|
|
|
24 Nisan 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Necefli Maşrapa!.. |
Teknik bir problemin uzaması nedeniyle kendime birşeyler karalayacak zaman bırakmadım. O nedenle bu günlük affımı rica ediyor, hepinize bol güneşli bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR ISLIK ÇALMAZ -7 |
|
Kalabalık caddelerde, onlarca kişiyle birlikte çalışırken yalnız olmak, hatta görünmez olmak nasıl bir duygudur? Kim bilir nasıl da üşür böyle insanlar? Yüreğinin steplerini sürekli yalayan rüzgârlarla… Bilmenize, bir şeylere benzetmenize, kıyaslamalar yapmanıza imkân yok. Belki damdan düşenler ancak halden anlayabilirler.
Tam dört gün sonra hastane Nedret'in açıklamalarıyla yakılarına ulaşabildi. Böylece birlikte çalıştığı iş arkadaşları da onun hastanede yattığını öğrendi. Annesi ve erkek kardeşleri haberi alır almaz Samsun'a Fakülte hastanesine koştular. Bütün dargınlıklar ve kavgalar derin kuyulara atıldılar. İlişkilerini yıllar öncesi eski bir zamana geri alarak yeniden başladılar. İş yerinden görevlendirilen iki arkadaşı onu çiçeklerle ziyarete geldi. Nedret kimseye bir şey demedi. Hiç sitem etmedi. Yalnızlığın ve görünmez olmanın kendi seçimi olduğunu düşünüyordu. Annesi ve erkek kardeşlerini yanında görmek ona iyi gelmişti. Doktorlar boyun damarlarında oluşan geçici bir tıkanıklığın hastalığa neden olduğunu söylüyorlardı. Tamamen iyileşip on beş gün sonra hastaneden çıkabileceğini de…
Sinop'ta sabahtan beri usul usul bir yağmur yağıyor. Mavi önlüklü küçük bir kız evden çıktı. Karşıki evin kapısına doğru sesleniyor. "Büşra! Hadi ama çabuk… Kapı önünde seni bekliyorum." Büşra evinden çıkıyor. Elini boynuna atarak saçının örgüsünü kontrol ediyor. İki kızında pembe paltoları ve çantaları var. Zilin çalmasına daha zaman olmasına rağmen koşmaya başlıyorlar. Onları okulun bahçesinde şeker tadında bir oyun bekliyor olmalı diye düşünüyorum. Ama bu sabah yağmur var. Galiba yanılıyorum. Yürürken yanımdan yıldırım hızıyla bir köpek geçiyor. Ne olup bittiğini anlayıncaya kadar korkuyorum. Meğerse köpek çöp bidonları yanındaki kediye koşuyormuş. Kedi bir sıçrayışta bidonun üzerine çıkıyor. Sonrası bildik manzara. Köpek havlıyor, kedi tıslıyor. Sonra köpek sıkılıp geri çekiliyor. Kedi yine aşağıdaki çöplerin yanına iniyor. Köpek yeniden kediye koşturuyor, kedi yine sıçrayıp yükseğe çıkıp kendini güvenceye alıyor. Bu birkaç kez tekrarlanıyor. Kedi en sonunda sıkılıyor. Köpek yeniden ona doğru koştuğunda vücudunu yay gibi gerip dişlerini çıkarıyor. Tıslamalar, hırlamalara, hırlamalar çığlıklara dönüşüyor. Köpek pabucun pahallı olduğunu anlayıp bu işten vazgeçiyor. Herkes kendi işine gücüne bakıyor.
İnsanlar ve insanlık rengini her zaman değiştirmeye hazır bir bukalemun gibidir. Bahadır ile Hüsniye iyi insanlardır. Sakin, yumuşak başlı, kavga, gürültüden uzak bildiğiniz tiplerden işte. İkisi de devlet kapısında memurdular. Deli divane âşık olup yağmurlarda gezmediler, yıldızlar altında sabaha kadar şarkılar söylemediler ama birbirlerini de severek evlendiler. Önce eşyalarının taksitlerini ödediler, sonra da bir kooperatife girip ev sahibi oldular. Her şeyleri vardı. Sevgi, saygı, huzur, sağlık, uyum, her şeyleri… Ama çocukları yoktu. Bunun için bildikleri her yolu denediler, her öneriye kulak astılar, her gazete haberini ciddiye aldılar ama çocuk sahibi olamadılar. Evliliklerinin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti. En azından bir çocuğu evlat edinmek ve büyütmek istiyorlardı. Düşüncelerini çevresindeki insanlarla paylaştılar, hısım, akrabaya danıştılar. Aile büyüklerinden akıl aldılar, görüş sordular.
Hüsniye'nin babası bir gün sevinçli bir haberle köyden çıkageldi. Büyük oğlunun hanımı Asiye dördüncüye hamileydi. Ve bu çocuğu aman aman da istemiyorlardı. Yani Allah yazmıştı, elden ne gelirdi. Ama olmasa daha iyi olurdu. Üç çocukları zaten onları yeterince zorluyordu. Bu yüzden kız olsun, erkek olsun Asiye doğacak bebeğini görümcesi Hüsniye'ye vermeye razıydı. Bahadır ile Hüsniye sevinçten deliye döndü. Öyle çok bebek konuştular, öyle çok hayal kurdular ki geceleri uykuları gelmedi. Gündüzler düşlere yetmedi. Üç beş günde bir elleri kucakları dolu dolu köye gidip gelmeye başladılar. Asiye birazcık üzülse onlar bin kat fazla üzüldüler. Asiye ıh diyecek olsa onların ciğerleri yerinden söküldü. Hamile kadını neredeyse pamuklara sardılar. Tarlaya, bahçeye göndermediler. İnekleri sağması için köyden başka bir kadın tuttular. Asiye anasından doğalı böyle kıymet görmedi. Birazcık şımardı, hatta nazlanarak kendisine gösteriler yoğun ilginin tadını çıkardı.
Sinop'ta sabahtan beri usul usul bir yağmur yağıyor. Sokaklar uykulu gözlerle bana bakıyor. Ben de onlara. Kırmızı bir araba geçti önümden. Şen Pastanesinin kapısına yakın durdu. Arabadan inen orta yaşlı kadının kırmızı bir mantosu vardı. Pastaneden su böreği almak istedi. Tezgahtar kız "Kalmadı abla, az önce bitti," dedi. Kadın bozuldu. "Biraz fazla yapsanız olmaz sanki," dedi. "Bir iki tepsi daha yapsanız, bu kadar erken bitmez. Bize de kalırdı." Bu sözlerin hiçbir anlamı yoktu. Şen pastanesi su böreğini çok güzel yapardı. Ama çok az yapardı. Sadece erken gelenler alabilirdi. Kırmızı mantolu kadın kırmızı arabaya binip gitti. Kızgındı…
Asiye Sinop devlet hastanesinde bir gece sabaha karşı nur topu gibi bir kız dünyaya getirdi. Hiç saçı yoktu. Gözleri boncuk boncuktu. Sapsarı bir çocuk olacağı besbelliydi. Küçük bebek annesini emsin diye hemen Hüsniye'ye verilmedi. Kızın adını baharda geldiği için Cemre koydular. Cemre tam beş annesini emdi. Tam beş ay Cemre iyi beslensin diye Hüsniye Asiye'yi balla, börekle besledi. Beş ay gözünün içine baktı. Gak deyince et, guk deyince su verdi. Beş ay sonra Cemre bundan sonra annesi babası bileceği Bahadır ile Hüsniye'ye verildi.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ŞEHRE KAÇIŞ'TAN (2) |
|
GÜN DOĞARKEN
Ne zaman köpek alacağım dese babası eser yağardı. Buna rağmen yavruyu almayı kafasına koymuştu. Babasının tepkisinden korkmasına korkuyordu; ama annesinin bir yolunu bulup onu bir yatıştıracağını da biliyordu.
Akşam yemeğini bile yemeden odasına çekildi, yorganı kafasından çekti. Kulağı kirişteydi. Ama evde çıt çıkmıyordu. Annesinin konuyu açmasını, babasının hışımla odasına girip "Kalk bakalım, Canay Bey! Bu enik neyin nesi oluyor?" demesini bekledi bir süre. Babasının olası tepkilerine karşılık hazırladığı değişik yanıtları tek tek değerlendirdi. Ancak günün yorgunluğu göz kapaklarına iyice çöktü, uyudu.
Ortalık ışımaya başlayınca, usulca yatağından kalktı, ayakuçlarına basarak evden çıktı, ahıra koştu, çulları araladı. Yavru boncuk gözlerini açtı, ayaklandı. İşaret parmağını yavrunun burnuna doğru götürdü, kısa kısa hareketlerle onu kendisine doğru çağırdı. Yavru önce gerindi, sonra burnunu hiç kaldırmadan parmağı izledi. Her adımda sevinci bir kat daha artıyordu.
"Hadi kızım, hadi Bala'm!"
Daha önce hiç hissetmedikleri bir sevgi doğuyordu içlerinde: Biri bir insanı, ötekisi bir hayvanı sevmeyi öğreniyordu. Az sonra kucağındaydı yavru: Boncuk gözlerinde uyku, dudaklarında mırıltı... Hâlâ geleceğini sandığı annesi için özlem ezgileri miydi, yoksa yalnız geçen bir gecenin sonunda güvenilir bir kucak bulmanın sevinç şiirleri miydi bu mırıltılar? İster özlem ezgileri olsun, ister sevinç şiirleri; o seslerdeki kırıklığı anlamak için köpek yavrularıyla çok ilgilenmiş biri olmaya hiç gerek yoktu.
Canay, tüylerini okşadıkça yavru, bağrına daha çok yaslanıyor, başını çenesinin altına altına uzatıyordu. Bu sevgi alışverişini izleyen her kim olursa olsun kendi dünyasını unutur, farklı türlerden iki canlının sevgi kozasını nasıl örülebileceğini anlar, öğrenir ve aynı şeyleri yaşamaya can atardı. Öyle de oldu. Canay, kafasını kaldırıp arkasına bakınca annesinin kendisini izlemekte olduğunu gördü. Telaşlı ve korkulu bir sesle sordu:
- Babamın haberi yok, uyanmadı daha değil mi?
Annesi, çocuğunun sevgisini yudumlayan bir gülümsemeyle yetindi. Canay, bu kez yavruyu çulların arasına iterek homurdandı:
- Doğru söyle. Babamı ikna etmek senin görevindi. Bu yavruyu dövse de kovsa da vermem.
- Şiişt, yavaş ol! Nasıl bir şeymiş bu yavru, ver bakalım.
Canay, çulların arasından yavruyu alıp annesine uzatırken kapının ışığıyla içeri dolan gölgeyi gördü, irkildi. Yavruyu kucakladığı gibi ahırın en karanlık köşesine kaçtı, samanların arasında kayboldu. Ne oldu oğlum, diyemeden annesi de gördü gelen kişiyi.
Adam elinde tabak, kapının ağzında kalakaldı öylece. Karı koca ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığıyla birbirlerine baktılar bir süre.
- Canay, dedi, adam koruyan kollayan bir sesle.
- Sakın gelmeyin, vermem bu yavruyu. Okul birincisi olacağım, söz. Buyurduğunuz her işi nazlanmadan yapacağım, yemek de seçmeyeceğim. Ama Bala bu evde kalacak. Değilse terk ederim bu evi. Okulu da bırakırım, sınıfta da kalırım.
- Ne inatsın be oğlum. Hele bir dinle. Hık demiş burnumdan düşmüşsün.
Babası bu sözleri, onu severken söylerdi. Kendisini kandırmak için böyle konuştuğuna hiç tanık olmamıştı.
- Bak, babanın elinde ne var?
Elindeki eski tabağı biraz daha kaldırarak seslendi babası:
- Bunun içinde ne olabilir?
- Ne bileyim ben?
Bu yumuşamanın ilk işaretiydi.
- Yavruya süt getirdim.
- İnanmam, ekmek çarpsın inanmam...
- Gel de gözlerinle gör.
- Yavru kalacak değil mi?
- Kalacak.
Hem annesi hem de babası aynı anda söylemişlerdi bu sözü.
- Baba, bak söz verdin, caymak yok.
- Yok.
- Karışmam bak.
- Ayıp ediyorsun ama... Babanın sözünde durmadığını anımsıyor musun hiç?
- Hayır.
Saklandığı köşeden çekine çekine geldi. Babasının çulların önüne koyduğu süt tabağını görünce kaşları hilalleşti, yüzü ışıdı. Yavruyu gömleğinin içinden çıkardı, annesine uzattı. Babasına döndü, bir an göz göze geldiler. Kollarını babasının beline doladı, bütün gücüyle sarıldı:
- Babam, canım babam; göreceksin okul birincisi olacağım.
- Biliyorum, aklına koyduğunu yaparsın.
Son tümceyi söylerken kendi çocukluğu aklına gelmişti. Anneciğine ne çok eziyet ederdi. Bir isteği bulunmasın evde, yarattırırdı kadıncağıza. Babası bazen, "Yüz verme bu oğlana, şımartma bunu!" derdi; ama inadını sürdürdüğünde de "Mızlatma şunu, ne istiyorsa ver!" derdi azarlayan bir sesle. Kadıncağız, hem kocasına hem oğluna söylene söylene bulur buluştururdu istediğini.
- Annem dün akşam söyledi değil mi yavruyu getirdiğimi?
- Seni, yavruyu severken izledim.
- Sahi mi? Seni niye görmedim?
- Kendinden geçmiştin.
- Ne kadar güzel değil mi baba?
- Evet, bütün yavrular gibi çok güzel…
- Sevdin mi sen de?
- Senin sevmen yeter benim için.
- Yok, yok sevdiğini söyle.
- Sevdim, sevdim. Seni mutlu eden her şeyi severim ben.
Gürbey, evde yalnız köpek değil; kedi, kuş, balık da istemezdi. Ne zaman bu konu açılsa, bunlar zamanını alır senin. Ders çalışmalısın, okulunu üstün başarılarla bitirmeli, emrinde çalıştığım müdürler gibi büyük adam olmalısın, derdi.
Oğlunun köpek yavrusuyla eve geldiğini bakkalda öğrenmişti. Onun kendisinden izinsiz, üstelik kızdığını bile bile eve yavru getirmesine canı bir hayli sıkılmıştı; ama eve geldiğinde konuyu hiç açmamıştı. Canay, ortalıkta görünmüyordu. Bunun nedenini bildiğinden eşine hiçbir şey sormamıştı. Evin içinde fırtına öncesi sessizlik vardı. Ulkuş bulaşıkları yıkarken bir program seçmeden televizyon izlemişti. Neden sonra Ulkuş kahvesini getirmişti. Duruşundan, bakışlarından onun konuyu açmak için uygun bir an kolladığını hissetmişti.
- Bir şey söyleyeceğim, kızma. Kızarsan da sesini çıkarma!
Ulkuş'un bu konuşma tonunu ezbere bilirdi:
- Kızsam ne olacak? Olan olmuş bir kere...
Ulkuş, kocasının köpek yavrusunun eve gelişini bildiğini anlamıştı. Önceden kurduğu bütün plânlar alt üst olmuştu. Bir an, sözü nasıl sürdüreceğini bilemedi. Kekeleyerek:
- Ben de sevmem kediyi, köpeği bilirsin, dedi.
- Bilirim; ama oğluna çanak tutuşunu da anlamam.
- Konu biz değiliz. Aldı geldi... Götür, dedim, ben de giderim, dedi. Ne yapalım, gitsin mi?
Yıllardan beri bu evde bunun kavgası yapılır. Hevesini alsın da kurtulalım.
- Üç gün sonra bıkar, köpek yavrusu ortalarda rezil olur.
- Niye rezil olacakmış. Birisine veririz, gider.
- Alalım diye sıraya geçerdi ya millet...
- Geçer geçmez; şimdiden tartışılacak şey mi bu?
- Ben köpekle falan ilgilenmem...
Gürbey'in sözü tonlayışındaki yumuşama, yelkenlerin suya indirileceğinin ilk göstergesiydi.
- Tamam canım, ben ilgilenirim. Şimdi sen rahatça uyu bakayım.
- Gürbey, teslim olmamıştı daha:
- Derslerini ihmal ederse bir gün tutmam evde bilesiniz.
- Canay sorumluluklarını bilir. Öyle bir şey olursa kendisi çaresine bakar.
Ulkuş, Gürbey'in bu gereksiz direnişini sürdürmesinden sıkılmıştı; ama ters bir söz söyleyip sorun yaratmaktan kaçınıyordu.
- Bak hanım, köpek havlarsa komşular rahatsız olur.
- Burası köy. Burada horoz da öter, köpek de havlar.
- Kabahat oğlunda değil, anasında. Bütün bunlara sebep, senin yüzünün yumuşaklığı.
- Aldı geldi; döveyim mi, kovayım mı? Ne oldu, dünya yıkılmadı ya?
- Benim kedi köpek konusunda ne kadar hassas olduğumu bile bile bunu…
Ulkuş, Gürbey'in evde köpek beslemeye karşı çıkışının asıl nedenini biliyordu. Gürbey, bu nedeni söylese sesini çıkaramazdı. Bu yüzden konuyu kesip atmak için tam zamanı diye düşünüp gürleyivermişti:
- Gürbey, Gürbey! Benim oğlum da hassas. Ona bir şey olursa affetmem seni.
Bu sert, yıldırıcı çıkış işe yaramıştı. Gürbey'in direnci bütünüyle kırılmıştı. Ama bu oldu bittiyi sindirememişti. Gece bir ara ahıra inerek yavruya bakmış: " Mademki bu kadar istiyorlar, ana oğul baksınlar ." diye söylenerek dönüp uyumuştu.
Sabahleyin oğlunun ayak sesleriyle uyanmış, onun ahıra inişini dinlemişti. Kafasını yorgana iyice gömmüş, içinden "İlk günden yavruyla bu kadar çok ilgilenirse dersleri ne olacak bunun?" diye geçirmişti. O günün pazar olduğunu unutarak öfkeli öfkeli: "Bütün gün okulda uyur artık!" diye homurdanmıştı. Sonra dayanamayıp, Ulkuş'u dürtüklemişti. Ama onun "Yat uyu!" serzenişiyle yine kendisiyle baş başa kalmış, yatakta oflayıp puflamıştı bir süre daha. Karısının kırk gündür uykusuzmuş gibi uyuması daha da çileden çıkarmıştı onu. Üstünü bile değişmeden ahıra inmişti.
Ahırın kırık penceresinden uzun bir süre oğlunu izlemişti. İçinden geçen anılar, özlemler sinirlerini tek tek almıştı sanki. Dudaklarından, " Hiçbir şey oğlumun şu anki mutluluğundan daha değerli değil." tümcesi dökülüvermişti. Yüzüne huzur ışıltısı yayılmış, rahatlamıştı... Başını çevirdiğinde kendisini endişeyle izleyen karısını görmüştü. Ellerini iki yana açmış, boynunu bükmüştü.
Ulkuş:
- Koca bebek, demişti, hep kızılcık sopası gibi kalkarsın; üzülürsün, üzersin; sonra da bir sepetçi söğüdüne dönersin
Varıp kocasının ellerini sıkı sıkıya tutmuş; gözlerindeki ışığı, onun ışığıyla buluşturmuştu.
Gürbey tek söz etmeden eve yönelmişti. Bu kez, onun yerine Ulkuş geçmiş; oğlunun sevincini izlemişti.
- Biraz su koydun değil mi süte?
- Koydum, beni o kadar cahil belleme canım.
- Çok sıcak da olmayacak...
- Al kendin bak. Ne bileyim, ısıttım işte. Adı Bala mı bunun?
- Sevdin mi bu adı?
- Çok güzel. Doğuda insanlar çocuklarına bala der.
- Ben de kitapta okudum. Adam torununa balam, diye sesleniyordu.
Kadın, kocasına kaş göz işaretiyle "Gidelim!" dedi. Kocasını beklemeden kapıya yöneldi. Oğluna da: "Çok kalma, kahvaltı yapacağız. Sofrayı bekletme!" diye seslendi. Ortamın yumuşamasının hazzını en çok yaşayan oydu.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir (H)iç Yazışma |
|
"There's just too much that time cannot erase"
.....
İadesinde üstlenmesi zamansızmış. Herkes her şeye; her şey ağrıya bulanmış. Gerisine bir iç yazışma diyebilmek mümkün. Bir iç yangınının soğumasından sonra yangının ortasında hararetini dindirmek yerine, kağıdın kaleme şehvetine yataklık edecek benim gibi birkaçı daha bulunur en fazla. Bu nedenle bu bir iç yazışma....
Elimde çok zaman sonra kalanlara baktım. Bir filmin en içine işlemiş repliğini unutmak gibi... Bir kez daha aynı sahne dayandığında bakış noktana; yine aynı acıklı hava...
Dekoru sahnesi kurgusu perdesi değişmemiş. Değişemezmiş bir filmin gösteri anında sunulmasından sonra elde kalanlar aslında. Bu filmi ben bir kere izledim. Bir daha ağlatacak kadar içime işleyecek bir yanı yok ama....
Gezmek ve gezinmek arasındaki farkı çözdüğüm o günden bu zamana ne kadar takvim kendini attı anılar çukuruna bilmiyorum. Şimdi takvim yapraklarından bir acıklı anlatılamamış şarkı yazabilirim sana. Takvim yaprakları bu denli iç titretebilecek kadar fazladır o zamandan bu zamana. Artık seninle oturmuyorum "bu masa"da...
Gezindiğim yollarda zaman gelmezdi aklıma. Saat, günün herhangi bir anı olabilirdi. Yahut mevsim ve gün... Gezindiğim yollarda zaman kendi iç hastalığında dış tepkilerden kapıyordu ne kapıyorsa. Hava karardıkça bu nedenle mikrop daha da nüfuz ederdi sağaltım fakiri yaralarıma...
Gezdiğim yollarda aydınlık yok. Tekin bir dış yangının içinde; iç gebelik oluştu Meryem'in İsa'yı doğurduğu o zamandan bu yana. Ben arkama hiç bakmadım. Yürüdüm. Adım aldım. Karanlığım. Kararlarım. Beni bana tanımlatmaya hala yetebilecek kadar heybemde saklı tuttuğum sırlarım. Kimse bilmez üzerimdeki cilanın sırrını bahar aylarında güneşe bırakırım. Seninle başlayan son sırrımı "bu masa"da geçen hafta bıraktım. Ben sırrımı kişisel bir suskunluğa yatırdım. Sırrımı sırrından "bu masa"da böldüm; ayırdım; parçaladım; yok saydım...
Deniz dedi ki; ne güzel susmak onunla. Anlatacaklarını başka bir zamana sakla. Maviyim ben de. Ama her kıyımda oturana tonumu armağan ediyor muyum; baksana.
Geçen sadece zaman olsa; üzülmez elbet insan. Zaman dediğin ucu kader çizgisiyle uzlaşan dilimlenmiş bir yığın anıysa... Biten bütün anılarla yüzler başka ve sahneler aynıysa... Alışkanlıkların artık alıştıklarınla bir daha "asla" olacak kadar uzağa düşüyorsa... "Bu masa", bu cadde, bu sokak, bu kıyı, hepsi burada ve sen de bu buradalık'tan çok orijinal bir uzaklıkla uzlaşamadıysan... geçen işte o zaman sadece zaman değil....
Anladım ki ben; yemin en günah yalanmış aslında. Yemin ederim ki ile başlayan her söz, verilenden alınmaya mecbur olunuyordu zamanlardan sonra. Bir rahme düşmüş bebeğe kıymaksa günah, ve sevişmeye amelde yazılacak bir cehennem noktası yoksa Münker'in; yemin en günah yalanıdır gerçeğin. Sevmeye biçilecek yemin yok. Bir kalma hadisesini mıhlaştıran bedeninden duyguna fikir olan gerçeğin. Yemin en günah yalanıdır sevmenin. Yemin etme; beni bir ömür süresince sevemezsin...
Üzgün değil hiç kimse. Yarıya indirilmiş bayraklar bile amacında reklam gizliyor. Bütün ölü merasimlerinde merasimin bitip dedikodunun başlamasını bekleyenler kısmında çoğalmalar görülüyor. Bir ölü merasiminde gerçekten "hakkınızı helal ediyor musunuz" sorusuna, "helal olsun" demek için gelenler artık cemaatin yalnızca dörtte birini oluşturuyor.
Zararı en çok kendimi üzmek. Bir gün bütünü içinde şiddetini öğlenleri ve geceleri sayıklatan kanamasız kliniksiz doktorsuz ve teşhissiz bir hastayım ben. Muayene etsen tıp dilinde; anlatsam aruz vezniyle.... Ziyanım ben. Anlayamazsın. Dokunsan ya hissiz kalırsın ya yanarsın. Uçlarda olmayı bilmezdim eskiden. Dozunda takdir şayan edilecek şırınga karışımıydım önceden . Şimdi bütün iğnelerimi kendime saplıyorum. Hepsinin dozunda hata...
Sargı bezi..birkaç fotoğraf.... "bu masa"... bir öteki şubesi hiçbir yerde bulunamayacak olan...
Yokluğu acı. Akşam güneş... Sabahları ayışığı....
Birkaç mevsimlik şarkıydı. Artık söylenmiyor. Gözün kem yüreğin kör değilse anlarsın.
"bu masa" yalancı. Yemin etme; kimseyi sevemezsin bir ömür süresince...
"I'm so tired of being here suppressed by all my childish fears"
....
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun OLRİC |
|
(Koca Bir Ömrü Harcamak Dedikleri Gerçeğin Altını
Seninle Çizdim BEN)
Güçlü olmak artık beni yoruyor olric
herkese karşı dimdik olmak...
arkasında durmak attığım her adımın yoruyor...
Ki buralarda bilmem hangi uykunun hangi köşesinde…
beklemedeyim hiç gelmeyecek olanı
uyan olric ... doğrul... ..........seni bekliyor.....
düş değil gerçek
..............seni bekliyor...
yanımdaymışsın yalanına kendimi kandırırken
derdin tam orta yerine düştüğümün farkında değildim elbet
kimseye arka bahçelerimden geçen katarların ağırlığını duyurmadım
duymayın da artık beni...
bir yerlerde hep yanlış yapmanın telaşlı kıpırtısını yaşıyorken...
o yanlışın artık sonsuza dek düzeltilemeyeceğini bilmenin kıstırılmışlığı ile pusuyorum bazen....
uzun süre gecelere küsüyorum...
uzun süre kendime küsüyorum...
uzun süre kaleme...kağıda küsüyorum...hayata küsüyorum
denizin en sığ yerinden başladık yol almaya olric
şimdi kara görünmüyor gerimizde…
bugün mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa olric
en iyi kendime yazarım ben...
`kış´ dedim, `henüz gitmek için hazırlık yapmıyor´...
hala (d)üşüyorum...(mart)
sen acıyı biriktirmeyi seversin olric…
sen biriktirmeyi seversin....hadi devam et şimdi …kuru yaprakları...
deniz taşlarını… gözyaşını… sorulamamış soruları …
senden kalan sesleri… yaşanamamış paylaşılmışlıkları…
birlikte harcamak üzere kalbinde biriktirilmiş zamanları ve hüznü…
ve özlemi biriktirmeye…
siyah dedim en güzel taşıdığım renk...
ve herkesin üzerinden akan renk...
şimdi bunca karanlığın üstüne oturup bir mektup yazmalı ilkbahara
ve yaz´a
`hadi renklerini topla da gel´ demeli...
Sen de sıcağı pek sevmezsin olric…
güz´ü severdin sende…son baharı severdin
bu yüzden mi hep sonbaharlarda sevdik biz…
sonbahar gibi hep kaynayan bir neşeyle savrulurdun hayatın içinde
yaprak yaprak… yön seçmeden…
Ben yüzüme kondurduğum hüzünle boyardım her şeyi…
sen hazan yüzlüm olurdun olric…
Yağmur da başladı olric… Rüzgarın en delisi beni buluyor yine…
O an, `dünyayı karış karış dolaşsam´ diyorum kendime...
Gülümsüyorsun...
ne de çok yakışıyor gözlerine tebessüm…
ki gözlerin hep güler(di) senin…
şimdi Dünyayı karışlamayı unutuyorum gözlerinde...
martıları da seversin sen olric…Gülümsüyorsun yine..
Ne de çok yakışıyor gözlerine tebessüm…
Oysa ben bugün kendime mektuplarımı postalamak için çıkmıştım
sokağa...
martılar dolan gözlerinde yitiverdim...
yağmur hızlandı…rüzgar da... `kış´ dedim, `çok azimli.´
Beni hırpalamak istiyor…
az mı hırpalandım ben olric…
kapıyı vurup çıkışlarımın kar´ı dondurmadı mı beni…
daha bir buza kesmedi mi içim…
dönüşlerimdeki mora kesmiş parmaklarımı hissetmeyişim
ve yüzümde donmuş gözyaşları mı ısıtmaya çalışırken sende hep dondun ...
ama ellerimde ki mektupları göremedin olric…
`Onları şimdi adreslerine doğru fırlatıyorum´ dedim…
Rüzgarın yağmurun önüne savurdum bir bir... Uçtular ıslanarak....
bugün kendime mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa…
ben de takıldım köşelerine…
biliyorsun ya En güzeli senin hiç gitmeyeceğini bilmek (di) olric...
çekilip içimin kuytularına her ne varsa birikmiş içeride
dökmek var aklımda yeni mektup sayfalarına…
tut beni olric… beni her şeye rağmen tut…
yoksa karanlıklarda yok olacağım…
Ki Aşk; acıtan… kanayan yaranın yanında gözlerinin özlemi…
göz yaşlarımızın tuzlu tadı…karanlığın gölgesinin ayak izi …
belki sen… belki ben…belki biz olamayışımız…
belki aşk´ın korkuya galip gelemediği meydan…
Ki aşk hep sahip olduğum da hiç fark edemediğim olric!...
Belki ben etiketimi serseri mayın yapıştırmışlığımdan…
belki korkusuzluğumdan bir o kadar adam gibi oluşumdan…
belki de sivri topuk giyip salınamayışımdan böyleyim…
içimde ki güç uzun zamandır beni havalandıramayacak kadar ışıksız…
kanatlarımsa hiç olmadı melek değilim…yada var…
olsam olsam şeytan…ama şeytanda bir melek di değil mi ...
kullanma kılavuzum yok sorun beklide bu olric…
yanıldığım bir gerçek
Önce bir şeyleri resmetmenin zorluğunu fark ettim...
Sen ki resmedilemeyecek kadar gizlere bürünmüşsün..
ne kadar kazısam hep pentimento olric..!.
İçimin saklısına böyle bitimsiz bir acı yerleşmişken nasıl söylemeli…
kime ne anlatmalı… kimden ummalı bir çıkış...
ki Yusuf çık o kuyudan çığlıklarıyla ürperirken ruhum…
Olmayacağını bile bile...
seni inadına kirletmeyen…seni büyüten…
seni allayan pullayan…
seni bir başka raftan alıp bir başka rafa koyan
ve bir türlü en uygun mekanı bulamayan…
sana ki hiçbir mekanı yakıştıramayan aşk´tı
Ben…Aşk belki... diyerek çıktım yola…
Aşk belki… her bitenle başlayandı…
Başlayamadım olric!...
aşk dediğim benden doğandı...
gidişimin en büyük nedeni Uzaklarına çekilip… uzaklarından bakmak…
seni yeniden doğurmaktı…
Kim bilirdi ki gitmeye karar verenin…
gitmek için hangi sözün ardına gizlendiğini?
Dönmek için elbet gitmek gerekir ama sen fazla açıldın kıyından…
Çek kürekleri olric... çek kürekleri ...
biliyorsun ki ne kadar çeksen asla kıyılara ulaşamayacağız!
Kış yüklenmişken beyaz dallarına ağaçların..
ocak´tı şubat´tı en son mart´tı…
Kış ağırlığını taşıtıyorken kalplere… buza kestiriyorken yürekleri…
bana dönük adımlarının yavaşlaması
havanın soğukluğundadır kandırmacasındayım…
Oysa ağırlığı veren…
içimdeki Hüznün çığlığında ellerimi sıkışımla avuçlarıma dolan kan…
acısıyla burkulan yüzümdeki göz yaşları…
ve hiç bitmeyeceğini düşündüğüm karanlığın orta yeri...
Eğer yeniden gelseydim hayata deyip kalakalıyorum…
"Eğer yeniden gelme şansım olsaydı hayata...
tüm hatalarımı yeniden yaşardım" diyen şairin
dibe vurmuş umutsuzluğuyla karşı karşıyayım…
Bir daha dönemeyecek olmak... bir daha başlayamayacak olmak...
bir daha gelmeyecek olmak…bir dahası olmayacak olric...
bir dahası hiç olmayacak ...
En keskin can alıcı virajlarını takipteyim şimdi dönülesi yolların...
Kış hâlâ duruyor olduğu yerde... Ben duruyorum…
sen yanımdan hızla geçiyorsun uzaklara ….
Oysa bilmiyorsun ben Uzaklara yollanacak bir mektubu taşıyorum içimde…
Yazılanlar çoktan yazıldı... yaşandı ve bitti olric...
yazılanlar çoktan yazıldı bitti...
asla yinelemeyeceğiz bir daha!
Nereye gitsem yabancıyım…
ve yabancı dediğim güz hep başka…hazan başka…
Havada dolanan yağmur yüklü bulutun tadı başka…
yeşiline aldandığım sonbaharda solan yaprağın izi başka…
bilmiyorsun…
kaç gece intihar sehpalarına kendim vurdum tekmeyi
kaç gece giyotin altında kesildim
kaç gece namludan baktım dolunaya…
kaç gece senden bittim…uçurumundan düştüm kaç kere bilmiyorsun olric…
seni aramıyorum uzun zamandır…seni bulmuyorum…
seni yabancılaştığım… kaybettiğim …
bulamadığım kendimde bile aramıyorum …
ki bulduğum yerde yitirme kesinliği karşımda apaçık duruyor…
bile bile sokuyor kendini akrep…
bile bile gizli ölümlere mezar kazıyorum…
boğazıma dayalı bıçağın sancısı kanadıkça biraz daha ölüyorum…
bundan sonrası hissizlik… ötesi ise silikleşecek…
sus olric…
sus sonsuza kadar… ne sesini duymak istiyorum ne sessizliğini...
hiç bilmedin içimde kanayan sancının derinliğini
Artık hiçbir şeyine dönmeyeceğim gözlerimin ışıltısı sönmüş yüzümü
Ki seni her sabah suskunluğumla bıraksaydım
bu kadar yok olmayacak bu kadar tiz´leşmeyecektin…
yürek atışlarının "dursun artık" istemiyle bakakalacaksın…
nafile... nafile...
bir kere başladın mı artık "bitmek" denen kayboluyor…
sürekli başlıyorsun…
sürekli ardı ardına bağlanmış ip gibi asılı kalıyorsun zamana…
dursa ne çıkar… başladı ve bitmeyecek…sadece yön değiştirecek…
görüntü değiştirecek…isim değiştirecek…renk... mekan... dil...
ama bitmeyecek hiç olric…
ki her şeye bir sözleri var olric…
ben ne kadar her şeye susuyorsam
onlar o kadar her şeye çok tanıdıkmış gibi görünüyorlar…
kim olric kim ….
kim sendeki senden ...başka bir sen oluşturmadan
seni kabul etmeyi ...ta baştan kendine söylemiş
ta baştan göze alabilmişti ki…
kışın dondurucu soğuğu kadar dayanılmazdı zaman…
kitap raflarına kafamı gömüp aradığım asıl bulmak istediğimdi…
aradığım neydi olric…
kış ki önümü kesmeyi sevdi hep…
ama ben kış´a inat bir cümleyle açtım yolları bildin hep!...
ahh işte…
"hep olmayacakları mı ister insan… hep olmayacağa mı yönlendirir
yoksa olayları"
içimdekiler eylül dansından geri kalanlar ver elini olric…
aşk´ın bizi bıraktığı sahilden başlayıp bırakalım içimizdeki
tüm gereksiz cam kırıklarını…
ben elime bez bebeğimi alıp oturayım cam pervazlarında…
ben uçurayım uçurtmamı…sen bilyelerini yuvarla yokuş aşağı
ver elini olric..
"her şey güzel olacak …buda geçecek…
sen güçlüsün" diye diye yolu yarıladık bak!...
Az´ım olric...azımsanıyorum...azım sanıyorum!...
gidip bir köşede biriktirme zamanım geldide geçti bile…
ki az zamanda ne şiirler biriktirmiştim içimde…
sen şiirleri bilir misin olric? Ben bildiğini bilirim…
yorgunluğumun kimsesizliğinde titrediğin her gece …
olric bir tek sendin omzunda dinlendiğim...
Sen ile ben olric…
öğrenmeliydik yalnızlığın kaç bucak olduğunu...
ve bir ve iki ve üç olric…dönüş yok…
Sen ve ben…tükendiğinde yittiğinde her şey "yaşandı bitti"
diyebilecek gücü şimdiden toplamalıydık…
Geç mi kaldık? Olric…
Geç kaldığımızı anlamak için bile mi çok geç kaldık yoksa
Doğruya…
ne varsa beklenen.. arası kapatılamayacak mesafelerce geç kaldık…
Bitmek varsa eğer… geçmişi ak sayfalara kaydedecek …
silmeyecek beyaza boyayacak zaman bitti olric...
Bir an da… hiç olmayacak bir zamanda…
nedir bu kalabalık bu kurtlar sofrası? Ellerinde pankartlar…
`Aşk bir ihtilâldir!´ - `Aşk bir başkalaşımdır!´ -
`Aşk bir yitiştir!´ - Aşk bir ihanettir!
Semender ateşiyle etrafımı sarmışlar elini uzat olric…
uzat elini... ben kendi ihtilâlimden endişeliyim…..
ben her dokunduğumu inciten…
ben her uzandığımı yok edecek bir felaket kadar felaket!
Aşk belki… ağlamaktır...ağladıkça anlarsın…anladıkça ağlarsın…
Nasıl da eritir göz yaşı insanı…Gel seninle bir daha ağlayalım …
Yaşanmışlara… yaşanmamışlara… bir de hiç yaşanamayacaklara
Ağlamak güzeldir olric… ağlamak ki yüreğin temizlik eylemi derler…
Ama bilmezmisin cam kırıkları temizlenmiyor olric!
Her gün bir şeyler değişiyor…
ardımda Bıraktığım hiçbir şeyin bıraktığım gibi kalmadığını biliyorum…
kendimin bile o küçük şehirdeki gibi olmadığını bilmek
her defasında içimi bir parça daha acıtıyor…
kalan sadece benden ufak tefek parçalar…
çocukluğumu gömmüşüm o şehre…küçük mutluluklarımı...
zamansa inadına tepeleyip geçiyor her şeyi…
beni… seni… anıların her anını...
zaman ilerledikçe silineceğine netleşiyor geçmiş…
satır araları canlanıveriyor
isimler yüz hatlarına bürünüp çıkıyorlar karşıma…
Ne desem az… ne desem çok…
ne desem boş…ne desem yersiz ve yetersiz
Aşk´ına vurdum başımı… iflah olmam…BEN ADAM OLMAM…
ne kadar su verirsen ver…artık susuzluğumu gideremezsin
ne kadar ışık tutarsan tut… artık karanlığımı ışıtamazsın
içimde hiç dinmeyen bir fısıltı olarak kalacaksın
olric!... seni kaybetmek bir daha bulamamak demekti…
geç anladım!
Şimdi gölgemize gitmeleri yerleştirip `uzak´ dedikleri yeri
hedefleyelim gel seninle Olric...
seninle konuşmalıydım olric
çok çok önceleri ilk karşılaştığımda…kırılmamışken…incinmemişken..
henüz bu kadar yorulmamışken…
şimdi ne kadar konuşsam gözlerindeki o pus hiç gitmiyor...
hiç gitmeyecek... anlıyorum…
Neden bu kadar üzgün suskunluğuna anlatıyordun acını?
neden hep denizin karşısına … aynı yalnızlığın içinde kayboluyordun?
neden hep susuyordun?
neden hep susuyorduk?
neden hep...
seninle konuşmalıydım olric
ne kadar da benden olduğunu anlatmalıydım….
kendini artık dinlemek zorunda olduğunu bir şekilde anlatmalıydım sana
boş boş baktığın kalabalıklardan değil… kendinden medet...
o...benim evet... yani sen
ben olric, sen olric...
seninle konuşmalıydım olric
zaman aktı geçti yanından… durdun hep…bir şeyler geçip giderken
senden çok şey alıp götürdüğünü bile bile durdun…
sevgililer hep gider olric...biz kalırız artakalan onlardan
ve bize bıraktıkları cam kırıkları...
bir gün yarın diye bir şey olmayacak olric…
yarın´ımız bize varmadan ne mümkünse ya yapmalıyız beraberce
yada ölmeliyiz olric…ya tut elimden..yada bırak ölelim…
ki rüyalarım kabusa dönüşüp bizi kirletiyor olric…
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma olric...
Düşlerin en güzelini en güzel yapan… senin duruşun...
bakışın... ve suskunluğundu.
Kendine "Yüzünü dökme küçük kız" dedirtecek kadar hazandın..
Söylesene olric bu defa susma ...Bir dahası olur mu düşlerin?
Şimdi Al yalnızlığımı ört üzerine olric...
Belki o vakit bırakıp her şeyi…
gelirim bir yerlerden başlamak için yeniden…
evet korkularla inançsızlıklarla…kırılmışlıklarla…karşı karşıyayız…
ama bil ki korkular ille de sebepli olric...
"Sevdiğini incitir insan" diyenleri haklı çıkaracak kadar acıyla
yanışım.
Ne ekersen onu biçersin diyen rüzgarım sonrasındaki fırtınalarım…
Bir şiire vurulup da hiçbir şiir olamayışım...
ve nerede… nasıl…
ne zaman sonlanacağını artık pek de umursamadığım…
bilemediğim hayatım…
Hepsi bir "yaşandı bitti" noktasının etrafında dolanıyor…
nokta gelip koyuyor sonunu…
hadi durma Al yalnızlığımı ört üzerine olric...
Duruyorum...susuyorum...
uzun zamandır... Birgün´ü bekliyorum sanırım…
bir gün her şey iyileşecek deyip
içimde Öyle büyük fırtınalar biriktiriyorum ki…
o fırtınaların her birinde "okkalı küfürler" çığlığıma kapılıp
kayboluyor...
Yutuluyorum olric…
doğru olanı yapmak her zaman mutlu etmiyor olric...
Mutlu olmak adına tüm düşüncelerimi bir kenara bırakma arzusuyla
yırtarken yazılmışları... yaşanmışlıkları ki ben mutluydum olric..
mutluyduk..mutluymuşum…biliyorum ki artık…
kendi istemedi mi gelmeyecek mutluluğum…
sahip olmayacak hayatımıza olric..
işte bu yüzden al yalnızlığımı ört üzerine…
Al yalnızlığımı olric.
Giderken hiç gitmeyen… kaçarken hep beni izleyen…
her adreste karşıma çıkan sensin olric...
Bak yağmur yağıyor yine… üstelik gri….
Bu aralar yağmurların rengi hep gri...
Sen… yağmur ve bir bardak demli çay...
birbirinize ne de çok yakışıyorsunuz…
sen çayı çok seversin olric…yağmuru da ben…
sensiz çay ısıtmıyor içimi olric…
bilmiyorsun ki
"koca bir ömrü harcamak" dedikleri gerçeğin altını seninle çizdim
ben...
seni özlüyorum…yağmur içimde …hep seni özlüyorum olric...
bul beni!
Çek çıkar düştüğüm kuyudan…
ki biliyorsun ben var halimle yok olma çabasındayım…
nefes aldığın her anı hayata döndürememenin telaşındayım..
yazıyorum olric…okuya okuya bul beni…
ne imla..ne satır arası... ne paragraf..
boşluk yok olric...dopdoluyum...
Buralarda kalakaldım olric...
bir o kadar durgun…Öyle bir şey işte...
görüyorum ki Benimle birlikte hiçbir şey kalakalmıyor…
zaman durmuyor insanlar durmuyor Rüzgar esiyor yine…sular akıyor…
saat inadına tik tak...akşam oluyor… sabah oluyor…
ağaçlar bir döküyor yapraklarını bir çiçek açıyor...
ben hariç Hiçbir şey kalakalmıyor olric...
Hüzne bulanmadan yaşanmıyor ki olric...
İlk açılan yaranın bir daha kapanmayacağını…
ilk kopan fırtınanın ömür boyu dinmeyeceğini…
hep ilk olanın ne varsa aniden değiştirivereceğini
nereden bilebilirdin ki olric...
Şehirler değiştiriyorum…olric…
"içimden şehirler geçiyor sen her durakda duruyor inmiyorsun"lara
takılıp kalıyorum…
Şehirler değişiyor olric… ben değişiyorum…
değiştikçe kanıyorum…
dünya da değişiyor ya...
Bir… yaşanmışlıklar olduğu gibi duruyor işte...
"Sen yok desen de...ay dolunay işte..."
ve ben vazgeçip her şeyden
hayatlardan bir gölge gibi çekiliyorum uzaklara...
mart/nisan/mayıs05
sttretyön
Ebru Coşgun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
YOK
Kitabımı sana adamak istedim
Gözlerine baktım
Gözlerin yok
Öpmek istedim
Yüzüne baktım
Yüzün yok
Tutmak istedim elini
Elin yok
İşit sözlerimi yüreğe işleyen
Kulakların yok
Anlat bana bişey anlat
Dilin yok
Haydi yanyana
Yanın yok
Kitabımı sana adamak istedim
Adın yok
Güvercin getirdi şiirimi geriye
Bu dünyada anlattığın kadın yok
AZİZ NESİN
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|