Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 8 Sayı: 1.621

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 23 Nisan 2009 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : 23 Nisan Kutlu Olsun


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








 


Derya Ongun

 Deryaneval : Derya Ongun


  DERYA'YLA YOLCULUK =III=

Anneannemin o koskocaman kapısı koskocaman anahtarla açılan koskocaman evinin çok da kocaman olmayan bir bahçesi vardı. Küçük değildi ama sarmalayan ruhuyla beni gökyüzü ve toprak arasında açıkhavada kucağına alan bir bahçeydi. İki setten oluşuyordu ve üç yanı evlerle çevriliydi, tam karşısı ise mahallenin saygıdeğer hanımefendisi, belki de Salihat-ı nisvandan olan, Mühübe Hanım'ın (Mühübaanım) bostanına sınırdı. O zamanki bedenime göre omuz hizamda bir duvarla belirlenmişti bu sınır ve yığma taşlarla oluşturulmuş bu duvarın diğer yanından başlayıp Vatan Caddesi'ne kadar devam eden bu uçlu bucaklı ama ona rağmen "sonsuzluk hissini" bana ilk tattıran bu bostana danalar girer miydi, en çok bunu merak ederdim. Mühübaanım'ın bostancısı da vardı. Bostancının o danaları sopasıyla kovaladığını hayal ederdim bostandaki lahanalara bakarken, bir taraftan danaların lahana yediklerini belleğime kazırken, diğer yandan da sopayla danaları kovalayan bostancıdan korkardım.

Bahçenin sağ köşesinde Leman Abla'ların evi vardı. Leman ablayı anneannem çok severdi, bu yüzden komşuluktan, özel sevgi bağı sebebiyle, adeta ailenin bir parçası olmaya terfi etmiş Leman ablanın evinin arka küçük avlusu bir merdivenle anneannemin bahçesine bağlanmıştı.

Leman abla sarışın, bembeyaz tenli, çakır gözlü, ufak tefek ama kıpır kıpır bir kadındı. Aslında koca kadındı ama annem ve teyzem ona "Leman abla" dedikleri için ben de ona abla diyordum çocukluğun vazgeçilmez ezberine uyarak.

Bu "anne-baba"yı kayıtsız şartsız taklid etme bilgisi hafızama nasıl yerleşip yapı taşlarımdan birisi olmuşsa, ilerleyen yıllarda büyük oğlum Ömer henüz iki yaşında iken küçük oğlum Emir doğduğunda onu minnacık bir "abi" yapmış olmam cürmü ile beni kibarca suçlayan aile büyükleri

- Aman, Ömer'in yanında bebeği fazla sevme, hatta şikayet falan et, çocuk sarsılmasın, kıskanmasın, üzülmesin..

buyurduklarında,

- Hayir olmaz, elbette bebeği seveceğim, hem de özellikle Ömer'in yanında, sesli seveceğim. Hayır, sizlerle inatlaşmıyorum, demek istediğim, bu çocukların modelleriyiz biz, benden gördüğünü önce "taklid" sonra da "tavır" edinecek ve kardeşini sevmeyi de benden ve babasından ve, ikna olursanız eğer, sizlerden öğrenecek..

dediğimde burun kıvırıp hatta biraz da "ukalalıkla" itham etmişlerdi beni sessizce. Ben ise, bu fikir ayrılığından birkaç hafta sonra, mutfakta bir işle meşgul iken Ömer'in hemen mutfağın yanında olan bebeğin odasından gelen şu sözleriyle haklılığımın gururunu yaşamıştım:

- Aman da uyumuş da güllere mi boyanmış, şeftali miymiş, canı mıymış?

Ömer, Emir'in karyolasının kenarına tırmanmış, ve henüz uyanmış ve onu gülen gözler ve kıpır kıpır oynayan kollar ve bacaklarla izleyen kardeşini, hatırlayabildiği "benim cümlelerimle" seviyordu.

Nereden nereye atladım, evet, annemi birebir taklid ederek annemin abla dediği anneannemin komşudan "aileden biri" olmaya terfi ettirdiği "Leman abla"yı çok severdim. Bahçenin beni sarmalayan güvenli özgürlüğünde çok tanıdık ve sevgili bir köşetaşıydı Leman abla. Çakır gözlüydü demiştim ya, bu çakır göz tuhaf birşey, içinde yakamozlar var, hele ki Leman abla gülüyorsa, mutlaka gözlerinden yaşlar gelirdi. Gözyaşlarıyla yıkanan o çakır irisler ise, ıslanınca beliren kırmızı damarlarla renklenen gözlerin ortasında, denizin içinde bizi afallatan parlak çakıltaşları gibi sürpriz renklerle yanıp sönerdi. Kendi gözlerimin çakır olmadığını öğrenmeme rağmen, gülerken ağlayamayan ben, bir ümit ağlarken aynanın karşısına geçip kendi gözlerimde o pırıltıları bulmayı ümid ettim uzunca bir süre. Parlamadı o çakıl taşları benim gözlerimde.

Leman ablanın üç çocuğu vardı, kızı Güner, oğulları Cemalettin ve Fehmi. Bu üç çocuğun babası ve Leman ablanın kocası da Asım Efendi. Nedense "abla" denilen Leman'ın kocası Arnavut Asım, ne Asım Bey, ne Asım abi olabilmişti. Bunun arkasındaki hikayenin ne olduğunu hala daha tam bilmemekle birlikte hafızamdaki silik bir hatıra ve onun cılız cızırtılı sesi şöyle bir kayıt sunuyor bana sanki. Asım efendi aksi bir insan, huysuz, Leman abla anneanneme kısık sesle birşeyler anlatıyor. Çocukların yanında bazı şeyler konuşulmaz ya, çocuk duymasın diye konuşmanın ses düğmesi birden kısılır ya, ve işte tam da bu sebepten çocuklar seslerin alışılmış frekanstan aşağı inmesine hemen dikkat kesilirler, o ana kadar takip bile etmedikleri, sadece tanıdık bir gürültü olarak çevrelerine sarmaladıkları konuşmayı bu volüm değişikliği sebebiyle "dinlemeye" başlarlar ya. En azından ben böyle yapmış olmalıyım ki, Leman ablanın küçük harflerle anlattıklarını dinlemişim demekki. Bunlar onu üzmüş şeylermiş ve üzen de kocasıymış.

Bugün düşündüğümde ise, Leman ablayı üzüyor olması sebebiyle Asım, "Bey" liğe ya da "Abi" liğe layık görülmüyor, ama belki Leman ablaya daha yumuşak davranmasına duygu vesilesi olur düşüncesiyle, ters empatiyle belki, "Efendi" sıfatı biçiliyordu üstüne. Demiştim ya, anneannemin adı Nazire idi, hayatı da "nazire" yaparak yaşadı, tam da annesinin ona uygun gördüğü ölçü ve formatta. Leman Abla'nın kocasına Asım Efendi diyordu anneannem, annem ve teyzem ve tabii ki ben, kusur kalır mıyım hiç.

Leman abla bana tavuk kümesini hatırlatır, kümesteki horozu, kümesten yumurta toplamayı, bir de hindi kabartmayı:

- Kabaraaaamazsın kel Fatmaaaaa, anneeeen güüzel sen çirkiiiiin

Sahiden de hindinin karşısına geçip bunu söylediğimde, daha ilk seferinde bile, kabarmıştı hindi. İlk denememde başarılı olmuştum, müthiş bir kadındı bu Leman abla, güldüğünde gözlerinden yaşlar gelen, gözlerinin içinde yakamozlar parlayan, aksi ve huysuz Asım efendi'nin karısı, anneannemin arkadaşı, annem teyzem ve benim Leman ablamız.

Bahçenin sol köşesinde, mutfaktan bahçeye açılan kapı ile tam karşısındaki, gövdesine fulbahri dolanmış leylak ağacının arasında, bir tahtaperde vardı. Tahtadan perde mi olurmuş sorusunu, cevabını bulamayacağımı anladığım, o tahtaperdenin kornişe oturmadığını, sağa sola çekiştirilemediğini keşfettikten sonra belleğimin cevapsızlar bölümüne koyarak "kabulleniş" tecrübeme bir yenisini daha eklemiştim.

İşte bu tahtaperdenin de sol kenarında bir kapı vardı, kapı bizim bahçeden açılıp kapanıyordu, yani anneannem istediğinde açılıyor, istemediğinde ise kapanıyordu. Bu bana hep aslında yandaki evin de anneannemin kontrolunda olduğu gibi bir his verirdi ve bu sebeple yan komşuların aslında nezaketle tolere ettikleri bu davranışı kendi kendime ancak böyle izah edebilirdim. Sonraları bu kapının açma-kapama mekanizması çift taraflı olarak değiştirildi ama ne onlar kapattılar, ne de anneannem, kapı çift tarafında kullanılmayan kulp ve kilitleri olan komik ve işlevsiz bir dekor olarak yer almaya devam etti tahtaperdede.

İşte o tahtaperdenin arkasında, bizim eve bitişik Sabire Hanım'ın evi vardı. Sabire Hanım Denizli'liydi ama İstanbul Karagümrük semtinin Keçeciler mahallesinde iki evli kızı Nezahat ve Vesile, isimleri Ayten, Zehra ve Tahir olan üç bekar çocuğuyla anneannemin komşusu olan Sabire Hanım bütün ruhuyla Denizli'de kalmıştı aslında. En çok da konuşması.. Bana göre çok eğlenceliydi kelimeleri telaffuz edişi ve konuşma melodisi. Evet, aynen böyleydi, "eğlenceli"! Çocuk olmanın büyülü bilgeliğinin bir diğer ürünü bu işte. Yetişkin olunduğunda belki de "alay" ya da "küçümseme" olarak algılanabileceği kuşkusuyla farklı konuşan/davranan kişiler karşısında içimizden kahkahalar atarken en ciddi ve anlayışlı tavrımızı takınmak mecburiyetimize patetik bir tezat teşkil eder çocukların "eğlenceli" bulma ve bunu özgürce gülerek, o insanı keyifle dinleyerek, o insan geldiğinde sevinçle karşılayarak verdikleri tepki.

Ne oluyor da kendi kaybettiklerimizi özlerken bir yandan, diğer yandan büyük bir özen ve inatla kendi çocuklarımızın da bu büyülü bilgeliği kaybetmeleri pahasına onları "eğitmek" adı altında doğallıklarını yapay sosyal kalıpların içine hapsedebiliyoruz. Hiç mi dönüp bakmıyoruz kendimize, özlediğimiz duyguların çocuklarımızda aynı saflık ve doğallıkla varolduğunun hiç mi farkına varamıyoruz. Belli ki evet, maalesef evet, hiç göremiyoruz.

Sabire Hanım'ın da evi üç katlıydı anneannemin evi gibi. Onların en üst katı ama terastı, ya da balkondu, üstü açıktı yani. Oysa bizim evin en üst katı çatı idi, tavanı üçgen ve alçak hafif, içinde birkaç eşya, önünde ise tahta korkuluğu oymalı "tehlikeli balkon" vardı. Anneanneme göre balkon çoktan çürümüştü ve Allah korusun oraya birisi bastığında çökecekti. Öyle cezbederdi ki bu beni.

Bostan sahibesi Mühübaanım'ın bostancısını, lahanaları yiyen danaları sopasıyla kovalamasını seyredebilmek için tehlikeli balkona çıkıp beklediğimi hayal ederek, kendimi en çılgın korku fantazimin içine atardım geceleri teyzemin koynunda, pilavı yapılamayacağına karar verdiğim "pirinç karyolada" yatarken. Teyzemin sıcaklığı ve pirinç karyolanın güvenli rahatlığının kucağında gizlenmişken bu kendi eserim olan korku filmini seyretmeyi adet haline getirmiştim.

O çocuk halimdeyken bile kendi yarattığım korkuyla alay edebilen ben, ne oldu da bunca yaşayıp tecrübelendikten, kendi gücümün yaşayarak farkına varabildikten sonra, bu yaşımda kendi yarattığımın bile farkına varamadığım korkularımın arasında titrer buluyorum kendimi. Büyümek denen şey aslında bilinen, daha doğrusu hatırlanan kadim bilgilerin hafızadan silinmesine verilen isim mi? Bilge doğuyor ve büyüdükçe aklımıza hükmedecek kalıcılıkta dimağımıza, ruhumuza zorla yerleştirilen kalıp kandırmacalar yüzünden bu bilgelik ipuçlarını teker teker kaybediyor, günün koşullarına göre birilerinin karar verip değişmez kurallaştırdığı "sözde doğrular"ın yapay kucağında, bildiklerini hatırlaması engellenmiş "eski bilgeler" olarak devam mı ediyoruz hayatımıza? Buna devam etmek denirse! Aslında kişisel gelişim olarak geri gitmekteyken istemediğimiz ya da kontrol edemediğimiz bir istikamete sürüklüyor muyuz hayatı. Sonra bir gün, hani şu hep dillerde dolaşan "içimizdeki çocuk", bana göre ise unutturulmaya ve saklanmaya zorlanan bilgelik ortaya çıkıyor. O zaman da evrenselleştik, geliştik, mükemmelleştik gibi kandırıkçı ezberlerle mi ifade ederek aynı aymazlığı devam ettiriyoruz?

Yaşlandıkça çocuklaşmaktan bahsedilir ya hep, peki bu iki eşsiz "bilgelik" yani çocukluk ve yaşlılık arasına sıkıştırdığımız ya da yaydığımız "ömrümüz" neden bambaşka bilgilerle geçirilmesi gereken bir zaman? Başlanılan noktadaki algılama ve formata geri dönülüyor madem hayatın son devresinde, arada yaşananların rolünü nasıl tanımlayacağız? Cevabı olmayan bir soru daha...

Bitmedi elbette... yolculukta mola zamanı...:)

Derya Ongun


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,808,808,808,808,808,808,808,808,80
5 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


Nuran Talay

 Kahveci : Nuran Talay


  ULUSAL EGEMENLİK ÇAKMA DUYGULARA YENİK Mİ DÜŞÜRÜLÜYOR!

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için; "Atatürk armağan etmedi bu bayramı, Atatürk onu yapmadı, Atatürk bunu yapmadı" diyenler var… İçlerindeki kini, öfkeyi bu sözlerle bastırmaya çalışıyor.

Bir milleti yoktan var eden, Cumhuriyet'i kuran, düşmanları topraklarımızdan arındıran bir önder daha ne yapmalıydı?

Türk milletine inanmayıp bir Cumhuriyet kurmasaydı…

İlke ve İnkılâpları olmasaydı…

Dünyaya bakış açısını Yurtta sulh, Cihanda sulh sözleri ile benimsemeseydi…

Öğretmenler yeni nesiller sizin eseriniz olacak sözleri ile öğretmenlere güvenmeseydi…

Hasta yatağında annesini bırakıp yurdu kurtarmaya çalışmasaydı…

Ne olurdu?

Ya da…

Yetim büyüdü diye isyan etseydi varoluşuna…

Hain ilan edildiğinde ordunun komutasını bıraksaydı…

Çocuğu olmadığı için çocuklara inanmasaydı…

Hastalığında "Ankara'ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım!" sözleri ile Türk doktorlarına güvenmeseydi...

Ne olurdu?


Söyleyeyim,

Türkiye Cumhuriyeti olmaz,
Tüm etnik kökenleri ile vatan topraklarında yaşayan her milletten insan, tek bayrak, tek dil, tek devlet çatısı altında toplanmazdı.
Düşünce özgürlüğü ve kuruluşların dini düşünce ile dini kuruluşların etkisinden bağımsız olmaları sağlanamazdı.


Toplumda, en yüksek hürriyetin, eşitliğin, adaletin sağlanması ve istikrarın korunması ancak milli egemenliğin sağlanması ile devamlılık kazanacağından;
hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası "milli egemenlik" oluşturulamazdı.

23 Nisan 1920 tarihi Türk milleti için bu yüzden büyük önem taşır.

Atatürk'ün 1924'te İlk Meclis'in açılış tarihi olan '23 Nisan' gününü bayram olarak kutlanmasını istemesinin ardında çocuklara olan sevgisi ve güveni yatıyor. "Bugünün küçükleri yarının büyükleri" diyerek çocukların toplumların gelişimi için ne denli önemli olduğunu her fırsatta dile getirmiştir.

Atatürk'ü karalama haberleri, kendilerince bir misyon, bir lider benimseyenlerin çakma duyguları ne çocukların bayramına gölge düşürebilir, ne de milletin egemenliği sarsabilir. Devlet, istiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda, gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri almaya, uygulamaya azimli ve kararlı olmaya devam ettiği sürece.

Aksi halde egemenliğinden, milli benliğinden yoksun bırakılmış bir milletin varlığından söz edilemez.

Hadi, çocuklar,

Hadi, dünün çocukları,

Hadi, armağan edilen bu bayrama sahip çıkarak, bayraklarla, balonlarla tadını çıkartarak yaşayalım, yaşatalım…


Nuran Talay
talay.nuran@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,179,179,179,179,179,179,179,179,17
6 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kahveci : Buket Çetin


Tükenmezkalem ve Kurşunkalem
(Bir Kadın - Bir Adam)


Her kalemi tutan bir el midir? Her elin içindeki bir kalem mi?
Beyaz sayfalı bir defter her elin önünde! Kimininki yetmiş, kimininki atmış, kimininki yüzlere varan! Ve defter ortaları, dönüm noktaları, törenle açılıp törenle üzerinden geçilen! Her kalemin bir yazısı: parmak izi. Her yazının altında bir imza: kalemin aynası !

Yazıları yazan, yazıların altına imzalar atan kalemler vardı. Her el yazısı parmak izi gibiydi, her imza karakterin aynası. Çeşit çeşit kalemler vardı. İnce, uzun, şişman, bazen kısa, bazen parmakların arasına yerleşiveren elle tutulur, bazen tutmaktan huzursuz olup yazıp da bitirivereyim dedirten ve parmaklarda nasırlar yapan, nerden aldım bunu dedirtip bir yazıp bir yazmayan, bazen başına dokununca eyleme geçebilen, bazen sayfaya sürter sürtmez ucu kırılıveren, açık renk, koyu renk, kimi zaman ucundan doyasıya mürekkep akıtıp dolgun dolgun yazdıran, bazen cimriliğinden yazarken bastırdıkça bastırmak gereken ama yine de nuh deyip peygamber demeyen, bazen hışırtısının büyüsüyle yazdıkça yazası gelen, bazen kokusunu sayfalara sürüp ömür boyunca ılık ılık estiren, mavi, siyah, kırmızı çeşit çeşit kalemler…

Ucundan parlament mavisi mürekkep damlayan bir tükenmezkalem, bir kadın. Dışardan bakanlara ele avuca gelmez, güç kuvvet yetmez bir kalem gibi dururdu. "Yok yok bu kaleme gücüm yetmez benim!" Aslında hiç de öyle bir kalem değildi, tüm büyüsü yürüyüp giderken satırlarda bıraktığı çizgilerindeydi. Tuhaf bir ışıltısı vardı çizgilerin, en sönük ışıkta bile güçlü bir okunuşu vardı. Bazen gülüş bazen bakış denilen. Büyüden gözünü alamayan her ikisi diyenlerden çıkardı. Büyü bu ya, çizgilere takılıverirlerdi birden.

Gelgelelim mürekkebi iyi olan kalemler kötü olanlara göre kısa ömürlü oluyorlardı. İsimlerine onun için tükenmezkalem deniyordu, kaderin cilvesi isime takılıp biraz oyalansın diye. Gerçi ne de yaman olduğu su götürmez bir gerçekti bu "kader" denilenin, buna rağmen sığınılırdı bu garip inanca, bu tuhaf aldatmacaya, biz atalım da tutarsa tutsun misali. Kalemde tutardı bu aldatmaca, kalem bilirdi ömrünün kısa olduğunu. Adı tükenmez olsa bile bir gün zamanının tükeneceğini. O nedenle her kelimeyi geçirmezdi satırlara ve bilirdi ki tükenmez bir kalemin yazdıkları silinmezdi, geri dönüşü olmazdı, belki üzeri karalanır, belki sayfalar yırtılır ama yazdıkları kalırdı sürtündükçe satırlara. Onun için hep yavaştı adımları. Herkes dakikalarda satırlar doldururdu, onun her sol baştan sağ köşeye gidişi saatler alırdı. Zamanı sindire sindire usul usul damlatırdı mürekkebini. Ucundan süzülen her bir harfte zamanın büyüsü sinerdi satırlara, yaşanmış her bir anının derin suretleri yansırdı sayfalara. Belki de onun için silinmezdi ucundan damlayan parlament mavileri, zamanın nakış gibi işlediği anılar mavi mavi dökülürken kalemin ucundan sonsuzluğa doğru yerleşiverirlerdi.

Bazen kadere isyan ederdi yazdığı satırlarda. Bir günün içerisinde yazmaktan en çok sıkıldığı zamanlara denk gelirdi bu isyan nöbetleri, yazmak istemeyip yazmak zorunda olduğu isyan saatleri! Günün ilk ışıklarıyla başlayıp son ışıklarına kadar süren, bazı saat başlarında konu başlıklarını değiştirerek ilerleyen ve zaman akarken çoğunda bir günü diğerini aratmayan. Bu saatlere tükenmez kalemin mürekkebinin silinmezliğini hatırlatan atasözleri ve deyimler eşlik ederdi, söz uçar yazı kalır, uçanı yakalayamazsın yazılanı unutmazsın misali, adımları daha da ağırlaştıran, güvensizliği her saniye omuz başında hissettiren.

Ve farklı bir kalemdi kurşunkalem, adam. Geçtiği yerlerde bıraktığı yazılar kalıcıydı gerçi ama her an bir silinme tehlikesi vardı. Ayrıca buna eşlik eden bir de hızı vardı. Onun için okunmuyordu bazen yazdıkları. İllaki bir anlam çıkarmaya çalışıp bir kelimeye takılmamalıydı mesala, çünki kurşunkaleme geri dönmeye çalıştığında dağlar tepeler aştığı fark ediliyordu. Kaplumbağa ile tavşan hikayesi gibiydi tükenmezkalemle aralarındaki ilişki, biri kaplumbağa kadar yavaş, öbürü tavşan kadar hızlı. Biri kaplumbağa gibi küçük ince adımlı, öbürü tavşanınki kadar ölçüsüz gelişigüzel adımlı.

Aslında bu hız tutkusu da kalemin biraz kendinden kaynaklanıyordu. En büyük özelliği yazdıklarının beğenilmeme durumunda silinebiliyor olmasıydı. Çeşit çeşit maskeleri, oyunları vardı. Sayfaların üzerinde hızlı ve coşkulu adımlarla koşturup dururken bir dolu bir dünya kalemle tanışmıştı. Ve tanıştığı her bir kalemde kullandığı değiş değiş bitiremediği maskeler, oyunlar… Değiş değiş bitiremezken canının sıkıldığı durumlarda şöyle bir tersine çevrilip bazen usulca, bazen coşkuluca siliniveren yazılarına borçluydu hızını. Adımlarının boyunu ölçmezdi onun için, nerde başlayıp nerde bitmesi gerektiğine de bakmazdı. Ve düşünmeden atardı imzaları, hızlı, çarçabuk. İmzalar düşünülmeden atılırken eller titremezdi onun için ve bilinirdi ki titremeyen ellerin hiçbir kaygısı olmazdı. Kaygının olmadığı yerlerde gülüşler daha büyük, daha iç açıcı, daha inandırıcı olurdu. O kurşunkalemle kaygısız imzalara dururken kurşunkalemin deli coşkusu gibi deli yeşil gülüşlerin akisleri yansırdı bakanlara. Kurşunkalem isterse silinebileceğinden emin adımlarla koşturup dururken güven bırakırdı adını unuttururcasına yanındakilere!

Gerçekteyse silinebilir bir güvendi kurşunkalemin ardında bıraktığı. Yine de, kurşunkalem olduğunu bile bile el sıkışırdı yanındakiler onunla ve el sıkıştıklarından biri parlament mavi damlalı tükenmez bir kalemdi.

En çok imza atarken takılırdı kurşunkalemin gözleri tükenmezkaleme. Belki de hızlı coşkulu yaşamının en ağır zamanlarıydı onun imza atışını seyrettiği anlar. İmzanın adımlarının geliyorum dediği andan itibaren tek bir hareketinin, tek bir mimiğinin bile gözden kaçırılmaması gereken, profilinden, önünden, ardından, hatta mümkünse tavandan ve hatta yerlerden farklı farklı açılardan pür dikkat izlenilip her bir küçük hareketin zihne kare kare yerleştirildiği, tükenmezkalemin etrafında fırıl fırıl turlar attığı zamanlardı. Tükenmezkalemin zaten ince küçük adımlarla ilerlediği kaygılı zamanlarına daha da bir kaygı ekleyen zamanlardı bunlar. Bin bir hesabın işe koşulup, bölünüp çarpılıp, çıkarılıp toplanılıp, bilinen tüm atasözleri ve deyimlerin evirilip çevrilip tüm süzgeçlerden geçirildikten sonra en sonunda mavi damlalarla akıtıldığı zamanlardı. İmzaların güçlü olması gerektiğini öğrenmişti çünkü tükenmezkalem. Binbir güçlükle yazılan sayfaların bazen yokolduğunu, yazılan tek bir kelimenin koca bir cümle es geçilerek ne manalara çekildiğine tanık olmuştu. Yazılar ve sayfalar gibi imzalar da güçlü olmalıydı onun için, bir kurşunkalemle atılamayacak kadar güçlü!

Bu iki kalemin birlikte olduğu zamanların en büyük çelişkisiydi imza zamanları. Biri o kadar kalıcı olsun isterken diğeri o kadar geçici olsun isterdi. Aslında bu durumu ilk fark eden kurşunkalem olmuştu. Gezdiği, hoplayıp zıplayıp uçuştuğu yerlerde tesiri etkili ama yakalanabilirliği zayıf yazılar bırakırken kendisinin bu kadar zıddı bir kalemin harcadığı zaman ve inattı dikkatini çeken. Hep hazırlıklı gelirdi onun için imza zamanlarına. Adeta büyülü bir tören hazırlığıyla her bir imza zamanına değişik bir maske, bir oyunla eşlik ederdi. Gelişini dört gözle izlediği gibi gidişini de dört gözle izlerdi. Aslında gidiş de tam olarak gidiş gibi değildi kurşunkaleme, her yeni imza törenine hazırlığın yeniden başladığı zamanlar gibiydi bitişin başlangıçları.

Ve bir gün gerçek bitişin başlangıcı oldu bu iki kalemin birlikte yazdığı yazılarda. Bitişin geldiğini ikisi de defter ortasına geldiklerinde anladılar. Anladılar ki bu bilinmez kaç ortalı defterin yeni bir dönüm noktasındalar. Birlikte yazdıkları yazılara sıradan zamanlar gözüyle bakarken bir sonraki sayfayı çevirdiklerinde ikisi de gözlerine inanamadı karşılarındaki sayfayı gördüklerinde. Burası bir durak, burası yeni bir dönüm noktasıydı yaşamlarında.
Tükenmezkalem hayatının şaşkınlığını yaşarken dile geldi birden kuşunkalem:
"O dönüm noktası benimle ilgili ama senin, baharda çıkacakmış karşına" dedi "benimki çok daha önceden geçti, seni ilk gördüğüm satırda bir güz satırında kaldı" dedi.

Duyduklarına inanamadı tükenmezkalem, kendinin böyle sıradan zannettiği zamanlarda bir dönüm noktası olabileceği hiç aklına gelmemişti. Her şeyi planlıydı ve atacağı her adım önceden belliydi çünkü. Şimdiye kadar Geçtiği ortaların zamanı da önceden hep belliydi, bu ise gerçek bir şoktu. Üstelik başka bir defterin dönümü olduğuna da şaşırdı. Adımlarının gezeceği başka defterler ve ortaları önceden bilinirken, bilmeden! İlk kez! başka bir defterin ortasından geçmişti. Üstelik o defterdeki yazıların hepsi kurşunkalemle yazılmış, belki çoğu geri dönülüp silinecek yazılardı. Onun geçtiği yerlere ise mavi damlalar süzülmüştü. Belki sayfalar yırtılır, yazının üstü karalanır ama silinmezdi. Artık imza günündeki bitişlerin yeni başlangıçlar olması sadece kurşunkalem için olmadı. O başlangıçlar tükenmezkalem için de başlamıştı. Bir bitiş bir başlangıç, her bitiş yeni bir başlangıç. Ritüel gibi büyülü tekrarlar oldu bu bitiş ve başlangıçlar. Kendi zıtlıklarında birbirlerini çeken yönlerini buldular ve hiç bitmedi bu bitiş ve başlangıçlar.

Sonra bir gün bir başka bitişle karşılaştılar, bir yaz gününün akşamüzerine denk gelen. Tükenmezkalem ansızın bir başka yazının üzerinden geçtiğini fark etti adımlarının. Üzerinden geçtiği yazılar bir başka kurşunkaleme aitti ve bu kurşunkalem yazıları bir başka kadına! Öyle ya tükenmez kalemdi bu, başka bir kadına ait bu yazıların üzerinden geçebilir miydi? Üstelik geçtiği yer, üzeri de olsa!

Geçemedi, üzerinden yürüdüğünü fark ettiği andan itibaren ucundan dökülen mavi mürekkebin rengi soldu. Anladı ki devam ederse ışıltısı solacak, adımları daha da ağırlaştı. Önde zıp zıp zıplayan kurşunkalem yanındakinin ağırlaştığını fark edip geriye döndüğünde, tükenmezkalemin adımlarının geçtiği satırları incelediğini, büyük bir acıyla fark etti. Çoktan silinmesi gereken yazıları silmeyi unuttuğunu hatırladı ama artık çok geç kalmıştı. Tükenmezkalemin gözlerinden mavi damlalar döküldü. Damlalar yazdığı yazının son noktası oldu.

Şimdi bu yeni son ve yeni başlangıçta her ikisinin defteri de bir ilginçti artık. Zaman akarken kurşunkalem yazılarının hepsi silinmişti. Şimdi kurşunkalemin defterinde silinemeyen mavi damlalar, tükenmezkalemin defterindeyse yarım kalmış yazılar vardı. Defterindeki yazıların silinmesi kurşunkalem için ne kadar önemliyse yazıların okunabilir ve tam olması da tükenmezkalem için o kadar önemliydi. Üstelik kurşunkalem gibi yazdıklarının geri dönüşü yoktu da; üzerini karalayabilir, sayfaları koparabilirdi ama yazdıklarını silemezdi. Hem yazdıkları da şöylesine bir yazılmış yazılar da değildi, zamanı sindire sindire, usul usul damlatmıştı mürekkebini. Yaşanmış her bir anının derin suretleri yansımıştı satırlara.

"Demek ki" dedi kurşunkalem
"Bazen, silgi işe yaramaz ve yazılanlar silinemezmiş!"
"Demek ki" dedi tükenmezkalem
"Bazen, ne kadar uğraşırsan uğraş, yazılar da eksik kalır ve aranan kelimeler bulunamazmış!"
"Demek ki" dedi kurşunkalem
"Bazen adımlar yavaşlar ve eller titrermiş"
"Demek ki" dedi tükenmezkalem
"Aslolan yazılanların şekli değil geride bıraktıklarıymış"

Buket Çetin


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
5 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Dost Meclisi


polygon@polygon.com.tr


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.


 


 Tadımlık Şiirler


MUSTAFA KEMAL

- Dağ başını efkâr almış
Gümüş dere durmaz ağlar -
Gözyaşından kana kesmiş gözlerim;
Ben ağlarım. Çayır ağlar, çimen ağlar.
Ağlar-ağlar: Cihan ağlar
Mızıkalar iniler: Irlam-ırlam dövülür
Altmış üç ilimiz: Altmış üç yetim
Yıllar gelir-geçer: Kuşlar gelir-geçer
Her geçen seni bizden parça-parça götürür
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!

Diz dövdüm:
Gözlerimin şavkı gitti Sakarya'nın suyuna.
Sakarya'nın suları namım söyleşir.
Hemşehrim Sakarya! Öksüz Sakarya!
Ankara'dan uçan kuşlar -
"Kemal'im" der, günler-günü çağrışır.
Kahrolur. Bulutlara karışır.
Gök bulut, yaşmak bulut.
Uca dağlar, dev-boyunlu morca dağlar
Divan durmuş bekleşir
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!

Nasıl böyle varıp geldin? Hoş geldin!
Çıngı kaymış, yalazlanmış gözlerin
Şol yüzünde güneş-südü sıcaklık.
Ellerinden öperim Mustafa Kemal.
Senin dalın yağrağın, biz senin fidanların.
Biz, bunları yapmadık.
Sen elbette bilirsin, bilirsin Mustafa Kemal:
Elsiz-ayaksız bir yeşil yılan.

Yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal!
Hani bir vakitler Kubilay'ı kestiler.
Çün buyurdun! Kesenleri astılar
Sen uyudun. Asılanlar dirildi.
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!

Karalar kuşanmış Karadeniz akmam diyor.
Dokunmayın! Ağlamaktan bıkmam diyor.
Bu gece kıyamet gecesi.
Bu vapur Bandırma vapuru.
Yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal
Ben ölümden korkmam diyor
Korkmam diyen dilleri: Toz oldu-toprak oldu.
Değirmen döndü dolandı: On yıl oldu.
Bir kusur işledik, bağışlar mı kimbilir;
O bize öğretmedi kazan kaldırmasını.
Günahı-vebali öğretenin boynuna
Erdirip-olduran'a ana-avrat sövmesini.
Yüreğim kırıldı, kanım kurudu.
Var git Karadeniz! Var git başımdan.
Mızıka çalındı: Düğün mü sandın
Bir yol koyup gideni gelir mi sandın?
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!

Ankara'nın taşına bak!
Tut ki baktım: Uzar gider efkârım:
Çayır ağlar, çimen ağlar, ben ağlarım.

Gözlerimin yaşına bak!
Ankara Kalesi'nde, Rasat-Tepe'de
Bir akça-şahan, gezer dolanır:
Yaşın-yaşın mezarını aranır
Şu dünyanın işine bak! -
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!

ATTİLA İLHAN

Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Bol Bul Bulmacalar




Bloxorz       Foto Puzzle       Küp Küp


 


 Biraz Gülümseyin






KMTV Sunar...

 


 Kıraathane Panosu



Polygon Web Studio


Yazarlarımızın Kitapları


Merih Günay
"Martıların Düğünü"

Nesrin Özyaycı
"Işık -II-"


Temirağa Demir
"Her kardan Adam Olmaz"


Şadıman Şenbalkan
"Şehit Analarımızın Çığlıkları"

Hatice Bediroğlu
"Düş Kuruyor Gece"

Cüneyt GÖKSU
Serpil YILDIZ

"KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

Merih Günay
"HİÇ"

Feride Özmat
"Yanlış Zaman Hikayeleri "

C.Eray Eldemir
"Uzak İklimler"

Temirağa Demir
"Edepli Fahişeler"

 
Nesrin Özyaycı
"ÖLMESEYDİ"


İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr


 


 Damak tadınıza uygun kahveler






http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB
http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
http://www.7-zip.org/
Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

 


KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
KM-abone-unsubscribe@googlegroups.com
(Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
E-posta:


Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


Uygulama : Cem Özbatur
2002-09©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

 






Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM




Geri dönülmez bir yoldayım
Gülay









Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20090423.asp
ISSN: 1303-8923
23 Nisan 2009 - ©2002/09-kmarsiv.com