|
|
|
27 Nisan 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Gestapo kılıklı kalemşör kadın!.. |
Aaaa inanılır gibi değil. Recebim Hüseyin'e kızmış. Kızmakla kalmamış, bir de sert cevap vermiş. "Türkiye okşanacak ve aldatılacak ülke değildir." demiş. Yapma yaaa, vay anasına sayın seyirciler. Ardından "Sözüm meclisten dışarı" deyip demediğini yazmamışlar, bilemiyoruz. "Soykırım" demesin diye elindeki son kozu feda eden saçma bir dış politikanın mimarı sanki benmişim gibi, kalkmış Hüseyin'e kızmış. Aynaya bak Recebim aynaya, kızacaksan cemaline kız Obama'ya değil. Allah için adamda yalan yok. Ne dediyse o. Dediklerini ardından anlayan sen. Kapıyı açacağım deyip ortalığı üşüten yine sen. Bunca tavize karşılık ne aldın? Kocaman bir sıfır. "Yol haritası" dediğini adamlar takmıyor bile. "Soykırım" demeyen başkanın memleketinde 42 eyalet soykırımı yasalaştırmışken, Ermenistan kurulacak tarih kurulunun kararı beni bağlamaz derken, sen neyin pazarlığını yapıyorsun bir anlat ta öğrenelim be Recebim.
...
Baş sıkıştığında eliyle gömmüş gibi bulunan mühimmat konusundaki görüşlerimi daha önce beyan etmiştim. Hafta sonu baktım aklıselim beni doğruluyor, sevindim. Ama tüm bunlara sebep olan ihbar epostasını gazetelerde okuyunca gülmekten helâk oldum. Tabi bu gülme zevkten değil sinirden. İçinde bulunduğumuz durumu en iyi tarif eden bir ihbar epostasıydı bu. Bu arada neden mektup yazmıyorlar da, eposta yolluyorlar diye merak ediyordum, cevabını aldım. Postayla geldi derlerse savunma avukatları "O zaman zarfı görelim." derlermiş. Bu bağlamda, olmayanı var etmek sadece Allah'a mahsus olduğundan bu yöntemi tercih etmezlermiş. Oysa epostada böyle bir soru sormanın mümkünatı yokmuş. Herneyse.
Diyelim ki, bir hıyarülâlâ tezgahtar geçen gün leblebi alırken kendisiyle sert konuştunuz diye size gıcık oldu. Düşündü taşındı az biraz da kaşındı, sonunda sizden nasıl intikam alıp, sizi nasıl küçük düşüreceğini buldu. Parasını verip 2 paket sarı leblebi, 1 şişe gazoz, bir tane 35'lik yenirakı, kafa karıştırmak için de bir kutu prezarvatif aldı, bunları bir naylon torbaya koyup, hepten sinir olduğu Cevat Amcanın bahçesine gömdü. Sonra yan mahalledeki internet kafeye gidip, "Sayın yetkililer, Cem isimli kimliği belli şahıs, mahallede alem yaparak halkın huzurunu bozmak maksadıyla, Cevat Bey'den de izin alarak bahçesine şu, şu, şu... malzemeyi gömmüştür. Gömülen yer, kapının yanındaki gül ağacının dibidir." diye yazdığı epostayı mahalle muhtarına gönderdi. Bunu okuyan muhtar, derhal emrindeki kolluk kuvvetlerini topladı ve gidip bahçedeki mühimmatı gün yüzüne çıkardı. Ardından, ihbarın bir yarısı doğru olduğuna göre diğer yarısı da mutlak doğrudur diyerek gelip sizi de evinizden aldı ve muhtarlığa bağlı nezerathaneye attı. Yani ne oldu? Bir isimsiz ihbara itibar edip, doğruluğunu bilahare sırası geldiğinde araştıracakları bir suçla sizi derdest ettiler. Diyeceksiniz ki ne âlâkası var? Yok, ama ne farkı var? İhbar mektubunda ne diyor biliyor musunuz? Daha önce göz altına alınan subay serbest bırakılmazsa bu silahlarla savcılar hedef alınacakmış. Eee yalan da değil. Bu ihbarı ben yapsaydım, hedefte ben varım derdim, değil mi ama? Maksat şanım yürüsün. Hey gidi dünya hey!
...
Günün bir diğer edepsizliği ise, "Vücudumu satın alabilirsiniz ama ruhumu asla!" özdeyişini kısaltıp "Bütünüyle sizinim" diyen bir çakma liberalden. Fethullah tarafından finanse edilen gazetelerden birinde köşe kapan bu kadını, halkın içine korku salarak, sindirmek, Atatürk'e ve devrimlerine, Cumhuriyet'e, hakaret ve ihanet etmek suretiyle suç işlemekten yetkili makamlara ihbar ediyorum. Cuma günü yalaka gazetesinde rezil bir yazıyı kaleme almış. Başında sonundaki ipe sapa gelmezleri bir kenar koyuyorum ve asıl demek istediğini aynen buraya alıyorum;
"... Sonunda bu da oldu.
ADD ve ÇYDD'nin başını çektiği çeşitli sivil toplum örgütleri 17 Mayıs'ta Ankara Sıhhiye Meydanı'nda "Ergenekon Soruşturmasını protesto etmek için" miting düzenliyor.
Böylece Türkiye, Gladyo'yu korumak için sivil toplum örgütlerinin sokağa döküldüğü tek ülke olarak tarihe geçecek.
Sadece onlar için değil, Türkiye için de ne büyük utanç...
....
O mitinge katılacak herkes, açıkça ve inkar edilemez bir biçimde demokrasiye karşı Gladyo'nun safında yer almış olacak. Türkiye'nin yaşadığı tarihi "glasnost" sürecinin karşısına dikilmiş olmanın tarihi sorumluğunu taşıyacak. İşkenceci katillerle, provokatörlerle, suikastçılarla suç ortaklığı yapmış olacak."
İşte bu gestapo kılıklı kadın, olası Cumhuriyet mitinglerine katılarak, ayaklar altına alınan hukuka, Atatürk ilkelerine sahip çıkmak, pespaye şeriat heveslilerine, ülkeyi üç kuruşa satanlara, milli onuru ezip geçenlere, halkı sindirerek faşizm batağına sürüklemek isteyenlere karşı en demokratik hakkını kullanarak hesap sormak isteyecekleri sözüm ona uyarıyor, ama aslında alenen tehdit ediyor. "Gladyo'yu korumak için sivil toplum örgütlerinin sokağa döküldüğü tek ülke olarak tarihe geçecek." diyor ama memleketi sinsice planlarla en tepeden en alta kadar ele geçirme operasyonunun tertipçisi fethullah cemaatine "Sivil Toplum Kuruluşu" diyecek kadar da gözünün döndüğünü de unuttuğumuzu sanıyor. Oldum olası sinmiş, uyuyan Türk toplumunun, 80 sonrası ilk defa, "Ne şeriat ne darbe" diyerek elde bayrak, güle oynaya sokaklara döküldüğü Cumhuriyet mitinglerine katılmayı vatan hainliğiyle eş tutup, ekmeğini yiyip eteğini öptüğü fethullaha biat eden bu kadını, içimize nifak ve korku tohumları atıp bizi sindirerek, fethullahın başını çektiği sivil darbeye zemin hazırlamak suçuyla adalete şikayet ediyorum. Hoş, kimi kime şikayet ediyorum? Benimkisi de umutsuz bir romantizm işte. Kalabilirseniz kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Sevgilim oldun, ben sendeyken Edirne'm. |
|
Ben sana, sendeki gün batımında aşık oldum Edirne'm. Öyle kızıldı ki, gökyüzünden dalga dalga yeryüzünde kayboluşu güneşin. İşte o zaman sen yüreğimde ateş oldun. Gecelerinde şarkılar söyledim sana. Yıldızlarını aldım ellerime, sıcaklığını hissetmek için. Sevgilim oldun, ben sendeyken Edirne'm.
Sende olduğum zamanda yalnızca seni yaşadım. Herkesten uzak, düşünürken hayatımın varlığını, özgürlüğümü sende buldum. Ruhumu teslim ettim kollarına. Sana sığındım. Her gün yürüdüm sokaklarında, seni hissetmek için. Seni öptüm rüzgarlarında. Dokundum sana; elim gezinirken ağaçlarında, eski evlerinin taş duvarlarında, tarihi çeşmelerinde, yaşlı camilerinde, lalelerinde…
Sen de beni hissettin Edirne'm. Benim varlığımla birlikte kederimi. Yalnızlığımda hıçkırıklarla ağlayışımda, sen gök gürültüsüyle yağdırdın yağmurlarını benim için. O yağmurlar ki yıkadı pişmanlıklarımla günahlarımı. Üzüntülerim eski yollarının sığ köşelerine aktı. Mutlu olduğumda güneşi gönderdin yüreğime hem de gökkuşağının tüm renklerini göstererek. Güneş doğarken sabahlarında ben de doğdum yeniden, aydınlığınla uyandım. Rüzgarınla penceremden girip beni alnımdan öperken, ayçiçek tarlalarından toprak kokusunu serpiştirdin sokaklarına… Gökyüzün öyle maviydi ki, ona senin gözlerinmiş gibi baktım. Sonbaharında sarıldım kızıllığına. Bahar vaktinde ise lale bahçelerin daha fazla büyüttü sana olan sevgimi…
Yürüdüğüm yollarında ulu ağaçların kucakladı beni. Onlara dertlerimi anlatırken sen sessizce dinledin. Bir gün kuşlarını gönderdin bana. Uzattılar kanatlarını onları takip etmem için. Beni senin kalbine götürdüler, suyu berrak Meriç nehrine. Kalın taşlı Tunca'dan sonra Meriç köprüsünde karşıladı beni rüzgarın. Davetiyle oturdum, bu köprüde gün batışını seyretmiş sultanların tahtına. Bekledim güneşin nehri kızıla boyamasını. Ve güneş nehrin uzak yerinden batarken, rüzgarın itti beni köprünün ortasına… Sen Edirne'm, fısıldadın kulağıma: "Hadi! Bırak kederini Meriç nehrinin sularına. Kızıllığın içinde boğulsun kederin". Ellerim köprünün duvarına sıkıca tutundu. Eğildim nehrin kızıla dönen deli sularına. Rüzgar saçlarımı karıştırırken gözyaşlarımla bıraktım tüm kederimi …
Edirne'm! Seni hissetmek için yürüdüm söğütlük mesiresine. Rüzgar şarkı söyletti uzun kavak ağaçlarının yapraklarına, onları dinledim. Sonra polenler uçuştu kar taneleri gibi. Yakalamak istedim onları, öyle beyaz, öyle yumuşak ve hafif, öyle çoktu ki… Sanki her biri gönderilen bir umuttu bana. Kargalar havalandı yükseğe. Senin kuşlarındı onlar, siyah gözlerinde siyah aynalar vardı geçmişi anlatacak… İki yüzyıllık hayatlarının içinde paylaştılar mı senin yalnızlığını? Oysa ki ben senin yalnızlığında kendi yalnızlığımı buldum Edirne'm. Söyle şimdi bana neden bu kadar yalnızsın, bugünden uzak? Geçmişin yaşanmışlıklarında, seni yurt bilenlerin sormadılar mı sana nedenini? Kalbin Meriç köprüsünden geçerken anlatmadın mı onlara tarihini? Toprağının altında özgürlük uğruna dökülüp kuruyan kanları, kimse hissetmedi mi adımlarında? Sormadılar mı sessizliğini, hayatın sıradanlığında kaybolmuş sende yaşayan insanların?
Ben ise seni tanıdım Edirne'm. Bildim ne kadar yüce olduğunu. Adım adım basarken toprağa, gittiğim her köşende hissettim sessizliğini, yalnızlığını. Acıdan kuruyan boğazım gibi kurumuştu işlemeli çeşmelerin, bir kez bile susuzluğumu gidermedi. Hırçın rüzgarların mekanı olmuştu, yıkılan büyük saraylarının toprakları. Sokaklarında, eski evlerin pencerelerinde karanlıklar vardı. Kimisi terkedilmişti, kimisi yıkılmak üzereydi. Yaklaştığımda daha yakından görmek için terkedilmişliklerini, sormak istedim onlara, bu evlerin küf kokulu odalarında bir zamanlar kimlerin oturduğunu? Kırık pencerelerin yalnızlıklarında hangi ruhlar seyreder geceleri bu dar sokaklardan geçişimizi, düşündüm durdum.
Kendi kederimle senin kederinden kurtulmak için ulu camiin Selimiye'ye gittim.
Sessizliğin huzurunda ağladım, senin için kendim için. Kırmızı halılara dökülen benim gözyaşlarımdan habersiz, kubbenin altında kanat sesleri yankılandı uçuşan güvercinlerin. Huzurun tadına varınca açtım ellerimi, dualarımı fısıldadım bir bir. Duydun mu o zaman beni Edirne'm?
Şimdi sen uzaktasın bana, seni düşünüyorum, sende olduğum günleri… Özledim seni, sen benim sevgilimdin güzel şehrim…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
VAZGEÇİLMEZLER MEZARLIĞI
İnsanoğlunun şu dünyada düştüğü en büyük yanılgı kendini vazgeçilmez görmesidir… hayata tutunmak için ihtiyacımız olan özgüveni abartır, vazgeçilmezliğimize inanırsak, hele bir de çevremizdekileri buna inandırmaya çalışırsak, bir süre sonra vazgeçilmemiz işten bile değildir..
Hepimiz yapıyoruz bu hatayı… Sevildiğimizi hissettiğimiz anda, bu hep böyle devam edecek sanıyoruz.. Ama sevmek, kaybetmekten korkmaktır… Bunu bilmiyoruz.. Sahip olduğumuz anda, sonsuza dek bizim kalacak sanıyoruz.. Ama bizim kalması için hiçbir şey yapmıyoruz… bu bilinç yüzünden o kadar çok şeyi tüketiyoruz ki hayatımızda. O kadar çok kişi vazgeçiyor ki bizi sevmekten… sonra bakakalıyoruz sadece arkalarından…
oysa çok sevdiğim bir yazarın çok sevdiğim bir cümlesi kalmış aklımda..
"mezarlıklar vazgeçilmez adamlarla doludur"
şu hayatta, her şeyin herkesin bir alternatifi vardır. bir takım değerlerin mülkiyetinin olamayacağını, hiçbir sevginin, kullandığınız araba kadar size ait olmadığını anlamak gerekir…
Hayata böyle bakmak sorumluluk getirir, tevazu getirir…
böyle bakarsak daha çok sarılırız değer verdiğimiz her şeye, işimize, sevdiklerimize… bize ait kalmaları için emek veririz…
böyle bakarsak, kendini vazgeçilmez olduğuna inandırmaya çalışanlara, bunun ne büyük bi yalan olduğunu anlatacak enerjiyi buluruz kendimizde…
Ya da; vazgeçilmezler mezarlığında kendilerine bir yer açar, hayatımıza kaldığımız yerden devam ederiz…
Ceyda Gamzeli
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BİR GİZLİLİK HİKAYESİ
Meslekte gizlilik esas. Bu nedenle çalıştığın personele soramıyorsun bir sonraki yere nasıl gideceğini. Ben de baktığım haritadan içinden çıkamayınca, ne yapayım bir otobüs firmasına sordum nasıl gidilir diye. Onlar da direkt araba olmadığını söylediklerinden çaresiz haritaya göre aktarmalı gitmeye karar verdim.
Yolumuz Amasya'dan Zonguldak'a. Haritadan edindiğim bilgilere göre Gerede'de inerek oradan Zonguldak'a gitmeyi kararlaştırdım. İnmeyi unutmayayım diye de yolda pek uyumadım. Gerede tabelalarını gördüm ancak otobüs otobandan gittiği için Gerede sapağını geçince şoförü uyardım. Biletimde varış yeri Gerede yazmasına karşın meğer otobüs Gerede'ye girmiyormuş. Şoför bunu söyledikten sonra Yeniçağ gişelerinde indirebileceğini söyledi.
Yeniçağ Gişe görevlilerinin şimdi geçerler demesi üzerine üzerimde şık bir ceket-kravat, omzumda laptop çantası, diğer elimde valiz beklemeye başladım Zonguldak arabalarını gecenin üçünde.
Bu arada sürekli para ödeyen araç şoför ve yolcuları merak dolu bakışlarla gecenin bu saatinde ne aradığımı çözmeye çalışıyorlardı. Hatta bazı meraklıları da gişe memurları bilgilendirmekteydi. Bir ara gişe memurları yan taraftaki binada beklememi, söylediler sanki otobüsler beni bekleyeceklermiş gibi. Çünkü gecenin ayazı dayanılmaz bir hal almıştı.
Bu halde yaklaşık 2 saat bekledikten, nöbet değiştiren memurların şimdi gelirler sözleri arasında meraklı şoförlerden biri bir süre gittikten sonra geri geri yanıma geldi.
Zonguldak'a giden İstanbul arabalarının bir önceki sapaktan geçtiklerini, Ankara'dan gelecek arabaların buradan geçtiğini, ilk arabanın gelmesine birkaç saat olduğunu söyledi arabanın şoförü. Kendilerinin Karabük'e gittiklerini istersem Karabük'e götürebileceklerini de eklemeyi unutmadı. Baktım ki olacak gibi değil arabaya bindim. Araba Afyon'dan Karabük haline hıyar götüren bir kamyonetti. Ben ve laptop çantam önde valizim arkada hıyarların yanında yerimizi aldık. Ama benim yanındakiler asla bir hıyar değildi. Gecenin dördünde iki kardeş sağolsunlar sigara meyve ikramları ile yola devam ettik. Şehre yaklaştığımızda yol arkadaşlarım sabah saat altıdaki trenle Zonguldak'a gitmemin daha uygun olacağına karar verdiler. Hale geç kalma pahasına beni istasyona bıraktılar ve bütün ısrarlarıma rağmen para almadılar.
İstasyonda vedalaştık. Ben de sabah ayazında beklemeye başladım sabahın altısında kalkacak ilk treni. Saat yaklaşmasına karşın ortalıkta kimsecikler yoktu. Trenin tek müşterisi olma olasılığı aklıma yatmadığından içime bir kurt düştüyse de yükümün ağır olması nedeniyle ancak oradan geçecek birine sorabilirdim tren olup-olmadığını. Sonunda epey bir mesafede bir börekçi belirdi arabasıyla. Yol arkadaşlarım yükümün ağır olması nedeniyle, trene en yakın yola ise uzak bir mesafede indirdiklerinden güç bela börekçiye kadar gittim. Bir öğrendim ki tren hergün yoktu ve bugün de olmayan gündü. Etrafta bir taksi durağı ya da durağın telefonunu bilen birisi de yoktu. (bu arada taksi durakları için de 112, 155 gibi bir sabit numara olması gerektiği de açıkça ortayadaydı). Börekçi, bir saat sonra gazete dağıtmak üzere bir taksinin geleceğini, benim az ilerideki kahvede beklememi, taksi gelince kahveye göndereceğini söyledi.
Sabahın ayazı dayanılır gibi olmadığından bu öneriyi kabul etmekten başka çarem yoktu. Çaresiz yükümle kahveye kadar gittim. (Bu laptopu bu kadar ağır yapanın, bu valizi bu kadar dolduranın!)
Kahveciden başka kimse yoktu kahvede ancak sıcaktı. Kahveci ise biraz şaşkın. Şaşkınlığın nedeni birazdan anlaşıldı. Kahveciyle bir saate yakın sohbet ettikten sonra kahve sakinleri akın etmeye başladı. Ellerinde börek paketleri ile çay eşliğinde kahvaltılarını etmeye gelen Liverpol tersane işçisi kılıklı yorgun bıkkın yüzlü insanlar içeri girmeye başladılar. Onlar da girer girmez şaşkınlığa uğruyorlardı. anlaşılan bu kahveye laptop, valiz ve tween elbise, bu saatte ilk defa bir araya geliyordu. Emekli demir-çelik işçisi kahveci sık sık sokağa taksiye bakmayı da ihmal etmiyordu. Sonunda börekçinin gönderdiği taksi geldi ve beni otobüs terminaline bıraktı.
Şansım varmış ki Zonguldak'a yarım saat sonra bir midibüs kalkıyordu. Ve fakat yer yoktu. Artık uykusuzluktan mı, yorgunluktan mı, soğuktan mı bilmem bir patladım ki yazıhane görevlisine, bu kadarını asla hak etmemesine rağmen beni hostes koltuğunda götürmeyi kabul etti.
Meğer o gün okullar açılıyormuş, seferler de seyrek olduğundan yer yokmuş. Hatta bir süre sonra ayakta bile yer kalmadı midibüste. (koltuğa yer deniyor, ayakta durulacak yere de ayak demek lazım bence) Sürekli inen-binen, o köyden ötekine, öğrenciler, öğretmenler, veliler, işe gidenler. Araba çok dolu olduğundan öne yakın olan önden, arkaya yakın olan arkadan inip-binebiliyor doğal olarak. Ben de mecburen önden inen-binenler için her seferinde yerimden kalkıp aşağıya inip-biniyorum kucağımda laptop çantası. (şu laptopu icad edenin ya da bu kadar ağır icat edenin.) Dar yollardan ve yüzlerce tüneli geçerek nihayet Zonguldak'a vardık. Yolda başıma gelen tek olumlu şey ise garajdan taksiyle gitmeyi planladığım işyerinin yol üzerinde çıkması oldu. Tabelayı görünce hemen indim.
Bizim personele başıma gelenleri anlattığımda öğrendim ki Zonguldak'ta bol miktarda doğu Karadenizli yaşamaktaydı. Doğal olarak bol miktarda araba vardı. Sorduğum otobüs firması görevlisi Merzifon'dan direkt araba olduğunu söylese bütün bunlar başıma gelmeyecekmiş.
Erkan Sezgin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Arzum Günay İstanbul'un Yokluğuna |
|
Küçük damlalar yağıyordu kentin mavi gözlerine
Geçtiğim , baktığım her yer bir bıçak darbesi
Evimin bir balkonu, bir mutfağı yok şimdilerde
Ya evimin dört duvarı?
Huysuzluğum yaşamak istediğim kentin umursamazlığına
Sabah oldu , gece bitti…
Daha çok kalabalıklara karıştı ellerim
Ne bağrışmalar geçti kulağımın dibinden
Isınamadım mavi gözlerine bu kentin
Kalmanın gitmeye eşitlendiği bir dar ağacına
Seferi oldum , ruhumun gri çalkantılı bulanık suyunda
Meraksızlığın tırnak boyunu geçmediği
Gönülsüz bir akşamdan sabahladım güneşe…
S-ı-k-ı-l-d-ı-m….
Sıkıldığım kareler battı kirpiklerime
Suskunluğa büründü sessizlik ,
Sevmedim mavi gözlerine vurulduğum bu kenti
A-c-ı-t-t-ı , yarin uzaklığı.
Alışamadım git - gellerine
Bir hasta - bir sağlam…
Evimi özledim ,
Annemsiz bir kapının yokluğuna,
Babamı özledim,
Kapısız bir evde yaşıyormuşçasına.
Özlediklerim yüzüme rüzgarlarla çoğalarak çarptı.
Ö
L
D
Ü
M
…..
Şimdi diriliğin ölüsüne kaydı ellerim.
Arzum Günay arzum@kahveciyiz.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Gün eksilmesin Penceremden
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!
Cahit Sıtkı Tarancı
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|