|
|
|
3 Nisan 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bayan Obama biraz şişmanlamış mı ne? |
Merhabalar,
Bu helikopter kazası pek çetrefilli olmaya başladı farkında mısınız? Gidenin arkasından konuşmak bize uygun bir haslet olmadığı için sesimiz fazla çıkmıyor ama bu gidenler hakkında fikrimiz olmadığı anlamına da gelmiyor. Öncesi ve sonrası ile 80 yılını üniversitede geçirmişler için, ne taraftan olursa olsun, merhum Yazıcıoğlu'nun çağrıştırdığı epeyce gürültü vardır. Benim açımdan bakıldığında da bunların hemen hepsi iç sızlatıcıdır. Darbe kurbanı olarak dört duvar arasında geçirdiği yıllardan sonra, kimilerine göre derin devlet adına, üstlendiği söylenen görevlerin pek olumlu yanı olmadığı pek çoğumuzun malumudur. Bahçelievler'den Sivas'a uzanan karanlık olayların içinde olup olmadığı henüz tartışılırken, Ergenekon yapılanmasının içinde yer aldığını duymak ta pek şaşırtıcı olmamıştır. Saygı Öztürk'ün elindeki bir belgede siyasi kanattaki ilk birkaç kişiden biri olarak yer almaktaydı. Oysa şimdi anlıyoruz ki, merhum Yazıcıoğlu Ergenekon sanıklığından ziyade gizli tanıklığıyla vitrindeki yerini almış. Su testisi su yolunda mı kırıldı yoksa kendine görev tevdi edenler tarafından mı yok edildi, şimdi partisi bunu sorguluyor. Hele seçim kampanyası için ondört milyon dolar yardım yaptığı öne sürülen Amerikan menşeeli hocanın "Bu işte bir iş var." demek için suskunluğunu bozması pek hayra alamet değil. Para yabana gitti diye mi bozulmuş yoksa bildiği birşeyler mi var yakında kokusu çıkar. Ama bu helikopter daha çok komplo teorileri kaldırır buna şüphe yok.
G20 zirvesi kahkahalarla sürüyor Londra'da. Bizimkiler de resme pek uymuşlar doğrusu. Sıra Obama'nın Türkiye ziyaretinde. Pazardan Salıya Ankara İstanbul kilit vaziyetinde sakın unutmayın. En güzel hafta sonu sizin olsun. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR ISLIK ÇALMAZ -4 |
|
Bu gün öğleden sonra Hakan'la karşılaştım. Tekerlekli sandalyesi ile Balatlar Kilisesi'nden aşağıya doğru iniyordu. Yokuş dik olduğu için frenleri zor tutuyordu. Yine de bütün gücünü kullanarak sandalyeyi durdurdu. Birbirimize hal hatır sorduk. Kendi hallerini bir yana atıp benim gündelik sıkıntılarımla dertlendi. Bu nasıl bir yürek, nasıl bir engin deniz? Hayran kaldım. Ona gündelik sıkıntılarımdan söz ettiğim için pişman oldum. Utandım…
Sinop'ta bu sabah usul usul bir yağmur yağıyor. Ninni gibi, tomurcuğun çiçeğe akışı gibi içten ve sakin. Limanda su kuşları, sakarmekeler salınıyordu dalgaların kucağında. Yumuşacık. Kavaklar uç döküyor… Cemreler salkım söğütleri yaprağa zorluyor. Birazcık yeşil ve hala dalları yarı uykuda… Sinop'ta sokaklar ıslık çalmıyor. Balık kokuyor tersane sokakları. Belediyenin önünde çuha çiçekleri ve hercailer rengârenk… Sabahın ilk ışıklarından beri yağmurun şarkısına eşlik ediyorlardı.
Çiçek Abbas bir film kahramanı olabilir. Sinop'un da kendi film kahramanı Çiçek Abbas'ı var. Onun gerçek hikâyesi nedir bilmiyorum. Necidir, nereden gelip buralarda karaya vurmuştur? Herkesin onun hakkında en çok bildiği şey her zaman sarhoş olduğudur. Tersanede bazen kayıklarda, bazen duvar diplerinde yatar. Kendi mıntıkasındaki esnaflardan nevalesini toparlar. Çok sık olmasa bile bazen gelip geçenden şarap parası ister. Herkesten para istemez. Ya çok yakın tanıdıklarından veya hiç tanımadığı yabancılardan ister. Orta mesafe menzilindekiler bu işten onun utangaçlığı sayesinde kurtulurlar. Pek ısrarcı da değildir. Bir kere ister ve kimsenin peşinden gitmez. Ayyaşlığın, âdem babalığın da kendine göre bir raconu vardır. Her zaman üstü başı kirlidir. Fazlasıyla kirli. Deniz sezonu açılsa, sular ısınsa bile Abbas temiz olamaz. Zaten önemli olan da beden değil ruh temizliğidir. Sokakların adamı olmasına kimsenin bir şey dediği de yoktur. En azından kavgacı değildir. Sağdan soldan bir şeyler aşırmaz. İyi adamdır ayyaş Abbas, sokakların çiçeğidir.
Sinop'ta bu sabah sokaklara usul usul yağmur yağıyor. Telaşsız ve kıpırtısız… Gözleri hala uykudadır kaldırımların. Bu sokaklar hiçbir zaman aceleci olmamıştır. Her zaman aklı başında, durgun ve düşünceli kalmasını bilmiştir. Bir kent varsa eğer dünyada, sokakları şiir fısıldayan. Sinop'tur. İnsanın şair olası gelir. Burçlara oturup limanın rengârenk teknelerine uyaklı sözcükler yakası gelir. Her baktığınız yer cinas kaynar, mecazlar arasında salınıp durursunuz. Gördüğüm onlarca kent arasında sabahı en uzun yer burasıdır. Sabah denizde yıkanıp sulardan çıkıp gelir. Saçları ıslaktır ve tepeden tırnağa tuz kokar. Hiç acelesi yoktur üstelik. Usul usul uyanır ahşap konaklar. Mahmurluğu kuşluk vaktine kadar uzanır.
Hasan. sabahın sekizinde caddelerin altına doğru uzanan sığınak şeklindeki markete indi. Suratsız yönetici birkaç dakika geç kaldığı için ona azarlar gibi baktı. Çalışanlar hep böyledir. Her zaman kaytarmaya bakar. Birkaç dakika erken gelseler sanki olmazdı. Oysa çalışanlar erken geldiğinde bu yöneticinin hiç dikkatini çekmezdi. Sadece geç geldiklerinde, ya da hatalı olduklarında görürdü. Bütün yöneticiler gibi gıcıktı işte. Yaklaşık iki yıldır bu sığınak bozması markette çalışıyordu. Ara zamanlı olarak işe almışlardı. Ara zamanlı bütün çalışanlar (Part taym) kadrosuzdu. Tanımlanmış görevleri sürekli değişirdi. Bazen hamal, bazen kasiyer, bazen reyoncu, bazen temizlik işçisi olurlardı. Müdür ne derse o…Sigortaları da, ücretleri de ara zamanlıydı. Her gün en az yedi saat çalışırlardı. Yazın uzun günlerinde çalışma saatleri on iki saati geçse bile onlar hep ara zamanlıydı. Hepsi kadroya geçmeyi umut ediyordu. Çalıştıkları şirket adının sonunda SA olan kocaman bir holdingin parçasıydı. Ah! Kadroya bir geçebilseler maaşları artacaktı. Gerçek çalışan olacaklardı. Ülkede kriz vardı. İş yoktu, para yoktu. Hiçbir zaman gelecek ayın maaşının kaç lira olacağı belli değildi. Fazla mesaiye, izin parasına, ikramiye çeklerine hiç akılları ermiyordu. Her şeyden biraz aldıklarında maaşları yükseliyor ve beş yüz lirayı buluyordu. Ve onlar işsiz olmadıkları için tanrıya şükrediyorlardı.
Sinop'un sokaklarında usul usul bir yağmur yağıyor. Sokaklarda iş yoksa, ekmek kıtsa bile yağmur inadına güzel yağıyordu. Ağaçlar E.E.Cummings'in o güzel şiirini fısıldıyordu.
Hiç kimsenin yağmurun bile
Böyle küçük elleri yoktur.
Bütün güllerden derin
Bir sesi var gözlerinin
Birkaç kedi Sakarya caddesindeki kasap dükkânın önünde turluyordu. Pervane Camii avlusunda mısır saçacak insanları bekliyordu. Henüz hayır sahipleri gelmemişti. Sinop'ta şafağın belli belirsiz aydınlığından beri usul usul bir yağmur yağıyordu. Kaldırımlar ıslak, kaldırımlar sesiz, kediler sabırlıydı…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu MAVİ YENGEÇ AYAĞI KOLYE |
|
O gün de sabahın köründe kalkmıştım. Kıyıda, boncuk dediğimiz renkli deniz kabukları arıyor ya da öyle görünüyordum. Yüreğim, sel sularının öteye beriye vura vura taşıdığı çürük bir kütükten farksızdı. Yığdığı kuru eriştelere çarparak gluk gulap sesleri çıkaran dalgalara aldırmayışım da ondandı.
Gün öğleye varıyordu. Sanki bir ateş dağı çökmüştü sahile. Şapkam bile ağır geliyordu. Ensemden süzülen terin kuyruk sokumuma dek aktığını hissediyordum.
Ben doğma büyüme buralıyım. Boncuklardan değişik biblolar, kolyeler yapmayı büyüklerimizden öğrenmiştik. Yaptıklarımızı, akşamları kasaba sahilinde açtığımız sergilerde satardık. Kadınlar, özellikle de genç kızlar kolyelerimi, bileziklerimi çok beğenirdi. Söylediğim fiyata hiç itiraz etmezlerdi. Binlerce boncuk içinden seçerdim tanelerini. Her birini farklı modellerde yapardım; bir benzeri yoktu hiçbirinin.
O güne dek deniz kabuklarından üç kolye armağan etmiştim Seda'ya. İlkini yıllar önce hazırlamıştım. Evleneceğim kadına verecektim onu. Ama söz arasında böyle bir armağan hazırladığımı ağzımdan kaçırınca, isterim diye tutturdu. Ben de ilk tatil dönüşü götürdüm. Çok özeldi benim için. Onunla evlenmeyi kafama oturtamamıştım; ama kırılmasın istedim.
Mavi yengeçleri bilir misin? Buralarda pek bulunmaz; belki de bu yüzden ona sahip olanların ömür boyu mutlu olacağına inanılır. Bu yüzden genç kızlar, sevgililerinden mavi yengeç ayağı bir kolye beklerler. Seda'ya verdiğim de mavi yengeç ayağından kolyeydi. Yine deniz kumlarından ve kabuklarından bir kutu hazırlamıştım. Kolyeyi o kutuya yerleştirdim. Rengine bayılmıştı, ama onun yengeç ayağı olduğunu anlayınca kutuyu kapatıvermişti. Kutuyu sonraları evde gördüm ama içi boştu. Daha sonraları kutu da kayboldu, sanırım hizmetçi çöpe atmıştır.
İkincisi bir zincirdi. Şöyle minicik, hani neredeyse kum iriliğinde kabuklardan yapmıştım. Şöyle deve tüyünden tütün sarısına geçen bir dizi. Yaparken olur mu, diye çok merak etmiştim. Bitince çok sevdim. Bir bayramda armağan alacak param yoktu. Onu armağan ettim; ama Seda onu da takmadı.
Evet, evet, üçüncüsünü takmıştı. Babasının üyesi olduğu derneklerden birinin balosuna gidecektik. Sırtında çok sevdiğim eski kiremit rengi giysisi vardı. Kapa gözlerini demiş, boynuna takıvermiştim. Aynaya koşmuştu hemen.
"Alışılmışın dışında… Herkesin gözü benim üzerimde olacak." demişti; ancak bir daha takmadı. Sanırım o gece hiç kimse o takısından söz etmediği için yapmıştı bunu.
Ona yeni bir kolye yapmamaya kararlıydım. Hatta o kolyeleri de alıp gitmek istiyordum. Özellikle mavi yengeç ayağı kolyeyi ona verdiğime bin pişmandım.
Poyraz eserse su buz gibidir buralarda, lodos eserse de bulanık. Bu yüzden şu güzel kumlarına karşın tatilciler pek tutmaz burayı. Ama burası benim yuvam, sığınağım. İster soğuk olsun ister dalgalı; deniz denizdir benim için. Nisan başından aralık ortalarına ya içindeyim ya da kıyısında. Bakarsın balık olurum, deniz diplerinde, bakarsın rüzgârını bekleyen yelkenli.
Deniz şu anki gibi kıpırtısızdı. İnsanlar başlarını hasır şemsiyelerden çıkaramıyordu. Görünüm şu gördüğünün bir kopyasıydı. Yine böyle birkaç çocuk annelerinin uyarılarına karşın kumla oynuyor; birkaç genç de şemsiyelerin altında yatan kızlara gösteriş yapa yapa yüzüyordu.
Kafamı kumlardan kaldırdığım bir an köpeğiyle burun buruna gelmiştik. İrkilmiş, kekelemiştim:
" Şey, köpek, pardon!"
Çünkü o an, onu, yani Nefise'yi görmüştüm. Önümde bir tanrıça gibi duruyordu.
Gözüm gerdanına kaymıştı. Bikinisinin iyice biçimlendirdiği memelerinin arasına sarkan bir yeşil taş büyülemişti beni. İyice bronzlaşan teninin üzerinde sanki bir zümrüt. Kendimi tutmasam uzanıp avucuma alacak, dakikalarca okşayacaktım dalgaların biçimlendirdiği o yeşil taşı.
Memelerine baktığımı sanmasın diye başımı kaldırmıştım. Bu kez gözlerinin taş renginde olduğunu fark etmiş, duyulur duyulmaz bir sesle:
" Çok güzel…Taş." demiştim.
" Bir yerlerde oturmaya ne dersiniz?" demişti.
"Beni herkes tanır buralarda. Bir bayanla oturduğumu hemen Seda'ya yetiştirirler. O olmazsa babasına söylerler."
Yalnızca içimden geçirmiştim bu düşüncelerimi.
" Peki!" demiştim.
İnsanlar, işte böyle şemsiyelerin altından kaplumbağalar gibi başlarını uzatarak bize bakıyordu. Nereye gidelim diye sormamıştık birbirimize.
***
Balık sözcüğünü duysam bile deniz tutkusu sarar benim ruhumu. Üniversitede okuyordum. Ankara, buralara olan özlemimi hep körükledi, benim. Kendimi oraya ait hissedemedim hiç.
Kızılay'ın arka taraflarındaydı. Oralarda balık pazarının olduğunu bilmiyordum. Rastlantı işte. Pala bıyıklı, yığma enseli adam kokuşmuş ellerini kırmızı önlüğünün ceplerine sokup paraları karıştıra karıştıra bağırıyordu.
"Derya kuzuları bunlar! Şuna bak, günlük!"
Sıska bir çocuk maşrapayı kazana daldırıyor, karınları patlamış balıkların üstüne su serpiyor, gözüne ilişen diri balıkları en üste çıkarıp tezgâh yapıyordu.
Şimdi bile sardalya sürüleri dolaşırken hemen denize atlarım. Pullarının peşinde binlerce minik balık olur. O pul kümesinin ortasına bırakırım kendimi. Az sonra o minik balıklar korkusuzca sarar bedenimi. Birkaç dakika içinde ellerim kollarım balık salkımı olur. Ha bir de onların peşinde sarpalar olur. Onlar denizin yüz metrecileridir. Birden öyle fırlarlar. Su ne denli berrak olursa olsun göz açıp kapayana kaybolurlar.
"Bunlar ne?"
Bendim soran. Adam beni müşteri sansın da oyalanmama izin versin, diye sormuştumSu döken çocuk yanıtlamıştı sorumu:
"Balık ağbi."
Gülümsemiştim. O yığma enseli patron eklemişti:
"Okuman yazman yok mu, yazıyor baksana!"
Tezgâhın üstünde ıslana ıslana mürekkebi iyice dağılmış etiketi göstermişti:
"Sardalya!"
"Bak ben buraların kırk yıllık balıkçısıyım."
Kafasını yoldan geçenlere çevirip bağırıyor.
"Gel, gel, gel!"
Sonra bana soruyor:
"Ne kadar istiyorsun?"
Ben balık almak için değil, balık kokusunu içime çekmek için duruyordum orada.
"Kızılay'ın kırk yıllık balıkçısı, buradaaa!"
İrkiliyorum. Olsa olsa kırkında olabilecek bu adam nasıl kırk yıllık balıkçı olur ki?
Adamı sevmemiştim.
"Kardeşim almayacaksan, tezgâhın önün boşalt!"
Azarlar bir ses tonuyla söylemişti. Ters ters bakmıştım. Başını yana çevirirken:
"Allah'ın Çorumlusu ne anlayacak balıktan?" diye söylenmişti.
Çorumlu değildim. Hatta Çorum'u bile görmemiştim.
" Keşke kimseler almasa, patlasa karınları, kokuşsalar…" Kendimi alamamış olmalıyım: "Tutanına da satanına da satın alanına da …"
Son cümlemin sonu sesli söylemiş olmalıyım. Orta yaşını geçmiş bir adam:
"Bir şey mi dedin?" demişti.
"Yok, hayır, yok, size değil…" kekelemiştim.
İlk kez orada görmüştüm onu. "Bir şey mi dedin?" diyen adamın arabasındaydı. Bize bakıyordu. Şaşkınlığım hoşuna gitmiş olmalı ki gülümsemişti.
Ne kadar zaman geçmişti aradan bilmiyorum. Fakülte merdivenlerinde karşılaşmıştık bu kez. Tanımıştık birbirimizi. Sonrası…
İçimde aman aman duygular oluşmamıştı. Ankara yalnızlığındandı sanırım. Çevremizdekiler bizi sevgili ilan edivermişti. Hiçbir şey benim kontrolümde gelişmiyordu. Annemin babamın bile haberi olmadan nişanlanmıştık. Haşim Bey yazları kızından ayrı olmayayım diye, şu yan taraftaki siteden bir ev almıştı. Yaz kış birlikte oturur olmuştuk.
***
Sitenin kafeteryasında oturmuş, sözden söze geçiyorduk. İnsan ilk karşılaştığı kişiyle konuşacak bu denli sözü nerden bulur ki? Neler anlatmamıştık ki birbirimize.
İlginç, aynı üniversitede okumuşuz. Hem de aynı devrede. Öyle zamanlarda aklıma hep Seda gelir.
Seda özlemiştir beni. Nasıl özlemse?
"Nerelerde kaldın? Annem, babam seni merak ettiler."
Böyle başlardı tüm karşılama törenleri. Nerede, ne, nasıl, niçin… bitmezdi bir türlü soruları. Tören, ailenin köklülüğüyle, ehli namusluluğuyla ilgili bir söylevle devam ederdi.
Sevmiyorum be, sevmiyorum işte. Güzelmiş, zenginmiş, itibarlıymış… Sevgi için bunlar olmazsa olmaz şeyler mi ki?
Kalkalım mı demiştim, kabalık yapıyormuş duygusuyla. Ayrılığı istemese de bunu fark ettirmemek için
"Tabi tabi!" demişti. Kalkmama bile fırsat vermeden kasaya parayı ödemişti. İyice utanmıştım. Gerçi o ödemese ödeyecek bir kuruş bile yoktu üstümde.
"Beni iyice mahcup ettiniz." demiştim.
Gözlerimin içine bakarak:
"Bana neler bağışladığını bir bilsen." demişti.
Ne bağışladığımı bilmiyordum. Onu her anımsadığımda içimden geçen gece treni ilk seferini o an yapmıştı. Birlikte sahile doğru yürümüştük. Güneş başını iyice eğmiş, sahil kalabalıklaşmıştı. Seda da yüzmeye gelmiş olabilir, diye endişelenmiş; ama içimdeki bu korku sesine de öfkelenmiştim.
"Ya sevmiyorum diye geceye haykırmaktan vazgeç, ya da çek git!"
" Sen beni terk edemezsin. Koskoca Haşim Atçı'nın kızı nişanlıdan ayrılmış, dedirtmem ben."
" Peki peki, evlenelim bir de bebeğimiz olsun. Sonra sen yoluna, ben yoluma..."
Beylik sözleriydi bunlar. Her ayrılık söz konusu olduğunda birini söylerdi kesinlikle. İşler sarpa sararsa bir özel armağan gelirdi babadan.
Tam şurası, şu kayanın dibi baykuş gözlü Talat Bey"in yeriydi. Yıllardır gelmiyor, ölmüştür her halde. Oltasına takılan yeni doğmuş çocuk eli büyüklüğündeki balığı iğnesinden çıkarırken bizi görmüş; ama kim olduğumuzu algılayamamıştı. Kıllı kalın bacaklarını birbirine sürte sürte koşmuş. Balığı kovaya atıp sanki yenisi onun oltasını bekliyormuş gibi koşarak geri gelmişti. Misinayı başının üstünde büyük bir mutlulukla döndürüp fırlatmıştı. Kurşun ta ötelerde duyulur duyulmaz "cup" sesiyle denize düşmüştü.
Beni bir daha görmesin diye kayanın arkasına sıvışmıştım. Biliyordum ki akşama yetiştirirdi Haşim Bey'e.
" Sizin damat adayı azizim…"
İçimden kovadaki balığı alıp denize atmak geçmişti.
"Koş, şu balığı kovadan alıp denize atalım. Belki arkadaşlarına, oltaların nasıl bir şey olduğunu anlatır da bir daha oltalara yakalanmazlar." demiştim.
İtiraz etmeden gelmişti peşimden. Balık sırtüstü dönmüştü. Bir yararı yoktu onu denize atmanın. Talat Bey, aceleyle balığın ağzını yırttırmıştı.
Kovanın başında öylece çömele kalmıştık. Göz gözeydik. İkimiz de gözlerimizi kaçırma gereği hissetmiyorduk. İçimizden geçenler sindire sindire yaşanması gereken duygulardı; ancak bir deli rüzgâr gibi geçip gidiyordu.
Gözlerinin yeşili, kolyesinin yeşiliyle kolyesinin yeşili bikinisinin yeşiliyle bir renk cümbüşü oluşturuyor. O an onun gitme acısı çöktü içime. O gidecek; ben de eve dönecektim. Sorguya çekilecektim. Gidelim deseydi gider miydim ki!
" Özlemin olmadığı yerde sevgi yoktur." demişti, durup dururken. " Özlem gittikçe arsızlaşan, vuruşan dalga gibidir. Bir şeyleri kırmadan, aşındırmadan durulmaz."
Bu sözler benim miydi; yoksa onları bir yerde mi okumuştum.
Güneşi almıştı arkasına. Saçlarını delip geçen ışınlar bana bir bilinmezin yolunu gösteriyordu. Ulu orta, kimselere aldırmadan ellerini tutmuştum.
"Bekle beni burada." deyip eve koşmuştum. Seda'ya armağan ettiğim kolyeleri alıp soluk soluğa geri dönmüştüm.
Çıplak ayaklarıyla kuma bir şeyler yazıyordu. Beni görmüş; ama başını kaldırıp bakmamıştı. Eğilip iki elini avuçlarıma almış, cebimden çıkardığım kolyeleri avucuna sıkıştırmıştım. Yüzünü kaldırıp bir kez olsun gözlerime bakmadan güneşin battığı yöne dönüp yürümüştü. Köpeği bir süre ayaklarımın ucunda beklemişti. Onun bana, "Hadi git peşinden." dediğini adım gibi biliyorum. Dokuz on adım sonra köpeğini çağırıyormuş gibi dönmüş:
"Bartu, gel, gidelim!" demişti.
Bartu… Bana tanıdık bir isimdi bu.
Gözlerinin ışıltısından ağladığını anlamıştım.
Eliyle "Hoşça kal!" işareti yaparken;
"Seda'ya selam söyle!" demişti.
Zıpkın yemiş balık gibiydim. Gitsem ayaklarım gitmiyor, kalsam yüreğim kalmıyordu.
Boncuk aramaya dönmüştüm yeniden. Deniz dalgalanmıştı. İrice bir dalga kuru erişte yığınlarından kopardığı ince kumları yeniden denize çekerken gördüm. Koştum, yakalayamadım. Bir mavi yengeçti gördüğüm. Eğer yakalayabilseydim kesinlikle ona oracıkta bir kolye yapardım.
" Kaç yıl geçti aradan."
" Yirmi beş."
" Neden gitmediniz ardından?"
" Seda'yı bırakamadım."
" Onu bırakmışsınız ama!"
Bana o gün bir öykü anlatmıştı. Aslında öykü de değil, bir filmmiş: "Deniz kaplumbağaları karaya yumurtluyorlar. Kabuğunu kıran yavru, tüm can alıcılarına karşın denize, hep denize koşuyor.
"Kara korkunçtur onlar için." demişti. "Onlar, kimse öğretmese de yaşayabilecekleri yerin deniz olduğunu bilirler. Aslında bu, tüm canlılar için böyledir. Ayakları olan ayaklarıyla, kanatları olan kanatlarıyla gider."
Sonra da eklemişti:
"Ama aşık, yüreğiyle gider, gitmesi gereken yere."
"Demek ki siz aşık değilmişsiniz?"
" Ona aşıktım. Kararlıydım onunla gitmeye. Birlikte olduğumuz iki gece, konakladığı çadırına çok özel eşyalarımı bile taşımıştım. Ertesi sabah birlikte gitmeyi kararlaştırdık. Seda'ya allahaısmarladık diyecek gelecektim. Böyle sözleşmiştik."
"Ama siz, hiç dönmediniz."
"O gece yarısı eve döndüğümde Seda beni bekliyordu. Çılgın gibiydi. Ona armağan ettiğim kolyeleri soruyordu. Ona yalan söyledim. Kendisine verdikten sonra hiçbirini bir daha görmediğimi söyledim."
" Neredeyse sabaha dek kavga ettik. Aslında ben de istiyordum bunu. Haşim Bey, çıkıp gelsin, yeter kızımı üzdüğün, defol git, desin istiyordum. Ama şaşılacak şey, hiç kimse üst kata çıkıp tek kelime söylemedi. Özel çantamı aldım, kapıyı çarpıp çıkıyordum ki Seda bağırdı."
"Şimdi gidiyorsun; ama sakın çocuğunun yüzünü görmek için geri dönme."
"Oraya mıhlanıp kalmıştım. Bir ara bunun bir yalan olabileceğini düşündüm ve yürüdüm. İşte o an, korkunç bir çığlık atarak bayıldı. Apar topar hastaneye kaldırdık. Günlerce hastanede kaldık."
" Ama sizin çocuğunuz yok."
" Dış gebelik diye bir şeyden söz ettiler o zaman."
" O arada çadıra dönemez ya da haber veremez miydiniz?"
" Döndüm. Daha o günün gecesi otele diye ayrıldım hastaneden bir taksiye tutup doğru ona geldim. Ancak çadırın yerinde yeller esiyordu."
"Konuşmalarınızdan onunla ilgili bilgiler yakalayamadınız mı? O bilgilerden yola çıkarak ona ulaşamaz mıydınız?"
"Seda'nın hamileliği yalan çıkınca onu terk ettim. Bu arada okul bitmişti. İşsizdim. İzmir'de, İstanbul'da cebimdeki parayı sıfırlayıncaya dek iş arıyordum. Baktım olacak gibi değil bir yaz kazandığım kolye paralarını biriktirerek askere gittim. Döndüğümde yine işsizdim."
"Güz başıydı. Bir gazeteden aradılar. Spor yazarlığı teklif ediyorlardı. Garipti. Gerçi üniversite futbol takımının yıldızıydım; ama bu yeter miydi? İngiliz dili ve edebiyatı okumuştum. Okul dergilerde tek tük yazılarım çıkmıştı; ama yazar değildim ki! Hele hele spor yazarlığı …"
" Ama Seda Hanım'a yine döndünüz?"
" Hayır, işime alışmıştım. Bir okur kitlesi edinmiştim kendime. İki yıl sonrasıydı. BBC Türkçe servisinden dolaylı bir teklif de almıştım. O günlerde çalıştığım gazete el değiştirdi. Meğer gazeteyi Haşim Beyin bir dostu almış. Bir balo verilmişti. Baloda Seda'yla karşılaştık. Yolumuz hep kesişiyordu. Artık uzatmayalım dedik ve evlendik."
" Bartu, sizin fakülte futbol takımındaki lakabınız mıydı?"
" Evet, siz nerden biliyorsunuz?"
" Unutmayın ben de gazeteciyim. Bir röportaj öncesi araştırma yapmamızı sizlerden öğrendim"
" Öyleyse bu anlattıklarımın çoğunu önceden öğrenmiş olmalısın?"
" Tahmininizden fazlasını, diyebilirim"
" Mesela!"
"Patronumu tanıyor musunuz?"
" Uzun yıllardır gazete bile okumuyorum. Röportaj isteğinizi Sinan Sami Bey'i kıramadığım için kabul ettim. Çünkü Sinan Sami, şu dünyada hayır diyemeyeceğim tek dostumdur."
" Biliyorum. Ben de bu nedenle onun yardımını istedim."
Yorulduğumu hissediyorum. Deniz eskisi gibi ruhumu canlandırmıyor.
"Artık bitirelim mi?" diyorum.
Genç gazetecinin tarifsiz bir mutluluğu yaşadığını hissediyorum.
" Gelin sizinle taş sektirmece oynayalım. Nasıl olsa işimi bitirdim. Artık dinlenmek benim de hakkım." diyor.
Gülümsüyorum. İçimde garip bir şekilde onunla birlikte oynama duygusu uyanıyor.
" Hadi!" diyor.
Aynı anda atıyoruz taşlarımızı:
Bir, iki, üç, dört… Sonrasını sayamıyoruz. İki taşın yan yana suya gömüldüğünü görünce gülümsüyoruz.
Genç gazeteci bir küçük paket uzatıyor. Her şey için teşekkür ediyor. İçimde adlandıramadığım bir sevinç var.
Kulübeme döndüğümde ilk işim kapıyı pencereyi ardına dek açmak oluyor. Uykum var; paketi açmaya bile gücüm yok, bir bardak su içiyor, uyuyorum. Uyandığımda paketin üstündeki küçücük etiketteki "Bartu Can ve Nefise Kozanoğlu'ndan sevgilerle." yazısını okuyunca kalbim duracak gibi oluyor.
Titreyerek açıyorum paketi. İçinde tıpkı benim el yazımla yazılmış bir mektup var.
"Sevgili Babacığım,
Size böyle geldiğim için özür dilerim. Ne zaman sizi anneme sorsam ya sustu ya da başını yana çevirip bir iki kırık cümle söyledi. Onun yalnız kaldığında hep ağladığını biliyorum. Annemin BBC'de çalıştığı yıllarda araştırmacı gazeteci olmaya karar vermiştim. Tek idealım, sizin izinizi sürmekti. Öğrencilik yıllarımda izin bahanesiyle sık sık Türkiye'ye geldim. Bir gün Sinan Sami Bey ağzından bir cümle kaçırdı. Peşini bırakmadım. Babamın siz olduğunuzu bu çalışmalarım sonunda öğrendim. Sonunda anneme itiraftan başka bir şey kalmamıştı.
Benim hayatımla ilgili diğer kişi eski eşiniz Seda Atçı'yla da bir röportaj yaptım. Seda Hanım'ın annemin üniversite ikinci sınıfa dek can ciğer dostu, sonra da can düşmanı olduğunu öğrendim. Kısmetse kafamdaki bulmacayı sizinle görüştükten sonra tamamlamış olacağım.
Bu röportajı yayımlayıp yayımlamama kararımı sizinle yapacağımız görüşmeden sonra vereceğim. İçimdeki bir his bu röportajlarımın büyük bir gazetecilik olacağını söylüyor. Çünkü Seda Hanım holding başkanı, annem bir gazete başyazarı; siz de inzivaya çekilmiş bir adamsınız. Şimdiye dek öğrendiklerime göre iki size aşık iki hırslı kadının müthiş bir mücadelesinin kurbanıyız ikimiz de.
Unutmadan söyleyeyim, mavi yengeç ayağı kolyeniz, annemin gazetedeki çalışma odasındadır. Annem onun için özel bir fanus yaptırmış. Onu o odaya giren herkes görür; ama öyküsünü kimse bilmez. İnanıyorum ki mavi yengeç ayağı kolyenin öyküsünü sizinle konuşmamdan sonra öğrenmiş olacağım.
Sevgiler…
İçimden geçenleri anlatmam olanaksız. Bir süre evin içinde döneniyorum. Sonra giysilerimi çıkarmadan denize koşuyor, koşuyorum. Deniz ne kadar da uzakmış böyle… Suya atıyorum kendimi, denizin dibinde yüzüyor, yüzüyorum. Bitmiyor nefesim. Balık mı oldum yoksa diye düşünüyorum. Aslında balık olsaydım demeye gerek yok ki!
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Cesur Köy Çocukları |
|
Kış bitmiş, havalar ısınmıştı. Bahar mevsiminden sonra bütün yeşilliğiyle her yeri donatan ağaçların yaprakları köyün ılık rüzgarında dalgalanıyordu. Güneş bulutsuz havaların sevincinde, toprağa özgürce dokunuyordu. Toprağa atılan tohumların yeşil filizlerini güneş, ısıtarak yavaş yavaş büyütüyordu. Hayvanlar neşeliydi. Horozlar sabahları daha gür sesle ötüyor, tavuklar gıdaklayıp yumurtluyordu. Küçük kuzular büyüyor, kuşlar ötüyordu. Yaz geliyordu. Böyle zamanlarda köyde olmak çok güzeldi. Köyün havası, güneşi, yağmuru bile bambaşkaydı. Köydeki arkadaşlarımla oynamayı, ağaçlara tırmanmayı, yeşilliklerin içinde dolaşmayı, taşlı toprak yollarda koşmayı, tozu toprağı elime yüzüme bulaştırmayı, yol başlarındaki taş çeşmelerde yıkanmayı, günün doğuşuna ve batışına şahit olmayı, geceleri dokunacakmışım gibi duran yıldızları seyretmeyi ve çocuk ruhumun köy rüzgarı kadar özgür olmasını seviyordum.
Hafta sonu için anneannemin evine gittiğimizde, anneannem ve bahçesi bizi kapıda karşıladı. Onun al yanakları, bahçedeki kasımpatı çiçekleri kadar güzeldi. Bize aç olup olmadığımızı hiç sormadan siniyi hemen hazırladı. Çorba kasesini, biber turşusunu, sütlü börek tepsisini siniye yerleştirdi. Toprak kaplarda vişne kompostosu da ikram etti. Biz yemeğimizi yerken büyüklere kahve pişirdi. Ev mis gibi kahve kokmuştu. Yemekten sonra kuzenlerim Zehra ve Rayme ile birlikte bahçeye çıktık. Ablam bizimle evcilik oynamayı sevmediği için kendi arkadaşını görmeye gitti. Biz de evin yan cephesinde bulunan dut ağacının yanına giderek çok da yüksek olmayan kambur gövdesinden çıktık ve dallarına tırmandık. Herkesin kendine ait dalı vardı. Dutlar yeşildi ama biz dayanamayıp bir iki tane kopardık ve ağzımızda geveledik. Anneannem bize dalda rahat oturmamız için içi yün ile doldurulmuş ince döşekler verdi. Daldan dala birbirimize misafirliğe gittik. "Uuhhhuu, sincap kardeş, sincap kardeş, sana misafirliğe geleyim mi?" "Gel gel sincap kardeş" Oyunumuza dalmışken ablam ve arkadaşı Ayla arka bahçeden geçerek yanımıza geldi. Köydeki mahalle çocuklarını toplayıp bir yere gideceklerdi. Biz de ağaçtan inip hemen peşlerine takıldık. Dumdali (Ali, köyde boş tenekeye çubukla vurarak "Dumda da dumda" gezdiği için ona bu ismi takmıştık), Mıstık (Mustafa, "Mıstık fıstık, arabaya kıstık, bir mum yaktık çeyizine baktık, iki mum yaktık karısına baktık" diye takılırdık.), İbo (İbrahim, sürekli sümük çekerdi), Ayla ve Seniha (Komşu kızları), Zehra, Rayme, ben, ablam yola çıktık.
Köy merkezine gelmeden eski taş kuyuya giden toprak yola saptık. Yolun başından bir at arabasının tekerlek sesleri duyuldu. Herkese uzaktan yakından bir parça akraba olan Ahmet dayı at arabasının üzerinde yaşlı atını kırbaçlayarak bize doğru geliyordu. Bizi görünce seslendi: "Bre uşaklar, nereye gidisiniz böyle toplaşıp? Bayram mı bugün?" Kimse cevap vermedi Dumdaliden başka: "Taş kuyu yanına gidiiiiz". Yaşlı adam, başını eğdi ve atına "Deh" diyerek yola devam etti. At arabasının tekerlekleri taşların üzerinden geçtikçe, gürültü yankılanıyor, toprak yol toz içinde kalıyordu. Bahçeli evlerin önlerinden, okula giden asfalt yola kadar yürüdük. Büyük bir evin duvarına yakın olan eski taş kuyu, uzun kavak ağaçlarının yanında yapayalnız duruyordu. Yerdeki büyük yassı taşın üzerinde zincire bağlı demir kova vardı. Bu taş kuyu çok eskiydi ve sular kesilince mahallede oturanlar buradan evlerine kovalarla su taşırdı. Bu kuyunun daima suyu olurdu. Sokakta susayan çocuklar da susuzluklarını burada giderirdi. "Hadi su içelim" dedi Mıstık. Kovayı yavaş yavaş kuyunun dibine bıraktık. Derinliği zincirin uzunluğundan belliydi ve kuyunun dibi karanlıktı. Kovanın suya çarpması ile dibe indiğini anladık. Zinciri sağ sola oynatarak suyun kovanın içine dolmasını sağladık. Ağırlığından dolduğu anlaşılıyordu. Dumdali, güçlü elleri ile kuyunun ahşap merdanesini tuttu ve kovayı yavaş yavaş yukarıya çekmeye başladı. Dolu kovadan taşan sular, kuyu dibine döküldükçe su sesi yankılanarak kulaklarımızı dolduruyordu. Kova göründü ve sevinçle avuçlarımıza dökerek buz gibi suyu içtik. Artık sıra amacımıza gelmişti. Amacımız bu kuyu karşısındaki büyük araziye girmek ve oradaki terk edilmiş evin gizli hazinesini bulmaktı. "Ya içeride birisi varsa?" sordu ablam. Dumdali, kendinden emin cevap verdi: "Kimse yok o evde. Hatçe ninem dedi ki Bulgar nine çok yaşlı olduğu için iş göremez olmuş, evi kilitleyip kızının yanına şehre gitmiş. Belki de şimdi ölmüştür. Hadi gidelim şu eve de gizli hazineyi bulalım."
Bir zamanlar köyün en zengini olan yaşlı Bulgar kadının evine girmek için tüm cesaretimizi topladık. Arazinin başlangıcındaki tel örgü kapıdan geçtik. Ev, arazinin ortasındaydı. Dizlerimize gelen otların üzerine basıyor, ısırgan otları bacaklarımızı ısırıyor, kızartıyor, kaşındırıyordu. Büyükler önden küçükler arkadan yürüdük. Tamamı ahşap olan evin önüne geldiğimizde, durduk. İçeri girmek için beş altı tahta merdiveni vardı. Kapının önünde gri bir kedi boylu boyunca uzanmış, güneşleniyordu. Bizi görünce dört ayak üzerine doğruldu, yeşil gözleriyle bize baktı ve merdivenlerin başından yere atlayarak evin arka tarafında gözden kayboldu. İbo, tozlu cama tırmanıp içeriye baktı ve kimsenin olmadığını söyledi. "İlk kim girecek?" sordu Zehra. "Ben girerim"dedi korkusuz Dumdali. Kapıda kilit vardı ama gelişigüzel iliştirilmişti. Belli ki daha önce başkaları da ziyaret etmişti burayı, hem de kilidi kırıp girerek. Dumdali kapıyı yavaşça açtı ve tozlu zemine adımını attı. Arkasından da biz içeriye girdik. Evin içi gündüz olmasına rağmen karanlıktı. Yerler ahşaptı ve delikler vardı. Tahtalar çürümüş olmalıydı. Her yer toz içindeydi. Örümcek ağaları duvarları sarmıştı. Camı kırık eski dolabın içi boştu. İskeleti kalmış, paslanmış demirden yaylı yatak dik bir şekilde duvara yaslanmıştı. Bir iki odası vardı. Herkes bir yerlere göz atmaya başladı. Hazineyi bulacaktık. Birden bire kırılan bir ahşap sesinden sonra Mıstık bağırmaya başladı: "Ayağım tahtanın arasına girdi, imdat kurtarın beni". Hepimiz korktuk. Bu da neyin nesiydi? İçimizden biri "hayalet" diye bağırdı. Çığlık çığlığa kendimizi evden dışarıya attık. Uzun otlara, ısırganlara, dikenli yapraklara aldırmadan atlaya atlaya örgü kapıdan çıktık. Dumdali Mıstık'ın kırık zemine giren ayağını çıkarmaya yardım ettikten sonra, her ikisi de koşarak bize yetişti. Tel örgü kapıdan çıkarken asfalt yoldan geçen kaz sürüsünün içine daldık. Kazların yavruları vardı ve bu tehlike demekti. Bazı kazlar bizden korkup etrafa dağılırken bazıları da tıslayarak üzerimize geldi ve bizi kovaladı. Bu sefer de kazlardan kaçmaya başlamıştık. Taş kuyunun yanına kendimizi zor attık. Herkes yerdeki çimlerin üzerine yattı, nefes nefese kalmıştık. Korkudan küçük kalplerimiz yerinden çıkacaktı. Kediyi gören fareler gibi kaçışmıştık. Ne kadar korktuğumuzu birbirimize anlattık.
Bu ev perili miydi? Evin hayaleti mi vardı? Yaşlı Bulgar kadının hayaleti, hırsızlara tuzak kurarak gizli hazinesini mi koruyordu? "Bir daha tövbe o eve girmem" dedi Mıstık. Zehra ise kıs kıs gülmeye başladı. Ardından hepimiz gülmeye hatta kahkaha atmaya başladık. Biz cesur köy çocukları, hazine avında bırak hayaletle başa çıkmayı, paytak paytak yürüyen bir avuç kaz sürüsünden korkmuştuk.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Eften Püften Değerlendirmeler |
|
Çok değil birkaç aydır mangalda kül, göz üstünde kaş, boyunlarda kaşkol bırakmayanlar bir anda sus ve pus oldular değil mi ? O bunu dedi, bu şunu dedi. Konu eften püften değerlendirmeler olacaksa ben en iyisi bizim sevgili Edi'yi arayayım dedim ve öyle de yaptım :
"Yahu nerelerdesin Tontonedi ?"
"Haydaaa, nereden çıktı şimdi bu Tontonedi ..?"
"Edi'ciğim; hani sen de şöyle kocaman olup da masanın ortasına getirilen pizzalar gibi göbek var ya, hani İtalyan modeli. İşte o an şimşekler çaktı beynimde ki ben sana neden Tontonedi demeyeyim ? Tam bir göbekli İtalyan Asilzadesi... Sicilya usulü.."
"Fena değil be, hatta sevdim bile !"
"Hayırlısı olsun, taktım gitti Tontonedi. Kulağa da hoş geliyor hakikaten. Neyse; sen onu bunu bırak ! Ne o SUS ve de PUS oldun seçimlerden sonra ?"
"Değerlendirmeler yapıyorum işte ! Halkımız ne demek istedi acep diye ?"
"Azınlıksın oğlum, azınlık. Bunu dedi işte halk.. İşte böööyle her seçimde böyleee..."
"Ama bol balık yemenin faydalarına ne diyorsun ?"
"Halk için balık dağıttılar, onlar da yemedi mi ? Ivır kıvır konuşup kafaları dağıtmayı tercih ediyorlar biliyorsun."
"Zaten dağıtmazlar. Olur a fosfor etkisi..."
"Bence o fosfordan biraz da Volkan'a yedirseler de topu tutabilse bari ! Ne olacak oğlum bu Milli Takım'ın hali ?"
"Toz kondurmadım şimdilik !"
"Aman kondurma ..! Ne ona toz konduruyorsun ne buna ? Sende de bir SUS ve de PUS hali sezinliyorum ama haydi hayırlısı !"
"Gücümüz bu kadarmış.. Diyeyim ben en iyisi"
"Onun için diyorum işte, gücünüz bu kadar.. Sizden ancak ebedi azınlık olur diye !"
"Bana bak İhtiyar, tepemi attırma. Ne o yine daldan dala geziyorsun ? Sen önce haftalık yazıdan haber ver. Nerede o yine gelemez olan haftalık yazı ?"
"Bahar gelmiş neyleyim, neyleyim baharı yazı ?"
"Aman yanmasın, çevir bakalım hemen kazı ! Stok yapsan birazcık, çok değil bir adet hiç olmazsa ama nerdeee !"
"Teessüf ederim Tontonedi, ben stokçu muyum ? Senin stokçuluk için göbeğin var tabi. Sahi bizim Okçu Guiza; 91.dakkada nasıl al da at diye verdi ama o golün pasını ?"
"Bana bak yine konuyu değiştirip karıştırma aklımı başımı !"
"Kabul et artık, ömür boyu azınlık kalacaksın, sil gözünün yaşını !"
"Bu iş böyle gitmez diyorum ben herşeye rağmen"
"Ne yani Belçika ve Bosna yardım eder mi diyorsun ?"
"Vakti zamanında biz Bosna'ya yardım etmedik mi ?"
"Balıkları göndermemişizdir inşallah yanlışlıkla oraya ?"
"Yahu yine karıştırdın sen İhtiyar !"
"Neden karıştırayım ? Asıl karıştıran ve hatta asıl ihtiyar Aragones değil mi ? Niye çift forvet oynatmıyor Semih ile Guiza'yı ?"
"Anlaşıldı, her iki taraf da Kemal'leri dinlendirsin mi diyorsun ? Belki birkaç değişiklik, taze kan felan.."
"Olabilir tabi ama Semih'in yerine Sabri'yi almasın ! Zaten ne demişler; tavası olmayan köye balık dağıtılır mı ? Dağıtılmaz..."
"Bana bak, sen az gelsene hele buraya !"
"Pşııık ..! Sana her telefon açan kuşun eti yenir mi ?"
"İncir çekirdeğini doldurmayan şeylere yazı denir mi ?"
Eften püften değerlendirmeler diye boşuna mı yazdık ..?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Bir Gün
Olurda bir gün
Bir aksilik olurda gidersen ardına bakmadan...
Bir yanım sende kalmalı,
Bir yanımı almalısın gecene
Göğündeki bulutlara asmışken kendimi,
Yağmak diyorum...
Senin olmadıgın coğrafyalara yağmak,
Başka aşkları ıslatıp durmak..
Ne varsa senden geriye kalacak olan
Dağıtabilmeliyim bu şehrin küskün çocuklarına,
Gülüşünü,
Düşlerini...
Ve birazda
Elde kalan hüzünlerini...
Şüpheli sitemlerin varsa hala soyleyemediğin...
Dindirmesini beceremedigin hasretlerin...
İşledigin bütün günahlardan,
Yarım yamalık sevdalara
Güneş ışıgından payına düşen sıcaklıktan,
İlk adımınla başlayacak ayrılık anına kadar
Soyut,somut ne varsa
Yanında götür
Canımı yakmadan...
Senden Sonra;
Bizi tesadüfen karşılaştıran bu şehre,
Beş vakit ezan kadar,
Beş vakit ihanette şart...
Mehmet Güneş
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|