|
|
|
6 Mayıs 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İzninizle!.. |
Bugünkü sayımızı hazırlamak için sadece 1 saat ayırabildim. Hatalarım olmuşsa kusura bakmayın. Yarın daha uzun süre birlikte olmak dileğiyle hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ŞEHRE KAÇIŞ'TAN (4) |
|
ÖFKEYLE KALKAN…
Ulkuş, bir süre mutfakta oyalandı. Aklı karma karışıktı. İçinden ağlamak geliyordu. Bir babasına öfkeleniyor, bir oğluna köpürüyordu. Sonra elinden hiçbir şey gelmeyeceğini düşünüp kurtuluşu çekip gitmekte buluyordu.
İçindeki kavgayı yatıştıramadı bir türlü. Avluya indi. Hışımla ahıra daldı; ancak Canay ahırda yoktu. Gürbey gelmeden, Canay'la her şeyi açık açık konuşmak istiyordu. Avlu kapının açıldığını hissetti. Avazı çıktığınca bağırdı:
- Canaayy?
Canay, annesinin böyle bağırışına ilk kez tanık oluyordu. Ona bir şey olduğunu düşünerek ahıra koştu. Annesi öfkeden mosmor kesilmişti. "Ne oldu, ne var?" demeye kalmadı, makineli tüfek gibi sorular, sorgular başladı:
- Çabuk söyle, bu yavruyu kimden aldın?
- ...
- Deden mi aldı bu yavruyu sana?
- ...
- Çabuk söyle! Çıldırtma beni.
- ...
- Baban bunları öğrenince olacakları hiç mi düşünmedin? Haydi sen çocuksun, deden de
mi düşünmedi...
- Dedemin suçu yok.
- Yokmuş… Bu çocuğun anası babası var diye niye düşünmüyor.
- Dedemin suçu yok, dedim sana.
- Çakır Mehmet, oğlumuzun her istediğini yapınca suçsuz oluveriyor değil mi?
Canay, daha önce annesinin bu tür konuşmalarına hiç tanık olmamıştı. Bir süre annesinin
yüzüne baktı. Annesi her an sesini biraz daha arttırıyordu. Bu öfkeli seslerden Bala bile korkmuş,
yuvanın bir köşesine saklanmıştı. Canay, kaşla göz arası, Bala'yı sepetine koydu, sokağa fırladı.Ulkuş arkasından bağırdı:
- Nereye gidiyorsun? Çabuk gel buraya!
Dönüp ardına bakmadı bile. Bir iki dar sokağı aştıktan sonra köyün dışındaydı.
Nereye gideceğini bilmiyordu. Ama geri dönmeyecekti. Bir köpek yavrusu yüzünden bu
kadar hırpalanmayı hak etmediğini düşünüyordu. Hele annesinin, dedesine hakaret etmesi
olacak şey değildi.
Elinde sepetle patikalarda yürüdü, yürüdü. Karşısından gelen birilerini gördüğünde
ormanların arkasına saklandı, soluklanmak için durup Bala'yı okşadı. Onu asla bırakmayacağını yineledi kendi kendine.
Bademler çoktan çağlaya dönmüştü. Gözün gördüğü her yer hayatın tazeliğini yaşıyordu. Erikler, kirazlar, şeftaliler... ya allı güllü çiçeklenmiş ya da yapraklanmıştı: yeşil, zar gibi... Ama hiçbir şey umurunda değildi.
Neden sonra taş kuyunun başında buldu kendisini. İyice susadığını hissetti. Kuyu başında daima bir kova bulunurdu. "Kuyu suyu kışın ılık, yazın serin olur." derdi dedesi. Bu mevsimde nasıl olurdu ki? Kovayı eline alınca ipinin suya yetişmeyecek kadar kısa kaldığını fark etti. Birileri ipin bir parçasını kesmişti. Ne yapacağını düşündü? Suya ulaşamamak, sanki susuzluğunu daha da arttırmıştı. Eğilip suya baktı. Taşlara basa basa inebilir miydi ki? Ya kuyuya düşersem, çevrede kurtaracak kimseler de yok, boğulurum...
Boğulma düşüncesi ürkütücü geldi Canay'a. Annesinin, babasının, hele dedesinin kendi arkasından ne kadar ağlayacaklarını düşündü. Babası, dedesiyle ömür boyu konuşmazdı artık. Zaten dedesi de çok yaşamazdı onun arkasından. Ben sebep oldum diye düşünürdü.
Canay, özellikle dedesini üzmeye hakkı olmadığını, yavruyu götürüp dedesine bırakmayı düşündü: "Dedem de Abalı amcaya götürüp geri verir." dedi, birileriyle konuşuyormuş gibi. Ama sesinden irkildi, kendine güldü.
Bala, çimenlerin arasında kaybolmuş gibiydi. O kadar sevimli görünüyordu ki ondan ayrılma düşüncesi Canay'ı yeniden hırçınlaştırdı. Eve dönmeyecekti; ama geceyi dışarıda geçiremezdi. Bir süre daha ne yapması gerektiğine karar veremedi.
Yanında Bala, yavaş yavaş, amaçsız yürüdü. Dedesine gitmesi gerektiğini düşündü yeniden. Ona durumu anlatırdı. Dedesi bakardı yavruya. Kendisi de dedesinde kalırdı. Bu düşünce iyice aklına yatmıştı. Yönünü dedesinin mahallesine doğru çevirdi. Ancak daha yüz metre gitmemişti ki, bu kez anne ve babasının dedesine daha çok kızacaklarını düşünmeye başladı: "İstemediğimizi bile bile buna köpek yavrusu alıverdin. Şimdi de bizden soğutuyorsun." diyeceklerdi. Babası her zaman yaptığı gibi başını önünü eğip: "Bunun okulu var, dersleri ne olacak?" diyecekti.
Yavaş yavaş bu düşünceden de caydı:
- Ee, ne yapacaksan yap artık, karar ver!
Kalkıp eve dönemezdi ya. Hele böyle! Bir arkadaşına bıraksa yavruyu ne olurdu ki?
Sonunda Sis Köyü'ne gitmeye karar verdi.
- Giderim, Abalı amca, derim, buna şimdi ben bakamıyorum, bu yavru sende kalsın. Ben okul bitince gelir alırım.
Düşündükçe en doğru çözümün bu olduğuna iyice inandı.
Sis Köyü'ne daha önce birkaç kez gitmişti. Önceki gidişlerini pek anımsamıyordu; ama son gidişleri olduğu gibi aklındaydı.
Birkaç yıl önceydi. Dedesi, onu atın yine terkisine bindirmişti. Düz yol çabucak bitivermişti. Ulu çamların arasından döne döne dağlara tırmanmışlardı. İlk birkaç dönemeçte dönüp ovaya bakmıştı. Yeşili sarısı, meyvelikleri, sebzelikleri ne de güzel görünmüştü yükseklerden. Sonra görünmez olmuştu ova. Birden bir sis içinde kalmışlardı. Korkmuştu. Dedesi:
- Korkma, demişti. At yolunu bilir.
Aynı korkuyu hissetti içinde, ürperdi. Üstelik dedesinin sözü hâlâ kulaklarındaydı: "At yolunu bilirdi; ya kendisi? İçinden bir ses "Dön!" dedi ona... "Çabuk dönmelisin!"
Dönüp baktı. Ova çok gerilerde kalmıştı. Belki de Sis Köyü şu dağın ardında bir yerdeydi. Bunca yol gelmişken geri dönmek olmazdı ki. Hem anımsadığı kadarıyla sanki sis içinde bir iki dönemeçten sonra bir düzlüğe varmışlardı. Abalı Hasan'ın evi de köyün ilk eviydi.
Kendini eve varmış hissetti. Rahatladı. Adımlarını biraz daha açtı. Az sonra derenin çağıltısını duydu. Ötelerde bir yerde tahta köprü olmalıydı, az ileride de değirmen.
Tahta köprüye yaklaşmıştı ki köprüyü geçen atların nal seslerini duydu. Gelen iki atlıydı. Bir çalı arkasına gizlendi. Gelenlerin kim olduğunu öğrenmeye çalıştı. Onları hiç görmemişti. Başka köylerden olmalıydılar. Adamlar o yıl kaldırdıkları ürünlerin para etmediğini konuşarak geçip gittiler.
Yükseklerdeki karlarının erimesiyle iyice coşan dere, neredeyse bir ırmağa dönmüştü. Derin bir uğultuyu andıran sesi, yamaçlarda yankılanarak çoğalıyor, aşağılarda başka derelerin sesleriyle buluşuyordu. Yalnızlık ürkütücüydü. Canay, tahta köprüyü ayaklarının ucuna basarak geçti.
Bundan sonra yokuş çıkacaktı. Aklına takılan tüm kötü düşünceleri kovarak kış yağmurlarının deştiği toprak yolu tırmanmaya başladı. Daha iki dönemeç dönmemişti ki bir danayla burun buruna geldi. Kendisini şarampole attı. Ödü patlamıştı. Dana şöyle bir kafa salladı, boynuzlarına bağlanmış ipi sürüyerek geçip gitti.
Yerinden doğruldu, yola çıkacaktı ki üstü başı perişan bir adam koşarak dönemeci döndü. Canay çivilenmiş gibi kala kaldı. Adam, danayı zapt edememişti. Elinde yumruk büyüklüğünde bir taş vardı. Dananın ardından ağız dolusu küfürler savurarak koşturuyordu.
Kaç dönemeci döndü, kaç tepeyi tırmandı, sayılarını unutmuştu. Öteki gelişlerinde bir çırpıda bitiveren yol, şimdi bitmek bilmiyordu.
Güneş inmişti. İyice uzayan gölgeler; artık yavaş yavaş siliniyordu. Karşısına çıkan yeni bir dönemeç küçücük yüreğinde korkuları büyütüyor, büyütüyordu. Öfkeyle yollara düştüğü için bin pişmandı. Aklına eseni mutlaka yapmak zorundaymış gibi davranması doğru muydu sanki?
- Ah dedem! Sözünü dinlemedim. Kulağını kuruttum yıllardır. Köpek de köpek… Ne yapsın adamcağız al işte, dedi. Ama bana az mı söyledi: "Baban istemiyor, annen çocukluğundan beri köpek sevmez." Söz dinlemedim ki. En sonunda, "Almazsan ölümü öp!" dedim.
O sözü duyunca mavi gözleri nasıl da büyüyüvermişti dedesinin. Kollarını kartal kanadı gibi açmış: " Dayanamam!" demişti, "Ne derlerse desinler, söz sana bir yavru alacağım, hem de en değerlisinden. Yine de iki seneye yakın beklemişlerdi.
Yarıyıl tatili başlamıştı. Karneyi aldığı gibi soluğu yine dedesinin mahallesinde almıştı. Çakır, sanki torununun kokusunu almış gibi yol başına çıkmıştı. Canay'ın karnesinin, özellikle yavru konusundaki anlaşmadan sonra çok çok iyi olacağını biliyordu.
- Bak ha dede, bu yıl derslerimin hepsi 5 olacak. Bir tane bile düşük not getirirsem bir
daha senden yavru istemeyeceğim. Ama sen de artık sözünde duracaksın.
****
Hayta, avın kralıydı, kraliçesi de Kayra... Abalı'yla yan yana geldiklerinde en çok onları konuşurlardı.
Abalı, kaç kez söylemişti, gel şunları çiftleştirelim diye. Ama o, hep bir bahane uydurmuştu. Çünkü Hayta ayarında bir köpek görmeye bile dayanamazdı.
Yeni av mevsimi açılır açılmaz, avcılar daha sık buluşur olmuştu. Çakır, bir av esnasında Abalı'ya "Kayra aladığında bekleriz." deyince Abalı ne diyeceğini şaşırmıştı. Bu karar değişikliğinin sebebini dahi sormamıştı.
- Tek yavru alırım. Ama en iyisini...
- Sözü mü olur, demişti Abalı.
Bala, güneşli; ama soğuk bir kış günü, Kayra'ın karnında büyümeye başlamıştı; ama Çakır haberi torunundan saklamıştı.
Canay, yolun başında, karnesini dedesine sallarken, dedesi de verdiği sözü yerine getirebilecek olmanın sevinciyle bağırıyordu:
- Benim de sana armağanım var, benim de sana…
Yine sıkı sıkı sarılmıştı dedesinin boynuna: "Anlat!" demişti "Anlat dedem!" O da tatlı tatlı anlatmıştı. "Şubat sonu demez, yavru bizde olur. Ama anneni babanı nasıl ikna edersin bilmem…"
Annesini ikna edebilirdi; ama babasını ikna etmesi zordu. Günlerce kimselere bir şey söylemediler. Canay, babası ve annesinin düşük bir notu bahane etmemesi için çok çalıştı.
İşte o gün, Bala'yı şu sepetin içinde tutuşturmuştu eline dedesi. Ne de güzeldi. Taze pembe burnu nefes alıp verirken hafif hafif oynuyordu. Kafası simsiyahtı. Alnın ortasındaki beyaz ay parçası sanki madalya gibi duruyordu.
Sepetin üstündeki bezi yavaşça kaldırdı. Bala, mışıl mışıl uyuyordu. Bez açılır açılmaz gözlerini araladı.
Bu ıssız dağ yolunda tek başına gitmek ona göre değildi. Dön dolaş yol bitmiyor; her dönemecin arkasından bir başka dönemeç çıkıyordu. Gündüz, kendisini görmesinler diye gizlendiği adamlar olsa şimdi ne iyi olurdu.
Her adımda bacaklarının daha da güçsüzleştiğini hissediyor; içinden ağlamak geliyordu. Ama bunun bir yararı olmadığını düşünüp gücünü son kertesine dek kullanmaya çalışıyordu.
Çamların hışırtısı dinmiş, havaya serinlik çökmüştü. Her dönemeci dönerken bildiği tüm duaları yineliyordu; ama karşısına çıkan yeni bir dönemeçle dualarının da işe yaramadığını düşünüyordu.
Aç ve susuzdu. Gerçi arasa kuzukulağı, böğürtlen filizi gibi yenecek şeyler bulabilirdi; ama yemeye ne zamanı vardı, ne de gücü.
Bir dönemeci daha döndü, önüne bir düzlük çıkınca yüreğine su serpildi. Tanrıya şükürler etti. Gerçi düzlükte bir ev görünmüyordu; ama… Sis köyünün evlerinin böyle bir düzlükte başladığından emindi.
İleride yolun kenarında yenice yapraklanan dev çınarı daha önce hiç görmemişti: "Dedem beni hep sis içinde getirmiş demek ki buralara." diye söylendi. Umut ve kuşku karmaşasında bir süre yürüdü. Çınara elli altmış metre yaklaşmıştı ki umutları uçuverdi.
Yol, çınarın önünde ikiye ayrılıyordu. Canay, böyle bir yol ayrımını anımsamıyordu. O ana dek sürdürdüğü direnme gücü yitti. Bir taşa yaslandı, ağladı, ağladı. Neden sonra Bala'nın mırıltılarını duydu:
- Sus bakalım sen, hep senin yüzünden, dedi.
Bala'nın mırıltıları ağlamaya dönüşüşünce dayanamadı, sepeti açtı, onu kucağına aldı, sırtını okşadı.
- Acıktın, değil mi sen de? Üstelik susamışsındır da…
Ama bu dağ başında nereden su bulabilirdi ki. Çevresine bakındı akşam alacası iyiden iyiye çökmüştü. Çınara doğru yürüdü. Burada çınar olduğuna göre yakınlarda su olmalıydı. "Çınar, su sever." Bu sözü kim bilir kaç kez duymuştu dedesinden.
Yanılmamıştı. Kulağına çalınan su şırıltısı, çınarın arkasında su olduğunu muştuluyordu. Umutla sesin geldiği yöne koştu. Küçük bir çalılığın arkasında bir oluktan akan suyu gördü. Oluğun ağzına dudaklarını dayadı. Bir ömürlük susuzluğunu giderircesine içti, içti.
Su, çam kokuyordu. Soğuk da değildi. Bala'ya da içirdi avuç avuç. Üstüne bir ağırlık çökmüştü. Üşüyordu… Gözleri kapanır gibi oldu. "Uyumamalıyım!" dedi kendi kendine. Ama göz kapaklarına engel olamıyordu. Yatabileceği bir yer aradı.
Çınarın gövdesi üçe yarılmıştı. Dedesinin bir anısı aklına geldi:
- Çınar, kovuğuna girdik, bütün gece üç arkadaş koyun koyuna yattık. Bütün gece yağan yağmurun bir damlası bile düşmemişti üstümüze.
Çınarın dibine vardı. Birçok canlının rüzgârlardan, kardan, kıştan sığındığı bir yuvaydı burası. Gövdenin en derin yarığına yaslandı: Yatağı beşik gibiydi, uyudu.
Çıngırak sesleri geliyordu derinlerden. Gözlerini açmak, seslere doğru koşmak istiyor; ama her adımda ayaklarına sarmaşıklar dolanıyor, sarmaşıklardan kurtulduğu yerde önüne böğürtlenler set oluşturuyordu.
Avazı çıktığınca bağırmaya çalışıyor; ama sesi çıkmıyor. Ağlamak istiyor; ama göz pınarlarından tek damla yaş düşmüyordu. Üşüyor; iliklerine kadar titrediğini hissediyor; ama örtünmeyi akıl edemiyordu. Sesleri dinliyordu, kalbinin sesini bastırarak. " Tanrım yardım et, sesler uzaklaşmasın benden..." defalarca söylüyordu dileğini.
Sesler oralarda bir yerlerde, uzaklaştığı ya da yaklaştığı belli değil; rüzgârdan olmalı. Çalıların arasından çıkan bir oğlağı görür gibi oldu: Elini uzatsa tutacak oğlağı: "Gitme!" diyor, "Sen kalırsan annen seni bulmak için gelir, çoban da gelir." Oğlak, sanki koku almış başını kaldırıp burun deliklerini oynatıyor. Bir anda keçiler dolduruyor çevresini. Çobanı bekliyor, çoban gelmiyor. Bu sürü çobansız mı yoksa?
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KALDIN YANİ
İstasyonda inecek var!
Tabiki bu cümleyi bir tren yolculuğunda makiniste söylemek mümkün değildir.Makinist tren o istasyonda duracaksa zaten durur inecek olmasa da..durmayacaksa da ne yapsan durmaz..bu cümle tren ve karayolunun paralel seyrettiği anayol üzerindeki kasabamızda tren istasyonuna yakın evimize varmak için şoföre söylenirdi. Yıllarca yatılı okul fakülte yıllarımda kasabanın her iki ucundan da giriş yaptığım için artık nerede yerimden kalkacağım, bu cümleyi ne zaman söyleyeceğimi öğrenmiştim yılların tecrübesiyle..
Neyse istasyonda inilir, her zaman kirli çamaşırlarla dolu valiz sırtlanır ve eve doğru yollanılır..her zaman uğurlayanın olsa da karşılayanın olmaz hiçbir zaman..genelde gece yolculuğu yapıldığı için sabah ezanı dinlenir valiz sırtında eve doğru giderken..
Memlekete varmanın sevincinden midir bilinmez sabah ezanları çok güzel okunurdu bizim mahalle camisinde..ezanı dinleyerek eve gidilirken de karşıdan ya namaza giden yaşlı mahalle sakinleri, ya da adet olduğu üzere evinin önünü süpürmekte olan kadınlara rastlanır..
Her gidişimde eve yakın oturan uzaktan akraba Umman hala evinin önünü süpürüyor olur..
Hemen önce hoş geldin denir ardından da geçtin değil mi diye okul durumu sorulur..
Her seferinde de geçtim takdir aldım yanıtı verilir aferim karşılığını müteakip eve varılır..
Bütün Yatılı okul hayatı boyunca bu böyle devam etti..
Derken üniversiteye başlandı..bu sefer yolun karşı tarafından geldiğim otobüste başladım "istasyonda inecek var" demeye..
Yine sabah ezanı, namaza giden yaşlılar ve sokağı süpüren Umman hala..
Fakat bu sefer takdir yok üniversitede..bir dersten de bütünlemeye kalınmış..Umman Hala yine sordu..geçtin değil mi?
Ben dürüstçe cevap verdim.." Umman Hala şimdi üniversitedeyim..ders geçme var " demeye kalmadı .."kaldın yani " dedi..
Bundan sonraki gelişlerimde artık ders geçme sistemini anlatmaktan vazgeçtim Umman Halaya..her seferinde geçtim dedim..o da aferin dedi..sonuçta da geçmiştim..1 yıl uzatmayla da olsa…
Erkan Sezgin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek AŞKIN DA, MEŞKİN DE, SEKSİN DE TAA YEDİ SÜLALESİNİ... |
|
Biliyor musunuz? Bir yazıya şekil vermem en fazla yarım saatimi alıyor ama giriş ve final kısmı için 8 gün 9 gece ilham terleri döküyorum.
Bugün, küt diye mevzuuya girmek ve çaaat diye mevzuunun suratına kapıyı kapatmak istiyorum. Kapıdan uzak durun!
* * *
"Ne kadar az beklentiniz olursa, o kadar az çuvallar, o kadar az hayal kırıklığına uğrar, o kadar az can yakarsınız. Eh haliyle de canınız daha az yanar..."
Bu cümleleri belki onlarca kişiden, belki onlarca kere duymuş, hatta onlarca vesileyle, onlarca kere, onlarca kişiye ve kendinize de aynı cümleleri kurmuşsunuzdur. Heyhat, gene de bu cümlenin gereğini yerine getirirken balataları yakar, virajlara tutmayan freninizle girmek zorunda kalırsınız. Eh önünde sonunda da ya uçurumdan aşağıya uçarsınız ya da epeyce bir savrulduktan sonra karşı yoldan gelen kamyonun altına girersiniz.
Şöyle bir düşünecek olursak, her insan evladının karakteri, hayali, amacı, duygulanımları, tanımlamaları, tecrübeleri birbirinden farklıdır değil mi? Hal böyleyken kim, kimden beklenti içine girebilir ki?
Aşkın gereği 'hebele'dir, yerine getir!
İyi de baba, senin aşktan anladığın 'hebele'dir, ötekininki 'gübele..' Senin aşk tanımının gerekleri 'hebele' diye, el oğlunun ya da el kızının da 'hebele' olmasını bekleyemezsin ki!
Hem ilişki dediğin biraz da kendinden başka kimliklerce onaylanmak, kendinden başka yaşamları keşfetmek, sıkıcı gidişata bir renk katmak değil midir?
Haaa, kendinin aynısının tıpkısından istiyorsan mastürbasyon yaparsın, geçer! Ne diye çekiyorsun elalemin derdini, di mi?
Tabii bir de özellikle hatun 'kısmısı'nın üstüne yapışmış, kalmış bir önyargı vardır: "Hatunlar, duygusal ilişkilerde daha çok beklentili olan taraftır."
Tamam, genelleme yapınca bu önyargının haklı gerekçeleri ve doğruluk payı vardır. Ancak bu durum beyinlere öyle bir kazınmıştır ki, erkek 'kısmısı'nda böyle bir fobi, paranoya, histeri felan oluşmuştur.. Kadın cinsi olarak külliyen adınız çıkmıştır bir kere ve dokuza indirmeniz hiç de kolay değildir.
Kendinizi ne kadar eğitseniz de, er kişi her lafı, her tavrı, her sitemi 'klasik hatun tiribi ve dırdırı' olarak niteleyip hemen gardını almaya davranır.
'Ulan mayamızda var işte, kötünün iyisiyiz' felan deseniz de, damgayı yersiniz:
'Muayyen gününde misin gene?'
'Yok yahu ben onu kastetmedim.. Gek, gük, kem, küm'
I-ıh yer mi Anadolu çocuğu? Tecrübeleri ona der ki: 'Hatun kısmına geçit verme, verirsen 24 saat dırdır dinlersin.'
Hep dediğim gibi insan evladı nankördür. Onlarca artıyı tarihe gömüp, tek bir eksiyle yoluna devam etmeye meyleder... Olumlu şeylerin kaydını tutmaktansa, olumsuz şeyleri temcit pilavına çevirir... Alkışlamaya üşenir, onur meselesi yapar ama aşağılamaya amadedir.
* * *
Duygusal ilişkilerle ilgili bir başka önyargı da şudur: "Eğer ortada bir ilişki varsa, taraflardan biri daha fazla aşıktır, vericidir, lokomotiftir, vefakardır, fedakardır, vs..."
Kim, hangi teselliyle, hangi gerekçeyle uydurup, beynimize sokuyor bu genellemeleri bilmiyorum ama bu tespite ciddi ciddi sinirleniyorum.
Tamam bazı ilişkiler tek taraflıdır. Biri sevmeye aşıktır, diğeri sevilmeye.. Ama bunu bütün ilişkilere mal etmek budalalıktan öte, kolaycılıktır. Sonuçta ortada bir alış-veriş vardır ve her iki tarafın cebine de birşeyler girmektedir, öyle ya da böyle...
Mesele şu ki; herkesin sevme, verme, feda olma, aşık olma, vefa gösterme limiti farklıdır.
Ayşe'nin hayatı aşk üzerine kuruludur, o severse dağ gibi sever..
Ali'nin hayatının merkezi kalabalıktır, fare kadar sever, ancak buna gücü yeter..
Diyelim ki, Ali ile Ayşe bir gün, bir yerde, es kaza karşılaşırlar. Ali hayatının aşkını yaşıyordur. Bu aşk büyür büyür obez bir fare kadar olur. Limitlerini zorlamıştır yani. Ayşe ise 'eh işte'lik bir aşk yaşıyordur, 'tepe'dir sadece sevgisi.. Limitlerini zorlamıyordur yani..
Dışardan bakıldığında Ayşe'nin sevgisi Ali'ninkinden fazla görünüyordur. Ancak madalyonun öteki yüzünü kimse görmüyordur.
Bence aşk,meşk, duygusallık işleri bireysel limit değerleriyle ölçülmelidir. Ali'nin obez olmuş faresi, Ayşe'nin dağ olamamış sevgisinden kıymetlidir benim nazarımda.
Öyledir işte.. Bi laf dinleyin!
* * *
İkili ilişkilere maydanoz olan bir başka şey de şeytan tüyüdür. Evet, şeytan tüyü diye bir zıkkım vardır ve bazılarında doğuştan bulunur bu zıkkım. Şeytan tüylü muhteremler, karşı tarafa ne kadar 'köpek çekerlerse' o kadar kıymetlenirler.
Özellikle hatunların şeytan tüylülere karşı tuhaf bir zaafı vardır. Kıla-tüye bu kadar kafayı takmalarına rağmen, şeytan tüyü dedin mi kadın kısmısına bir haller olur. Nerede şeytan tüylü bir er kişi görseler kovalamaya başlarlar.
Bilirler ki kovalamacanın sonunda yere kapaklanacak ve oralarını buralarını yaralayacaklardır. Gene de bir türlü vaz geçmezler, son sürat kovalamaya devam ederler.
Bu kovalamacada, 'kovalayan mı yoksa şeytan tüylerini epilasyona tabi tumayan mı suçludur?' bu soru hep muğlaktır.
Bana sorarsanız şeytan tüyü doğuştan felan gelen bir nanedir ve bu yüzden de suç değilse bile sorumluluk kovalayandadır.
Hatta, birçok şeytan tüylünün ilgiden ve sevgiden illahlah deyip epilasyona gittiğine ve bir türlü muvaffak olamadığına, bu yüzden de bunalıma girdiğine bile şahit olmuşumdur.
İnsan sevilmekten, ilgiden usanır mı yahu? Şeytan tüylüler usanır! Zira bazen durumlar kontrol dışına çıkar. Rüya kabusa dönüverir.. Kendilerinin de kaptırdıklarını fark ederler birden.. Gözleri dönmüştür aşırı ilgiden...
Ve aniden uyanırlar.. Uyandıklarında iş işten geçmiştir.. 'Kışt, pist, hoşt' felan diye peşlerindeki üstünü başını parçalayan onlarca şeytan tüyü meraklısı hatunu savuşturmaya çalışsalar da, olan olmuştur.. Pirincin taşı, pirinçten daha fazladır artık.. Ki ayıklayabilene aşk olsundur!
Durum buyken ben de tutup mizaha sırnaşın, mutsuzluğa bu kadar prim vermeyin, hayat güzel, pozitif olun, laylaylom diye maval okuyorum.
Benim bile kafam karıştı yahu!
İnsan psikolojisi bu rotada seyrederken mutlu olmak mümkün mü?
Cık!
Değil!
Çaaaat...
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Kabulüm
Kursağımda ağrıdır acı ve ağır bakışların
Gülmeyen yüzünde aradığım şifam
Uslanmaz sevdamın emiresi efendisi
Aşkıma adadığım vefamsın
Kervanıma çölde kuyu
Bu naçar seyyahın kervansarayısın
Toprağa sarılı sermayem
Çuluna çaputuna sarmalandığım
Zehir, cefa ve zulüm harmanının yangını
Huzur tohumunun hasını serptiğim
hasadını aldığım tarlam
Bülbülün dalını ısmarladığım bağbanımsın
Sabahımın eteği; acılarımın sabrı
Gönül yelkenimin rüzgarısın
Umurum
Teknede hamurumsun
İklimim, mevsimimsin…
Akşam güneşim, mehtabım, bahar yağmurum…
Gözümden sakındığım nazanım
Nazına kulak asmadığım kabulümsün…
Hasan Gezer
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|