz, bin yasa, ne de olsa erkektir, kaldırır. Ama kadına hiç! Çünkü, sana kaç kere söyleyeceğim, patron? Kadının şerefine! Allah biz erkeklere de akıl versin!'
İçti, elini kaldırdı, balta tutuyormuş gibi birden indirdi:
'Ya bize akıl versin, ' dedi, 'ya da ameliyat etsin bizi. Yoksa, sen beni dinle patron, halimiz haraptır!'
Benden bu kadar sevgili Mola'cılar.. Umarım sizler de sevmişsinizdir, bizim topraklarımız, değilse de denizlerimizden yetişmiş, bu rüzgarlarda saçları dağılmış olan Kazancakis, ve Zorba ve her birimizin, kendimize özgü insanını anlatan bu kitabı..
Zorba
Nikoz Kazancakis
Yunanca aslından çeviren: Ahmet Angın
Can Yayınları
Ahmet Altan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Köpüklü Kahve : Müge Ünal |
Var mısınız yalnızlığa...
Bugün bir arkadaşım aradı. Uzun zamandır görüşmüyorduk, görüşemiyorduk. İş güç derken zaman su gibi akıp gidiyor. Bir bakıyorsunuz günler, haftalar geçmiş… Bahanesi de çok insanın, bulmak istedikten sonra bir bahane şu ya da bu ne fark eder ki. Öyle ya da böyle görüşemiyorsunuz ama zaman akıp gidiyor işte.
Kararlaştırdık, kahve içip sohbet edeceğiz. Zamanımı ayarlayıp gidiyorum ya çok mutluyum. Heyecan içindeyim. Kim bilir neler anlatacak bana. Ben de ona.. Giderken kafamda kuruyorum en son nerde, ne konuşmuştuk diye. Bir sürü söyleyecek laf var anlatacak da konu. Hangisini anlatmalı nereden başlamalı. Yok, görüşmenin arasını bu kadar da uzun tutmamalı. Anlatacak çok konu birikiyor sonra… Neden başlamalı, nereden başlamalı. Aman canım önemi yok… Buluşayım kelimeler gelir ardı sıra…
Kahveye gittim oturdum. İnsanlarda işlerinden çıkıp geliyorlar yavaş yavaş. Hoş bir hareket var. İş gününün yorgunluğu yüzlerinden belli insanların. Kimi henüz çıkmış gibi çatışmadan, kimi çoktan kaybetmiş savaşı. Bir diğeri planlıyor yarını belli, diğeri kazanmış komutan edası ile keyifli. Ama sonuçta herkes yorgun. Gün bitmiş ama çalışanlar için şimdi başlıyor aslında zaman.
Ben bekliyorum dostumu. Zaman geçmek bilmiyor. Özlediğimi anlıyorum. Durmadan bir saatime bakıyor bir yandan da yorgun savaşcıları izliyorum. Hadi gel artık. Sohbete zaman kalsın.
Bir zaman sonra göründü. O da ne? Omuzları çökmüş. Yorgun bitkin yaklaşıyor. Gözlerinin ışığı gitmiş. Sisle beraber geliyor. Hep capcanlı giyinir. Bu kez farklı siyahlar içinde. Aman dedim bir şey var? İyi ama telefonda bahsetmedi ki?
Yaklaştı sıkı sıkı sarıldık birbirimize. Oturdu. Söyledik kahvelerimizi. Suskun. Ben aldım sazı elime. Hazırlıklıyım ya… Başladım döktürmeye… Fırsatı yok ki zavallıcığın… Sussam dökecek belki içini. Farkettim sustum. Ses yok. Tek bir kelime… Huzursuzlandım. Yerimde şöyle bir kıpırdandım. Etrafıma göz gezdirdim. Ses yok. Suskunluk uzun bir sohbet aslında. Dayanamadım. Konuşmak için ne kadar istersin dedim. Gülümsedi. Zordur bilirsiniz söze başlamak, hele de konuşacak çok şey varsa.
Başladı anlatmaya… Evlilik… Bilirsiniz… Bilmesenizde çok bahsediliyor kendisinden. Evlenen bir pişman evlenmeyen de. Sıkılıyormuş artık. Dayanamıyormuş. Yokmuş günlerin birbirinden farkı. Zaman kalmıyormuş kendine. Çocuklar bir yandan sorumluluklar diğer yandan. Sevgi kapıdan çıkmış, saygı bacadan. Aşk desen buhar olup uçmuş. Siyahlar giyiyormuş artık. Sebep ise basit. Olmak istediği kadının yasını tutuyormuş. Eşi çok uzun zamandır yokmuş yaşamında… Var ama yok. Orada ama değil… Konuşuyor ama suskun. Akşam yemeklerinde kızlarıda konuşmasa boğulacaklarmış sessizlikte. Bir çare bulmalı imiş bir çare. Hani çok sevmişti. Hani ölene kadar sevecekti. Aşık olduğu adam bu muymuş. Sevdiği, uğruna geceler boyu uykusuz kaldığı. Bırakıp gidecekmiş herşeyi… Kızları bile engelleyemezmiş. Yeni bir aşk yeni bir sevda.. İhtiyacı vamış bunlara. Kısacık hayatta neden bu kadar bedel. Ödemiş kendine düşen payı. Ödesin zamanı gelince borçlular diğer payı. Zaten tüm kabahat bu evlilikte imiş. Evlenmemeliymiş aslında… Özgür olmak anlamlı olan…
Dinledim… Sessizce ve çaresizce… Ne demek istediğini ben anladım ama bilmiyorum anlatabildim mi ona kendimi.
Bilirmisin dedim; yıkılmış hayatların yanlızlığını… Bedel ödeyenlerin çaresizliğini… Hele ki gerçek bedeli ödeyen senden ve ondan vazgeçemiyorsa… Aranızda kalmış ve çaresiz ise… Bilirmisin kalabalıklar içinde yanlızlığı… Bilirmisin hem anne hem baba olmanın ağırlığını… Kolay iş değil bu… Kolay değil bırakıp gitmek. Sonrası zor. Sonrası ağır. Bedel ödemeye hazırmısın… Bedel bu, ağır, ağdalı, kasvetli… Her zaman güçlü olmaya, dayanmaya, direnmeye hazırmısın… Varlıkta ve yoklukta, hastalıkta ve sağlıkta hazırmısın…
Kolay bırakıp gitmek, kolay değil gittiğin yerde kalmak, direnmek…
Var mısınız yanlızlığa…
Dinledi, sustu ve gitti…
Müge Ünal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
ŞARAPTAN TAŞAN HAZDIR ŞARKILAR
Aşk bir gün gelebilir
Aşkta kedere yolculandım
Eskicidir aşk
Şarkılar aralar kapısını
Gitmekle bitmez derinimin sarhoşu
Bana bir gül at
Şarkılar bahanedir
Ben aşka
Konuklarıdır şarkıların vedalar
Ve gri ve lâl
Hüzün kurmuş iki mevsim arasına
Üşüyorum tanrım
Sokak üstüme kapansa
Aşk bir gün gidebilir
Coğrafyası ahşap
Unutabilir darmadağın
Ev tutmuş kendine çıkışsız
Oyundadır ölümle
Çoktandır “gülnihal”
BETÜL TARIMAN
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|