|
|
|
29 Mayıs 2009 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Tarihi Fırsat(mış)!.. |
AKP kurmaylarının, ki bunlara Gül de dahil, "Tarihi Fırsat" diye önümüze koydukları umut, mayın tarlasında patladı, yok oldu gitti. Fırsatın ne olduğunu daha yeni yeni anlamaya başlamışken, aşağılık bir saldırı ile 6 askerimizin şehit olması herşeyi yok etti. Fırsat diye öne sürülen safsatanın iskoç etekliği giymiş karayılan çapulcusunu hiç te ilgiendirmediğini ayan beyan anladık. Ahmet Türk bunun bölgedeki operasyonlara misilleme olduğunu söylüyor. Sözde ateşkeslerinin bitmesine üç gün kala yaptıkları bu kalleşçe saldırıyı misilleme diye geçiştirmek doğrusu hiç yakışık almıyor.
Birbirimize, hatta kendi kendimize bile itiraf etmekten çekindiğimiz bir yara bu terör belası. Çözümü havale ettiklerimizn çaresizliğini bile görmezden geliyoruz kimi zaman. Lanet okumaktan öteye birşey yapmak ta mümkün olmuyor çoğu zaman. O nedenle "Tarihi Fırsat" adıyla ortaya sürülen umut bir yenilginin itirafıdır ne yazık ki. Türkiye Cumhuriyeti, onca yıllık uğraş, harcanan milyarlarca dolar para, akıtılan onca kan, verilen onca cana karşın ne elde etmiştir? Koca bir hiç. Gelinen noktada, siyasi, askeri, hukuki, ne açıdan bakarsanız bakın, bu işin galibi karşı taraftır. Karşılaştırması bile güç olan silahlı güce karşın pkkyı ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır. Siyasi açıdan elleri tüm Dünyada güçlüdür. Eh bir de üstüne memleketin beceriksiz yöneticilerini kattığınızda, "Tarihi Fırsat" denerek kimin ekmeğine yağ sürüldüğü ortaya çıkmaktadır. İskoç modeli, federatif yönetim, bölgesel özerklik denilerek, kısa süre önce ağza bile alınması vatan hainliğiyle eş sayılan kavramlar, karayılanın bile dilinde demeç olabilmekte, memlekette de tartışılabilmektedir. Gidişat, çözümün anahtarının karşı tarafta olduğunu göstermektedir.
Baykal'ın çıkışı sorumlu bir muhalefet örneğidir. Fırsat diye muallakta kalan konular içinde sağa sola çarpmak yerine, kesin ve kararlı bir söylem ortaya koymuştur. Ve bunu yaparken karşı tarafı da yok saymamıştır, bu önemlidir. Affı görüşmek için şartın pkknın tamamen silahtan arınması gerektiğini söyleyerek yapıcı bir kararlılık göstermiştir. Anlamak isteyene örnek olabilir.
...
Başımızda bir de sınır mayınları derdi var. Son habere göre, sivil tepki yerine ulaşmış ve çıkarılmaya çalışılan yasa yeniden görüşülmek üzere geri çekilmiş. Kendine biat etmiş vekillerin bile isyan ettiği bir ortamda farklı davranması zaten düşünülemezdi. Doğru bir karardır.
Halkın ilgisini başka konulara çekerek asıl işi saklama becerisini mayınlı alanlar konusunda da sergiliyor Tayyip Bey. Ama bu sefer farklı. Artık herkes yemiyor atıp tuttuklarını. Metin Münir konunun aslını öylesine güzel anlatmış ki, mutlaka okumalısınız. Bir kere konunun "Mayın Temizleme" işi ile ilgisi yok. Söylediğine göre, Dünyada bu işi beş yıl boyunca boğaz tokluğuna yapıp, bilahare tarladan gelir sağlayacak bir temizleme şirketi de zaten yok. Tayyip Bey'in muhalefeti hedef alarak "Kaç paraya temizlenir biliyor musun?" diye kürsüden höykürdüğü konunun devede kulak olduğunu artık sağır sultan öğrendi. Beş yılda harcanacak para 500 milyon dolar. Yıl başına 100 milyon. Yani bir buçuk uçak parası. Az ye de mayın temizlet desek yeridir. Velhasıl, pintilik etmenin anlamı yok. Ama eğer amacın farklıysa o başka. Maksadın, toprağı, söz verdiğin için, birilerine peşkeş çekmekse, bu işe soyunacak tarım şirketi hazırdır herhalde. Bu durumda, mayınların temizlenmesi de işin promosyonu olur biter. Neyse uzatmaya gerek yok. Yasayı geri çektiklerine göre hale yola koyacaklardır. Koymazlarsa yeniden başlarız yaylım ateşine. Eee bizim işimiz de bu işte. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR ISLIK ÇALMAZ -12 |
|
Nigar hastaneden çıkmadan önce Sinop'ta yağmurlar başladı. Ve birbiri ardına cemreler düştü. Önce hamsi sezonu kapandı, sonra da av yasağı başladı. Sinoplular zaten Mart ayından sonra hamsi yemeyi pek sevmezlerdi. Balık iri, pırıl pırıl olsa bile eski lezzetini kaybederdi. "Bundan sonra hamsiden hayır çıkmaz, bıyıklandı artık" derlerdi. Gelecek sonbahara kadar bu kış yedikleri buğulama, tava ve ızgaralar dolusu hamsiyi anlatarak vakit geçirirlerdi. Karadenizlileri bilmeyenler hamsiyi balık sanırlar. Lüfer, palamut, kalkan hatta kırlangıç bile balıktır ama hamsi balık değildir. O başka bir şeydir, farklı bir lezzettir. Bütün balıklar bir yana o hamsidir. Tuzlaması, salamurası veya dondurulmuşu bulunsa bile genellikle yazın gelen misafirleri içindir. Karadeniz'de hiç kimse denizden yeni çıkmış hamsiden başkasını muteber saymaz.
Yıllarca bir başına, gözlerden uzak, saklanırcasına yaşayan Nigar'ın başına hastanede beklenmedik bir olay geldi. Hayır, hastabakıcılar tarafından cinsel tacize falan uğramadı. Hastane masraflarını ödeyemediği için nöroloji servisinden de gizlice kaçmadı. Sadece âşık oldu. Başkaları için nasıl görünürdü bilinmez ama esmer, uzun boylu ve iri yarı erkek Nigar için dünyanın en yakışıklı erkeğiydi. Sadece biraz göbeği vardı ve saçı başının üst kısmından seyrelmeye başlamıştı. Ama bu kimin umurundaydı. Şöyle başınızı sokağa çevirip baktığınızda göbeksiz erkek görmenin neredeyse istisna sayılabileceğini siz de görebilirsiniz. Burhan, birkaç günde bir Nöroloji servisinde yatan halasını ziyarete geliyordu. Halası neredeyse seksenine merdiven dayamıştı ve kısmı felç geçirmişti. Nigar bu servise yatırılmadan günler öncesinde bu odada tedaviye alınmıştı. Pek bir gelişme de göstermiyordu. Konuşabiliyordu ama yürüyemiyordu.
Sinop'ta yağmurun ardından tüm üç gün sisler altında kaldı. Sokaklar, sahiller hatta çınar ağaçları bile sisler içinde belli belirsiz hayaletler gibiydi. Yürükken sisler içinde acayip bir belirsizliğe gider gibiydiniz. Ve sanki her şey bir görünüp bir kaybolan fotoğraflar gibiydi. İstiklal okulunun bahçesinden çocuk sesleri geliyordu. Ama hiç kimseyi görmüyordunuz. Her şeyin sesi tamdı, kokuları da ama görüntüleri kendi gerçekliğinden sıyrılıp havada uçuşuyordu. Sisin ikinci günü bütün kasaba bu ince tül tabakasının gizeminden sıkılmaya başladı. "Keşke artık güneş çıksa, hafta sonu bari hava artık açsa," demeye başladı.
Hastane odaları, koridorları ve insan manzaraları sisler gibidir. Orada yaşamın katı gerçeği ve acımasızlığı yerini duygusallıkla yoğunlaşmış bir sisin ardına saklar. Çünkü insanlar oldukça çaresizdir. Yaşamın bizi her sabah yeniden fırlatıp attığı iş, kariyer, para kazanma, rekabet ortamından uzaklaştırıverir. Burhan bir gün yine halasına çiçek getirdi. Ve çiçeklerin bir kısmını bir bardağa alıp odada kalan öteki hastanın, yani Nigar'ın başının ucundaki sehpaya koydu. Bunu düşünerek yâda hesaplayarak yapmamıştı. Getirdiği bukette herkese yetecek kadar çok gardenya vardı. Bir sonraki gelişinde de öyle yaptı, sonrakinde ve yine sonrakinde. Ve o adada kalan herkes kısa zaman sonra akraba, hısım gibi yakınlaşıverdi. İpsiz, sapsız, amaçsız ve şapşal sözcüklerle bir iletişim başladı. Burhan bir başka gün odaya iki buket çiçek getirdi. Nigar için gelenler kocaman bir buket papatyaydı. O da birçok kadın gibi papatyaları çok severdi. Çünkü karanfillerden, klişe haline gelmiş güllerden sıkılmıştı. Hastaneden çıktığı güne kadar gelen papatyaları çok sevdi. Onları getiren Burhan'ı da…
Sinop yağmurun ardından üç gün sisler içinde kaldı. Bütün sokaklar, evler, ağaçlar görüntülerinin sınırlarını yitirmiş gibiydi. Deniz nerede bitiyor, Âşıklar Caddesi nerede başlıyor belli değildi. Bütün resimler çizgilerinden kopmuş akıyor gibi görünüyordu. Her şey biraz sis, biraz gerçekti. Hava yağmurun ardından daha da soğumuştu. Bir doktor radyodaki çokbilmiş ses tonuyla yaşlıların sisli havalarda sokağa çıkmamasını, astım hastalarının evlerinde kalması gerektiğini söylüyordu. Binlerce yıldır her bahar sislerle dans eden Sinop sokakları ilk defa ihtiyarlara sakıncalı sayılıyor olmalıydı. Gülmekten kendimi alamadım.
Nigar hastaneden taburcu olup evine gönderildiğinde Sinop'a dönmek istemedi. Çünkü o artık sokakların görünmez kadını değildi. Şimdi yaşamında kocaman, dağ gibi bir Burhan'ı vardı. Burhan da zaten kadının peşini bırakmaya pek niyetli değildi. Sık sık Sinop'a gelip Nigar'ı ziyaret ediyordu. Liseli âşıklar gibi pastane ve sahildeki küçük kahvehanelerde buluşuyorlardı. Daha önce evliliğini bozan Nigar'a küsen annesi bu kez de Burhan için kızıyordu. Adam hem göbekli, hem kel, hem de yarım dünya kadar kocamandı. Kızının bu adamın nesini beğendiğini hiç anlamıyordu. Annesinin ve erkek kardeşinin onaylamamasına karşılık Nigar bu adamdan vazgeçmedi. Hastanede tanıştıklarından beş ay sonra evlenmeye karar verdiler. Evlendiler de. Nigar yazın sonunda mutluluktan havalarda uçarken eşinin onu bir yıl sonra dövmeye başlayacağını elbette bilmiyordu. Burhan'ın önce işleri bozuldu. Bir süre karısının maaşıyla geçinmeye çalıştı.
Çevresindekilerin "Bu adam karı parası yiyor, tüh kalıbına yazık " sözleri kulağına gelince iyice sinirli ve çekilmez biri haline geldi. Bir akşamüzeri Nigar'ın pişirdiği etli patatesi beğenmediği için kavga çıkardı. Kaldırıp tabağını yere attı. Kendine hakim olamayıp karısına bir tokat attı. Sonra pişman olup yalvardı. Kendini affettirmek için ayaklarına kapandı. Başka bir gün yeniden bir tokat vurdu. Yeniden özür diledi. Onların yaşamı hep böyle inişli çıkışlı sürüp gitti. Nigar " Kocam, dövse de beni çok seviyor," diyordu. Farkında değildi ama ilk evliliğini bundan çok daha baş edilebilir sorunlar yüzünden bitirmişti.
Sinop yağmurun ardından sisler içinde kalmıştı. Martıların sise duyuluyor ama uçtukları görünmüyordu. Acaba uçarken ağaçlara, duvarlara çarparlar mı diye düşündüm. Kuşların sise aldırdığı bile yoktu. Onlar her zamanki gibi tersanedeki yan yana dizilmiş kayıkların etrafında balık arıyorlardı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu GÖKOVA'NIN İKİ YÜZÜ |
|
Kaç yıldır Orhan Kaptan'ın kulağını kurutmuştum.
- Sakın ha, bak karşı kıyıya gittiğinde beni de götüreceksin!
İnsan bir şeyi isteyip de elde edemedi mi, istek tutkuya dönüşüveriyor. Dost meclisinde biri Löngöz'den, Hırsız'dan, Bördübet'ten, Yediadalar'dan, Malbükü'nden, İngiliz Limanı'ndan söz etse, aklım oralarda kalıyordu.
Orhan Kaptan, akşamları Türkevleri, Akbük, Çökertme taraflarına ağ atarak evini geçindirmeye çalışırdı. Son yıllarda trolcüler yüzünden ağlar hep boş geliyordu. İnsanın bu dünyada yiyecek ekmeği varsa bir kapı kapansa bir başkası açılıyor. Bu tarafta insan çoğalıp hayvan azaldıkça karşı taraftaki birkaç yörüğün keçilerinin gübresi kıymete binmişti.
Ören'deki beş altı kayığın en canlısı Orhan Kaptan'ındı. Bir seferde yirmi, yirmi iki çuval gübre taşıyabiliyordu. Ancak karşıya geçmek, denizin insafına bağlıydı. Gökova'nın sağı solu belli olmazdı. Azıcık rüzgâr esse mor binlik görmüş çengi gibi çalkalar da çalkalardı. Üstelik bahçe sahiplerinden parayı alabilmek de zordu. Hele hele narenciye ağası Suat Bozalanlıdan para almak bir ölümdü.
O akşam Bozalanlı, Orhan Kaptan'ın evine fiyat kırdırmak için gelmişti. Kaç yıldır Orhan Kaptan'ın annesinin kiracısıydım. Evlerimizin kapısı aynı avluya açılıyordu. Önce kulak misafiri oldum. Kaptan, o güne dek gübreyi seferi iki yüz elli liraya taşımıştı. Oysa Bozalanlı şimdi çuval başına on lira veririm, diyordu.
Orhan Kaptan:
"Olmaz, kurtarmaz, taşıyamam. Yirmi beş çuval atmam gerekir kayığa. O yük ağır gelir." gibi gerekçelerle fiyatı yirmi beşte tutmaya çalışsa da Bozalanlıyı ikna edemiyordu.
Bir ara Bozalanlı, fiyat indirmekteki ısrarının nedenini ağzından kaçırmış bulundu:
"Taşırsan taşı! Taşımazsan Çökertmeli Osman, yeni kayık almış Bodrum'dan, ona taşıtırım."
El işine karışmayı pek sevmem. Orhan Kaptan işi kaybetmesin diye mi, yoksa iş olsun da karşıya geçeyim diye mi düşündüm, bilmiyorum. Pazarlığın içine atıverdim kendimi. Sonunda Bozalanlı:
" Peki, bu seferlik öğretmenin hatırına çuval başı on iki buçuk olsun."deyince Orhan Kaptan da ısrarcı olmadı. Çorbada tuzum olmasından çok, karşı kıyıya gideceğim için içim içime sığmıyordu.
Çarşamba sabahı uyandığımda deniz kaba dalgalıydı. Kaptan, "Yalıda böyleyse kim bilir, açıkta nasıl bu?" deyince üzüldüm. Ancak onun, "Allah'ın günü tükenmedi ya, yarın gideriz."söyleriyle yeniden umutlandım.
Bütün gece, pencereden rüzgârın, kapıdan denizin sesini dinledim. Hatta daha gün doğmadan kalkıp denizi gözledim.
Orhan Kaptan, geldiğinde güneş bir adam boyu yükselmişti. Gece ağ atmış, yine boş dönmüştü yalıya. Ağları kıyıya çıkarmasına yardım ettim. O arada eşim de kıyıya geldi. Gözlerindeki tedirginliği okumamak için kör olmak gerekirdi. Eşimin hüzünlü halini gören Kaptan:
" Merak etme yenge, birkaç saatte geliriz Allah'ın izniyle." diyerek onu rahatlatmaya çalıştı.
Birkaç dakika içinde yalının içilesi sularını terk ettik. Motorun, Kıran Dağları'nda yankılanan pat patları giderek azaldı, Gökova'nın neftileşen sularında yiter oldu. Artık denizle baş başaydık.
Kayığın burnuna oturmuş, karşı kıyıların her dakika, biraz daha belirginleşen yeşilini seyrediyor, sonra dönüp gökyüzü ve deniz mavisini buğudan bir kuşakla buluşturan Kıran Dağları'nı belleğime nakışlamaya çalışıyordum. Gökova, cennetti gerçekten.
Bilmem hangi görüntünün büyüsüne kapılmışken Kaptan'ın; "Geldiler!" demesiyle irkildim. Kayığın sağ ve solunda bizi izleyen iki yunusu görünce bir çocuk gibi çığlık attım. Kaptanın kıç altındaki kovadan alıp attığı balıklardan, ben de bir avuç aldım. Tane tane atmaya başladım. Onları daha yakına çekebilmek için balıkları neredeyse kayığın yan tarafına bırakıyordum.
Yunuslarla oyunum, onların birden dönüp gözden yitmeleriyle bitiveriyor. O an körfezin kuytularına girmek üzere olduğumuzu fark ediyorum.
Kıyıya yaklaşmıştık; ancak denizin nerede bittiğini, ormanın nerede başladığını anlamak olanaksızdı. Her türlü bitki, sanki denizden çıkmış, dallarını sulara sere serpe uzatarak asude bir uykuya yatmıştı. Çam, mersin, defne, harnup, sandal ve daha nice bitkinin renk, koku ve görüntü uyumunu gördükçe, Halikarnas Balıkçısı'nın, kendisine "İşte cennet!" diyen meleklere " Hani benim Cova'm nerde?" demesinin bin olasılık değil, gerçeğin ta kendisi olabileceğini düşünüyorum. Girdiğimiz bir koyun güzelliğini daha içime sindirememişken bir yenisiyle kendimden geçiyorum.
Bu doğa mucizesinin kaçıncısındaydık bilmiyorum. İşte buralara bu yakışır dedirten bir yatla burun buruna geliyoruz. Güvertede güneşlenen iki genç kafasını kaldırıp bakmıyor bile bize. Tam yanlarından geçerken içerden saçı sakalı birbirine karışmış yaşlı bir adam çıkıyor. Orhan Kaptan adama el sallıyor:
" Guten tag!"
"Günaydin!" diyor bozuk bir aksanla adam. Bizi balıkçı sanıp ekliyor; "Rast gele!"
Hiç bitmesin istediğim koylardan birinde çalılıkların arasında ancak dikkatli bir gözün fark edebileceği bir kaya parçasına yöneliyor Orhan Kaptan.
"Geldik!" diyor. Kıyıda çalılara yaslanmış birkaç gübre çuvalından başka bir şey yok. Orhan Kaptan, bir şeyler söyleniyor, anlamıyorum. Tekneyi kayaya yanaştırmaya çalışırken, çalıların arasından sekiz dokuz yaşlarında bir kız çocuğu görünüyor. Gözleri mi yeşil, yoksa çamların yeşili mi yansıyor gözlerine… Kaptanla arasının iyi olduğu belli:
"Kız Menekşe, bir hoş geldin yok mu?"
Menekşe, dudaklarını buruşturup gözlerini kırpıştırıyor. Kaptan:
"Bak, sana öğretmen getirdim." diyor beni göstererek.
Menekşe, o yaştaki çocukların aksine öğretmen sözünden hiç etkilenmiyor. Kaptan, kayığın kıç altından bir torba çıkarıyor. Torbada bisküvi, çerez gibi şeyler var. Menekşe torbayı görünce beklediğini elde etmenin mutluluğuyla:
"Ama ben seni dün bekledim Orhan Amca." diyor.
Orhan Kaptan, eliyle denizi gösteriyor:
"İhtiyar cadı izin vermedi." diye açıklıyor özrünü. Hep birlikte gülüşüyoruz.
İki kişinin yan yana yürümesi olanaksız bir yoldan tepeye doğru tırmanıyoruz. Ormanlardan sağımızı solumuzu görmemiz olanaksız. Kaptan bana dönüyor:
"Buralar bizler için seyri güzel, yaşanması zor yerlerdir. Buralarda yaşayacaksa o yattakiler gibi yaşamalı insan." diyor.
Orman içinde yüz elli metre kadar tırmandıktan sonra bir küçük düzlüğe varıyoruz. Düzlüğün ortasında bir ahşap kulübe var. Kulübe, hemen yanındaki büyük harnup ağacının gölgesinde uykuya çekilmiş gibi. Ağaçtan oyulmuş yalağın dibinde yatan uyuz bir köpek bizi görünce ses etmeden ağacın arkasında gözden kayboluyor.
Menekşe, arka arkaya annesine sesleniyor. İçerden yorgun bir kadın sesi duyuluyor. Orhan Kaptan, kıza babasının nerde olduğunu soruyor. Kız bilmiyorum anlamında omzunu oynatıyor:
"Annem, hasta, yatıyor…" diyor.
O an harnup ağacının dalları arasına yapılmış bir seki çardak dikkatimi çekiyor. Ancak dikkatli bir gözün görebileceği bir çardak bu. Sabahtan beri gördüklerimin sarhoşluğunu yaşıyorum. Dayanamıyor, Orhan Kaptan'ı dürtüklüyorum:
"Bu ne?"
Orhan Kaptan gülümsüyor.
"Gece haşarattan korunmanın yolu." diyor. "Şu merdiveni yukarı çektin mi, mışıl mışıl uyu."
Ben, bu dallar arasına yapılmış barınağı incelerken kulübenin kapısı açılıyor, içerden neredeyse bir deri bir kemik, ufak tefek bir kadın çıkıyor.
"Hoş geldiniz." diyor ölgün bin sesle. "Çavuş sizi dün bekledi. Bu sabah da çıkıp gitti. Ava mı, Löngöz' e mi, ne bileyim?"
Orhan Kaptan, biraz sinirli söyleniyor:
"Denizle barışık değilim ya Döne Yenge! Ona deniz iyi olursa dün, olmazsa bugün için gelirim, dedim. Şimdi ne olacak?"
"Olacağı var mı? Çocuklarla çekeriz gübreyi kıyıya."
"Birazdan deniz de çıkar. Al başına belayı. Bekle işin yoksa burada."
Döne Kadın:
"Aman kardeşim sen de! Ben her gün burada üç kız çocuğuyla yalnız yaşıyorum. Sen bir gün Gereme'den uzak kalsan ölür müsün? Allah ne verdiyse yer içeriz" diyerek yatıştırmaya çalışıyor kaptanı.
Aşağıdaki çalıların arsından on üç, on dört yaşlarında bir kız çocuğu beliriyor. Kızın giysisinin yaması aslından çok.
Döne Kadın:
"Kız Defne, keçiyi nereye götürdün?" diye sesleniyor.
Defne, bizi görünce irkiliyor.
"Gölgeye yatırdım. İyice doydular. Suladım da hem." diyor. Sesi sıcacık, sevgi dolu.
Başını kaldırmadan kulübeye doğru koşuyor.
Döne Kadın'ın, tüm yokluklara karşın gülebilen, sıkıntılarını saklayabilen bir kadın olduğu her davranışından belli. Buralara eli boş gelmemek için evden birer torba şeker, makarna ve pirinç almıştım. Döne Kadın'a torbayı uzatıyorum. O, "Niye zahmet ettin kardeşim." diyor; ama eli dolu gelmemden de son derece memnun, teşekkür ediyor.
Kaptan, Defne'nin arkasından sesleniyor:
"Gel hele buraya. İnsan, insandan kaçar mı? Şu annenin elindeki torbayı al bakayım."
Döne Kadın, bana bir açıklama yapmak zorunda hissediyor:
"Defne biraz utangaçtır."
Kıza sesleniyor:
" Gel kızım, elini öp misafirlerimizin."
Defne, belki de iki yabancının karşısına böyle perişan çıkmaktan utanmış, gelip annesinin elinden torbayı alıp hızla kaçıyor.
Döne kadın, Orhan Kaptan'a:
"Hemen taşırız çocuklarla. Meraklanma! Rahatınıza bakın siz." diyor. Sonra bana dönüp "Kardeşim, böyle güzel yerler görmemişsindir. Yabancılar buraları çok severler. Koca koca kayıklarıyla gelir, günlerce kalırlar. Gerçi kıyıya çıkmazlar; ama olsun, sevmeseler gelirler mi buralara. " diye sürdürüyor sözlerini.
İçimden, eller buralara dünyanın bilmem neresinden gelir, biz burnumuzun dibindeki bu güzelliklerimizi göremeden ölürüz. Görenler de böyle perişan tüketirler ömürlerini diye geçiriyorum; ama kimseye bir şey söylemiyorum.
Döne Kadın: "Siz, çardağa çıkın dinlenin, yorgunsunuzdur, yatın uyuyun. Ben kızlarla çuvallara gübreyi doldurur, kayığın yanına taşırım. İnşallah o arada Kara Çavuş da geliverir. Telaşlanmayın bakayım." diyor Kaptan'a. Kaptan olur anlamında başını sallıyor.
Biz ağaca dayadığımız merdiveni tırmanırken Döne Kadın, kulübenin bir kıyısına dürülmüş çuvalların bir kısmını Defne'nin, bir kısmını da Menekşe'nin koltuğunun altına sıkıştırıyor. Kendisi kalanları yükleniyor. Kaptan:
"Karaca kız nerde, görünmüyor?" diye soruyor. Kadının yanıtını beklemeden sürdürüyor sözünü: " Sen bunca gübreyi bu iki kızla mı taşıyacaksın?"
Döne Kadın soruyu, ardına bakmadan yanıtlıyor:
"Karaca teke almaya gitti. Kara Çavuş, baharda tekenin birini kardeşine vermişti. Kaç defa haber saldık bir türlü getirmediler. Kara Çavuş da kızdı. Gidersem döverim ben bunları dedi. Çaresiz, Karaca'ya git getir, dedim bu sabah." diyerek iki kızıyla birlikte çalılar arasında kayboluyor.
Kaptan bir süre kendi kendine söyleniyor: " Bu iki çocukla hasta bir kadın… imkânsız, imkânsız!"
Çardağa çıkınca gördüğüm manzarayla bir daha büyüleniyorum. Az önce döne dolaşa girdiğimiz koyların tümü ayaklarımızın altında. Koyların zümrüde işlenmiş mavi taşlı bir gerdanlıktan farkı yok. Az önce gördüğümüz yatı arıyor gözlerim, göremiyorum. Ancak diğer koylara girip çıkan yatlar buralarda hatırı sayılır bir trafiğin olduğunu anlatmaya yetiyor.
" Kaptan, bu kadar yat nerden çıktı, biz denizdeyken neredeydi bunlar?" diye soruyorum. Kaptan, köşedeki şilteye uzanıyor:
" Onlar sabaha dek eğlenir, öğleye dek uyurlar. Kim bilir hangi koyda gecelemişlerdir? Az sonra açıklarda deve katarı gibi dizilirler, bol bol seyredersin." diyor. Sesinde gübrelerin hazır olmayışından mı, yoksa başka bir şeyden mi bir mutsuzluk sezinliyorum.
Deniz, ötelerde lacivert bir yorgan… İnsanın kendisini, koydan koya bir kuğu gibi süzülerek dolaşan yatlarda düşlememesi olanaksız. Her görüntü, bir ömürlük güzellik gibi görünüyor. Kaptan hayranlığımın farkında:
"Buralar, ilk anda adamı çarpar." diyor. "Ama buralarda yaşamak zordur. Hasta olsan ölür gidersin. En yakın hastane Milas'ta. Buradan Ören'e geçmeye bir kayık, oradan öteye de bir araba bulacaksın da ölmeden hastaneye varacaksın ya da bir katır bulup kendini Marmaris'e atacaksın."
Sormama gerek kalmadan aile hakkında ne biliyorsa anlatıyor.
Kara Çavuş, başına buyruğun tekiymiş. Döne'yi, Datça'nın bir köyünden kaçırmış. Döne de dağlarda yapamam ben dememiş hiç. Yıllar önce topu topu üç keçiyle gelip konmuşlar buraya. Kısa sürede büyük bir sürüleri olmuş. Ancak Menekşe'nin doğumundan sonra Kara Çavuş, Döne'den yüz çevirmiş.
Kara Çavuş, hep erkek çocuğu olsun istermiş. "Ben dağ adamıyım. Bana kız yaramaz. Yumruğu güçlü, iyi silah kullanan oğlan gerek bana." dermiş. Sonunda "Has karı, oğlan doğurur. Ben üç çocuk bekledim. Yaş geldi otuz beşe, sabredemem artık." deyip çıkmış. Aynı yıllarda Löngöz'de Abiloğlu'nun Hatçe kocasından boşanıp baba ocağına dönmüş. Bu durum Kara Çavuş'un özlemlerini depreştirmiş. Önceleri Döne'yle Hatçe'nin birlikte yaşamalarını önermiş. Ancak her ikisinden de olumsuz yanıt alınca, sürünün çoğunu Hatice'nin ailesine vermiş. Günlerinin bir kısmını Löngöz'de, bir kısmını da Hırsız'da geçirir olmuş. Şimdilerde Döne Kadın sürüyü yeniden düzmeye çalışıyormuş.
Döne Kadın, öğle sonuna değin Defne'nin açtığı çuvallara gübre doldurdu. Sonra da Menekşe'nin küçük elleriyle özenle ağızlarını diktiği çuvalları kıyıya taşıdı. İş bittiğinde ne Döne Kadın'ı ne de iki yavrusunu tanımak olanaklıydı. Terle karışan gübre yüzlerine, giysilerine çamur olup sıvanmıştı.
Orhan Kaptan, bana aileyi anlatırken uyuyakalmıştım. Uyandığımda iyice acıktığımı fark ediyorum. Buraya hemen döneceğiz varsayımıyla geldiğim için yanıma yiyecek içecek tek şey almamıştım. Köşedeki toprak testiden bir tas su dolduruyorum. Bir yudum alıyorum, su toprak kokuyor. Ülserim var. Açlığımı bastırmak için bir şeyler yemek zorundayım. Ama bu insanlardan yiyecek bir lokma isteyememem. En iyisi uyumak. Yeniden hasıra uzanıyorum. Dalmamıştım ki, Menekşe'nin:
"Orhan Amca, amca! Size yemek getirdim!" sözleriyle fırlıyorum.
Kız bir tabak dolusu peynir kızartması getirmişti. Çardağa yanık tereyağı kokusu kaplamıştı; ama koku umurumda değildi.
"Ekmeğimiz bayatmış, annem kusura bakmasınlar." diyor Menekşe.
Kızın bu sözüyle birlikte aklıma kayınpederim geliyor, kızıyorum kendime.
Odun tüccarıydı kayınpederim. Marçalı Dağlarından odun taşırdı Milas'a, Söke'ye, İzmir'e. Her sabah yola çıkmadan önce fırına uğrar neredeyse bir çuval ekmek alırdı. İkinci uğrağı ya peynirci ya da helvacı olurdu. Ona "bu kadar ekmeği ne yapacaksın Karaduman?" diyenlere "Dağlarda yaşayanlara vereceğim, insan bulamazsam kuşlara kurtlara veririm." derdi.
Bana; "Dağda yaşamayan ekmeğin, suyun değerini bilmez." derdi. Demek ki öylesine dinlemişim onu. Boğazım düğümleniyor, ilk lokmam orada kalıyor, ne kadar yutkunsam mideme inmiyor. Kaşığımı kızarmış peynire daldırıyorum.
Kaptan, gözlerini ovalayıp denize bakıyor. Deniz bembeyaz köpük… Ağaçların dalları karayelin etkisiyle birbirlerine karışıyor.
"Hay Allah, gidemeyiz bu havada. Biliyordum böyle olacağını…" diye mırıldanarak sofraya bağdaş kuruyor.
Döne Kadın, aşağıdan sesleniyor:
"Çuvalları tekneye yüklemek kaldı. Ancak bunu ben yapamam. Hasta, güçsüz bir kadınım. Onun için erkek gücü gerek."
Kaptan, yemekten bir kaşık alıyor, Kara Çavuş'un gelmediğini anlamış olmasına karşın Döne Kadın'a soruyor:
"Kara Çavuş gelmedi mi daha?"
Kadın onu yanıtlamıyor. Kaptan, Döne Kadın'ın da duyacağı bir sesle Kara Çavuş için konuşmaya devam ediyor.
"Kocan, çok gevşek. Benim geleceğimi bile bile kaçtı buradan. Adamda iş becerisi yok ki… Omzunda tüfek, ardında köpek, dolaşsın dağlarda eğri eğri."
Döne Kadın, Kaptan'a yine cevap vermiyor. Kaptan bir hayli kızgın, çardaktan iniyor. Ben de izliyorum onu. Birlikte kıyıya iniyoruz. Arkamızdan da Döne, Defne ve Menekşe geliyor.
"İsterseniz siz çuvalları kayadan alırken yardım edebilirim. Yoksa Kara Çavuş'u bekleyeceksiniz." diyor Döne Kadın.
Konuşmasından kocası yokken orada kalmamızdan rahatsız olacağı izlenimi ediniyorum.
"Boş ver Döne Yenge! Kara Çavuş gelse de geçemeyiz bu denizden."
Kaptan'ın sözleri içimde bir burukluk yaratıyor. Demek burada gecelemek zorundayız Eşim, bana bir şey olduğunu sanıp yalıyı ayağa kaldırır. Kaptan, üzüldüğümü fark ediyor:
"Sabah erken çıkarız kardeşlik. O zaman deniz olmaz."
Beni yatıştırmaya çalıştığının farkındayım. Döne Kadın'a dönerek adeta sızlanıyor:
"Ben çuvalları yükleyemem. Kışın üç ay bel ağrısından yattım, Bu çuvallardan birini kaldırıp kayığa atsam sakat kalırım. Çavuş'u bek1emekten başka umarımız yok."
Döne Kadın, kestirip atıyor:
"Öyleyse beklersiniz, şansınıza gelirse yüklersiniz, gelmezse siz bilirsiniz."
Bir süre daha bekliyoruz. Gün neredeyse ikindi oluyor. Kaptan da beklemekten sıkılıyor, elini omzuma koyup yardım istiyor:
"Kardeşlik, bu dağın yörüğü bizi unuttu. Kim bilir hangi çalı arkasında keklik kovalıyor. Bundan böy1e gelmez bu adam. Gel, sen bana yardım et. Atabildiğimiz kadar atalım. Gökova bu, uykusu çoban uykusudur. Çuvalları şimdi yüklersek sabahleyin o uyanmadan demir alırız."
Bu havada denize açılmayı asla düşünemezdim. Eşim merak etse de ona sağ salim dönmek için sabahı beklemem gerektiğini biliyorum.
"Haydi, el birliğiyle yapalım şu işi."
Önerim herkesi sevindiriyor. Döne Kadın, çuvalı kaptanın sırtlamasına yardım ediyor. Ben de çuvalları Kaptan'ın sırtından alarak tekneye yerleştiriyorum. Gübreler kuru olduğu için çuvallar aman aman ağır değil. Ancak sıcakta tozup insanın genzini yakıyor. Daha ikinci çuvalda gübreye beleniyorum.
Kaptanın sırtından onuncu çuvalı almıştım ki Menekşe'in bağırıyor:
"Babam, babam geliyor. ..Nah işte ta tepede,koca çamın orda!"
Hepimizin yüzünde büyük bir yükten kurtulmanın sevinci dolaşıyor.
"Çavuş, ulan Kara Çavuş, neredesin be! Yaktın beni!"
Rüzgâr alıp götürdüğü bu sert, hesap soran sesi, duyulur duyulmaz bir ses yanıtlıyor:
"Adam dediğin sözünde durur. Seni dün bekledim ben."
Kara Çavuş, beline çifte fişek kuşanmıştı. Başında Meksika tipi bir hasır şapka, ayağında da kara bir pantolon vardı. Dişlerinin tümü altın kaplamaydı. Kendisine Kara demeleri boşuna değildi. Çünkü zenciye yakın esmerdi.
"Hani sen çarşambaya gelecektin? Bizim de kendimize göre işimiz var değil mi?"
"Denizle barışık değilim ya Çavuş. Deniz iyi olur geliriz, olmaza kalırız, demedi mi? Şimdi bile nasıl kuduruk görmüyor musun? Senin yüzünden bu gece burada kalacağız. Bizim de işimiz var. Sen gübreyi kıyıya taşımış olsaydın biz çoktan gitmiş olacaktık. İnsan hiç değilse gübreyi hazır eder."
"Parayla çekiyorsun gübreyi. Onca sıkıntıya katlanıver. Onun da sıkıntısını ben mi çekeceğim? Biz dağ başında malımızı yok pahasına satıyoruz. Bize acıyan var sanki! Beyefendi, Kara Çavuş'u beklemiş de canı sıkılmışmış!"
"Seni duyan da, Bozalan'lı bana çuval dolusu altın veriyor sanır. Şu kayığın masrafı bile değil buradan gübre çekmek. Ama ne yaparsın ekmek parası."
"Bizimki Marmaris gazinolarında saltanat parası sanki. Kazandığımızın kıçımızı örtecek bez parası bile olmadığı ortada."
Kara Çavuş, fişekliğini çıkarırken; söyleniyor. "Biz burada Orhan Efendi'nin gönlü olacak da gelecek diye nöbet tutuyoruz..." Sonra da yüksek sesle ekliyor: "Hadi bakalım yükleyelim çuvalları."
"Yük1eyelim yüklemesine; ama konuşmanı beğenmedim. Adam, adama bir hoş geldin der, bir özür diler. Sen kim oluyorsun da Orhan Efendi mefendi diyorsun bana?. Yazık, yazık. Malınızın bokunu para ettiriyoruz da…"
Kara Çavuş sözünü kesiyor kaptanın.
"Bir dilim ekmek verdik, dilenmeye başlama yine!"
Kaptanın yüzü öfkeden kıpkırmızı oluyor.
"Çalıştır kardeşlik motoru, demir alıyoruz." diyor bana. Sonra Kara Çavuş'a dönüp "Senin gübreni de seni de… Almıyorum gübreni; dök balıklar yesin!"
Ne yapıyorsunuz demeye kalmadan kaptan halatı çözüyor. Ortamı yatıştırmak için:
"Yanlış davranıyorsunuz..." demeye çalışıyorum; ama kimse oralı olmuyor.
"Koca koca adamlarsınız. Hiçbir şeye acımıyorsanız şu kadınla iki garip çocuğa acıyın. Sabahtan beri hasta hasta gübre taşıdı bu kadın." diyorum.
Kara Çavuş, sana ne, der gibi bakıyor:
" Efendi!" diyor. "Kadın benim kadınım. Ekmeğini de suyunu da ben veriyorum. Çocuklar da öyle. Gerekirse tepeye taşıtır bir daha indirtirim."
Bu tepkiyi hiç beklemiyorum. Adam daha da öfkelenip vurabilir bizi, diye korkuyorum.
Kaptan, göz açıp kapayana dek teknenin burnunu denize döndürüyor. Kara Çavuş da beklemiyor böyle bir tepkiyi. Daha bir öfkeleniyor. Cebinden çıkardığı bıçakla küçük Menekşe'nin gün boyu diktiği çuvalların ağızlarını kesiyor, çuvalları deviriyor. Gübreler çalı aralarına, denize akarken gözüm Döne Kadın ve iki kız çocuğuna takılı kalıyor. Döne Kadın'ın, bir sfenks gibi denize bakışı; iki kız çocuğunun, bu öfke fırtınasının her an kendilerine sıçrama korkusuyla bir çalı dibine büzüşmüş görüntüleri bir türlü gözümün önünden gitmiyor.
Başımı motor kapağına yaslıyor, gözlerimi kapatıyorum. Biliyorum ki o an kimselere aklı başında bir adam sözü söyleyemezdim. Bağırsaydım, balıklar korkardı. Öylece kaldım. Denizin kaç dalgası üstümden geçti bilmiyorum. Umurumda da değildi. Çünkü cennetin, cehennemini de görmüştüm bugün.
Kuvvetli bir dalgayla tutunduğum yerden savruluyorum. Demek, bu cennetin başka cehennemi de vardı. Bu kez can korkusuydu içimdeki duygu. Küpeşteye sıkıca tutunuyorum. Kaptan, bütün gücüyle teknenin burnunu, Kıran Dağlarına doğru çevirmeye çalışıyor. O da sırılsıklam. Tuzlu sudan pişen dudaklarım yanıyor. Islak gömleğimin yeniyle gözlüğümü silmeye çalışıyorum ama gözlüğü takar takmaz camlar yine tuzdan göstermez oluyor.
Deniz kudurmuş gibi. Dalgalar, tekneye yaklaştıkça büyüyor, büyüdükçe korkunçlaşıyor. Oysa iç içe girmiş koyları daha yenice arkamızda bırakmıştık.
"Dönelim!" diyorum Kaptan'a korkuyla.
Kaptan:
"Olmaz bunca yıl babama eyvallah etmemişim, kalkıp da dağın yörüğüne mi edeceğim?" diye karşılık veriyor.
Tüm dikkatim dalgalarda, kaptanın dikkatiyse dümende. Peş peşe gelen dalgaların ancak ikisini üçünü savuşturabiliyor, bir sonraki büyük bir hışımla buruna çarparak tekneye doluyor.
"Korkma!" diyor Kaptan. "Deniz karayel. Buna dalga denmez. Biz nicelerini gördük. Yeter ki rüzgâr karışık esmesin. Teknenin burnunu dalgalara verdik mi tamamdır."
İçimden bir şeyler söylemek gelmiyor.
" Motor desen canavar gibi çalışıyor. İki saate varmaz yalıdayız. Bu kardeşin var ya, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda Löngöz'den çok gübre taşıdı."
"O zaman batmaması şimdi de batmayacağın anlamına gelmez." diye geçiriyorum içimden.
"Bak açıklara. Deniz bembeyaz köpük. Bu fındık kabuğuyla…"
Aklı sıra espri yapmaya çalışıyor.
"Ayıp ettin kardeşlik, fındık değil, ceviz kabuğu dersen kabul ederim."
"Yol yakınken dönelim. Ha, ne dersin? O koyda sabahlamamız gerekmez. Bak birbirinden güzel nice koy var. Gireriz birine, sabah erkenden de yola çıkarız. Nasıl olsa o zamana deniz durulur. Hadi, kırma beni…"
Onun kararlı olduğunu görünce daha da sinirleniyorum:
"Sen dönmezsen dönme; beni geri bırak. Benim böyle pisipisine ölmeye niyetim yok."
Kaptan bu havada ne aradığı belli olmayan bir martıya el sallıyor.
"Heyy! Aslanım benim. Ötelerde nasıl deniz? Dinecek değil mi?"
Sözünü tamamlayamıyor. Tekne, büyük bir dalganın altından kaymasıyla burun üstüne dikiliyor. Bir sağa, bir sola yalpa yapıyor. Anında da tekneye üç taraftan su fışkırıyor. Var gücümle bağırıyorum:
"Bak beni geriye bırakmak zorundasın. Yoksa pek iyi olmaz. Sana insanca söyledim; ama sen anlamıyorsun ki!"
Benden böyle bir çıkış beklemiyor .
Orhan Kaptan daha önce böyle çok deniz görmüştü. Onun en büyük korkusu motor arızasıydı. Deniz bu kadar hırçın olmasa bir kıyıya atardı nasıl olsa. Ama önden gelen geceydi. Karanlıkta kayalara toslamamaları bir şans olurdu yalnızca.
"Kayalara varmadan batarız zaten" diye mırıldanıyor. Değil mırıldanmayı , bağırsa bile kolay kolay duyamayacağımı biliyor.
Onun dönmeyeceğini anlıyorum. Yolculukla ilgili değerlendirmeler yapabilmek istiyorum. Kaptanın ağzını aramak için:
"İyi ki on çuval atmış bulunduk gübreyi." diyorum.
Kaptan duymazlıktan geliyor.
"Biri de bir, yirmisi de. Meret ıslanırsa dalgasız denizde bile batırır tekneyi." diyorum bu kez; ama kaptan yine susuyor.
Çuvalları tekneye yerleştirirken üstten yandan naylon örtülerle örtmüştük. Ancak tekneye şimdiden epeyce su dolduğunu görüyorum. Kaptan'ın bir bildiği vardır her halde diye geçiriyorum içimden.
Kaç yazdır annesinin kiracısıyım. Bekarlığımdan beri tanıyor beni. Ne evimde ne kahvede ne de başka bir yerde birine bağırdığımı hiç duymamıştı. Suskunluğunu, benden beklemediği bir davranış için üzüldüğüne yorumluyorum bu kez. Denizin yatışması için dua etmekten başka umarım yok.
Güneşin Çökertme'ye yakın bir yerden dev bir portakal gibi sulara gömüldüğünü görüyorum. Rüzgârın uğultusu kesilir gibi oluyor. Kaptan sessizlikten yararlanıp bir kahkaha atıyor. Umudumun gerçekleşeceğini sanıp soruyorum:
"Deniz yatışıyor mu?"
"Yatışır, yatışır. Buraların akşam rüzgârı yaz yağmuru gibi gelir geçer."
Kaptan, sözü başka konulara çekmeye çalışıyor:
"Yaa, bak kardeşlik. Bozalanlı'ya neyin kavgasını yaptık, bugün ne bulduk? Bir adamın şansı yoksa karada da denizde de havada da durum değişmiyor."
Yolculuk başlayalı en az iki saat olmalı. İyice ıslanan gübreler motorun yükünü çok arttırmıştı. Bir ara birkaç çuvalı denize atmayı öneriyorum. Ama kaptan kayığın alabora olacağını söylüyor.
Bir ara karayel diner gibi oluyor. Dalgalar da uysallaşıveriyor. Az önce solgun bir yay gibi beliren ay, sulara gömülüyor. Aynı anda da yalıdaki iki üç gazinonun ışıklarını görüyorum.
" Kaptan, Işıklar!" diyorum. Gördüm anlamında başını sallıyor.
"Geçmiş olsun kardeşlik …" diyor.
Çocuklar gibi seviniyorum. Aynı sözlerle karşılık veriyorum ona. Oğlumu görebilmek için ettiğim dualar kabul oldu diye düşünüyorum. Dalgalar yüzümde şaklarken kendi kendime verdiğim sözleri yüksek sesle yineliyorum:
"Bir daha zorunlu olmadıkça denize açılmam. Hele kendisini pisi pisine ölüme atan bir kaptanla asla."
Kaptan, Kara Çavuş'a karşı davranışında haklı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Dinlemek istemiyorum. Çünkü bütün gün hasta hasta çalışan bir kadının ve o iki yavrunun emeğine saygısızlık olarak değerlendiriyorum davranışlarını.
Karayel, ara sıra yüzüme bir maşrapa su atarak geçip gidiyor. Aldırmıyorum, hatta kendimi güvencede hissettiğimden:
"Vur, canının istediğince ısla. Nasıl olsa bulamazsın beni bir daha. Suyu bardakta görürüm ben. Vur vurabildiğince de alacağın kalmasın…" diye söyleniyorum.
Çok sürmüyor bu oyun. Birden nereden estiği belli olmayan rüzgârın etkisiyle dalgalar burunda, yanlarda peş peşe şaklamaya başlıyor. Sanki bir hortumun içindeyiz. Kaptan tekneye nasıl yön vereceğini anlayamıyor.
"Rüzgâr karıştııııııı!"
Bu bir çığlık.
"İyi tutun kardeşlik!" diyor. "Poyraza çevirecek sanırım. Çabuk çevirse…"
Sözünün sonunu duyamıyorum; teknenin altından sular çekiliyor, bir iki saniye havada asılı kalıyoruz, ardından şapppp! diye suya düşüyoruz.
Kaptan bir yandan denize, rüzgâra küfrederken Bir yandan da rüzgârın yönünü bulmaya çalışıyor. Nedense bu kez korkmuyorum. Sanki uzaktan da olsa gördüğüm ışıklar beni kurtaracak.
"Yahu, kaptan bir saattir ben korkuyordum, sen aldırmıyordun. Şimdi kıyıya yaklaştık, sen korkmaya başladın." demeye çalışıyorum. Kaptanın gözü teknenin burnunda, bağırıyor:
"Ne kıyısı! Yolun yarısını yeni aştık. Işıklar, gece uzaktan elli olur. Askerlik de mi yapmadın sen?"
Kaptan, tüm çabasına karşın teknenin dalga yemesini önleyemiyor. Yandan, önden… nereden geldiği belli olmuyor dalgaların. Sanki bir işkenceci itfaiye hortumuyla yıkıyor bedenimi. Tam, "Sırası mı?" dedirtecek türden bir türkü geçiyor içimden.
Deniz üstü köpürür, ah yarim lilalay,lilalay
Söylemek istiyorum; hem de bağıra bağıra. Dişlerim birbirine vuruyor. Aklımda yalnız ölüm var. Cesedimi bulabilecekler mi? Bulmasınlar, diyorum. Eşimin, sevdiklerimin yaşayacakları üzüntüleri düşünüyorum. Oğlum büyüyünce eşim hakkımda ona ne anlatır ki… Keşke daha çok fotoğraf çektirseydim onunla. Keşke onlara daha çok zaman ayırsaydım…
Başımı motorun örtülüğüne koyuyorum yeniden; ölüme hazırım.
Kayığın, dalgaların sırtında küçük bir yonga gibi dolaştığını hissediyorum. Hangi dalgada alabora olacağımızı düşünüyor, atlatılan her dalgada demek bu değilmiş diye söyleniyorum.
"Kurtuldukkkkkk!"
Kaptan öyle kuvvetli bağırıyor ki gözlerimi açmamam olanaksız. Gözlüğümü çıkarıyorum. Ta ötelerde yanıp sönen deniz fenerini görüyorum. Gözlüğümü gömleğimin yeniyle siliyorum bilmem kaçıncı kez. Dikkatlice bakıyorum, yakın mıyız, uzak mı? Mesafe duygum yitmiş sanki.
" Kurtulduk kardeş!" diyor kaptan yeniden.
"Kara yakın mı?" diyorum umutsuz.
" Uzak sayılmaz. Ama rüzgâr poyraza döndü. Artık bundan böyle karıştırmaz."
Bir daha umutlanmak gelmiyor içimden. Yıllardır özlemini çektiğim cennet Gökova'nın iki cehennemini birden yaşamak çok ağır geliyor bana.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Aşındık Taşındık sonunda da Kaşındık |
|
Bilirim taşınmanın zorluklarını ama tereyağından kıl çeker gibi taşındık desem yalan olmaz, emeği geçenlerin ellerine sağlık diyorum. Gerçi; "Zaten ne eşyam vardı ki ?" diyebilirim ama sonuçta bir bütün olarak ele aldığımda hiç de kolay olmadığını biliyorum. Hele eski düzene alışkın insanların; yeni taşınılan yerlerde birkaç kıl-tüy hususu beğenmeme gibi mazeretleri ( bir de düğünlerde ) mutlaka vardır. Kendim de dahil olmak üzere hepsini susturmanın tek yolu toplam masraflardan ne kadar tasarruf sağlandığının açıkca belirtilmesidir. Vicdansız ev sahibi krize rağmen fiyatlarda bir düzenleme yapabilseydi kimse istemez idi elbette taşınmayı. Kim ister; Adres Değişikliği Tescil İşlemleri, Vergi Dairesi bildirimi, Web sitesi düzeltilmesi, baskılı evrakların ( fatura, kartvizit, zarf, matbuat, vb. ) yeniden düzenlenmesi gibi ıncık cıncık işleri ?
Krizin bir yandan bu tür masraflar diğer yandan epeyce aşındık velhasılı...
Hey gidi günler hey ..! Bazen haftasonu çalışmasına gittiğimde koltuğumu bulamadığım veya masamın işgal edildiğini gördüğümde şaşırıyordum. Şirketler grubumuzun değerli elemanları haftasonu çalışmaları, toplantılar ve çeşitli değerlendirmeler amacıyla toplaşıyorlardı. Sonra yavaş yavaş fire verdik ve şirketler grubundan ayrılmalar başladı. Bu sefer de salon salomanje mi desem, yayla gibi bir alan mi desem, bizlere kalmaz mı ? Bir de baktık yavaş yavaş o masayı şuraya çek, buraya bir kale kur derken koca alanda çift kale maç yapmaya başlamışız. "Bu gol vuruşu kaleye teğet geçer, bize ne ki canım !" şeklinde söylemlerin tükendiği anlaşılmaya başlandığında ofisin kirasını makul düzeye çekebilme toplantılarına daldık. Ve fakat mal sahibi Nuh diyor başka birşey demiyor. Eh, bu durumda bize de "yuh" demek nasip oldu. Ne kadar pılımız ve bir o kadar da pırtımız varsa topladık. Ne alakası varsa yıllardır bilemediğim tası ve tarağı da unutmadık elbette.
Daha az metrekare ve daha az kira ile yeni ofisimize taşındık velhasılı...
Eskiden; "Git-gel Konya 6 saat" deyişi vardı, ben de ona nazire İstanbul-Ankara arasını mekik dokur gibi gider-gelir oldum özellikle 2009'da. Gişeden gişeye ortalama 4 saat çekiyor. Aradaki esnafla da iyice haşır neşir olduk sayılır. Aynı yerlerde 3-5 dakika mola, elimiz boş gitmeyelim diye aynı yerlerden alışveriş derken;
"Abi nasılsın ..?"
"İyidir birader, senden naber ..?" gibi muhabbetler artmaya başladı. Allahtan şekil ve şemal yönünden pek bir değişiklik yok da;
"Ooo Abi, sakalları kesmişsin, hayırdır ?" ya da,
"Lenslerin hayırlı olsun, atmışsın gözlükleri ha !" şeklinde sohbetlerimiz olmuyor.
"Yapsak yapsak ne yapsak ?" diye düşünmeye gerek yok, bizimkisi yeknesak durumlar kısacası. Körfez'deki benzinciden kahve alına ( gerekirse benzin de alına ), İzmit çıkışı hediyelik kestane şekeri ve lokum, bazen bir bardak çay. İşte Hendek'den sonra ben tost ve çay molası verirken amcam da arabayı şöyle 2 fışfış yıkar. İkinci çay ile beraber de işte Deve. Sonra Bolu Tüneli ve her zamanki gibi kendi kendime;
"Aaa, ne çabuk girdik ne çabuk çıktık yahu !" muhabbeti.
Gerede'den geçerken Safranbük'e selam gönderme, anılar, vs.vs... Sıfır İstanbul'dan Rakım Efendi 1580 metreye, yani Cankurtaran. Sonra Kızılcahamam sonrası da gişeler. "Gişeler" deyince aklıma gelen nedense "Lingo lingo şişeler" oluyor. Eskiden bir de akrabaların kasedini koyardım;
"Abi sen zahmet etme, ben geliyorum Ankara'ya" derdim. Bir başkasında;
"Artık karıştırdım geçmişi, hangi peygamber açmıştı denizi" sözlerine,
"Cevap veriyorum, Musa !" derdim ama öğrenemediler gitti.
Ankara gişelerinde de;
"Ağlıyor İstanbul, ağlıyor kalbim, ağlıyoruz ben sensiz, İstanbul bensiiiiz..." diye avaz avaz ve evire çevire söyler dururdum final şarkısını.
Gördüm mü Ankara'nın taşını, silmem gözümün yaşını. Tam 12 sene yaşamışım bu şehirde, dile kolay değil. Bu haftasonu sevgili lisemizin yemek balosu var, "Ağlar dururuz artık o eski kavun gibi dostlarla" diye yumdum ağzımı açtım gözümü. İşte o 12 senin son 3 yılını o lisede geçirmişim. Bizler bitireli tam 25 koca sene geçmiş üstelik. Geçen haftaki yazımda neden aklıma gelmemiş, demek Türkiye Kupası'nı en son ben lisede okurken almışız, vay be ..!
İnsanın canı, arabada yek başına ancak bu kadar sıkılabilir işte !
Eee, sıkılnca da haliyle kaşındık velhasılı...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Bir Türkü Okudum Çanakkale'de
Yahya Çavuşlardan ilham alarak,
Seyit Onbaşıda özüm bularak,
Conk bayırında harbe dalarak,
Bir türkü okudum Çanakkale'de.
Bin bir donanmayla köpek sürüsü,
Çiğneyip geçerim derken namusu,
Alayına yetmiş Türkün birisi!
Bir türkü okudum Çanakkale'de.
Vatana helal gelmesin diyen,
Uğruna bağrından bin kurşun yiyen,
Ey Mehmet bize budur hediyen,
Bir türkü okudum Çanakkale'de.
Anıtı melekler diktiler çoktan,
Bir millet dirildi çok şükür yoktan,
Güneş Mehmet diye doğar ufuktan,
Bir türkü okudum Çanakkale de!
Az gelir adına inan ne yazsak,
Yağmur yaş olup buluttan sızsak,
İnsanlığı bizden öğrenmiş Anzak!
Bir türkü okudum Çanakkale'de.
Sadece etten kemikten ibaret,
Mehmet'in kanıyla kurulan o set,
Bana diyordu ki sana emanet!
Bir türkü okudum Çanakkale'de.
Her bir karede dağlandım yandım,
Kendimi sanki savaşta sandım,
Toprağa basmaya inan utandım,
Bir türkü okudum Çanakkale'de.
Ziya Akyürek
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|