|
|
|
16 Nisan 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : 2 melek 1 havuzu zemzemle 3 saatte... |
Merhabalar,
Bir dost meclisinden az önce döndüm. Gündemle ilgili eteğimizde ne varsa döktük rahatladık. Bir kısmını burada yazsam dalgalanmaya maruz kalmaktan korkarım, neme lazım. Aynı kısa pantolonu giydiğimizden olsa gerek, herkes yaşanan garabet konusunda hemfikir. Ortak kanı, ABD odaklı bir projenin parçası olmaya devam ettiğimiz. ABD'nin el atıp başarıya ulaştığı diğerlerinin aksine, herşeye rağmen kolay teslim olmamak gibi bir melekemiz olduğu konusunda da fikir birliğimiz var. Aslında bu konu çok önemli, pekçok akıllı insanın yıllar öncesinden görüp uyarmaya çalıştıkları halde duymamazlıktan geldiğimiz gerçeklerle bugün karşı karşıyayız ama gene de direnmeyi sürdürebiliyoruz. Bunun türlü açıklaması olabilir ama en önemlisi Atatürk paydası olsa gerek. Onun çağdaşlık anlayışını şiar edinmiş insanların varlığı bu direncin can damarı. Yapageldiğimiz yanlışlardan ders alarak bu hasletimizi öne çıkarmanın yollarını bulmalıyız artık.
Örneğin bir dostum rahmetli Uğur Mumcu'nun bir öngörüsünü hatırlattı dün gece. "İmam hatip liselerinin yaygınlaşmasına bu hızla izin verirseniz, gün gelir, hemen her kademenin, adliyenin, hakim ve savcıların kimlik değiştirdiğini görürsünüz ama çok geç olur." diye özetlenebilecek şeyler söylemiş Mumcu. Ne kadar da doğru söylemiş değil mi? Geldiğimiz noktada, çağdaş yaşamı, bilimi sorgulayan savcı bir imam hatipli. N'olur canım der geçerseniz işte bu olur. Bir lisede, bir kimya dersinde, adına hasbelkader hoca denen biri çıkar ve sınavda şu soruyu sorar;
“X şahsı hayatı boyunca 3.10 üzeri 22 tane iyilik ve 4.10 üzeri -2 mol kötülük yapıyor. Hesap günü mizanda iyilik ve kötülükleri tartılıyor. İyilikleri ağır gelirse cennete, kötülükleri ağır gelirse cehenneme, tam nötrleşme olursa Araf’a (hayvanların ve delilerin barınacağı yere) gidecek. Bu şahsın hesabı görülünce durumu ne olacak. İşlem yaparak sonucu bulunuz (N: 6.10 üzeri 23).”
Bunlara münferit olaylar diye bakar, kafanızı deve kuşu misali kuma gömerseniz, yarın çocuklarınız matematik dersinde zemzem suyuyla dolup boşalan havuz problemlerini rahle üstünde çözmeye başlar şaşar kalırsınız. Sessiz kalmayın, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deryaneval : Derya Ongun DERYA'YLA YOLCULUK =II= |
|
Şimdi görüyorum ki, aslında bütün çocuklar birer paradoks. Fiziksel ve ruhsal paradoks şöleni çocuklar. Şaka gibi. Çok zekice yapılmış ve her hatırlandığında insanı kalpten güldüren dünyanın en tatlı ve vazgeçilmez şakaları.
İşte bu tarif etmeye çabaladığım "şaka" Derya, anneannesinin kiracısı Bakkal Hikmet Abi'sinin dükkanında keşfettiği Çokella tüpünü de, evvelce anlatmış olduğum aceleyle, bir seferde ağzına alıp, bitirene kadar ağzından çıkartmazdı. O krema çikolatanın ağzında bıraktığı eşsiz lezzeti, çiğnenme zahmetini bile yüklemeksizin, damakta gönüllüce dolaştıktan sonra ağızda tarifsiz bir tad bırakarak boğazdan mideye akışının, o anın ayinsel keyfini bile kaçırırdı. Acele neydi? Oysa diğer çocuklar tüpten bir ağız dolusu çikolatayı emdikten sonra tüpü ellerine alır, ağzılarındaki kremayı yavaş yavaş içerde döndürüp boğaza yollama ve damaktaki o muazzam lezzetin tadını çıkartma işlemini başarıyla uygularlardı. Devamında ellerindeki tüpü, bir sonraki emmeye karşı yüreklendirmek istermişçesine seyrederek, arada bir de etraflarındaki diğer çocuklara gururlu ve bir o kadar da "acaba kiminki önce bitecek, en son ben bitireyim" kaygısıyla bakarak, süslerlerdi bu ritüeli. Kiminkinin önce bittiğini söylemeye gerek var mı? Elbette benimki... Hiç ağzımdan çekmeden, bir yandan da dibinden sıkarken çene kaslarımla emerek koordine sömürdüğüm tüp tombulluğunu hızla kaybedip elimde buruşuk ve ihtiyar bir aluminyum levha haline geldiğinde, sindirim sistemime yüklenmiş olmakla kalmayıp, hala daha keyifle Çokella'larının tadını çıkartan diğer çocukların yanında, menzile herkesten evvel erişmiş ama aniden olayın aslında yarış değil keyifli bir gezinti olduğunu geç anlamış bir yaban atının hüzünlü yanlızlığında kalakalırdım. Bundan ders alır mıydım? Elbette hayır!
Yaşım 50'lerde, bir miktar törpülenmiş olduğunu söyleyebilirim, ama itiraf etmeliyim ki bu kendi irademle ulaştığım bir sonuç değil, sadece ve sadece hayatın kafama vura vura öğrettiği geç kalmış ve henüz hala natamam bir eğitim olarak yer almakta bugüne kadarki yaşam yolculuğumda.
İlerleyen zamanlarda benzer, hatta bazen tıpa tıp aynı şeyleri neden tekrar tekrar yaşadığımıza şaşırıyoruz ya hani! Aslında şaşıracak da fazla birşey yok, öğrenene kadar yaşamak zorundayız. "A" harfini düzgün yazana kadar yazdırılmak zorunda bırakılıyoruz. Bunu anlamak A harfini ilelebet düzgün yazma alışkanlığını yerleştiriyor mu sistemimize, bilemem, bunun cevabı hala daha o harfi yazmak zorunda olup olmadığımızda! A harfi burada sadece bir semboldü gerçi, ama hoş bir "tesadüf" olmuş alfabenin ilk harfi olması bakımından, bunu derhal kullanıyor ve demek istiyorum ki, kimilerimiz "b" harfine bile ilerleyemiyor, kimilerimiz "g" de takılıyor, kimilerimiz ise "z" harfini dahi erken dönemlerde halledip başka alfabelere geçiyorlar.
İmrendim diyemeyeceğim, olay "geçmek, ilerlemek" olduğunda genetik bir şifre olduğundan kuşkulandığım "hayatımın duraklarını biran evvel ziyaret etme" dürtüsü derhal uyuduğu yerden kalkarak beni kuşatıyor, işte gene geldi, kollarındayım onun! Ama artık şikayetçiyim bu içgüdümden, bana sadece "git, durma, koş, onu da bitir, bir sonrakine yetiş!" diyor. Tamam yapacağım bunları,yapıyorum da zaten, ama artık bilmek istiyorum, ya bir gün artık gidecek hiçbiryer, yapacak hiçbirşey, yetişecek hiçbir olay, varacak hiçbir durak kalmazsa, o zaman bu içimde beni sürekli dürtükleyen içgüdüm belki de huzurlu bir uykuya geçecek ve ben yapayanlız ve çaresiz mi kalacağım? O zaman da, beni bilmediğim yeni bir açılımın "başlama noktasına" mı bırakacak, yoksa bıraktı mı bile? Ah benim sabırsız ruhum, huzurlu sabırsızlığı kendine şiar edinmiş benliğim, ondan öyle tatlı şikayetçiyim ki!
Anneanneme dönüyor tekrar dimağım. Anneannemin adı Nazire idi, ama nüfusunda "Ayşe Sıdıka" yazıyordu, bu muamma hiçbir zaman çözülmedi. Kendi ifadesine göre doğduğunda annesi "adı Nazire olsun" demiş, anneannemin annesi naiv ve hasta bir kadınmış genç yaşına rağmen, kimbilir, belki de kızını, ona erken veda edeceğini hissederek kendi yansıması olarak, "nazire" olarak birakmak istedi hayata, nazire yaptı kızına bu ismi koyarak kadere,
- Ey hayat, sen beni erken gönderiyorsun ya, al sana bir tane daha benden, üstelik adı da Nazire, anlayana......
dedi belki... Hayatı erken terkedişinin şuursuz bilinci içinde bu ayrılığı kendince bu isimle mi protesto etti ve hayata meydan okudu, bilinmez, ama nedense büyükleri küçük Nazire'nin adını kayda "Ayşe Sıdıka" olarak geçirmişler. Onlar bu konuşulmayan kader ayrılığını farklı isimle değiştirebileceklerini sandılar belki, ama anne "Nazire" sini ve hayatı pek erken terkettikten sonra bu çaresiz kabullenişi, bebeği Nazire olarak çağırarak dile getirmişler besbelli.
Anneannemi teyzesi büyütmüş, Nazire diye çağırmış, herkes de öyle bilirdi zaten. Nüfus kayıtlarına bile "nazire" yaptı anneannem hayatı boyunca.
Çok doğal bir komedyendi anneannem. İnsanların isimlerinden etkilenip buna göre bir kişilik ve yaşam haritası/felsefesi geliştirdiklerine her gün biraz daha inanır oldum.
13 yaşındayken Hayri Bey'le evlendirmişler Nazire'yi. Hayri Bey anneannemden yaşça çok büyükmüş ve iki de çocuğu varmış, dulmuş Hayri Bey ve hastaymış da zaten. Çocukluğumun geçtiği o koskocaman anahtarlı koskocaman evi Hayri Bey yaptırmış. Hasta olduğu için hep yatarmış, anneannem de onun hemen yanıbaşında yer yatağı yapar orada uyurmuş nedense? Anlatırdı anneannem,
- "Nazire Hanım, siz bana pek güzel bakıyorsunuz, Allah sizden razı
olsun" der, eğilip saçlarımı, yüzümü okşayarak teşekkür ederdi
bana.
Henüz 13 yaşında olan Nazire, evlendiğinin hemen ertesinde sokakta diğer yaşıtlarıyla ip atlamaya devam ederken, kendisine "uygun bir dille" artık evli bir kadın olduğu ve sokakta oynayamayacağı söylendiğinde, ismini hakkını vererek taşıyan ve yaşayan Nazire buna da "nazire" yaparaktan
- Ayol o zamanlar zaten Lütfiye'ye (en büyük teyzem) gebeymişim, iyi ki ip atlamaya devam etmemişim, Allah muhafaza düşüverecekmişim Lütfiye'mi"
diyerek hem hayata 13 yaşında "kadın" edilmenin nispetini yapıyor, hem de Hayri Bey'in teşekkür okşamalarının hangi sınırlara kadar gidebildiğini de "hınzır" bir şekilde anlatmış oluyordu bizlere, ömür kadındı! Küçücük dünyasında öyle büyük bir hayat yaşıyordu ki, büyük hayatlarda küçücük kalmış birsürü insana inat. Kısıtlı gelişimini öyle güzel hazmetmiş ve öyle zengin yansıtır hale gelmişti ki, hayatla gerçekten de annesinin ona verdiği isim gibi tatlı bir nisbet, nazire boyutunda dokunuyorlardı birbirlerine.
Nazire 13 yaşını sürerken anne olmuş, Lütfiye'yi doğurmuş. Anlatırdı bize,
- Lütfiye'yi emzirdikten sonra bahçeye çıkardık, elma ağacının altına kalın bir keçe, keçenin üstüne de bir battaniye serer, kundaktaki bebeği oraya yatırırdım, ben de ağaca tırmanıp elma toplardım, süt olurmuş, öyle demişlerdi (yalan vallahi, onun canı oyun oynamak, ağaçlara tırmanmak istiyormuş besbelli), ben ağacın dallarından elmaları kopardıkça dallar ve yapraklar sallanır, Lütfiye de gözlerini kırpıştırırdı, pek eğlenirdik...
İlerleyen zamanlarda, Nazire kendisine bahçede bir salıncak yapacak, artık "palazlanmış" Lütfiye'yi de kucağına oturtup salıncakta "kolon vurarak" sallanacak, Nazire her "kolon vurduğunda" Lütfiye çığlıklarla karışık korku heyecanıyla süslenmiş kahkahalar atacaktı. Birlikte büyümüşlerdi Nazire ve Lütfiye anlayacağınız.
Haftaya buradayım gene...
Derya Ongun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay KARDELENLER YALNIZ DEĞİLSİNİZ |
|
Sevgili Elif,
Sevgili Ayşe,
Sevgili Fatma,
Yalnız değilsiniz. Sağlığı pahasına ömrünü aydınlığa, eğitime adamış Türkan Saylan'ın olmadığı gibi.
Sizleri okutmak için elinizden tutan Saylan'a binlerce teşekkür…
Saylan'ın evinde ve ÇYDD bürolarında elde edilen öğrenci listeleri; birçok kızımızın bu kampanyalarla okutulduğunun ve başarı kazandığının delili. Bu listeler aynı zamanda "özgürlüğün aydınlığın" belgesi.
Bu listelere adını yazdıramayan;
Yüzlerce Kardelen aile baskıları nedeniyle okumak yerine, tarlada işçilik yapıyor, kardeşlerine bakıyor, çamaşır yıkıyor, evleniyor. Kızlarımız ne çocukluğunu yaşayabiliyor ne de yaşamın güzelliklerini paylaşabiliyor.
Bir yandan zorunlu eğitim 12 yıla çıksın deniyor, bir yandan da eğitime engel olunuyor. Kızlarımızın elinden alınmış eğitim hakkı ile çağdaş aydınlık yarınlardan uzak yobaz bir zihniyetle karanlık bir nesil hedefleniyor olması da ürkütüyor.
Aydınlık, çağdaş eğitimli bir neslin ülkemize ne gibi bir zarar vereceğinin altını önemle çizelim. Çizelim ki yapılan bu operasyonların amacına "netlik" kazandıralım.
Eğer okurlarsa;
Elif, sorgulayan, algılayan çevresinde dönen oyunların farkına varabilen bir birey olacak…
Ayşe, okuyup ülke yönetiminde söz sahibi olup birilerini uyandıracak…
Fatma, öğretmen olup aydınlık çağdaş yeni nesil için çocuklar yetiştirecek…
Bu adımla Atatürk'ün "Çağdaş Medeniyetler Seviyesine yükselme" hedefinin tam aksine bir yol istenmektedir.
Doğu illerimizde birçok kızımız okul yerine dünya evine giriyor.
Henüz 12-13 yaşında olmasına rağmen, babası hatta dedesi yaşındaki adamlarla para karşılığı satılıyor. Ne içindeki fırtınayı dile getirebiliyor ne de anne babasına karşı gelebiliyor çocuk.
Çocuk yaşta evlendirilen be henüz biyolojik gelişimlerini tamamlamamış kızlarımız sağlıksız bir hayata itiliyor.
Eğitimsiz, kişiliksiz, statüsüz, mesleksiz ve gelirsiz bir birey olmaktan ileri gidemeyeceği bir hayata mahkûm ediliyor.
"Baba beni okula gönder" ve "evcilik değil evlilik" kampanyalarının amacı; "Sağlıklı, aydın, geleceğe umutla bakan nesiller" yetişmesini sağlamak.
Özgürlüğe, aydınlığa, çağdaşlığa indirilen darbenin ellerini çekin çocuklarımızın üzerinden.
Bırakın ülkemizi çağdaş medeniyetler seviyesine yükseltsinler.
Bırakın çocuklarımız karanlığı aydınlatan ışık olsunlar!
Nuran Talay talay.nuran@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Mehmet Ali Albayrak |
Engizisyon kılıcı, şeriat ahitleri, tanah mahkemeleri ve dünyayı ağlayarak seyreden peygamberler...
Dün "Goya'nın Hayaletleri" adlı filmi tekrar izlerken uzun zamandır aklımda olan dini bir yazının başlığı geldi, ampul gibi şakıdı beynimde. 3 ruhani din ve onların sayısız mezhepleri ile dünyanın döndüğü, beyinlerin ister istemez şekillendiği, sapkınlıkların ve masumiyetlerin ortaya çıktığı bir alemde yaşıyorsak eğer bu konuda konuşulacak ve tartışılacak çok şey var. Aslında konuşulacak ve tartışılacak çok şey var derken, insanların bir din seçmesi ve ona uygun kendi istek ve inançları ile ibadet etmesi konusunda söylenecek ve tartışılacak hiçbir şey yok bence. Burada kendimle tezada düştüğümü sanmayın. Benim üzerinde çok fazla tartışmak istediğim konu, bu dinlerin bilinmeyen yönleri ve yıkanmış beyinleri ile tarumar ettiği hayatlar ve milletler aslında
Derin devletler, onlarca istihbarat sistemi ve sayısız komplolarla dönen dünyada derin din heyetleri her zaman için saklanmıştır. Derin din evet biraz tuhaf durdu ama böyle bir durumun olduğuna adım gibi eminim. Hıristiyanların Evangelistleri, Yahudilerin Siyonistleri ve İslamın cihat savaşçıları…
Goya'nın Hayaletleri filminde 18. yüzyılda bir eğlencede, domuz eti yemeyen bir genç kızın Yahudi olduğu öne sürülerek, engizisyon mahkemelerinde yargılanması ve bunun sonucunda yaşadığı dram anlatılıyor. Bu filmi izleyince insanlara huzur, sükunet, masumiyet, mütevazılık, sevgi, hoşgörü ve her şeyden önemlisi empati için gönderilmiş dinlerin bazı insanların tekelinde nasıl bir zorbalık, anlayışsızlık, korku, işkence ve her şeyden önemlisi savaş için kullanıldığını anlamak ve bunun karşısında sadece kalakalmak ve yutkunmak. Eğer bu dinler ilahi ise ki öyle olduklarına inanıyoruz, bunlar peygamberlerden bizlere emanet değiller mi? Neden tepedeki birkaç kişinin tekelinde ve rantında dönüyor? Bugüne kadar yapılmış tüm savaşların arkasında ya açık bir şekilde ya da perde arkasında dini liderler var? Neden bu dünyanın en değerli altın rezervi Vatikan'ın elinde, neden bütün İslam'da yeşil para alışkanlığı var ve neden Yahudi'ler bütün paralarını Siyonizm uğruna harcıyorlar? Madem bu ilahi dinlerin başını çeken insanlar bu kadar inançlılarda neden Hz. Muhammed 23 senelik peygamberliği boyunca sadece 4 kere savaşmış, neden Hz.İsa'nın peygamberliği boyunca kendine tabi olan insanlar arasında tek cinayet davası ya da tek yaralama olayı yok, neden Hz. Musa firavun'a derdini anlattıktan sonra savaşmamıştır da, o bölgeyi terk etmeyi tercih etmiştir? Halbuki bu insanlar Allah'ın elçisi olan insanlar ve istedikleri anda istedikleri mucizeyi meydana getirebilecek güce muktedirler ve bu güçlerini kullanmıyorlar. Bütün dinlerde cömertlikten bahsedilmesine rağmen neden dünyanın büyük çoğunluğu açlık ile boğuşuyor? Bu büyük sistemi kuran Allah mı, bunca insana yetecek nimeti vermeyi hesaplayamamış yoksa açgözlü insanlar ve sözde ruhani liderler mi büyük payı paylaşıyorlar? Savaşlar gerçekten zulüm gören halkları kurtarmak için mi yoksa ülkeler kendi çıkarlarını mı düşünüyorlar yoksa ruhani liderler "oraları Allah istiyor gidin alın" mı diyor.
Hiç anlayamadığım bir şeyde; inanç için insanları zorlamak, ve Allah için kendisinin olmayan toprakları fethetmek. Yahu bırak bu dünyayı, bu koca gezegen, uzay boşluğu ve içindeki varsa dışındaki tüm her şey zaten Allah'ın değil mi? Sen nereyi ne için alıyorsun? Ya da her şeye muktedir olan Allah bir insanın inancını istediği şekle dönüştüremez mi? Sen kime neyi inandırmaya zorluyorsun? Ve sözde Allah için yapılan, ilahi dinler için yapılanların uğruna milyonlarca çocuklara, annelere, babalara kıyıyorsun da hiç mi aklına gelmiyor, bütün ruhani dinlerde bir diğer ortak paydanın da insan öldürmenin en büyük günahlardan biri olduğu.
Başka peygamber yok, bu size gönderdiğim son peygamber denmesine rağmen neden insanlar inatla ve büyük bir hırsla kendilerine sözde doğruları söyleyecek yalancı, düzenbaz, katil ruhani liderler arıyorlar?
Soruları sormakla bitmiyor yazı. Artık yavaş yavaş kısaca anlatmak istediğimi toparlayayım. Bence dünyada şuanda kullanılan tek silah ne ideolojilerdir, ne vatan millet Sakarya anlayışlarıdır, ne de geçek hissi sebeplerdir. İnsanları kutuplaştıran, hepsinin aynı Adem ve Havva'dan geldiklerine inanan insanları birbirine kışkırtan bu sözde ruhani liderlerdir, din ve Allah'ı buna alet etmeleri de onların ne kadar hırslı ve kanlı olduklarının göstergesidir.
Anlatacaklarımı az çok anlamış olan insanlara son bir soru sorarak bitireceğim. Bütün yapılan haksızlıkların, savaşların ve katliamların arkasına bir din inancı ve Allah rızası yalanını duymaktan bıkmadık mı yoksa daha nice canlar mı gerekli?
Herkesin kendi inancını doyasıya ve özgürce ve insani hırslardan arınmış bir şekilde yaşaması dileğiyle…
Mehmet Ali Albayrak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
KUŞLAR KOROSU
yaz gününün
sanki tuzlu, nemli rüzgarı
dağlardaki savaşçıların ateşiyle
dokundu dudağıma.
yüreğim
uzandı
umudun
ıslak çayırlarına.
gökyüzünde
kuşlar
döne döne
"çok sesli"
şarkı
söylüyorlardı.
"yolum üzre pusu kurmuş avcılar
yemin vermişler
sesimi, sözümü kesmeye
kanadımı, tüylerimi yolmaya"
işten atıldığım günün akşamı
dudağıma yerleştirdiğim ıslıkla
katıldım şarkısına kuşların.
düştüm yola
başımda dağ rüzgarı savaşçıların
avcılar ağlasın!
AYTEN UYAN
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|