|
|
|
8 Mayıs 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Hergün sizlerin olsun!.. |
İki gündür ABD menşeli bir internet firmasından yediğim kazığı hazmetmekle meşgulüm. Zaman farkından dolayı ancak geceleri kendileriyle muhatap olabildiğimizden ve kendileri benimle Hindistan üzerinden görüşmeye çalıştıklarından anlaşmamız bir türlü mümkün olamıyor. Aslında tezgah tam bu anlaşamamazlıklar üzerine kurulmuş. İlk satışı yapıyorlar, elini veriyorsun, sonra kolunu kurtar kurtarabilirsen. Özetle şöyle anlatayım, geçen yıl 238 dolara aldığım hizmeti, bu yıl aynı koşullarla ama 700 dolara satın almak zorunda kaldım. Kitabına uydurulmuş ahlaksızlık Dünyanın her yerinde var hiç kuşkunuz olmasın. İnsani duyguları, ahlakı bir kenara bırakmanız yeterli oluyor. Her neyse...
Elalemden yediğimiz kazığa dalıp annelerimizi unutmak olmaz. Başta beni doğurup adam olayım diye sevgiyle yoğuran anneme sonra mevcut ve müstakbel tüm annelere sevgilerimi yolluyor, Anneler Gününüzü candan kutluyorum. Sağolun varolun, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR ISLIK ÇALMAZ -9 |
|
İnsanların ömürleri kuş kadar kalsa da okyanuslar kadar büyük düşleri olabilir. Şoför Necati kendisine piyangodan büyük ikramiye çıksın istemiyordu. Keşke bir hatlı minibüsü olsa, kendi hesabına Sinop'a gidip gelebilseydi. Yeter de artardı. Ama olamayacaktı…
Sinop' ta sabahtan beri usul usul bir yağmur yağıyor. Eski evlerin birinin kapısında küçük kırmızı bir bisiklet duruyor. Yokuş aşağı koşmak için can atıyor. Ama hayır, kıpırdayamıyor. Tekerinde kilitli ve küflü bir zinciri var. Acaba dün bu yokuştan aşağı uçup gitmiş miydi? Gitmiştir elbette neden gitmesin? Böyle düşünmeyi istiyorum. Sinop'ta usul usul bir yağmur yağıyor. Küçük bir kırmızı bisiklet yağmurun altında zincirli... Yana devrilmiş yatıyor. Sokaklar bisiklete bakıyor, bisiklet kedilere. Ve sonra gidonunun yüzüne kapatıp ağlıyor.
Bıldırcın Kadri dokuz yaşındayken böyle bir kırmızı bisiklet yüzünden çok dayak yemişti. "Çalmasaydın binmen için verirdik. Niye gelip istemedin?" dediler. Eşek sudan gelinceye kadar dövdükten sonra bunu söylemişlerdi. İnsanlar her güzel şeyler söylerler. Kadri buna inanılmayacağını çoktan öğrendi. Sekiz yaşındayken bunu öğretmeni de söylemişti. Ama kibarca onlarca kez ondan kalem istediği halde bir kez bile vermemişti. Kadri baktı ki sözünü dinleyen yok. Güzellikten anlayan yok. Bir gün sınıftaki bütün kalemleri ve silgileri toplayıverdi. Hatta kalemtıraşlarını da… Çocuklar birer birer "kalemim kayıp öğretmenim. Silgim kayıp öğretmenim," deyip sızlanmaya başladılar. Öğretmen çaresizlik içinde bütün öğrencilerin çantalarını açtırdı. Hepsini birer birer aradı. Ama tek bir kalem bile bulamadı. Çünkü Bıldırcın Kadri çaldıklarının hepsini fanilasının içine doldurmuştu. Sonra götürüp çaldıklarının hepsini iskeleden denize attı. Yaptığından büyük bir keyif aldı. Ve kendi kendine bayılıncaya kadar güldü.
Bıldırcın Kadri ikinci kez sınıfın kalemlerini ve silgilerini topladığında yakayı ele verdi. Aksilik işte, koynundaki kalemlerden biri arama sırasında aniden yere düşüverdi. Sınıftaki çocukların biri kalemi görür görmez tanıdı. "Bu benim kalemim," dedi. İşte o an kızılca kıyamet koptu. Öğretmen Kadri'nin kulağına yapıştığı gibi onu doğruca müdür odasına götürdü. Müdür'e "bıktım bu çocuktan. Canımdan bezdim şerefsizim. Anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdi.Bunu benim sınıfımdan alın müdür bey," diye abartılı cümlelerle yakınmaya başladı. Bir yanlışın yanına kırk kusuru katıp nefes bile almadan anlattı. Kadri bunu hiç anlamadı. Öğretmeni neden böyle yapıyordu? Çünkü daha önce öğretmeni ona bir kez bile kızmamıştı. Bir kez bile bağırmamıştı. Bu onun ikinci suç girişimiydi. Okul müdürü şişman, dev gibi bir adamdı. Elini kaldırınca vuracak diye kendini sakındı. Müdür vurmak için değil başını okşamak için ona uzanmıştı.
Sinop'ta sabahtan beri usul usul bir yağmur yağıyor. Çalışma bakanlığının görevlileri bir aydır sokaklarda çocuk arıyor. Çaldıkları her kapıda "Bir proje başlattık," diyorlar. Okul çağında olup öğrenimini sürdüremeyen, çırak olarak çalıştırılan küçük çocukları yeniden okula döndüreceğiz." Konuştukları esnaflar başını kaşıyarak onlara sokak çocuğu arıyorlar. Dilendirilen, küçük yaşta çalıştırılan çocuk görüp görmediklerini anımsamaya çalışıyorlar. Birkaç tane simitçi çocuk bulunuyor. Ama bu çocuklar işlerini genellikle tatil günlerinde veya okuldan sonraki saatlerde yapıyorlar. Görevliler " Bu çocuklar olmaz," diyorlar. "Biz hiç okula gönderilmeyenleri arıyoruz." Bulamıyorlar… Çünkü Sinop'ta Sokak çocuğu yok. Belki de sokaklar her zaman yağmurlu ve soğuk olduğundan… Ne bileyim belki de hiç göç almadığı için. Bizim çocuklarımız daha çok İstanbul'a göç ettikten sonra bu kapsama giriyorlar. Aklım karışıyor ben de yardımcı olamıyorum.
Müdür sabırla belki yüz bin kez Kadri'ye neden arkadaşlarının kalemleri çaldığını sordu. Kadri sadece sustu. Zaten belli bir nedeni de yoktu. Koca Müdüre "kalemleri deniz atmak çok hoşuma gidiyor, onun için çaldım"diyemiyordu. Bir daha yapmayacağına dair söz aldıktan sonra Müdür Kadri'yi sınıfına gönderdi. Bıldırcın Kadri sınıfın kapısında içeri girmeden teneffüs zili çalsın diye bekledi. Çünkü şimdi ona herkes hırsız diyecek ve öğretmeni çok kızacaktı. Zil bir türlü çalmak bilmiyordu. Ama o inatla bekledi.
Kadri'ye bıldırcın diye isim takılması hep annesinin suçu. Annesi onu severken hep bıldırcınım diyor. Bıldırcınım deyip sarılıyor, öpüyordu. Pek ufacık tefecikmiş de ondan böyle seviyormuş. Annesinin söylediklerini duyan bitişik komşular bıldırcın adını sokağa taşıdılar. Zamanla herkes onu böyle çağırmaya başladı. Kadri Bıldırcın takma adını hiç sevmiyor. Annesine "bana bıldırcın deme, kadri de, başka bir şey de. Ama bıldırcın deme," diye onlarca kez söyledi. Küçük diye onu kimse dinlemiyor. Herkes bildiğini yapıyor. Zamanla herkes Kadri adını da unuttu. Bıldırcın aşağı, bıldırcın yukarı oluverdi. Takma adı gerçeğinin yerini aldı.
Bıldırcın öğretmeni tarafından yakalandığı gün artık sabıkalı bir hırsız oldu. Kaybolan her şey ilk önce onun çantasında veya üzerinde aranmaya başlandı. "Ben almadım öğretmenim," yakınmalarını kimse ciddiye almıyordu. Bıldırcın Kadri'nin adı bir kez daha değişti. Bundan sonraki yaşamına Hırsız Bıldırcın olarak devam edecekti.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gül Ağacı : Gülseren Bağlar Annem'e mektup… |
|
(25 ARALIK 1999)
"SENİ GÖRMEM İMKANSIZ,
RÜYALARIM OLMASA…"
Bu melodiyle uyandım, sabah ezan vaktini az geçmiş.
Burnumda özlemin yakan sızısı…
Her geçen gün daha da artarak.
Rüyalarım… Sessiz sinemalarım benim. Başroldekiler ise yıllardır göremediklerim, özlediklerim, sevdiklerim.
" Gittin ya yıkarak tüm duvarları.
Dağ'ım, kale'm, Şehri'mdin…
Nasıl güzel mi oralar?
Yazı
Kışı
İlkbaharı
sonbaharı ?
Özlemedin mi bizi?
Ama biliyorum, koynundasın sevdiğinin,
Senden önce gidenlerin.
Mutluysan ne diyeyim..?
Susmandan belli mutlusun… "
Sitemimi hoş gör n'olur.
Alışamadım…
Bizler mi? İyiyiz. Ben büyümeyi öğreniyorum daha. Değişen bir şey yok anlayacağın. Aynaya baktığımda saçlarımda ki kırlar yüzüme sırıtmasalar daha iyi olacak belki ama önemli değil boşver… Hep derdin ya çocuklarınla büyüyeceksin. Daha zamanım var demek ki.
Civan'ım büyüdü. O da seni çok özlüyor. Sen gittikten sonra gelmedi bir daha oralara. Saçlarını uzattı bukle bukle. Nasılda kıvırcıkmış. Sakalı batıyor yüzüme, yüzünü öperken. Murathan aynı. Deli dolu, o tam bana çekmiş. Şimdi ergenlikte ya arada bir hırçınlaşıyor. Sesi kalınlaştı. ANNEEEE ! diye seslenince havalara sıçrıyorum eğer dalmışsam. Çok gülüyorlar bana o zaman.
25 Aralık…
Tam dokuz yıl dolu dolu geçti.
De…
Sen gel bize sor.
Canım ANNEM…
Seni çok ama çok özledik…
Seni görmek imkansız, rüyalarım olmasa…
Öperim nur yüzünden, babama selam et olur mu?
İkinizi de çok seviyorum.
Dualarımla…
…
Selam olsun tüm annelere..!
Gülseren Bağlar sbaglar@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ŞEHRE KAÇIŞ'TAN (5) |
|
ANA YÜREĞİ
"Tüm annelerin gününü kutlayarak"
Zaman geçmek bilmiyordu. Her dakika başka bir olay kuruyordu kafasında. "Ya Canay'a bir şey olursa?" soruyla başlayan senaryolar gittikçe ağırlaşıyor, felakete dönüşüyordu.
Babasına, kocasına, oğluna, hatta köpeklere, silahlara verip veriştiriyordu. Bu öfkeden kendisi de nasipleniyor, davranışından pişman oluyordu.
Neredeyse bir saat olmuştu. Canay, dönmemişti. Avluya çıktı. Kulağı hep kirişte olsa da fark edememiş olabilirim düşüncesiyle ahıra bakmayı düşündü; ahır bomboştu. Küçük de olsa, bir olasılığın ortadan kalkmasına üzüldü. Avlu kapının dışına çıktı, sokağın başına kadar yürüdü, bir süre sağa sola bakındı; sokak bomboştu. Canay'ın nereye gidebileceğini düşündü. Arkadaşlarından birine gitmiş olabilir miydi acaba? En iyisi onların evlerine bakmaktı. Dönüp kapıları kilitledi. Canay'ın, kendisi yokken gelebileceğini düşünerek anahtarı bir şebboy saksısının içine koydu. Avlu kapıdan çıkarken avlu kapıyı kilitleyip kilitlememekte tereddüt etti. Kilitlerse Canay içeri nasıl girecekti, hem anahtarı nereye koyacaktı? Kilitlemezse... Bir süre kararsız bekledi. Sonra düştüğü duruma sinirlenerek: "Küçük beyimiz gelirse beş on dakika bekleyiversin." deyip yola koyuldu. Canay'ın gitmiş olabileceğini düşündüğü evin kapısını çaldı. Kapıyı yaşlıca bir bayan açtı.
Kadın, sevinçle buyur etti. Ulkuş:
- Büyük oğlun askere gittiğini duydum. Kapıdan da olsa, Allah kavuştursun, diyeyim, dedim. İş güç derken evden çıkılmıyor. Varacak yerlerim var.
Kadın ısrar etti; ama Ulkuş kabul etmedi. Tam oğlan nerede diyecekti ki, kadın içeri seslendi:
- Aykut! Çabuk kolonya, şeker getir! Bak Canay'ın annesi gelmiş.
- Ulkuş, oğlunun orada olmadığını anlamıştı.
- Zahmet etmeyin, başka sefere alırım. Hem uzun uzun söyleşiriz, dedi.
Çocuk, kolonyayı getirdiğinde Ulkuş çoktan uzaklaşmıştı. Kadın, Ulkuş'un davranışından alınmıştı. Kendi kendine: "Bu kadın, hal hatır sormayı bile bilmiyor." diye söylendi.
Ulkuş, Canay'ın gidebileceği birkaç evi gezdi. Ama hepsinden boş döndü. Aklı evindeydi. Evin yolunu tuttu yeniden. Bir yandan "İnşallah dönmüştür. Allah'ım bana acı! " diye dileklerde bulunuyor; ama oğlunun inatçılığını bildiği için bu dileklerinin gerçekleşmeyeceğini düşünüyordu.
Eve döndüğünde kapıları bıraktığı gibi buldu. Sağda solda oğlundan bir iz aradı. Hani gelip gitmiş olabilir miydi acaba? Yoktu.
Avlu kapıyı açtı. Gözleri oğlunu aradı yine. Ağzı kupkuru olmuştu. Ayakları onu ahıra taşıdı. Ahır da bıraktığı gibiydi. Her şeyi bıraktığı gibi bulmayı çok isterdi. Bulamadığında da kızar, verip veriştirirdi. Şimdi ise "Keşke!" diyordu, "Keşke yeri değişmiş onun geldiğini gösteren bir çöp bile bulabilseydim."
Ağzının kuruluğunu gidermek için bir yudum su aldı, yutkunamadı. Ağzını çalkaladı uzun uzun. Bilmem kaçıncı kez "Dedesine gitmiştir mutlaka." diye geçirdi içinden. "Ona akıl danışacaktır. Delilenmeye gerek yok, gelir birazdan. Dedesi tutar kolundan getirir onu."
Divana uzandı. Ama iki dakika bile duramadı.
- Ya babama gitmediyse?
Yüksek sesle söylemişti bunu. Kendi sesinden ürktü. Kalktı, kâğıt kalem aldı. Kâğıda, "Ben babama gidiyorum." yazdı. Kâğıdı ana kapıya iliştirdi. Ardına bile bakmadan fırladı. Birkaç dakikada köyün dışına çıkmıştı. Nicedir geçmemişti bu yollardan. Yol kıyısındaki bir çalıdan gelen bir çıtırtı, bir ağaçtan pır eden bir kuş yüreğini ağzına getiriyordu.
Gözleri tarlaların sınırlarında ineklerini otlatan köylüleri arıyordu. Yakınlarda kimseler yoktu. Acaba Canay'ı gören var mıydı.?
Babasının evine vardığında kapılar kapalıydı. Evin arkasından geçen arktan savak verildiğini gördü. Demek ki babası bahçeyi suluyordu. Kapıyı kuvvetli kuvvetli yumrukladı. Yine ses yoktu. Evin etrafı yüksek duvarlarla çevrili olduğu için içeri girmesi olanaksızdı.
Bu kez kapıyı yumruklarken avazı çıktığınca "Baba, anne!" diye bağırdı. Sonra bir yanıt, bir tıkırtı bekledi. Çıldıracak gibiydi. Babası belki bir yerlere gitmiş olabilirdi; ama annesi evden dışarı çıkmazdı ki.
Dayanacak gücü kalmamıştı. Sırtını kapıya dayadı. Öylece kalakaldı. Neden sonra içeriden gelen bir tıkırtı onu heyecanlandırdı, bağırdı:
- Annee!
- Ulkuş...
Bu annesiydi. Sesi her zamanki gibi ağır ve dingindi.
- "Ne gamsız insan, şu annem. Dünya yansa umurunda değil." diye söylendi.
Kapı açıldığında ikisi de şaşkındı. Yaşlı kadın:
- Hayrola kızım, bu saatte, hayırdır inşallah!
- Babam nerde, diye sordu Ulkuş öfkeli bir sesle.
- Buralardaydı. Dere kıyısına inmiştir herhalde.
- Bir saattir kapının önündeydim. Sen ne yapıyordun, niye açmadın kapıyı?
Kadın kızının bu davranışlarını çocukluğundan beri bilirdi. Ses çıkarmazdı. Çıkarsa da kızı baskın çıkardı. Yine öyle yaptı, sustu.
- Uyuyordun değil mi? Başka bir şey bilmezsin zaten.
- Hayırdır kızım, soluklan biraz, dedi kadın.
- Hayır dileyeyim. Anne, Canay evden kaçtı.
Yaşlı kadın, önemsemedi.
- Gürbey nasıl? diye sordu bu kez.
- Anne, Canay kayıp diyorum, duymuyor musun?
- Koskoca oğlan kayıp mı olur hiç. Hem dedesi sabahleyin görmüş ya onu.
- Anne çıldırtma beni. Canay, dedesinin ardından evi terk etti.
- Ne oldu dedesi bir şey mi dedi?
- Anne, ne karnı geniş insansın. Dünya yansa umurunda değil senin. Canay buraya geldi mi?
Hecelerin üstüne öyle basa basa söyledi ki yaşlı kadın irkildi.
- Az sonra baban gelir, soralım bir. Karnın aç mı?
- Anne, karnımın açlığını tokluğunu bırak şimdi. Babam nerde peki?
- Dere kıyısına gitmiştir? Biraz kargı keseceğini söylüyordu. Fasulyelere sırık yapacakmış.
- İyi öyleyse ben gidiyorum dedi Ulkuş ve bahçeye çıktı. Annesinin " Dur kızım, bekle!" sözlerini duymadı bile. Dere boyunca yürüdü. Az sonra dere kıyısına varmıştı. Ne tazecik yeşil yapraklar ne de kuş cıvıltıları umurundaydı. Sağa sola bakındı gözleri babasını aradı. Görünürlerde kimse yoktu.
"Canay gelmiş olsaydı, Babam onu buralarda tutmaz geri gönderirdi ya da tutup kulağından geri getirirdi." diye düşündü. Tekrar geri döndü. Annesine kapıdan seslendi:
- Anne ben eve dönüyorum. Canay gelirse babam eve getirsin.
Yanıt beklemeden yola koyuldu. Yaşlı kadın arkasından bağırdı.
- Kızım dur, bekle...
Ulkuş, ağlıyordu. Gözlerinden dökülen yaşları silme gereğini duymadan, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zaman zaman aklına esen sözcüklerle söyleniyordu.
Akşam olmak üzereydi. Gün karşı dağların üstünden aşmış, geride donuk bir kızıllık bırakmıştı. Köye daha ne kadar vardı, Gürbey'e ne diyecekti, umurunda bile değildi. Tek dileği oğlunun geri dönmesiydi. Bir daha şu köpek yüzünden ona bir şey demeyeceğine kaç kez yemin etmişti. Karşıdan gelen arabayı fark etmedi bile.
Gelen Gürbey'di. Karısının notunu alır almaz önemli bir şey olduğunu sezmiş, yola düşmüştü. Karısını öyle perişan bir halde yürürken görünce iyice korktu. Kayınbabasına ya da kaynanasına bir şey olmuş olabileceğini düşünmüştü ilk anda. Ama öyle olsaydı karısı böyle perişan geri dönmezdi ki.
Araba, yanında durunca fark etti kocasını Ulkuş. Hıçkırıkları iyice şiddetlendi. Arabadan fırlayan kocasının göğsüne gömdü başını. Sarsıla sarsıla ağladı.
- Oğlum yok Gürbey, Oğlumu bul!
Gürbey, yüreğine çöken kurşun dağına aldırmadan bir yandan onu teselli ediyor bir yandan da şeyler öğrenebilmek için ona küçük sorular soruyordu.
- Ne oldu?
- Evden kaçtı.
- Neden?
- Köpek yüzünden. Dedesine de gitmemiş.
- Gelir meraklanma. Bizi üzmek istemiştir.
- Ya ona bir şey olursa!
- Olmaz.
- Dayanamam, ölürüm Gürbey.
- Bir şey olmaz akıllıdır o.
- Hadi evimize gidelim. Belki gelmiştir bile.
Eve dönerlerken Ulkuş, için için ağladı. Gürbey ise tek söz söylemedi. Hep olayı çözebilmek için olasılıklar düşündü.
Canay dönmemişti. Karı koca ne yapabileceklerini düşündüler. Ama hiçbir çıkış yolu bulamadılar. Canay'ın karanlık basmadan gelebileceğini umarak beklemeye karar verdiler.
Kulakları avlu kapıdaydı. Az sonra akraba konu komşu birer ikişer gelmeye başladı. Canay'ın evden kaçtığını kim, nereden, nasıl öğrenmişti? Kimileri Canay'ın her an dönebileceğini söyleyerek yüreklere su serpmeye çalışırken, kimileri zamanın bozulduğundan, dağda bayırda dolaşan yabancılardan söz ederek jandarmaya haber vermeyi öneriyordu. Her kafadan bir ses çıkmasına rağmen hiçbir şey yapılmaması canını iyice olmalı ki, yaşlı komşu kadınlardan biri patladı:
- Gelip burada, çan çan çene çalacağınıza şöyle etrafa bir bakın bakalım.
Avlunun bir köşesinde sigara üstüne sigara içip söyleşen gençlere bağırmıştı kadın. Azarlanan gençler sessizce avludan çıkıyorlardı ki, yaşlıca bir adam kapıdan başını uzatarak seslendi:
- Ev sahibi, ev sahibi kim?
- Ne var dayı, dedi aileye yakın geçlerden biri.
- Ben, dedi adam Günyakası'ndanım.
Oradakiler anında adamın başına toplandı. Adam, köylülerinden birinin Deliçay'ın oralarda, oğlan çocuğu gördüğünü söylemeye çalışıyor; ama ardı ardına gelen sorular karşısında ne diyeceğini şaşırıyordu.
- Kaç yaşlarındaymış?
- Elbisesi ne renkmiş?
- Elinde ne varmış?
- Sarışın mı, esmer miymiş?
Adamı tanıyan bir genç:
- Yahu bırakın bu adamı, Iraz Teyzenin saf kardeşi bu, dedi.
Bu kez adamcağız:
- Vallahi dedi, bizim Deli Memiş görmüş. İster inanın ister inanmayın.
Gürbey geldi yukarıdan. Adam, bu kez Gürbey'e, anlatmaya çalıştı bildiklerini. Ama Gürbey'in de aklı yatmadı adamın dediklerine. Canay, Deliçay'ın oralara niye gidecekti ki?
Adamı uğurladıktan sonra aklına bir kurt düştü Gürbey'in. Bunlar, Canay'ı kaçırmış olmasındı. Aklına düşün kötü düşünceleri kovmaya çalıştı. Kimselere de bir şey söylemedi. Ancak Günyaka'ya gitmesi gerektiğini düşündü. Ceketini alıp çıkıyordu ki Çakır göründü sokağın başında. O heybetli adam, bir anda omuzları çökmüş, perişan bir ihtiyar oluvermişti. Benzi kül gibiydi. Gürbey, Ulkuş diğerleri elsiz ayaksız indiler avluya. Ulkuş, onun yüzünü görünce korktu.
- Ne oldu torunuma?
- ...
- Cevap verin!
- Baba geç otur şöyle. Sakinleş biraz.
- Ben sakinim. Ne yaptınız ona? Ne dediniz de terk etti evi?
- Senin ardından, annesi köpekle ilgili bir şeyler konuşmuş galiba, demeye çalıştı Gürbey.
Bu sözleri duyunca, öfkesi daha da kabardı Çakır'ın. Kızının üstüne yürüyecek oldu.
- Bu ne biçim analık babalık? İnsan çocuğun bir isteğinin üstüne bu kadar gider mi? Alt tarafı bir köpek almak istedi. Yıllardır yalvarır bana. Alıverdim. Ne var bunda?
Çakır'ı susturmak olanaksızdı. Öfkesi, yatışsın diye kimi su, kimi kolonya getirdi. Kimi sigara tutuşturdu eline.
- Zaman kavga gürültü zamanı değil, dedi komşulardan biri. Bir şeye karar verelim.
Çakır:
- Ben, onun nereye gidebileceğini biliyorum, dedi.
Gözleriyle damadına gidelim diye işaret etti.
Gürbey, nereye gidiyoruz, demedi. Gecenin karanlığında Sis Köyü'nün tozlu yolunda son hızla ilerliyorlardı.
Vakit neredeyse gece yarısını bulmuştu. Yol hem dik, hem de dardı. Her dönemeçte yeni bir tepeyle buluşuyorlar; her tepede arabanın içi biraz daha soğuyordu. Bir tepeyi daha tırmanmışlardı ki arabanın camlarına iri damlalar düşmeye başladı.
Gürbey:
- Yolumuz az kaldı; ama yağmur da bastıracak galiba, dedi.
Bu yol boyunca konuşulan ilk cümleydi. Ne Çakır, ne de Gürbey'in yakın akrabası genç bir söz ekledi bu söze.
Birkaç dakika geçmedi ki damlalar, arabanın kaportasını dövmeye başladı. Artık çok daha yavaş ilerliyorlardı. Farların ışığında damlaların toprağı kırbaçlamasını seyretmek ürküntü vericiydi. Arabayı bir kıyıya çekip bekleseler miydi yoksa? Hepsinin aklından geçirip dillendiremedikleri bu düşünce silecekler damlaları süpüremez olunca kendiliğinden gerçekleşti. Yol ortasında öylece kalakaldılar. Hepsinin dudakları kıpır kıpırdı. Yağmurun bir an önce dinmesi için dualar okuduklarını anlamak için özel bir çabaya gerek yoktu.
Bu, kırk yılda bir görülebilecek yağmurdu. Ova köylerinde yaşanacak sel yıkımının boyutlarını tahmin etmek için falcı olmaya gerek yoktu. Gün doğarken herkes ağılına, ahırına; tarlasına, bahçesine koşacak; Selden kaçabilen hayvanlar toplanacaktı birer birer. Köklenmiş ağaçlara, mille örtülmüş bahçelere ağıtlar yakılacaktı.
Bu dağların bin bir yüzünü görmüş Çakır iyi bilirdi bu yağmurları; ama bu kez o da korkuyordu, hem de ölesiye korkuyordu. İçinden, "Al götür, neyim varsa! Irmağını taşır, denizine doldur, ne olur, torunuma dokunma, onu sağ salim geri ver!" diye geçiriyordu.
Nice sürdü yağmur, kaç dua okudular dinsin diye? Hiç dinmeyecek sandıkları bir anda diniverdi yağmur. Arkasından da gökyüzü, en parlak yıldızlarıyla görücüye çıktı. Gerek Gürbey, gerekse delikanlı ilk kez yaşıyordu bu doğa olayını. Delikanlı yaşadıkları gördükleri karşısında şaşkındı: "Çakır Amca, dağ başının yağmuru böyle bir hışım gelip bir nefeste çekip gidiyor demek ki!" dedi. Çakır, konuşmayı en sevdiği konulardan biri olmasına karşın başını sallamakla yetindi.
Gürbey, arabayı çalıştırdı yeniden. Az önceki tozlu topraklı yol, gölcüklerle dolu bir bilinmeze dönmüştü. Bazı yerlerde yol yarıya dek yarılmıştı. Yamaçlardan çağıldayarak akan sular, bu yarıklara dolup ta aşağılardaki derin uğultularla buluşuyordu.
Sessizliği bozan bu kez Gürbey oldu:
- Baba, bizim oğlan Abalı'ya gitmiş olsaydı Abalı onu geri getirirdi, değil mi?
Çakır, önce yanıt vermek istemedi, sonra boğazını temizledi, ikna edici bir sesle ekledi:
- Bakalım oğlan ne zaman vardı oraya? Hele hava buralarda akşamdan da böyleyse…
Bu söylediklerini kendisi de inandırıcı bulmamıştı; ama ortamı daha da germenin gereği yoktu. Gürbey de üstelemedi, tüm dikkatini kayganlaşan yola yoğunlaştırdı.
Sis köyü parlak yıldızların altında derin bir uykuya dalmıştı. Abalı'nın evi köyün hemen girişindeydi. Çakır arabadan iner inmez koştu, durmaksızın, kuvvetli kuvvetli yumrukladı kapıyı. Gürültüye neredeyse köyün tüm köpekleri yanıt verdi. Köy, köpek sesleriyle inlemeye başladı. Çok geçmeden avluda fersiz bir ışık görüldü.
- Geldim, geldim, dedi boğuk bir ses.
Az sonra kapının tokmağı ağır ağır kalktı. Gaz lambasının ışığında Abalı'nın " Gecenin bu saatinde, hayrola!" diyen bakışı, gerçeği bütün çıplaklığıyla anlamalarına yetmişti; ama Çakır yine de birkaç sözcük geveledi ağzında:
- Benim torun kayıp. Buraya gelmiş olabileceğini düşündüm.
- Hele bir girin içeri. Soluklanın biraz.
- Gelmedi değil mi Hasan?
- Gelmedi kardeşim, gelmesine de… Hele bir soluklanın… Ne oldu, anlatın da birlikte bakalım çaresine.
O zamana dek konuşursa içindeki umudu yitireceğinden korkan Gürbey, iki yaşlı adama bir şeyler söylemek istedi. Belki "Sizin yüzünüzden!", belki "Yaptığınızı beğendiniz mi?"diyecekti; belki "Ben onsuz ne yaparım?" sözleriyle çaresizliğini haykıracaktı; yapamadı; boğazına bir yumruk oturdu. Arabaya girip başını direksiyona yasladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Arabadan hiç inmemiş genç akrabası onu omuzlarından tutup bir iki sarstı: "Ne yapıyorsun ağabey, kendine gel!" demeye çalıştı; ancak Gürbey onu elinin tersiyle itti. Delikanlı da üstelemedi. Durumu fark eden Çakır, koşarak geldi; damadının omzuna elini koydu ilk kez öz oğluymuş gibi sarıldı ona, bir şeyler söylemeye çalıştı, söyleyemedi. Birlikte ağlaştılar.
Neden sonra Abalı:
- Gelin, haydi eve gidelim, sıcak bir şeyler içelim, dedi.
Her ikisi de olmazlandı; ama ısrar üzerine arabadan indiler.
Abalı'nın evi iki katlıydı. Zemin katın bir bölümü ambardı. Burada yağından pekmezine, unundan bulguruna, kurutulmuş meyvelerine tüm yiyecekler saklanırdı. Diğer bölüm ise mutfaktı. Günün büyük bölümü burada geçerdi. Hepsi oraya doluştu. Az sonra Abalı'nın hanımı oğlu ve gelini geldi. Ocakta yanan kütük deşildi, korların üstüne çaydanlık sürüldü. Birkaç dakika sonra kaynayan suya adaçayı yaprakları atıldı. Oda, insanı ferahlatan bir kokuyla doluvermişti.
Canay'ın kayboluşunu anlattılar tekrar tekrar. Ancak her anlatışta onun evi terk etmesiyle ilgili çok şey bilmediklerini anladılar. Bir ara Abalı'nın oğlu:
- Baba çocuk yolu şaşırmış olmasın, diyerek söze karıştı.
Bu da bir olasılıktı. Çünkü kaba çınarın orada yörük damlarına yeni bir yol açılmıştı. Canay gerçekten buraya gelmek için yola çıkmışsa oraya sapmış olabilirdi.
Gün ışır gibi olmuştu. Bu kez yola Abalı'yı da alarak çıktılar. Önce yörük damlarına bakacaklardı.
Ortalık ışıdıkça inadına bir sis karanlığı bastırıyordu. Birkaç metre önlerini görmekte zorlanıyorlardı. Bu kez Abalı, Çakır'a ortak anılarından bir şeyler söyleyerek onu sıkıntılarından uzaklaştırmak istiyordu. Ancak Çakır oralı olmuyordu. Bir umutla geldikleri yolu böyle eli boş dönmek dayanılır gibi değildi.
Her dönemeçte sis yoğunluğu biraz daha azalıyordu. Bir süre sonra yamaçları yalayan sis kümelerini de geride bırakmaya başladılar. Gece yağan yağmurun buğusu gibiydi topraktan yükselen. Bir dönemeci daha döndüklerinde pırıl pırıl bir aydınlık karşıladı onları. Sis Köyü çok gerilerde kalmıştı. Abalı, sessizliği bozmaya kararlıydı. Gürbey'in ensesine sokularak:
- Yeğenim, Hasan Amcam dediydi diyeceksin. Bu dağlara geldiyse oğlun, ona hiçbir şey olmaz. Bir kaya kovuğu bulur yine korur kendini; meraklanma sen. Kasabaya, şehre gitmesin yeter ki. Oralardır asıl tehlike, dedi.
Gürbey kentin, kasabanın bu dağ başından daha güvenli olduğuna inanıyordu. Ama onu kırmamak için "İnşallah!" dedi. Üstelik Canay'ın şehirde gidebileceği bir yer yoktu.
Köprüye yaklaşmışlardı. Taze yeşil dallar dere boyuna farklı bir güzellik kazandırıyordu.
- Yavaşla bakalım, dedi Abalı. İlerideki çalı kümesinin arkasından sağa sapacağız.
Döndükleri yol genişti. Eğer Canay buralara geldiyse bu yol ayrımını fark etmiştir diye düşündü Gürbey. Bu durumda bu orman yoluna sapmış olamazdı. Ona göre Canay'ın köpek yavrusunu Abalı'ya geri vermek için buralara geleceği düşüncesi boştu. Bütün geceyi yine kayınpederinin hayalleriyle boşa geçirmişlerdi. "Ölüp gidecek, bir türlü hayallerden kurtulamayacak şu ihtiyar." diye geçirdi içinden; hatta bir iki sözcüğü de fısıldadı.
Biraz daha gaz verdi arabaya. Yine yokuşları tırmanmaya başladılar. Artık sabrı kalmamıştı. Hani yolun dönmeye elverişli bir yerini bulsa, orada dönüverecekti gerisin geriye. Her an öfkesi biraz daha kabarıyor, çatacak bir şeyler arıyordu.
Bir dönemeci daha döndüklerinde vadinin karşı yamacındaki atlıyı gördü:
- Baba, kızmazsan şu atlıya soralım da geri dönelim. Canay buralara gelmez, dedi.
Çakır, hâlâ Canay'ın yolunu şaşırmış olacağına inandığı için bu sözleri onaylamadı. Abalı:
- Yeğenim, yörük damları öyle uzakta değil. Yarım saat, kırk beş dakikalık yol. Aklımız arkada kalacağına bakar geliriz, deyince, Gürbey: "Bu dağ insanlarını uzaklık anlayışı da bir garip oluyor, şuracıkta dağın arkasında diyorlar, yola çıkıyorsun, git git bitmiyor." diye geçirdi içinden.
Atlı, üstü başı perişan, çelimsiz bir gençti. Yüzü gülücüklerle bezenmiş gibiydi. Araba yaklaşırken atı iyice yol kenarına çekti ve bekledi. Gürbey, gencin yanında durunca Çakır pencereden başını uzatıp genci selamladı. Genç, arabadakileri görünce gülümsedi, atından indi.
Gürbey, adama bir şeyler sorup geri dönmeyi düşündüğü için "Şimdi bir de sohbete dalmasalar bari!" diye hayıflandı.
Yabancı, onların bir şey söylemesine fırsat vermeden:
- Canay'ı mı arıyorsunuz, diye sorunca bir solukta arabadan indiler.
Delikanlıya ilk ulaşan Çakır'dı. Sanki cellâdı hayatını bağışlamış gibi ellerine sarıldı delikanlının. Dağları dereleri çınlatan haykırışla bir yandan: "Allah'ım sana şükürler olsun!" diyordu ardı arkasına bir yandan da kimi bulduysa ona sarılıyordu. Yüzü bir heykel yüzü gibi kalıverdi bir an. Abalı'nın birkaç kez "Kendine gel kardeşim!" demesine karşın Çakır tınmadı. Atlı genç heybesinden bir tuluk aldı ve tuluktaki suyu Çakır'ın kafasına boca etti. Soğuk su Çakır'ı kendine getirmişti.
Genç, gülücükler saçarak Canay'ı eve bıraktığını söyledi. Bu, onlar için yeterli değildi. Ardı arkası kesilmeyen sorular başladı: " Nerede buldun, nasıl buldun, ne yaptın?"
Genç, iki eliyle sakin olmalarını işaret etti. Sonra da onu akşam geç vakit çınar kovuğunda uyurken bulduğunu, evine götürdüğünü, Canay'ı evinde gece konuk ettiğini, sabahleyin erkenden köye bıraktığını, Canay'ın sağlıklı olduğunu anlatıverdi bir çırpıda.
Sonra Gürbey'e döndü: "Babası sizsiniz galiba." dedi. Gürbey'in yanıtını beklemeden de ekledi.
- Beyim, köpek yüzünden bir çocuğa böyle davranılır mı hiç? Hayvan seven insandan kötülük gelmez adama. Yengeye de söyledim. Kusura kalmayın; ama o yavrunun havlamaları olmasaydı bulamazdım ben çocuğunuzu.
Gürbey:
- Olmuş bir kez, sağ salim bulduk ya onu, dedi.
Bir yandan Çakır, öte yandan Abalı gence tekrar tekrar teşekkür ediyor, ihtiyacı olan her konuda yardımcı olacaklarını söylüyorlardı. Bir ara Gürbey elini adamın cebine sokmaya çalıştı. O zamana kadar hep saygılı konuşan genç, birden öfkelendi:
- Bey ağabeycim, ayıp ediyorsun. Alt tarafı çocuğunuzu evine götürdüm. Bizi böyle
perişan görüp de insanlığımızı sınamaya kalkma!
Hepsi donup kaldı. Delikanlı. az ötede bir çalıya bağlı atın çılbırını yakaladı, bir hamlede sırtına bindi.
- Bey ağabeyciğim, ben bir insanlık yaptım. Bu dağ başında yılana çıyana bile yaparız biz bu iyiliği, bir insan yavrusuna mı yapmayacağız. O paralar değil, selam geçer buralarda, Allah razı olsun geçer…
Genç bu sözleri söylerken at çoktan yol sapağına ulaşmıştı.
Abalı, Gürbey'in kulağına eğildi:
- Yeğenim, Çakır sana bu dağlarda paranın değil, yüreğin hükmünün geçtiğini öğretmedi mi, diye fısıldadı.
Gürbey, yaşadıklarını henüz değerlendiremiyordu. Başını sallamakla yetindi.
***
Avlu kapı açılır açılmaz, Ulkuş, sevinçle onlara doğru koştu. Yüzlerindeki sevinç dalgasını görünce Canay'ın döndüğünü bildiklerini anladı. Bir şey konuşmadılar. Hep beraber eve çıktılar. Canay odasında derin bir uykuya dalmıştı. Bala da yatağın ayakucundaki sepetin içinde olan bitenin nedeni olduğunu bilmeden yorgunluğunu atmaya çalışıyordu.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı ANNE SEVGİSİ BİR GÜNE SIĞAR MI? |
|
Anne sevgisi bir güne sığar mı;
Sevgiden yoksun kişinin evrenine
Bereketli yağmurlar yağar mı?
Annedir doğuran güneşimizi
Annedir çiçekleyen benliğimizi
Annelerle yeşerir gönül bahçemizdeki
Bahçeler bağlar
Annelerle çoğalır güzellikler
İyilikler güler, kötülükler ağlar
Anneler sayesinde yağmaz umduğumuz dağlara karlar
Sevgiler şiirleşir çağlar
Gökyüzümüzün mavi kalmasını
Annelerimiz sağlar.
***
Annelerimizi yılda bir gün değil,
Her gün anmalıyız
Bülbül olup dalına konmalıyız.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun BİRDEN ASLINDA ÖYLE OLMADIĞINI FARK EDERSİNİZ |
|
Birden aslında "öyle" olmadığını fark edersiniz...
Uzun ömürlü sandığınız...
her ne ise gerçekte öyle olmadığını görürsünüz
her şey bir başlangıç ve bitiş noktası arasında
zigzag çizerek yol alır çünkü..
sonuç..
Başlar ve biter... VE inadına geç anlarsınız gerçek değeri…
Kendinize dönüp her baktığınızda saklamaya hiç de çalışmadığınız
ya da sakladığınız sıyrıklarınızı görürsünüz...
Daha derine baktığınızda ise köklerinizi fark edersiniz…
Ölmeyi isterken sanki Yaşama dönmek için belirli bir saat verilmiş
gibi hissedersiniz ve yaşamak adına hiçbir şey yapamazsınız...
Uzun sürer... Donukluğunuz...
Ya da tahmininizden kısa...
Kendinize geldiğinizde karşınızdaki saate bakarsınız uzun uzun…
Bir köşe yazısında şöyle diyordu
"Ben Aslında... Yaşar gibi yapıp... Belki de hiç yaşamadım... Annem
gibi..."
İşte tam bu cümle yankılanırken içinizde
denizden içinize serin bir rüzgâr eser...
ve fark edersiniz "tavanla" "tabanı" artık iyi bildiğinizi !!!
Yeniden başlamak yaşamaya... !
Bir karar vermek için geç olmamalılara takılıp kalırsınız...
Oysa Kimi korktuğu için…
ya da korkaklığının arkasına sığındığı için...
Kimi de farkında olmadığından veremiyor hayatıyla ilgili kararları...
Oysa bir mutsuzluğu bitirebilmek için!
İnsan kendi hayatının farkında olmalı...
Hızlı…
Bir o kadar kesin…
İnsanı sarsacak kadar yalın biçimde tek bir mesaj
ve ardından kapsama alanından çıkış gibi mi olmalı kararlarımız...
Yine bir köşe yazısında okuduğum bir yaşanmış olay geldi aklıma…
araştırıp buldum o yazıyı ilk okuduğumda da aynı etkiyi yaratmıştı
bende…
"1990'ların ortasında aktör Daniel Day Lewis'le Fransızların gözdesi
Isabel Adjani arasında,
sık sık iki ayrı şehre savrularak yaşanan yorucu bir aşk vardı. Medyanın bütün ilgisi onların üzerine odaklanmıştı. Hafif asabi, melankolik ve "Son Mohikan" Lewis nasıl oluyordu da
duygularını hep kendine saklar görünen gizemli kadın Adjani'yi seviyordu?
Nasıl oluyordu da Adjani, bu "kıl" adamdan bir de bebek dünyaya getirmeye kalkışıyordu?
Sonunda korkulan oldu ama beklenmedik biçimde...
Daniel Day Lewis Londra'dan Paris'e, Adjani'ye bir faks çekti.
"Bitti!" yazan bir faks.
"İlişkimiz bitti."
Ama asıl çarpıcı söz… Hiçbir metnin… hiçbir ayrılık yönteminin
altından kalkamayacağı kadar keskindi:
"Seni görmek istemiyorum!"
Faks, susturucu takılmış bir namludan çıkan mermi gibi işi
bitirmişti : Soğuk ve sessiz ama kesin biçimde...
Uzaktaki kadına; Adjani'ye kalan ya ağır ağır "ölmekti
ya da derhal yeni bir hayata başlamaktı.
İkincisini yaptı Adjani.
Sanırım faksın soğukluğu onun da içini çarçabuk soğutmuştu...
O kadar kesin.
O kadar ölümcül.
Karar var, kararsızlık yok.
İtiraf var, tövbe yok.
Buz sanki öylesine soğuk.
Kansız... Cansız... Bedensiz... Ruhsuz ama net bir mesaj...
Bir tür "altın vuruş!"
VE YİNE YENİDEN BAŞLAMAK!
Hırçın dalgalar vurup durmasa… Kıyı, Nasıl deniz kenarı olabilir ki...
Bir "deniz kenarı" öyle ya...
Sen kıyıya küssen de...
Deniz dalga dalga yıksa da kumdan kalelerini, hayat devam ediyor...
Bir elinde kürek... Bir elinde kova...
Yeni kumdan kaleler yapmaya geliyor yeni çocuklar!
Herkes gidiyor… Şehir kalıyor... Şehirden sevgililer geçiyor...
Şehirden sevip kaçanlar...
Şehirden sevmekten korkanlar geçiyor...
Şehir her gün başlayan ve biten aşk eşkıyaları tanıyor
aldananlar... Aldatanlar... Cesurlar ve suskunlar görüyor...
Sonunda
SİYAH bir gecede hayal kırıklıklarıyla dolu
VE çıplak ayak dans eden bir kadına dönüşüyor aşk!
(oysa hiçbir gelin çıkarmak için takmıyor o duvağı... Sanıyor ki hep
saçlarında takılı kalacak papatyalar...)
"Bu gece Sezen'i dinlersem doz aşımından ölebilirim..."
Diyorum kendi kendime..ama ben kendimi öldürmeyi hep seviyorum…
İçinden acı geçmeyen her şarkı biraz eksiktir diyor sezen bir
şarkısında bir de ben bu yüzden kimseden gidemem diyor...
İşte o şarkı
GİDEMEM
bazen daha fazladır her şey
bi eşikten atlar insan
yüzüne bakmak istemez yaşamın
o kadar azalmıştır anlam
o zaman hemen git radyoyu aç bi şarkı tut
ya da bi kitap oku mutlaka iyi geliyor
ya da balkona çık bağır bağırabildiğin kadar
zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor
ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün
ayrılıktan kaçılmıyor
hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
ömür imtihanla geçiyor
ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir
bi şiirden, bi sözden, bi melodiden, bi filmden
geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor
yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden
bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor
Ebru Coşgun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Annelere...
Sen gideli başkasının koynuna,
Eğilmedim şu hayata
Ve tepeden tırnağa kızgınım
Gül yüzlü bakışlarına.
İhtiyaç duymuşken kokuna
Lakin,ben yokum bu işte demek
İnadına kara toprağın koynuna,
inadına ölmek
üstelik bize de sormadan....
Anneciğim sen gideli,
Ne adını andım
Ne de ağladım;
Eğilmiyorum da hala ama,
Meğer ne zormuş; kızmak sana,
barışalım,
bugün bir gül koydum mezarına.
Ömer Faruk Naiboğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|