|
|
|
2 Nisan 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Motivasyon yetmedi!.. |
Merhabalar
Recebim "Dersimizi aldık." deyince bayağı sevinmiştim. Demek ki dedim, artık "benden büyük bir tek Allah var" demeyecek, dövmeyi bırakıp okşayacak. Umutla ne diyecek diye beklerken, nedendir bilinmez, dün Sabah gazetesine yağıp gürlediğini görünce önce küçük dilimi yuttum. "Gazetem sana söylüyorum, damadım sen anla" mı demek istedi diye epeyce düşündüm. Yuttuğum dille uğraşırken, pek sevgili bakanları için "6 bakanın 6'sını da kapının önüne koyarım." dediğini duyunca büyük dilimi de ısırdım. Ah be Recebim, kapının önüne neyi koyuyorsun? Çöp torbasını mı? Hadi bizi adam yerine zaten koymuyorsun, bakan diye seçtiklerine de mi saygın yok Tayyip Bey?
Recebim de analizlerine başlamış. Sonucun üç sebebi varmış. Birincisi, kendiyle hiç ilişkisi olmayan küresel ekonomik kriz, ikincisi medya(!?) üçüncüsü de nankör(!?) seçmenmiş. Yani diyor ki, krizin benle alakası yok, medyayla uğşamaktan çalışmaya fırsat bulamadım, nankör seçmen de hizmeti ödüllendirmek yerine siyaset yapmayı tercih etti. Bu olumsuz tabloyu yok farzedersek başarılı olduğumuzu bile söyleyebilirim diyor sanırım. Dün hazımsız dostlardan bahsederken haksızlık etmişim. Asıl hazımsızı tepelerde aramak gerekiyormuş, onu anladım.
Milli takıma dokunmamak olmaz. Bu sefer Terim'e kızgın değilim. O elindeki en iyi kadroyu sahaya sürdü. Olanaklar ölçüsünde fena da oynamadılar. Kişisel form düşüklüğü ile karşıdaki takımın İspanya oluşu birleşince ortaya kötü sonuçlar çıktı. Gözle görülür beceri farkını motivasyonla kapatma işi de suya düştü. Afrika için umutlar sürüyor ama sadece matematiksel. Mantıksal olarak işimiz çok zor. Umarım yanılırım. Haydi hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Temirağa Demir Kemanın reçinesi… |
|
Çok geçmedi doğalı ama sanki ölüme yaklaştığını hisseder bir yapıdaydı…
Yinede her nefesini ölümsüzmüş gibi almayı bir maharet belliyordu…
Filizlenen umutlarını koruyordu…
Kırışmamıştı elleri…
Fakat sıkça dört parmağını bir araya getirip kontrol ediyordu onları…
Hiç birinin birbirine benzemediği yalandı…
Hepsi benziyordu aslında, aralarındaki fark boylarıydı…
Yaşamanın gerekliliğini anlatıyordu sevdiklerine…
Hülasa oda biliyordu aslında çok bir mecburiyet olmadığını…
Ama onlar yaşamalıydı…
Ne olursa olsun bir toprak altına gömülmemeli, bir dağ zirvesine serpilmemeliydiler…
En çok kendisine yakıştırırdı bu sessiz ve uyku halini…
Yapacaklarının çokluğunda fırsat bulamıyordu…
Alnında yazıyorsa da henüz okunmuyordu…
Zor günlerin çabuk geçeceğine inanmıştı ama boşa çıkıyordu sanki…
Çünkü bu zorluklar birbirine özenmişçesine devam ediyordu…
Artarak…
Arta arta bir artık ömrün kalacağından korkuyordu…
Bu düşünce kafasının içindekileri yine değiştiriyordu…
Oysa kızına keman öğretecekti daha…
Doğarsa…
Yani önce evlenip sonra bir kızı olursa ona keman öğretmek hayatının önemli emellerinden biriydi…
Ama kim doğuracaktı onu…
Yani kimle halvet olup ta kim layık olacaktı bu kızın doğumuna…
Kendi doğurmaya razıydı aslında…
Hatta göğüslerinin büyümesine…
Ama metabolizması ve yaratan müsaade etmiyordu bir yeni bebek doğurmaya…
Üstelik kendi ebeveynleri gibi olmak istemiyordu…
Onlar kırk yılın üzerinde bu görevi yapmalarına karşın pek tecrübe edinmeseler de, kendisi dikkatle izleyip "bunları yapmamalıyım" diyordu…
Sonrası, iki kol düğmesi…
Bir gömleğin kollarındaki iliklerin nakledilmesi…
Birden bire değil, gayet sakince baktı gün batımına doğru…
Artık daha geç batıyordu güneş…
Deniz olmasa bile gölün ufkundan izliyordu batışını…
Yeniden doğmasını isteyip istememe konusunda zaman zaman tereddütler yaşıyordu…
Geçmeliydi günler…
Gün diyebilmeliydi artık uyanık kaldığı saatlere, bu telaşlar bıktırıyordu…
Her gün bir doğum velvelesi gibi çığlık çığlığa yaşıyor ancak kimse ölmüyordu…
İşte böyle kimli, kimlikli, kimsesiz, kişiler peydahlanmadan yeryüzüne…
Hızır inmeden göklerden…
Ben yine delirmeden…
Onlar konuşmadan…
Sen dinlemeden…
Dinlenmeden…
Saçları çok sık ve yaşı neredeyse benimle eşit kardeşi siyah gözlerinin altından acıları çekmeden, temize çekiyordu…
En çok onun yazılarını okurken ağlardı…
Bu bir evi paylaşmanın verdiği kan bağından öteydi…
Bir edebiyatın hayatın işleyişi içersinde iyi kullanımındandı…
İmgesellikler yeniden bir kelime oyunu yapmadan, anlıyordu onun anlattıklarını…
Kardeşi çoğu kez en ağlatan yazarı oluyordu…
Çünkü sıklıkla acıların çekilmesi bitmeden, o temize çekiyordu…
Yine de kirli duruyordu yaşananlar…
Yani yakıştıramıyordu bu asalet timsali ailenin herhangi bir ferdine…
Biraz ağladı…
Düşündü de bunu haftalık bir ihtiyaç olarak gördüğü zamanları geride bıraktığını hatırladı…
Uzun zaman olmuştu gözlüklerinin altından yaşlar dudağını ıslatmayalı…
Yaşı bana yakın olan kardeşinin yine temize çektiği bir acı onu ağlatmıştı…
Aynada gözlerine baktı, beğenmedi, zaten biri iyi görmüyordu…
Ve yorgundu…
Sonra çıkardı üstündekileri…
Hafif çıkan göbeğini aynada izliyordu…
İçinde bir bebek olduğunu hayal ederek eliyle ovuşturdu…
Öyle bir maneviyata daldı ki bir an gerçek bir bebeğin karnında olduğunun hayal ötesine geçerek bir gerçeklik olduğunu düşündü…
Dış, iç, orta gebelik değildi onu ilgilendiren…
Jinekolojik bilgiler cinsiyetini çok enterese etmiyordu…
Sonra ovuşturdu karnını, kızım orda diye düşündü…
Bir başkasının taşıyacağı bebeğe vesile olmaktan çok kendi isterdi bu ağırlığı taşıyabilmeyi…
Neyse yaşlar indi yaşlandırarak…
Sonra babasının yanına gitti şimdi kızı kadar hassas davranmak zorundaydı bu aksi adama…
Çünkü ihtiyacı vardı onun gibi bir babaya…
Temirağa Demir temiragademir@temiragademir.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SEÇ
Şimdi seçimden bir gün önce yazıya SEÇmece bunlar diye giriş yapsam kırk laf üretirsiniz . Şu SEÇim zamanı, eğri büğrü söyleme ihtiyaç duymuyorum. Zaten bir hangi haber yok sandıktan çıkacak olanlar kimdir kim? Bilmece - bulmaca gibi, kuru derede sele gitmek istemem . Yanikine , akla karayı SEÇmek ile SEÇilmek aynı kaba girmez. SEÇkin kişi olmak ile SEÇilmiş kişi olmak nasıl bir tutulabilir. Ol sebeple ağır konulara girmeye yanmış olan dilimle niyyetim yok. SEÇ hakkındaki yazıma seçimden sonra pazartesi devam edeyim diyerekten en iyisi , akşamı -İspanya maçını beklemek;şimdi kaydet ve kapat bilgisayarı ağabey…
Çok şükür bugün de güneş yüzünü gördüm. Serzeniş ile başlamak istemem, zaten kafam bozuk şu İspanyollara.
Ohh, bee. SEÇim de bitti. Ne mutlu destekledikleriniz kazandı ise. Yoksa derin derin düşünlere mi saplandınız, ne olacak şimdi şehr-i diyarımızın hali diye . Irın-mırın-kırın edenlere de kulak asmayın. Diyesim odur ki; eğriler ile büğrüler ile kurulmuş bu dünyanın düzeni. Bir doğrunun içinde üç-beş yalanı kıvırıp söyleyebilirsen ve dahi yutturabilirsen " En Büyük " sen olabilirsin. 29 mart Hürriyet-teki köşesinde Sn. Cüneyt Ülsever yazısını " Esas SEÇim hayatı SEÇmektir " diye bitiriyordu. İnanın bana 28 Mart günü yazıma başlarken ben de aynı notu düşmüştüm. Demek ki tüm düşünler insanları aynı çizgide buluşturuyor, ancak bazı kimi kimiler bir türlü bunu anlamıyorlar veya anlamaz görünüyorlar.
Sorarım size . Kulağınızla hiçbir şey duymadan-gözünüzle hiçbir şey görmeden ve hiçbir şey düşünmeden açıkcası farkında olmadan ağladınızmı hiç? İşte hayatı arzuladığı şekilde SEÇmeyi beceremeyenler veya " O " kişinin SEÇiminin oluşumunu engelleyenler ile böyle bir fırsatı yakalama imkansızlığı içinde kalanlar ağladıklarının hiç farkına varamazlar. Gibi gibilerin gözyaşları içlerine akar, onların ağladıklarını fark edemezsiniz.
Bir de sizler için-bizler için SEÇimi yapanlar vardır. Sizler veya bizler bu SEÇilenlerden seçeriz. Tıpkı kavun-karpuz gibi , elma armut gibi. Hadi elma ile armudu gözün ile görürsün. Ya kavun-karpuz, içini bilmen ne mümkün. Tarlalardan ara ara toplanır , kamyonlara dökmece doldurulur. Sonra ehilleri olanlar kavunların iyilerini kiminin kıçını koklayarak , kiminin de kokusunu duyumsayarak belli bir yere yığarlar. Karpuzların da kütür kütür olanlarını yine ehilleri SEÇer bir yerde yığarlar. İşte bizler veya sizler bu SEÇilenlerin içinden SEÇeriz. Artık kabak mı çıkar , tatsız mı çıkar kadere madere kalmıştır. Ancak , pahası çok olanlar ile semtine göre de SEÇilenler değişkenlik gösterir. Yanikine ne ka köfte o ka ekmek. .
Bizim Temel Haydparkta (İngilterede bir park olup gidecek olursanız aşağıdaki fıkra temsil olsun , karışmayın sakın)bakmış birer sopa ile adamlar topa vurup deliğe sokuyorlar. Yanaşmış " Ben de oynamak isterim bu oyundan " deyince ;İngiliz oyunu tarif etmiş: " Bu oyun bir sopa-bir top ve bir delik ile oynanır, bende sopa var " Yanlarında olan İrlandalı lafa girmiş " Bende de top var, hadi bizde oynayalım " Bizim Temel elini saçlarının arasında gezdirip şöylecene kafayı sağa sola salllayararak, bu SEÇimi beğenmeyip " Ben oynamayrum " diyerek tabanları yağlamış.
Şimdileyin Ben namuslu bir SEÇmen olarak bu oyuna katıldı isem de bir türlü sopa kimde , top kimde ve delik nerde bir türlü bulamadım.
Şu SEÇim işi çok bir meletir insanı bazı bazı. Örnek misal vermek gerekir ise sakın ola garson gelip size sorarsa " Mönü mü istersiniz , yoğusam Alakart mı? " dikkatli olasınız. Bu krizde ikinci bir krize sebep olmadan " Ben bir çorba alayım " deyin , karnınızı doyurun, Efemm!.
Beltan Göksel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
MuratHoca : Faik Murat Müftüler LORAINIEN'lerin GİZİ |
|
In nomine patre e filio et spiritis sanctis. Adeo vestri fatum. Historia de te fabula narratur. Cave inimicus. Repeiro pictura. Is est speculum varum. Adeo Montecassino.
Karnına bir yumruk yemişçesine uykusundan sıçradı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyor, sırtından ve yüzünden buz gibi terler boşalıyordu. Duvara çarptığı dirseğini tutarak yerinde doğruldu. Şakaklarında nabzını hissediyor, gözlerinde minik yıldızcıklar uçuşuyordu.
Sözleri kekelemeden bir çırpıda tekrarladı. "In nomine patre e filio et spiritis sanctis. Adeo vestri fatum. Historia de te fabula narratur. Cave inimicus. Repeiro pictura. Is est speculum varum. Adeo Montecassino" . "Hayırdır inşallah..."
Tan yeri alaca karanlığında çalışma masasına yaklaşarak, masanın üzerinde duran bir defterin arka kapağına, sürekli tekrar ettiği bu sözleri dikkatlice not aldı. Dirseği hala ağrıyordu. Uyku sersemliğinde kapı pervazlarına, duvarlara çarpa çarpa, yalınayak mutfağa kadar gidip buzluktan çıkardığı bir kalıp buzu bir havlunun üzerine boşalttı. Havluyu dirseğine sararak acısını hafifletmeye çalıştı. Gece geç saate kadar içtiği şaraplar yüzünden içi yanıyordu; bir şişe soğuk suyu kafasına dikerek, kana kana içti. Uykusuzluktan yanan gözlerini kırpıştırarak tekrar yatak odasına geri döndü. Çok garip bir rüyaydı. Çok da ürkütücü.
Rüyasında, meşalelerle aydınlatılmış -ama yine de yarı karanlık- uzun bir koridorda yürüyordu. Taş kemerli ve taş duvarlı koridor boyunca sağlı sollu karanlık dehlizler uzanıyordu. Hiç pencere yoktu. Koridorun uzak ucunda, sisler ardındaymış gibi görülen aydınlığa doğru yürüyordu. Sağ tarafından gelen bir zincir sesine doğru döndü. Kalın demir parmaklıkların ardında kül beyazı bir yüz gördü. Parmaklıkları aynı kül beyazı renginde iki eliyle kavramış yaşlı yüzün, sağ tarafından vuran meşale ışığı nedeniyle sadece sağ yarısı aydınlıktı. Buruşturulup tekrar düzeltilmiş bir karton gibi kırışık yüzde iri ve kemerli bir burun, akları kaybolmuş karanlık bir çift donuk göz ve yarasa kanadı gibi çatallı, kalın bir çift kaş, ifadesiz ve ürkütücü bir portre çiziyordu. Dişsiz ağzının içine doğru büzülerek kıvrılan ve hatları kaybolan dudakları aralanıp o sözleri söyledi. Sonra bir daha ve bir daha. Sanki Burak'ın zihnine kazımak istermişçesine cümleleri durmaksızın söylüyordu. Zincir yeniden şıngırdamaya başladığında yaşlı adamın gözleri büyüdü. Artık sözleri haykırıyordu. Boynuna bağlı zincir tavana doğru gerilmeye başladı. Zincirin iyice gerginleşmesiyle sesi boğuklaşan adamın söyledikleri boğazından hırıltı gibi çıkıyor, ancak yine de inatla sözleri söylemeye çalışıyordu. Adamın bedeni yukarı doğru yükselmeye başlayınca önce ayakları yerden kesildi, sonra elleri parmaklıklardan koptu. Hücresinin tavanına asılan adam boşlukta ileri geri sallanıyor, tüm bedeni hırsla çırpınıyordu. Öne doğru geldiğinde aydınlanıp görülüyor, şiddetle parmaklığa çarpıyor, sonra hücrenin karanlığında kaybolup gidiyor, birkaç saniye sonra yeniden görülüp yine parmaklığa çarpıyordu. Bir iki salınımdan sonra çırpınışları kesilmişti. Parmaklıklara her çarpışında boğuk bir gong sesi çıkarıyordu. Burak işte o anda uyanmıştı.
Burak; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin üçüncü sınıfındaydı. Orta halli bir memur ailesinin oğluydu. Çok parlak bir öğrenci sayılmazdı ama derslerini güç bela geçerek takıntısız bir şekilde öğrenimini sürdürüyordu. O gün de vergi hukukundan sınavı vardı. Tüm uykusuzluğuna rağmen, erken uyandığına şükrederek masasına oturdu. Konulara biraz göz gezdirse fena olmayacaktı; ama masaya oturur oturmaz gözü defterin kapağına uyku sersemi aldığı nota ilişti. Dil, Latince'ye benziyordu. Sözlerin belli bir anlamı var mıydı? Mutlaka öğrenmeliydi. Ders çalışmaktan vazgeçip alelacele üzerine bir şeyler geçirdi. Defteri yanına alıp sokağa fırladı. Yurtta kaldığı yıllardan tanıdığı, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde okuyan bir arkadaşı hemen yan sokaklarında oturuyordu. Gerçi arkadaşı İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyordu ama İspanyolca da nasılsa Latin tabanlı bir dildi. Sözlerin anlamı konusunda biraz olsun fikir sahibi olabilirdi. Sabahın altısında kapılarını çalmayı göze alarak apartmandan içeri girdi. Oturdukları dairenin kapısına geldiğinde sevindi. İçeriden sesler geliyordu. Belli ki sabahlamışlardı.
Zili çaldı. On saniye sonra kapı usulca aralandı. Kapı aralığında beliren endişeli yüz, Burak'ı görünce tebessüme bürünerek:
"Anaaa? Hayırdır baba, ne iş? Gelsene. Ben de sesimizden rahatsız olup komşular geldi zannettiydim. Gel gel"
"Rahatsız ettim sabahın köründe. Kusura bakma. Diğerleri uyuyor mu?"
"Yok yok. Herkes ayakta. Sınavlar var. Kaç gündür yarasa gibi olduk" yarısı içilmiş şarap şişesini havaya kaldırarak salladı "Şarap içer misin?"
"Hayır sağ ol. Akşamdan kalmayım zaten. Tolgacım ya. Dersini böleceğim ama sana bir şey sormalıyım. Siz Latince dersi almış mıydınız?"
"Yok baba yaa. Hayırdır? Ne Latincesi?"
"Uzun hikâye. Anlatırım. Bir konu var. Merakımdan çatlayacağım. Bilen birini bulabilir miyiz?"
"Sabahın bu saatinde seni evden çıkardığına göre hakikaten de merak edilesi bir şey galiba. Bizim Utku'nun kız arkadaşı Latin dilinde okuyor"
"Ya? Ulaşabilir miyiz?"
"Bizim okula gel bu gün. Birazdan kahvaltı yapıp çıkacağız, beraber gidelim"
"Olur valla"
"Ya. Anlatsana. Nedir bu Latince merakı?"
Burak defteri arkadaşına uzatarak yazıyı gösterdi. Rüyasını baştan sona anlattı. Arkadaşı şaşırmış görünüyordu. Yazıya uzun uzun bakıp benzerliklerden birkaç sözcük çıkarmayı başarmıştı ama anlamı bütünleyemiyordu. Daha fazla uğraşmadı. Birlikte kahvaltı hazırladılar. Kahvaltı sırasında evdeki diğerleri de rüyayı dinlemiş, Burak'ın anlattıkları yüzlerinde korkulu bir ifade yaratmıştı.
Bir saat sonra DTCF'nin kantininde sınav öncesi uğultusu hakimdi. Tüm öğrenciler hararetle birbirlerine bir şeyler anlatıyor, uğultuyu bastırmak için herkes bağırarak konuştuğundan gürültü giderek artıyordu. Kucağındaki bir yığın kitapla kalabalığın arasından yalpalayarak geçen bir kız masalarına yaklaştı. Sanki son gücünü kitapları taşımak için harcamış gibi elindekileri masanın üzerine fırlatarak, boş tabureye kendini bıraktı. Beklenen kişiydi gelen; Utku'nun kız arkadaşı Tuğçe... Kızın soluklanmasına fırsat vermeden hemen Burak'la tanıştırdılar. Hepsi olayın iç yüzünü merak ediyordu. Kısaca geçilen hoş beşten sonra Burak meseleye girdi.
In nomine patre e filio et spiritis sanctis. Adeo vestri fatum. Historia de te fabula narratur. Cave inimicus. Repeiro pictura. Is est speculum varum. Adeo Montecassino
Tuğçe dalgın dalgın defterdeki cümlelere bakarken Burak da bir çırpıda rüyasını anlattı. Rüyada duyulan sözlerin böylesi anlamlı olması, kızın yüzünde belirgin bir şaşkınlık ifadesi yaratmıştı. Önündeki kitapları ve sözlükleri karıştırdıktan sonra deftere sözlerin Türkçe'sini yazdı.
"Baba, oğul ve kutsal ruh adına. Kaderine gel. Tarih bana senden söz ediyor. Düşmanlarından sakın. Resmi bul. O, gerçeğin aynasıdır. Montecassino'ya gel"
Masada oturan beş kişi, kağıtta yazan cümlelerin söz dizimindeki ve anlamındaki bütünlüğe bakınca, hayatında tek kelime Latince öğrenmemiş birinin rüyasında böyle düzgün cümleler işitmiş olmasından dolayı hayrete düştüler. Uzun süren sessizlikte kantinin uğultusunu bile işitemez olmuşlardı. Burak, dokunsalar ağlayacak haldeydi. O ana kadar bu sözlerin saçma, anlamsız şeyler olduğunu düşünüyordu. Çevirinin içinde kader, düşman gibi sözler çıkması korkusunu bir kat daha da arttırmıştı.
"Bir de hocaya da danışalım" dedi kız. Profesörlerden birinin odasına çıktılar. Odaya sadece Burak ile Tuğçe girdi. Diğerleri kapının önünde bekliyorlardı. Hoca cümlelere göz gezdirirken Burak da rüyasını anlattı. Profesör yarım çerçeveli yakın gözlüklerinin üzerinden Burak'a bakarak "Tuğçe doğru çevirmiş" dedi. "İlk cümleye bakılırsa Hıristiyanlıkla ilgili olduğu kesin. Orta çağ olabilir. Rüyandaki yapı da orta çağ mimarisini ve kilisesini çağrıştırıyor. Çok ilginç... Bir filmden veya okuduğun bir kitaptan bilinçaltına yerleşmiş olmasın?"
"Bilmiyorum. Hatırlamıyorum ama gerçekten de bilinçaltıma yerleşmiş olsa bu derecede bütünlük içinde yeniden hatırlamam mümkün olur muydu? Kelimesi kelimesine hem de"
"Ben de onu bilemiyorum. İşin o kısmını bir psikologa danışman gerekecek. Gerçekten de çok ilginç. Allah Allah? Bu Montecassino da neresi ki?"
"Bilmiyorum hocam. Öğrenebilir miyiz?"
"Bir deneyelim"
Profesör bilgisayarında bir tarayıcı sayfası açarak Google'a girdi. Metin kutusuna "Montecassino" yazarak tarama işlemini başlattı. Gelen sonuçlardan bazıları İtalya'da bir manastırı işaret ediyordu. Belli ki olayın çözümü oradaydı.
Sonraki günlerde Burak'ın zihni neredeyse tamamen rüyası ile meşguldü. Bir hafta içinde iki kez daha aynı rüyayı görmüştü. Sanki yaşlı adam sözleri onun beynine kazımak ister gibiydi. Rüyanın yarattığı tedirginlik ve uykusuzluk nedeniyle derslerinin bir çoğundan kaldı.
Sınavların bitiminin ardından memleketi İstanbul'a gitti. İlk gün ailesiyle hasret giderdi. Rüyadan onlara da bahsetti. Annesi alaycı bir tavırla "Kıçın açıkta kalmıştır" diyerek kıkırdadı. Babası ise ciddiye almıştı rüyayı. "Eğer hocanın dediği gibi Hıristiyanlıkla ilgili ise -ki öyle görülüyor- rüyanın yorumu için bir kiliseden yardım alabilirsin. Seni İtalya'ya gönderemeyiz; ama İstiklal caddesinde birkaç kilise olacaktı" dedi. Fikir Burak'ın aklına yatmıştı. Ertesi gün kiliseye gidecekti.
O gece yine aynı rüyayı gördü. Sıçrayarak uyandığında saat sabahın yedisiydi. Daha fazla bekleyemeyeceğini anladı. Alelacele giyinip, evden çıktı. Evleri Beşiktaş'taydı. Yürüyerek İstiklal caddesine bir saatte gidebilirdi. O süre içinde kilise de açılmış olurdu nasılsa. Evden çıkmadan önce internetten bir google taraması yaparak gidebileceği kiliselerin bir listesini yazıcıdan çıkarttı.
İstiklâl caddesindeki St. Antonie Katolik Kilisesi'nin kiremit rengi duvarlarını ve duvarlara masallardaki mantarlarmış gibi bir hava katan beyaz beneklerini, kilisenin cepheden görünüşünün kopyasıymış gibi narin taş işçiliğiyle inşa edilmiş kapılarını, göz nuru dantel bir masa örtüsü gibi görülen yuvarlak vitrayları hayranlıkla bir süre izledi. Bu arada kendisini de hayretle izleyen bir çift gözün farkında değildi. Yarı açık duran ana kapıya doğru yürüdü. Kilisenin cephesini boydan boya kuşatan dört yayvan basamağın daha ilkindeyken omzuna dokunan bir el ile irkildi. Arkasını döndüğünde elin sahibinin sıcak tebessümüyle karşılaştı. Bu, aşağı yukarı kendisiyle aynı yaşta bir rahipti. Tertemiz ve jilet gibi ütülü, siyah rahip giysinin içindeki genç adamın Türk olmadığı her halinden belliydi ama oldukça düzgün bir İstanbul Türkçe'siyle konuşmaya başladı.
"Hoş geldiniz kardeşim. Yardımcı olabilir miyim?"
"Ee! Lütfen."
"Adım Peter. Bu kilisenin rahiplerindenim. Kilisemizi gezmek mi istiyorsunuz?"
"Aslında hayır. Bir konuda danışmak için gelmiştim."
"Nasıl bir konu?"
"Son on gündür gördüğüm bir rüyayla ilgili"
"Biliyorum. Benimle gelin hemen"
Peter, Burak'ı kolundan çekerek kilisenin kapısından uzaklaştırdı. Genç rahip hızla yürüyor, Burak'ı neredeyse sürüklüyordu.
"Biliyor musunuz? Neyi biliyorsunuz? Nereye gidiyoruz? Durun çekiştirmeyin"
"Anlatacağım arkadaşım. Önce sakin bir yere gidelim"
Peter kiliseden yeterince uzaklaştıklarına kanaat getirince durdu. Gözleriyle çevreyi taradıktan sonra "Hadi şu pastaneye oturalım" dedi. Burak'ı hala kolundan çekiştiriyordu.
Nihayet oturmuşlardı. Peter'in en baştaki tebessümünün yerini endişeli bir ifade almıştı. Bu ifade fazlasıyla Burak'ın yüz hatlarına yansıyor, on gündür biriken korkularını canlandırıyordu. Peter kısa bir solukla içini çekip söze girdi.
"Bu, altıyüz yıllık bir efsane. Şansın varmış ki bana rastladın. Anlatacaklarımı dinle. Tedbirli davranırsan, hayatını kurtarabilirsin" Peter'in bu sözleri Burak'ı dehşete düşürmüştü.
"Ne efsanesi? Ne ölümü? Neden?"
"Tamam. Sabret. Anlatıyorum. 15. Yüzyılda, İtalya'da, Montecassino manastırında yaşayan yirmi yaşında bir rahibin hikâyesi bu. Trajik bir hikâye. Rahibin adı Roberto Massimo. Yirmi yaşına bastığı yılın Temmuz ayında birden aklını kaçırmış. Daha doğrusu delirdiği zannedilmiş. Bir ayin sırasında Arapça, Latince ve İtalyanca olarak "Allah birdir ve Muhammed onun elçisidir. İsa Mesih Muhammed'i müjdeler" diye bağırmaya başlamış. Tabii söyledikleri bununla da kalmamış. Apar topar kiliseden çıkarılırken Kuran'dan ayetleri haykırıyormuş ve kapatıldığı hücrede uykusuzluktan sızana kadar bir an olsun susmamış. Manastır yöneticileri çocuğun içine şeytan girdiğine karar vermişler ve önce kırbaç cezasına çarptırmışlar. Ertesi gün sabah ayinden önce, tüm manastır ahalisinin gözü önünde ceza uygulanmaya başlamış. Roberto hala ayetler haykırmaktaymış. Efsane bu ya; cellat kırbacı vurdukça Roberto'nun sırtında yazılar belirmeye başlamış. Sağ kürek kemiğinin üzerinde Arapça "Allah" , sol kürek kemiğinin üzerinde de "Muhammed" yazılarıymış bunlar. Sırtı kesinlikle kanamıyor, kırbaç şakladıkça yazılar daha da netleşiyormuş. Papazlar hemen cezalandırmayı kesip Roberto'yu hücresine kapatmışlar. Tabii olayı neredeyse ikibin kişi gözleriyle görmüş. Görenlerin en az beşyüz kişisi de Arapça metinleri okuyabilen rahiplermiş. Bir sonraki gün manastırın avlusuna yığılan odunların üzerindeki çarmıha bağlayarak Roberto'yu yakmışlar. Manastır yöneticileri, olayın Vatikan'a yansıması halinde bir sansasyon yaratabileceğini ve bu durumun, manastırlarının saygınlığına gölge düşüreceğini belirtmişler. Bu nedenle de tüm keşiş ve rahiplerden bu olayı unutmalarını ve hiçbir şekilde hiçbir yerde bahsetmemelerini istemişler. Tabii bir gün önceki olay kesinlikle unutulmamış. Bir çok rahip o günden sonra el yazması Kuran'ları okumaya başlamış. Bunu fark eden manastır yöneticileri tüm Kuran'ları toplatarak kütüphanenin odalarından birine kilitlemiş ve Kuran okunmasını yasaklamış.
Olaydan iki ay sonra manastıra, Vatikan'dan kitap getiren bir kuryenin teslim ettiği eşyalar arasında birkaç tane de yağlı boya tablo varmış. Kitap ve tabloları teslim almakla sorumlu kütüphane yöneticisi Peder Lorraine tablolardan birinin ambalajını açtığında gözlerine inanamamış. Olağanüstü güzellikteki bu tabloda iki ay önce öldürülen Roberto ile kendisinin resmi varmış. Tablonun adı "İdamlık azizin kutsanması" imiş. Tabloda Lorraine, Roberto'nun ardında durmuş, elini omzuna koymuş, kulağına fısıldayarak genç rahibi kutsamaktaymış. İkisinin de yüzü oldukça netmiş ve tablodakilerin Lorraine ve Roberto olduğu şüphe götürmüyormuş. Tablonun arkasına atılan tarihten resmin bir yıl önce yapıldığını öğrenmesi ise Lorraine'i iyice hayrete düşürmüş. Yani Roberto'nun başına gelenlerden on ay önce. Resim imzasızmış ve kuryenin verdiği teslimat fişindeki listede de böyle bir tablonun adı veya özellikleri yazlı değilmiş. Hemen tabloyu bildiği en ücra köşeye saklamış.
Lorraine iki ay önce olanlardan en çok etkilenenlerden biriymiş. Tabloda kendi resminin olmasını, kendisine verilmeye çalışılan bir işaret olarak algılamış. Kütüphane sorumlusu olduğu için ortalıktan kaldırılan Kuran'lara ulaşması çok kolaymış ve o da öyle yapmış. Sonraki aylarda çoğu zamanını gizli gizli Kuran okuyarak geçirmiş. Okuduklarını Latince'ye çeviriyormuş. Bir süre sonra çevresinde, Roberto'nun trajik ölümüne şahit olan ve olaydan etkilenen genç rahiplerden bir kitle oluşmaya başlamış. Roberto'nun başına gelenlerin içinde mistik bir yan bulan ve olayın gizemine inanan bu rahipler birkaç yıl içinde Lorraine'in liderliğinde "Lorrainien Tarikatı" adında gizli bir örgüt haline gelmişler. Gizemi çözmeye ant içmişler ve olanlardan Papa'yı haberdar etmişler. Manastır yönetimi, Vatikan tarafından gönderilen teftiş heyetini, olayın 'Basit bir meczup hareketi' olduğu yönünde ikna edebilmiş.
İki yıl sonra bir muhbir Lorrainien'leri ve çalışmalarını manastır yönetimine ispiyonlamış. Lorrain'i hapsetmişler ve akıl almaz işkencelere maruz bırakarak tarikattaki diğer genç rahiplerin isimlerini öğrenmeye çalışmışlar ama tabii ki yaşlı kütüphaneci tek bir isim bile vermemiş. Boynundaki zinciri hücresinin tavanındaki bir çıkıntıya bağlayarak kendini asmış. Lorraine'in mahkûm edilmesinin ardından kütüphane sorumlusu olarak yerine yeni bir rahip atanmış. Onsekiz yıl sonra depoların temizlenmesi sırasında tablo ortaya çıkmış. Roberto'nun ve Lorraine'in yüzünü çoktan unutan manastır yöneticileri tabloyu Baş rahibin odasına asmışlar.
Manastırda esas şok Roberto'nun ölümünün yirminci yılında yaşanmış. Bir haziran sabahı Rahip olma niyetiyle manastıra gelen yirmi yaşında Andronikos adında Yunanistanlı bir genç, bir süredir gördüğü bir rüyadan esinlenerek bu kararı aldığını oda arkadaşlarına anlatmış. Diğer genç rahip adayları rüyayı yorumlaması için Andronikos'u baş rahibin yanına yollamışlar. Zavallım gördüğü rüyayı olduğu gibi baş rahibe anlatmış. Baş rahibin ise rüyayı dinlerken gözü sürekli odasının duvarında asılı duran tablodaymış. Tablodaki genç aziz, Andronikos'a olağanüstü benzemekteymiş. İşte o an baş rahip resimdekilerin Roberto ve Lorraine olduğunu fark etmiş. Andronikos ertesi gün manastır banyosunda ölü bulunmuş. Sırtında çok eskiden kalma kırbaç izleri varmış. Baş rahip aynı gün Roberto'nun küllerinin gömülü olduğu mezarı kazdırtmış. Kül vazosu yerinde yokmuş.
O zamandan beri her yirmi yılda bir yeni bir Roberto ortaya çıkıyormuş. Reenkarnasyon olayına benziyor. Ölen Roberto'nun yerine hemen bir yenisi doğuyor gibi. Bu nedenle de periyotlar hep yirmişer yıl.
Her neyse. İslamiyet'le Hıristiyanlık arasında, her iki din açısından da sapkınlık sayılabilecek, kendilerine özgü bir öğreti yaratan Lorainien'ler manastırdan ayrılmışlar; Roberto, Andriakos ve Lorain'in öcünü almaya yemin etmişler ve yüzyıllar boyu varlıklarını sürdürmüşler; ama bir kez olsun yeni gelen Roberto'ya Manastır yönetiminden önce ulaşamamışlar. Tüm Roberto'ların sonu da hazin bir ölüm olmuş. Bir çoğunun sırtında Roberto'nunkine benzeyen Arapça yazılar veya Andronikos'unki gibi kırbaç izleri varmış. Bu şekilde bir belirti taşımayanları da var. Özellikle de son Roberto'lar… Ama tümünün ortak özelliği, Roberto'ya çok benziyor olmaları. Eminim ki senin sırtında da Arapça yazılar veya eski kırbaç izleri yoktur"
"Uzun bir süredir sırtıma bakmadım" dedi Burak. "Belki de vardır"
"Boşuna zahmet etme. Dedim ya; bu sadece bir efsane"
"Rüyamda gördüğüm yaşlı adam Lorraine'di o zaman değil mi?"
"Evet. Bulmanı istediği resim de bahsettiğim tablo. Koridorun sonundaki aydınlık kapı ise Lorraine'in tabloyu sakladığı odanın kapısı"
"Rüyamı biliyorsun"
"Evet. Hem de her detayına kadar. Lorrainiyen'ler de rüyayı daha yeni öğrendi. Senden üç ya da dört önceki Roberto'dan"
"Onları manastır yönetiminden önce önce bulamadıklarını söylemiştin"
"Onu da bulamamışlardı ama çocuk günlük tutuyormuş. Başına gelenleri aydınlatabilmek amacıyla Montecassino'ya gitmeden önce rüyasını günlüğüne yazmış. Lorrainiyen'ler ilk birkaç Roberto'dan sonra olayın yirmi yılda bir hep temmuz ayında gerçekleştiğini fark edince takip etmeye başlamışlardı. Manastır infazları büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirdiğinden yeni Roberto'ların kimliklerini 20. yüzyılın başına kadar belirleyememişlerdi. O seferinde ise bir rastlantı veya bir istihbarat sonucu yeni Roberto'nun kimliğini ve adresini öğrenebilmişler. Evine gidip annesiyle konuşmuş ve benim şimdi sana anlattıklarımı kadına aynen anlatmışlar. Kadın da onlara çocuğun günlüğünü vermiş"
Peter fincanındaki son yudum kahveyi içip ayağa kalktı. "Hadi benimle gel" dedi. Hesabı ödeyip birlikte pastaneden çıktılar. Yola konuşmaya devam ediyorlardı. Burak merakla sordu:
"O zaman ben de yeni bir Roberto muyum?"
"Evet. Sanırım. Bu sabah kilisenin avlusunda seni tanımamın nedeni de bu. Eğitimim sırasında bu olayı işitmiştim. Özel bir ilgi duydum. Kulaktan dolma bilgilerle bir şeyler öğrenebildim. Lorrainien'lerin hala var olduklarını biliyorum ama daha bu tarikatın herhangi bir üyesiyle karşılaşmış değilim. Asıl önemli kazanımım, meşhur tablonun bir fotoğrafını elde edebilmiş olmamdır. Mesajını gizliden gizliye de olsa iletmek isteyen bir Lorrainien'in hazırladığı bir internet sitesinde var. Altıyüz yıl önceki Roberto'nun hatırlanabilmesini ve sonradan gelen benzerlerinin tanınabilmesini sağlayan tek delil olarak manastırda saklanan tablonun fotoğrafını çekebilme fırsatını bir şekilde bulabilmişler. Şimdi ona bakmaya gidiyoruz"
"Ama ben Hıristiyan değilim. Nasıl olur da bu olayın bir parçası olabilirim?"
"Hıristiyan olman şart değil. Az sonra bakacağımız internet sitesinde yazdığına göre Roberto'lar çok çeşitli milletlerden ve dinlerden olabiliyormuş. Ortak yönleri ise birbirlerine çok benzemeleriymiş. Lorainien'lerin iddiasına göre hep aynı kişiymiş"
"Bu durumda ben yaklaşık otuzuncu Roberto oluyorum değil mi?"
"Evet sanırım. O civarda. Yirmi yılda bir geldiğine göre her asırda beş, altı asırda otuz Roberto eder"
"Lorainien'ler intikam yemini etmişler dedin ya. Nasıl alıyorlarmış intikamlarını?"
"Esas amaçları herhangi bir Roberto'yu sağ kurtarıp öğretilerini dünyaya yaymakmış. Efsane de bu amaçlarına yardımcı olacakmış ama başaramamışlar. Her Roberto cinayetinden Vatikan'ı haberdar ederek manastır yönetimine rahatsızlık vermek, bazılarını yerlerinden etmek de bir nevi intikam olmuş onlar için"
"Vatikan madem soruşturma yapıp bazı yöneticileri cezalandırıyormuş da neden herhangi bir Roberto'yu sağ olarak isteyip kendileri sorgulamamışlar?"
"İşte işin en çetrefilli yanı da bu. Bunu da denemişler; ama tüm Roberto'lar Manastır'a girdiklerinin ertesi günü hücrelerinde ölü bulunmuşlar. Yöneticilerin, öldürmediklerine dair yemin billah etmesi işe yaramamış. Vatikan, her seferinde manastır yöneticilerinin emirlere itaatsizlik ettiklerini ve bir suçu gizlediklerini düşünmüş. Manastır yöneticileri ise manastırın içinde bir Anti-Lorainien hareketinden şüphelenmişler ama faillerini kesinlikle bulamamışlar"
Yürüyüşleri bir internet cafede son buldu. Peter Internet Explorer'i çalıştırarak adres çubuğuna bir URL yazdı. Birkaç saniye içinde açılan sayfada gördüğü resim Burak'ın ayak tırnaklarına kadar ürpermesine yol açtı. Kendisine çok benzeyen bir genç ve arkasında duran, rüyasındaki adam alabildiğine canlılığıyla rüyasını hatırlatıyordu. Burak'ın konuşacak hali kalmamıştı. Peter teskin edici bir sesle Burak'ı yatıştırmaya çalıştı.
"Korkma. Bunu erken fark etmiş olman senin için bir avantaj. Kurtulan ilk Roberto olacaksın. Eğer yeni Roberto'nun beklendiği tarihte ortaya çıkmazsan Manastır yönetimi de Lorrainien'ler de efsanenin son bulduğunu düşüneceklerdir. Ama bu yeni bir paniğin başlangıcı olacaktır" Burak kendini toparlayarak sordu. Sesi gırtlağından güçlükle çıkabilmişti.
"Ne paniği?"
"Roberto, İsa Mesih'in Muhammed'i müjdelediğini haykırmıştı. Dolayısıyla yirmi yılda bir gelen tüm Roberto'ların misyonu da buydu. Bu misyon ancak bir şekilde sona erebilir" Sözü Burak tamamladı.
"İsa Mesih'in kendisinin gelmesi halinde"
"Evet! Tam isabet. Bu nedenle de sen güvencede olabileceksin"
Peter'in bir linke tıklamasıyla siyah beyaz bir fotoğraf açıldı. Bu da kendisinden dört önceki Roberto'nun resmiydi. Çocuğun annesi günlükle birlikte fotoğrafı da Lorrainien'lere vermişti. Fotoğraftaki kişi de Burak'la ve tablodaki genç rahiple inanılmaz bir benzerlikteydi. Sitede, geçmişteki tüm Roberto'ların olası kimlik bilgileri için ayrılmış birer sayfa vardı. Tabii son dördünün fotoğrafları da... Her Roberto'nun ölümü Lorrainien'ler tarafından duyuruluyordu. Ancak küçük ve özensiz bir internet sitesi çok da etkin bir propaganda aracı değildi. Diğer fotoğraflara da baktılar. Hepsi de Roberto'ya da Burak'a da şaşılacak derecede benziyordu.
Bir saat kadar sonra Peter gitmesi gerektiğini söyledi. Telefon numaralarını birbirlerine verip vedalaşarak ayrıldılar. O günden sonraki on gün içinde iki kere daha görüştüler.
Bir sabah erken saatte Burak telefonunun sesiyle uyandı. Peter'in telaşlı sesi ile karşılaştı
"Burak. Hemen görüşelim. Ama önce Lorainien'lerin sitesine girip bir bak"
"Hayırdır? Ne oldu ki?"
"Yeni bir Roberto. Öldürülmüş. Bir Polonyalı"
"Ama nasıl olur? Bu periyodun Roberto'su ben değil miydim?"
"Ben de anlamadım"
Burak hemen bilgisayarını açarak Lorrainien'lerin internet sitesine girdi. Peter haklıydı. Yeni bir Roberto öldürülmüştü. Burak, Kendisini rahatlamış hissettiği ve engelleyemediği bir sevinç duyduğu için utandı. Nihayetinde bir başka genç ölmüştü. Bu ölüm garip bir soru işareti yaratmıştı. Durumu kavramaya çalışırken kapının sesiyle yerinden sıçradı. Gelen Peter olmalıydı. Kapıyı açtığında karşısında kırk yaşlarında bir rahip duruyordu.
"Günaydın evladım. Müsaitseniz görüşebilir miyiz?"
"Ee .Tabii. Ne konuda"
"Müsaade ederseniz gireyim. Anlatacağım"
Burak rahibi buyur etti. Adam salonda bir yere oturdu; Burak da karşısına… Rahip kısık bir öksürükle boğazını temizleyerek konuya girdi.
"Bize çok büyük zorluk çıkardınız genç dostum. Az kalsın planımız sizin yüzünüzden sekteye uğrayacaktı. Tabii ki bu cezasız kalmayacak"
Burak, adamın oldukça sakin bir ses tonuyla konuşmasına karşın sözlerinin içerdiği tehdit karşısında dehşete kapıldı. Daha "Ne oluyor?" diyemeden adamın sağ elindeki tabanca namlusunun kendisine çevrilmiş olduğunu gördü. Titremeye başlamıştı.
"Nasıl yani? Ne planı? Siz kimsiniz"
"Adım Sebastian. Az sonra öleceğinize göre bunun çok da önemi yok. Montecassino manastırıyla iletişime geçerek hikâyenizi anlatmalıydınız. Polonyalıyı ayarlayamamış olsaydık daha da güç duruma düşecektik. Şimdi hem cezalandırılmanız, hem de ilerleyen günlerde ekstra bir Roberto olarak ortaya çıkmanıza mani olmak için sizi ortadan kaldırmalıyım"
Bu arada Burak, karşısındaki rahibe belli etmeden koltuğun kenarındaki cep telefonundan el yordamıyla Peter'in numarasını çevirmişti. Peter telefonu açıp cevap alamayınca odadaki sesleri dinlemeye başlamıştı. Burak Sebastian'a;
"Durun. Ateş etmeyin. Nedenini bilmek istiyorum" dedi.
"Çok uzun hikâye dostum. Benim o kadar vaktim yok. Ama şunu bilin ki son bir aydır gördüğünüz rüyayla ilgili"
"Benim rüya gördüğümü nereden biliyorsunuz? Dahası rüyanın ne olduğunu nereden biliyorsunuz?"
"Çünkü rüyayı biz ayarladık"
"Biz mi? Siz kimsiniz?"
"Lorrainien'ler. Efsane bitmemeli. Bu korku sonsuza dek Montecassino'nun tepesinden eksik olmayacak. Her yirmi yılda yeni bir Roberto onları bulacak"
"Rüya nasıl ayarlanır yaa? Benim rüyalarıma nasıl giriyorsunuz?"
"Çeşitli teknikler var. Hipnotizma en sağlam yöntem"
"Tekniğin başarıya ulaştığından nasıl emin olabilirsiniz ki?"
"Biz emin olabiliriz. On gün önce St Antoine kilisesine neden gittiniz? Genç rahip Peter'le neden konuştunuz? Sanırım hikâyemizi ondan öğrendiniz. Şimdi o da başka bir kardeşimin kurbanı olacak"
Telefondan işittiklerinin üzerine Peter yatağından fırlayarak kalktı. Odasının bulunduğu kata çıkan merdivenlerden sesler geldiğini işitti. İki saniye sonra kapı çalındı. Baş rahip'in sesini işitti "Peter! Bir konuğun var kardeşim"
Peter odasının penceresinden kendini boşluğa bıraktı. İkinci kattan avluya başarılı bir atlayışla düştü. Hafifçe burktuğu bileğinin üzerinde sekerek bahçenin arka duvarına doğru koştu. Gelen kişi yalnız olmayabilirdi. Bu nedenle ön kapıdan çıkmaya cesaret edemedi. Bu arada elinde tuttuğu telefonun kapanmaması için olağanüstü gayret sarf ediyordu. Bahçe duvarının üzerinden atlayarak arka sokağa düştü. Hemen sokağın çıkışındaki taksi durağından bir taksiye atladı. Taksi şoförünün vites kolunun yanında duran cep telefonunu kaptığı gibi 155'i tuşladı. Şoförün tuhaf bakışından ne demek istediğini anlayarak "Benden sana beşyüz kontör. Şimdi işine bak ve polise verdiğim adrese çek"
"Memur bey. Bir cinayet girişimi var. Çok acil durum. Açık duran bir cep telefonundan cinayetin işlenmek üzere olduğunu işitiyorum. Adım Peter Terrano. St Antonie kilisesi rahiplerindenim. Gitmenizi istediğim adresi veriyorum Şafak sokak Sanlı apartmanı daire dört, Beşiktaş. Ben de şimdi oraya gidiyorum"
Taksi şoförü konuşmaları duyunca gaza yüklendi. Araba, lastiklerinden gelen acı bir çığlıkla yerinden fırladı.
Bu arada Burak, Sebastian'la konuşmaya devam ediyordu. Peter'in yardıma geleceğinden emindi. Peter'in işine yarayabilecek ipuçları vermeye çalışıyordu.
"Bu ne saçma bir hikâyedir. Altıyüz yıl önce gerçekleşmiş bir efsane yüzünden şimdi evimin salonunda öldürülecek miyim? Eğer burada ölmeseydim bile Montecassino manastırının mahzeninde ölecektim"
"Kader… Roberto'ya benziyor olmanız sizin kaderiniz genç adam. Neyse ki dünyada ona benzeyen birkaç kişi daha vardı"
"Peki size söz versem. Kesinlikle hiçbir kilisenin önünden bile geçmeyeceğime yemin etsem. Kurtulma şansım…"
"Maalesef delikanlı. Kendimizi asla deşifre etmeyiz. Eğer bir şekilde deşifre olduysak bilenler ölmek zorundadır"
"Beni de tarikatınıza alın. Sadık bir hizmetçiniz olayım. Lütfen öldürmeyin beni. Hem siz sağ bir Roberto aramıyor muydunuz? Ben varım işte. İntikamınız her neyse yardımcı olurum. Altıyüz yıl önceki Roberto olduğumu söylerim Papa'ya"
Sebastian gevrek bir kahkaha patlattı. Uzun süre güldükten sonra sırıtarak;
"Çok safsın aziz dostum. Bize ölecek adam lazım. Böyle bir efsaneye dindar Hıristiyanlar ve Vatikan inanır mı sanıyorsun? İlk canlı Roberto'da foyamız meydana çıkar. Oysa ölümler bize hatırı sayılır paralar kazandırıyor. Bu efsanenin sürmesi ne çok kişinin işine yarıyor tahmin bile edemezsin. Hepsi de en ufak pürüzde Manastırı ve Vatikan'ı köşeye sıkıştırabilecek ve bu olayı aleyhlerinde delil olarak kullanabilecek para babaları. Bazıları da efsaneyi ve kilisenin suçsuz yere bulaştığı bu ayıbı tüm dünyaya yayabilecek güçte medya kuruluşlarının patronları. Bunu bu güne kadar hiç kullanmadılar ama günü geldiğinde kullanılmak üzere kenarda tuttukları bir güç sahibi oldukları da kesin. Bize de iyi bakıyorlar doğrusu. Anlarsın ya"
"Yani hem sıradaki Roberto'yu manastıra yolluyor, hem de öldürüyordunuz öyle mi?"
"Ha şunu bileydin"
"Ya ilk Roberto? Bir de Andronikos var…"
"İlk Roberto bir ilüzyondan başka bir şey değildi. Tabloyu ve Roberto'yu hazırlayan da Lorrain'den başkası değil. O zaman için bunları sadece sıradan bir iktidar çekişmesi adına planlamış. Böyle bir işe yarayacağını tabii ki tahmin etmiyormuş"
"Ama Lorrain intihar ederek ölmemiş mi?"
"Hayır. Lorrain müridleri tarafından kaçırılmış. Uzun yıllar da yaşamış. Hatta Andronikos'u ayarlayan da ta kendisiymiş. Manastır zaten Roberto'nun ölümü yüzünden bir soruşturma geçirmekteymiş ve bu büyük ihmallerinin, Vatikan tarafından affedilmeyeceğini düşündükleri için olayı öyle lanse etmişler. Doğrusu Lorrain'in peşine düşmeyi de düşünmüyorlarmış. Bu Lorrain ve müridlerinin de çok işine yaramış. Efsaneyi daha dramatik bir hale getirmiş"
Salonun camı birden büyük bir gürültüyle patladı ve salonun ortasına yumruk büyüklüğünde bir taş düştü. Sebastian'ın ani bir refleksle arkasını dönmesi Burak'a bir saniye kazandırmıştı. Ters takla atarak kendini oturduğu koltuğun arkasına attı ve sürünerek koridora çıktı. Arkasından üç el silah sesi duydu. Sokak kapısını açtığında çelik kapının ardında silah iki kez daha patladı ama mermiler kapıyı delemedi. Kapıyı kapattığı gibi yuvarlanırcasına merdivenlerden inmeye başladı. Üst kattan gelen ayak seslerini işitebiliyordu. Apartman kapısından çıkmama akıllılığını gösterdi. Binanın bodrum katına indi ve depolardan birine gizlendi. Sebastian, Burak'ın apartmandan çıktığını zannetmişti. Apartmanın dışından gelen silah seslerinin ardından uzun bir sessizlik oldu. Polis arabalarının hoparlörlerinden bir anons duyuldu.
"İçerde başka kimse varsa silahını bırakıp elleri havada dışarı çıksın. Binanın çevresi sarıldı bir yere kaçamazsınız. Komşular! Siz de pencerelerden uzak durun"
Burak merdivenlerde başka kimseyi görmemişti; ama yine de emin olamadığından yerinden kımıldamadı. Bir süre sonra merdivenlerde kalabalık koşuşturmalar işitti. Bunlar polisler olmalıydı. Bodrum kata inen ayak sesleri işitti. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Depoların arasındaki koridorun başından biri seslendi;
"Polis! Orada kimse var mı?"
"Ateş etmeyin. Ben Burak. Peter'in arkadaşı"
Dibine büzüldüğü duvarın köşesinden önce bir tabanca namlusu sonra da bir polis kepinin ucunu gördü.
"Ateş etmeyin. Burak ben. Saldırıya uğrayan kişi benim"
"Tamam delikanlı. Her şey geçti. Kalk bakalım"
Burak'ın tüm sinirleri boşalmıştı. Tir tir titriyordu. Polisin yardımıyla güçlükle ayağa kalkabildi. Gelen ikinci polis de diğer koluna girdi. Yalpalayarak ve sürekli sendeleyerek güçlükle merdivenleri tırmandı. Dışarıda dört arabalık polis ekibi vardı. Arabalardan birine elleri kelepçeli bir rahibi bindiriyorlardı; bu, Sebastian'ın partneriydi. Sebastian ise kapı girişinde yatıyor, aldığı yaralardan dolayı inliyordu. Başında bir gurup polis toplanmıştı. Burak yanından geçerken Sebastian, "Kurtuluşun yok. Kardeşlerim er geç seni ortadan kaldıracak" diye inledi. Burak yere çömelerek "Vatikan sırrınızı öğrenecek. Bütün dünya da. Siz sahtekârsınız" dedi. Ayağa kalkıp yanına gelen Peter'e var gücüyle sarıldı ve ağlamaya başladı.
Sonraki günlerde kilisenin baş rahibinin verdiği eşkale göre Peter'i öldürmeye gelen iki rahip de yakalandı. Dört kişinin sorgulanması sonucunda tarikatın Türkiye ayağı çökertilmişti.
Olayın duyulması sonucunda Vatikan derhal Montecassino manastırında bir soruşturma başlattı. Soruşturmanın sonucunda geçmiş tüm Roberto'ların mezarlarının yerlerini tespit ettiler. Ancak mezarlarda en ufak bir kemik bile bulamadılar. Lorrainien'ler yirmi yılda bir gelen gencin hep aynı kişi olduğu izlenimini vermek için sonradan mezarlardaki cesetleri çalıyorlardı. Vatikan, ailelerine ulaşabildikleri son birkaç Roberto için yüklüce tazminatlar ödedi. Roberto'ların düzmece hazırlandığını bilmeyen ve çoğunluğu hizmet takımından olan Lorrainien'ler, takip eden aylarda dağılarak yönetim kademesinde olanları ele verdiler. Tarikatın yönetim kademesindekilerin tamamı mahkûm edildi.
Peter, eğitimini ve sonrasındaki meslek yaşamını Vatikan'da, oldukça iyi bir konumda sürdürdü. Burak ise okulunu yüklü bir Vatikan bursuyla tamamlayarak parlak bir meslek yaşamına atıldı. İki arkadaş görüşmeye devam ettiler. Her yaz birbirlerinin yanına tatile gidiyorlardı. Burak üç yıl sonra Peter'in kız kardeşiyle evlenerek aralarında bir de akrabalık bağı oluşturdu.
Peter, dört yıl sonra 'Lorrainien Gerçeği' isimli bir kitap yayınladı. Kitapta tarikatın bütün gizi anlatılıyordu. Tarikat üyelerinin yargılanmaları sırasında ele geçen tüm delillerden yararlanarak oluşturmuştu kitabını. Tarikat, Roberto'ya benzeyen gençleri bulduğunda onlara çok iyi davranıyor, seçilmiş insan muamelesi yapıyor, eğitim, telkin veya hipnoz aracılığıyla onları yeni bir Roberto olduklarına inandırıyordu. Tarikat üyeleri, yetiştirdiği Roberto'ların görevlerinin gereği sırtlarına ya dövmeyle Arapça yazılar yazıyorlar yada görevlerinin başlamasından bir süre önce bir miktar kırbaçlayarak sırtlarında eski kırbaç izleri yaratıyorlardı. Son yıllarda gelişen hipnoz yöntemleriyle işleri daha da kolaylaşmıştı. Bu yolla sadece bir rüya yaratmaları artık yeterli oluyordu. Sırtında işaret taşımayan Roberto'lar da bunlardı genelde.
Burak derin bir hipnozla bilinç altına kazınmış olan rüyadan uzun süre kurtulamayınca bir hipnotizma uzmanına başvurdu. Yeniden uyutularak rüyanın etkilerinden kurtulacaktı. Bir iki seans sonunda hem rüyadan büyük ölçüde kurtuldu, hem de rüyanın bilinç altına nasıl ekildiğini hatırladı. Rüyayı ilk kez görmesinden bir hafta önce bağırsaklarından ciddi şekilde hastalanmıştı ve üniversite hastanesine gitmişti. Muayeneden çıktıktan sonra bir hemşire yanına yaklaşarak doktorun bir iğne yapılmasını istediğini söylemişti. Burak yapılan iğneyle fenalaşmış ve bir iki saat sonra hastane koridorundaki bir sedyenin üzerinde uyanmıştı. İğneyi yapan hemşire Burak'a iğnenin dokunduğunu, kısa bir fenalık geçirdiğini ama artık iyi olduğunu ve gidebileceğini söylemişti. İşte o iki saat içinde birileri tarafından hipnotize edilmişti.
Burak uzun yıllar -normal koşullarda- rüyayı nadiren de olsa görmeye devam etti. Tüm gerçeği bildiğinden artık bu onu rahatsız etmiyordu. Sadece bir gün, karısı ve kızıyla Topkapı Sarayını gezmeye gittiğinde bayılmasına neden olan bir korku yaşadı. Harem dairesinin kapısı önünde birikmiş bir turist kafilesinin arasından geçmeye çalışıyorlardı. Yaşlı bir turistin omzuna dokunarak "Pardon" dedi. Yaşlı adam "Niente" diyerek yüzünü döndü. O yüz, Lorrain'in kül beyazı kırışık çehresini ve koyu karanlık gözlerini taşıyordu.
Not: Bu öykü tamamen hayal ürünü olup kişi ve olaylar kurgudur. Gerçek olan bazı yer ve kurum adlarının anlatılan olaylarla hiçbir ilgisi yoktur.
Faik Murat Müftüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
YIRTIK DEFTER
Baş ağrısıyım kapı önünde eski terlik
Kardeş yitince kan ter içinde yağmur
Fena aşığım kocaman dağ kocaman güller
Öylesine itaat ettim öylesine deli öylesine itiraz
İncecik kadınım saçlarım kızıl çoğalsın
Küçük bir sevince neden uzak pişmanlıktan
Yüzüme anlam yüklenmiş
Yenilgim çocukluktan değil çıkmazdan
Odalardım hazırlıksız sessiz kalabalık
Firkete kırıkları taziyelerdim ertelemeler
Bir şey daha olmalıydı söylenmeyen
Cevapsız sorular önceden sezilebilen
Seyirciydim kendime çokça yer gösterici
Ve dolu ve yağmur ve sokak
Matemdim sen gidince ölü hayal
Öylesine tereddüt öylesine yitik öylesine Pazar
Nasıl anlatabilirdim o anı bir gizdi
Bilgece bir tavrı vardı hikâyesi
Anlamı yitirdim, şarkıyı çoktan
Bazen bir çocuk bakar içimden akşam akşam
Bana artık bir oda bile fazla
Küflü bir gençliğe akıyor aynalar
O eski geçmiş bulamasın diye beni
Tek tek topluyorum yırtık defterleri
BETÜL TARIMAN
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|