|
|
|
Editör'den : Tebrikler Beşiiktaş!.. |
Bir kere haftaya Kara Kartalları canı gönülden kutlamakla başlamak gerekir. Biz de öyle yapalım, kutlayalım. Hayırlı uğurlu olsun şampiyonluğunuz. Yıllardır ilk defa kokusuz, komplo teorilerinden arınmış, kıran kırana bir lig seyrettik. Böylesi bir ligde de az hata yapan bileğinin hakkıyla kazandı. Tüm Beşiktaşlıların şampiyonluğu kutlu olsun.
...
Kerameti kendinden menkul Zahid Bey'in Manisalı Arınç'ı yalanlamasının ardından beklenen oldu. Gündemi değiştirmek için Bay Arınç gene ipe sapa gelmez lafları ard arda sıralayarak yeni tartışmalara yelken açtı. Konuşmasının bir yerinde; "Çeteler, Türkiye'de AK Parti iktidarını devirmeye çalışıyor. Biz de devrilmiyoruz, hamd olsun. Ayakta duruyoruz. AK Parti'den başka bir parti iktidarda olsaydı ve bu tezgahlar böylesine planlanmış olsaydı, ayakta kalmamız mümkün değildi. Rüzgarından bile giderdik. Ama AK Parti var. Yerinde sabit, dimdik duruyor. Tek gücünü Rab'bimin lütufundan, milletin takdirinden alıyor. Bu yüzden 6,5 yıldır iktidardayız, 7 yıla yaklaştı." demiş. Aslında doğru demiş. Onları alet oldukları yolsuzluklar boğacak. Eee Allahın sopası yok, bir şekilde verecek bunların cezasını. Bu yoklukta fikir dünyamızı şenlendiren bu yüce insana sonsuz teşekkürlerimizle.
...
Talihsiz Münevver'in başına gelenleri ilk günden beri dehşetle izliyorum. Kız babası olmanın getirdiği aşırı bir duyarlılık var bende. Hele o babanın beyhude çırpınışlarını gördükçe kahroluyorum. Bu konuda benim ilgimi çeken, gizli olması gereken her bilginin gazetelerde yer alması. Haydi büyük davaları anlıyoruz, servis ediliyor. İyi de, böylesi adi bir suçtan kim ne çıkar sağlamak ister ki? Adli Tıp'ta varılan her sonuç, incelenen her delil ilk önce basında. Konuyla bu kadar iç içe olunca iş ciddiyetini yitiriyor, sıradanlaşıyor. DNA test sonuçlarının, iç çamaşırındaki spermin basında yer alması, o acılı babayı bir kez daha kahrediyor tahmin ediyorum. Hiç kolay değil, eline kıymık batsa yüreğimizin ağrıdığı çocuklarımızın hunharca öldürülebileceğini düşünmek bile insanı insanlıktan çıkarabilir. Münevver'in babasına kuvvet dilemekten başka birşey gelmiyor elden. Herkese güzel bir çalışma haftası diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Sen yine dudaklarından dökülmeyen şarkılar söyle… |
|
Kalbimin göz pınarlarından sallanan kristal buz sarkıtlarına gözyaşın değdi bu sabah… Samyelinin eflatunluğunda yokladım kelimelerini… Tenime vuran mürekkep lekesinden çıkarmaya çalıştığım imzada iri gözlerinle baş başa kaldım Yeşim taşlarının yer ettiği parmakların, bir zehirli sarmaşık gibi, akıtıyor iklimlerini, ten ten…
Çapamı sapladığım kıyılarında yosun tutmuş bir bahar, antika bir gülüş.. Surlarımın altından akıp giden suya iliştirdiğim yorgunluğa uzanan ay ışığı ellerin… Parmağına dolanan güneş yansıması, tütün ve akoru bozuk bir gitar…
Nazım ölçülerini asla sayamadığım şiirlerin, yüklemsiz mısralarında uyuyorsun. Tırnaklarında tutuşan yıldız gölgeleri, saçlarımın arasından akan cemre…
Düş mavisi dokunuşların ihtişamlı bir kent ışıltısı… Kızıl Meydan, beyaz toprak, lacivert gök, biraz sen, biraz ben, biraz kendini kaybetmiş sıcaklık…
Boynuna gelişigüzel iliştirdiğin keskin metal güneş ışınları zihnimin durduğu an, beyaz ten, metal sıcak, zor güç… İsimlendirildiğinde yok olan masalların isimsiz kahramanlarıyız. Yakın ve uzağın seviştiği…
Tabusuz kabusların düş çocuklarıyız. Her şeyden güzeli, mesafedeki tek gerçeklik; kadife güzelliğinle bezeli göz kapaklarının ardındaki uykular…
Kulağıma dayadığım iri deniz kabuklarından yankılanan mavi ses, turuncu sessizlik, kızıl kan…
Kadehler dolusu aşktan damlayan şarap ve topraktan güneşe uzanan soluk.
Şarap, soluk, sen…
Amforalardan taşan taba süt ve tanrıçasın işte,; temmuzuma düğümlü karlar içinde…
Tenimden geçen mevsimlerde doğurgan, Niobe…
Oluk oluk akan bir düş bu, geçit vermeyen gölgeler iki adım arkamda, kızaran mevsimde kokun…
Gerdanın… Gerdanında biten goncalar beyaz ve ağır ve kadife ve aşk… İri gözlerinin boyadığı ağaç gövdelerine toz pembe tüller dolanıyor, şarkılarından dökülen…
Raks eden düşün ve gerçeğin, sevişen gün ve geceye nazır…
Elinin ayasına çizdiğim deniz şehirleri yazları akıtıyor bileklerinden, dişiliğine uzanan yolda…
Yaz- deniz- sen…
Sen- deniz- yaz…
Deniz- yaz- sen…
Sen, ben…
Ben, sen…
Tutuksuz yargılandığım günah, düş akıtması… Kirpiklerinin koyuluğundan kopup gelen bahar yorgunluğunun uykuları olmak istedim, bu kentin koynunda… Düşünün mavisi, dokunuşunun yeşili, teninin beyazı, ses(sizliğ)inin turuncusu… Boyadım hayalimi henüz yirmi dakika geride bırakmışken gece döngümüz üç (3)ü…
Boynumda beliren yıldız, öpüşünün izi…
Ben, sen, sus…
Sus…
"Sus"…
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
İSMAİL'İN FOTOĞRAFI
Bir adam ki onlar gibi değildir,
biliyordum, beni sevmeyeceklerdi.
(S.F. Abasıyanık)
Akşam üstü...
Bu 2004 senesinin pek de soğuk sayılamayacak kurşuni bir Kasım'ında, akşamüstünde yazıyorum. Bir koca çınarın altında, bir kafe bahçesindeyim. Okey şıkırtıları geliyor içeriden, tek taşa kalanların sesleri. Ben dışarıdayım. 10 senedir giydiğim üç mevsimlik hırkam, yol arkadaşım, canım hırkam.
Yaşlılar evlerine dönmeye, gençler sahildeki kahvehaneden bozma kafelere gelmeye başladılar. Birazdan akşam olacak. Kafelerin kapısı her açılıp kapandığında, sigara dumanı, çay bardağı ve okey şıkırtılarıyla kolkola vermiş bir uğultu, bir insan özlemi çıkacak, girecek...
Ben, evleri ve sokakları, yaşadığım bu kasabanın elli sene önce çekilmiş fotoğraflarını düşünüyorum. İlk gördüğümdeki gibi hissediyorum hala, ne mutlu. Mesela bir fotoğrafta, şu koca çınarın hemen yanında bir erik ağacı, beline kadar kara gömülmüş, ıslanmış cılız gövdesi soğukta titriyor. Titriyor ama bahar gelecek elbette.
Gördüğünüz gibi, akşam üstü iş çıkışı bir çay içersem eğer, ben de buluşların şairi oluyorum, 2004 yılında buluşların şairi demek; yanıp buryan olan, ama sonra soğumaya yüz tutmuş bir insan özleminin ete kemiğe bürünmüş halidir. Bir bilinmez gurbetin yolcusudur. Ama nereye? Herşeye dokunmak ister. Ama neyi tutsa elinde kalır. Sevmeye yorulmuş ya da geç kalmış, ama bundan başka çarenin olmadığının bilince gelmiş halidir. Tedirgin, çekinik bir insan sıcaklığıdır. Sadece akşamüstleri anımsayan, sadece akşamüstleri anlayan acayip bir yaratıktır.
Size kalbimin sol yarısının, tam olarak şu parmağımla işaret ettiğim yerin soğumaya yüz tuttuğunu söylemiş miydim?
Sabah, erken...
Limandayım. Mehmet, İsmail ve Hüseyin var. Bora, tekne sahibinin oğlu -tekneyi o yönetiyor- yukarıda son hazırlıkları yapıyor. Birazdan açılacağız. Av sezonu 1 Eylül'de başlar, 31 Nisan'da biter. Hüseyin, benim tekne kazıntısı arkadaşım, burada olmama vesile olan insandır. Hüseyin benim gibi; bir şekilde bu doğup büyüdüğü yere dönmüş bir candır. Kraldır, şahtır, şahbazdır. Bir yaralı ceylandır. İsmail'le Mehmet'i şimdilik anlatamıyorum zira onlarla ilk defa, limana gelip tekneye çıktığımda karşılaşacağız ve tanışacağız.
"Sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için, hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin, bir türkü söyler gibi ölebilmek" hususu uzun zamandır gündemimizde değil, değil ama bu insanoğlunun ne büyülü sürprizlere gebe olduğunu da unutmamak gerekir. Bu sabahın alacakaranlığında, bu beş kişi, yani biz, biz de bir şeyiz. Böyle düşünüyorum ve bir rivayet uyduruyorum kafamdan. "Oğlum Ahmet" diyorum,. "Rivayet odur ki; her kim dilek tutup denize bir taş atarsa ve bir balığın ağzında geri dönerse o taş, tüm dilekleri kabul olurmuş". Böyle söylüyorum kendime. Sonra denize bir taş atıyorum. Sonra bir dilek tutuyorum içimden kimsenin bilmediği. Sonra tekneye çıkıyorum.
Daha lumbardan girerken yapılı, genç bir çocukla karşılaştım Şöyle göz ucuyla yüzüme kim bu diye bir baktı, sonra çantamı gördü, sonra bakışlarını yakaladığımı hissettiği anda kafasını çevirip işine devam etti. Fotoğrafının çekilmesinden hiç hoşlanmıyor, anladım.
İçeride sarı, esmer bir ışık vardı. Hüseyin beni gördü. Dışarıya geldi.
-Geç kalmadım inşallah.
-Yok yok, ben de merak etmeye başlamıştım. Geç kalmadın, birazdan çıkarız.
-Sen arkadaşlara söyledin mi fotoğraf çekeceğimi.
-Söyledim söyledim, merak etme sen, yabancı değiller zaten.
Hüseyin beni içeriye buyur etti. Kendime bir yer buldum, oturdum. Hüseyin bizi tanıştırdı:
-Mehmet (fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmayan), İsmail.
-Merhaba, dedim, Ahmet.
Kafamızı öne eğerek selamlaştık. Bir süre bir şey konuşmadan birbirimize baktık. Benim buna ne kadar uzun süre dayanabileceğim konusunda en ufak bir fikirleri olduğunu zannetmiyorum. Onlar suskunluğu birinin bozmasını bekleyedursunlar, ben size İsmail ve Mehmet'in yüzlerinde gördüklerimi anlatayım:
Mehmet ve İsmail altı ay çalışır, o da balık varsa. Kalan altı ayda düzenli bir işleri yoktur. Mehmet fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmıyor ya, o halde İsmail'den bahsedelim. İsmail, arada üç beş yolunu bulmak için pazarcılık, bisiklet tamiri, dalgıçlık, getir götür işleri, işte böyle şeylerle uğraşır. Günü kurtaracak birkaç milyon varsa hemen o gün arkadaşlarıyla yer (kendini kayırır). Para olmadı mı? O zaman oradan oraya it gibi dolaş, muhabbetin sonu yok. Çok zor da kalırsan bir milyon oradan, bir milyon buradan. Bunlar, İsmail, İsmail'in arkadaşları ve benim gibilerce zararsız tırtıklamalar olarak kabul edilir.
Peki İsmail ilerisi için planları yapar mı? Elbette yapar. Bir gemiye miço olarak girebilirse, hani şu akrabam dediği yaramaz adamın tanıdığını iddia ettiği acente sahibinin gemisi. Bir kapağı attı mı hayatı kurtulacağını düşünmeden edemez. Liseyi güç bela bitiren İsmail'den bir kariyer planlaması istesek bize diyecektir ki: "Üç seneye kalmaz bir gemiye kapağı atarım, ilk beş sene miçoluk yaparım, sonra, gene miçoluk yaparım. Sonra...Sonrasına bakarız be abi."
-Ne haber Ahmet, ne var ne yok?
-İyi be Hüseyin.
-Uyanamadı herhalde dedim ben de.
-Yok yok, uyandım. Zor oldu ama...
...
Limandan ayrıldık. Sıcak bastı, hırkamı çıkarmak için fotoğraf makinemin olduğu çantayı yanıma koyarken İsmail:
-Abi sen gazeteci misin?
-Yok, kendim için çekiyorum. Öylesine. Hüseyin söylemiştir ama sizce bir sakıncası yoktur umarım.
-Yok abi, ne sakıncası olacak, beni istediğin kadar çekebilirisin. Bak hemen bir poz vereyim istersen.
İsmail poz veriyor, Hüseyin'le Mehmet gülüyor, ben anlamaya çalışıyorum.
-Çay demlemiştim abi, içer misin?
-Valla iyi olur İsmail.
Bir bardak kendine, bir bardak ta bana koydu. Hüseyin'le Mehmet'in 2004 Kasım'ında neden çay içmediklerini tahmin edersiniz.
-Abi kahvaltı yaptın mı?
-Yaptım İsmail, sağol.
-Yanında yiyecek bir şey var mı peki?
-Neden?
-Yok ben yapmadım da. Hani varsa bir şeyler.
Hüseyin'le Mehmet gene gülüyor. Bense bu çocukla bugün işim olduğunu düşünmeye başlıyorum. Ne yalan söyleyeyim, biraz rahatsız oldum. Kötü bir şey olduğundan değil. Büyük hayallerle geldiğimden de değil ama bu zırtapoz daha ikinci dakikada böyleyse...
İsmail sigara paketini çıkardı. Ağzını aralayıp sigaralarını şöyle bir saydı.
-Abi sigara içiyor musun sen?
-Hı hı, içiyorum.
-Ne içiyorsun?
Bir şey söylemeden paketimi çıkardım. Ağzını açıp uzattım.
-Bu nasıl, uygun mudur?
-Eh, dedi. Malbora öksürtüyor ama n'apalım, içicez artık.
Hüseyin'le Mehmet gülüyor.İsmail konuştukça konuşuyor. Benim nedense keyfim kaçıyor.
-Abi bir çay daha vereyim mi?
-Eh, ver bakalım.
-Bir sigaranı daha alırım ama.
-Ohoo, senle işimiz var İsmail. Al bakalım.
-Eyvallah abi.
Hüseyin'le Mehmet gülmeyi bıraktılar, bizi seyrediyorlar.
-Abi sen paketi masanın üstüne bırak istersen.
-Tabii, ama müsadenle bir sigara alabilir miyim?
-Ayıp ettin abi, ne demek. Al bakalım. Kendi sigaran gibi iç.
-Sağol.
-Abi nereye?
-Dışarıda bir sigara içeceğim, müsaaden olursa tabii.
-Ne demek abi, yalnız çıkmadan resmimizi çeksene.
Canım hiç istemiyordu ama makineyi çıkardım. İsmail camdan dışarıya, denize bakarak poz veriyor. "İsmail biraz bana dön de şöyle profilden çekeyim" diyorum. Birkaç saniye çeviriyor kafasını, sonra gene dışarı bakarak genç, yiğit bir delikanlı pozu, hani "Nerde olsa kavgaya girerim, kimseden çekinmem. Bu deniz var ya bu deniz. Heeey gidi heey. Yaşıma bakma sen, yıllarım geçti bu denizlerde" pozu vermeye çalışıyor kendince. Sonra dönüp "abi kısmetse ne zaman alırız resimleri?" diyor, birkaç gün sonra deyince, "Tamam abi" diyor.
Birkaç fotoğraftan sonra dışarıya çıktım. Kıyıda, tepelerle bulutlar arasındaki ince bir gökyüzü boşluğunda hafif bir kızıllık var ama daha gün ağarmadı. Çiseleyen yağmura ve tepemdeki gökyüzüne dikkatlice baktığımda görebildiğim bulut katmanlarına göre, güneşli bir gün olmayacağını düşünüyorum. Canım öyle bir sıkılıyor ki. (İsmail'in yüzünden değil, öylesine) Sıkıntımı dağıtmak için birkaç kare çekiyorum. Yok, olmuyor. Hüseyin'in Bora'nın yanına çıktığını görüyorum. Belki biraz sıkıntım dağılır diye ben de çıkıyorum arkasından.
Bora başıyla selamımı alıyor. Hüseyin yanında yer açıyor, oturuyorum. Bora'nın elleri dümende, sol tarafındaki ekranlara bakarak yönünü ayarlıyor. Hüseyin'le ekranda kayıp giden çizgiler hakkında konuşuyorlar. Belli ki denizin altına sinyaller gönderip gelen sinyallere göre tepeleri, çukurları ve olası balık sürülerini gösteriyor bu cihazlar. Yandaki ekranda da deniz altı izohipsleri çıkıyor. Bu arada Bora Hüseyin'le konuşuyor:
-Geçen sene bu aletler olsaydı iyi balık tutardın.
-Sen ne diyorsun. Cemiller kaç ton balık çekti haberin var mı senin?
-Bak onlar çinekop galiba.
-Yok, çinekop böyle gözükmüyor ekranda. Palamut bunlar. Çinekop daha silik gözüküyor.
Ben de sesim çıksın istiyorum. Bir şeyler söylemek istiyorum:
-Bora bu cihaz nasıl çalışıyor? Ne bu ekrandakiler?
Bora isteksizce ekranda birkaç nokta göstererek:
-İşte burada denizin dibini, aşağıyı görüyorsun. Balık falan varsa işte böyle ekranda gözüküyor.
-Haaa, diyorum. Susuyorum. Hüseyin kırılmayayım diye biraz açıklama yapıyor. Şekillerden bahsediyor.
Yarım saat kadar devam ediyoruz. Onlar konuşuyorlar ben sessizce dinliyorum. Gün iyiden iyiye ağarıyor. Bulutlu, yağmurlu, puslu bir hava.
-Hava kötü, diyorum.
Bora, affeden bir baba gibi önündeki radar ekranını gösteriyor bana. Barışır gibi oluyoruz. "Bak" diyor, "Görüyor musun şu karaltıları. Bak bunlar bulutlar. Önümüzde değiller gördün mü? İlerisi açık. Belki biraz daha çiseler ama fırtına yok". Sonra hız kesip "Mehmeet" diye bağırıyor.
Ben yukarıdayken Mehmet'le İsmail tulumlarını, çizmelerini ve eldivenlerini giymişler. Görevleri; tirol teknesinin iki yanında asılı bulunan iki demir levhayı ustalıkla denize bırakmak. Demir levhaların bu defalarca taranmış deniz diplerine doğru ağır ağır indiğinden emin olmak. Sonra teknenin biraz daha yavaşlayıp tarama işleminin başlamasından ağın toplanmaya başlamasına kadar geçecek kırk beş dakikalık seyirde beklemek, beklemek, beklemek. (Bu sürenin, İsmail için iki sigara içimine ve sabah mahmurluğunda belli belirsiz hayallere, üzüntülere denk düştüğünü sonradan öğrendim) Sonra da ağı toplamak, balıkları türlerine göre ayıklayıp kasalara istiflemek var.
Kırk beş dakika kadar bekleyeceğiz şimdi. Hüseyin, Mehmet ve İsmail kamarada oturdular. Ben kıyılara doğru bakıyorum...Denizdeyken kıyıda, kıyıdayken denizde olmayı istemek ne demek diye düşünüyorum. Sonra hiçbir yerde olmayı istememek gibi bir şey geliyor aklıma. Bir kambur gibi, sevmeyen sevgilinin anıları gibi, karnının ağrıması gibi, yalnızlık gibi, sıkıntılı uykular gibi bir şey geliyor. "Biz; yani biz beşimiz; yani ben ve diğerleri; yani onlar ve ben; biz de bir şeyiz" demek istiyorum bu deniz üstünde, dilim dönmüyor.
Bora'nın sesiyle ağı toplamaya başlıyorlar. Mehmet'le İsmail, hızlı ve tecrübeli hareketlerle bir oraya bir buraya koşturuyorlar. Hüseyin'de yardım ediyor onlara. Ben, içinde olamadığım bu dünyayı dışarıdan isteksizce seyrediyorum. İş olsun diye birkaç fotoğraf çekiyorum. Ağı küpeştenin üzerinden güvertedeki boşluğa alıyorlar. Ağ açılıyor. Birkaç barbun, yirmi kadar çinekop, iki küçük kalkan, otuzdan fazla mezgit, ondan fazla vatoz ve büyük yağmurlarda derelerin topraktan söküp denize getirdiği büyükçe bir kütük parçası çıkıyor. Kütük parçası, vatozlar ve demin saymadığım diğer deniz mahlukatı yaramaz. Denize geri gönderilecek. Onlar kadar bilmesemde, önceki tecrübelerime dayanarak bunun beklenen, ancak gene de moral bozucu bir av olduğunu anlayabiliyorum. Balıkları ayıklama işine girmeden önce, bir sonraki av için demir levhaları tekrar suya bırakıyorlar. Sonra balıkları ayıklamaya başlıyorlar. Ben dilek taşımı arıyorum balıklar arasında. Yok...
-Abi çekmiyorsun fotoğraf?
-Sonrakine çekerim İsmail, ışık az şimdi, deyip geçiştiriyorum.
Balıkları ayıklayıp kasalara istifliyorlar. Şimdi gene bekleme zamanı. Güneş bulutların arasından belli belirsiz gözüküyor. İçtiğim sigaralardan mı, kahvaltı yapmamış olmamdan mı nedir, biraz başım ağrıyor. Başımın ağrımasına kızıp bir sigara daha yakıyorum.
-Abi balık yapayım mı sana, yer misin?
-Yok, sağol İsmail. Aç değilim.
-Abi kahvaltı yapmış mıydın sen?
-Yaptım demiştim ya İsmail.
-Abi bak atayım bir iki tane çinekop, sabah sabah güzel olur.
-Yok İsmail, sağol, tokum ben. Hem zaten şurda tuttuğunuz balık ne kadar ki?
-Aman be abiii. Bunu mu düşünüyordun sen?
Böyle söyler söylemez yıldırım hızıyla içeriden bir kap ve bıçak getirdi. Bıçağı bidondaki suyla güzelce temizledi. İrilerinden sekiz-on çinekopla otuz kadar mezgit ayırdı. Temizlemeye başladı. O kadar hızlı ve becerikli ellerle yapıyordu ki bu işi, karşısına çömeldim, seyretmeye başladım. Birinci çinekop, al eline, pullarını bıçakla hızlı hızlı kazı, kafasından bağırsaklarına doğru bir çentik at, parmaklarını sok içeriye. İkinci çinekop, al eline, pullarını bıçakla hızlı hızlı...Bir yandan işe devam ediyor, bir yandan da;
"Ahmet abi, düşündüğün şeye bak sen, bundan mı çekiniyordun" diyordu.
İşte o anda bir şey oldu. İsmail'in elindeki çinekopa bir hal geldi. İsmail'in esmer eli hızlı hızlı balığın sırtında gidip geldikçe, bir ışık peydah oldu sanki. Bulutların arasından sızan güneşten mi, İsmail'in elinden çıkan bir iyilikten mi nedir, dökülen pullar İsmail'in eline yapıştıkça, balık parıldamaya başladı.
2004 yılında, soğuk bir 7 Kasım sabahı, saat 10:00 sularında, bu denizin ortasında bir şey oldu. Sanki çok uzun zaman önce kaybettiğim bir şey, bu parlak yaratığın sırtında, İsmail'in elinin ışığında karşımdaydı yeniden. Zaman kayboldu, sadece ben, balık, İsmail'in eli ve damarlarımda attığını hissettiğim sıcak bir kanın güzel bir ezgisi vardı. O kadar sessizdi. O kadar güzeldi. Sanki denizden gökleşen bir neşe, bir iyilik, bir kuş gelmiş, gelmiş, gelmiş, önce İsmail'in eline, oradan da benim yüreciğime konmuştu. İnsanlar giriyordu içime, insanlar çıkıyordu.
Yirmi dakika kadar sonra yemek hazırdı. Bora, ben ve İsmail sofraya oturduk. Bora'yla bol bol sohbet ettik. Bayağı güldük. Bora'yı çok sevdim. İsmail'e gelince, benim gözümde dünyanın tüm zararlı zararsız yalanlarını söyleyebilecek bir çocuk olsa da bunları çoktan unutmuştum. Önemsiz yalanlardı bunlar. Neşeden, insan sevgisini kontrol edemediğinden oluyordu bu bence. "İyi oldu be, kahvaltı etmemiştim" dedim. "Sen neden söylemiyorsun abi" dedi İsmail. Yemek yedik, ardından çay içtik. Sigara verdim İsmail'e. Sonra Bora "Hadi bakalım" dedi. "Hadi bakalım..." Bora böyle söyleyince birlikte sofradan kalktık. Herkes görev yerine gitti. Ben makinemi aldım. Sayısız kare çektim. Bir saat kadar önce içine sığamadığım güverte, şimdi uçsuz bucaksız bir çekim mekanına dönüşmüştü benim için. Bir İsmail'in yüzüne yaklaşıyordum, bir Hüseyin'e. Sonra arkaya geçiyordum. Yukarıya çekilen ağı boydan boya, İsmail'in yüzünün arkasından gözükecek şekilde çekiyordum. Mehmet'i bile çekmiştim. Hiçbir şey demedi, kızmadı, rahatsız olmadı. Mehmet artık bir muamma değildi benim için.
Ağ yukarıya çekildi. Ağzına kadar balık doluydu...
Ağı yavaşça güverteye indirdik. Baktık, hepsi mezgit. Fazla derinden taramıştık ama olsun. (Yarısı denize geri atılacak veya etrafımıza uçuşan martılara yem olacaktı.) Sonra yunuslar geldi. Etrafımızda dönüp duruyor, teknenin altından geçiyor, öbür taraftan çıkıyorlardı. Bir tanesi o kadar sokuldu ki küpeşteden sarkıp elimi uzatsam neredeyse dokunacaktım. Bizimkiler de şaşırmıştı bu hareket nerden geldi bu adama diye. Sabahki o huysuz, neşesiz herif gitmiş, yerine başka bir adam gelmişti.
Mehmet ve İsmail levhaları bir daha denize saldılar. Balıkları boylarına göre ayıklamaya başladılar. Ben onların birkaç fotoğrafını daha çektim bu arada. Sonra bir köşeye çekilip bir sigara yaktım, denizi seyretmeye daldım.
İki üç dakika geçmiş geçmemişti ki, İsmail elinde bir mezgitle koşarak yanıma geldi.
-Ahmet Abi baksana şuna. Allah Allah ya, bu nedir böyle?
-Ne o İsmail?
-Baksana balığın ağzına. Taş mı ne bu, bir şey var ağzının içinde?
-Yok be İsmail, taş olur mu o. Midye falan bir şey kaçmıştır ağzına ağın içindeyken.
Balığın ağzından taşı çıkarttım. Bu benim attığım taşa ne kadar benziyordu. Önemsemedim, hiçbir şey dilemeden denize attım. Benim dileğim çoktaan gerçekleşmişti. Şimdi yukarıya çıksam, Bora bana elinde olmayan cihazların bile tüm detaylarını, nasıl kullanılacaklarını anlatırdı, buna emindim. İsmail neredeyse bana "ağabey" diyecekti. Hüseyin benim tekne kazıntısı arkadaşımdı. Mehmet ise muamma değildi artık.
...
Yarım saat kadar gitmiş gitmemiştik ki, yukarıdan homurtular gelmeye başladı. Motor sorun çıkarmıştı anladığım kadarıyla. Bora, daha önceden de yaşanan bu sorun konusunda tecrübeliydi. Biz en azından akşam üstüne kadar denizde kalmayı planlamışken, Bora, "Dönüyoruz" dedi.
Ağı hemen toplamadık. Limana kadar son bir tur geçeriz diye düşündük. Sahilde bulunan devasa fabrikanın limanına yaklaştığımızda ağı topladık. Bizim gideceğimiz ufak ilçe limanı biraz ötedeydi. Balık ayıklama işlemleri başladı. Bense son birkaç fotoğrafı çekiyordum. Artık öğlen olmuştu.
Gene mezgit ama olsun. Daha irice bu sefer. Yedi sekiz kasa kadarı hiç değilse günlük masrafı çıkarır diye düşündük. Moralimizi bozmamaya çalıştık. İsmail ve Mehmet balık ayıklamaya devam ediyorlardı. Ben de yardım etmek için küreği elime aldım. İşe yaramayacak balıkları denize, martılara atmaya başladım.
Hüseyin, büyük limanın arkasındaki devasa fabrikayı göstererek:
-Ahmet bak, sizinkiler gaz yakıyorlar gene, dedi.
İsteksizce fabrikaya doğru baktım. Geçiştirmek için "Hıııı" dedim sadece. Bora biraz şaşırmıştı:
-Sen fabrikada mı çalışıyorsun?
-Hı hı.
-Ne yapıyorsun orada?
-Mühendisim.
Bora balıklara, sonra da denize, açıklara doğru şöyle bir baktı, sonra da:
-İki üç milyar alıyorsundur herhalde.
Sessizlik oldu. Biz Bora'yla konuşurken İsmail; tüm konuşmaların baş kahramanı olmayı seven İsmail bile bir şey söylemiyordu. Elinde sürekli aynı mezgit, amaçsızca bir o kasaya bir bu kasaya bırakıyordu. Bizi dinlediğini biliyordum. Kötü bir şey söylemedi. Kötü bir şey düşündüğünü de sanmıyorum ama... İşte "ama"sı var...
"Yok be Bora, on milyar alıyorum ama huzurum yok be" diye budalaca bir espriyle konuyu kapatmak istedim. Daha beter bir sessizlik oldu bu sefer. İsmail kafasını balıklardan kaldırıp bana baktı. Gülümsemeye çalıştı. Beceremeyince işine devam etti.
2004 Kasım'ının yedinci gününde, bu deniz üstünde başka bir şey daha olmuştu. Bu olanları size tam olarak hangi kelimelerle açıklayabilirim bilmiyorum. Çok uzun düşündüm. Bulamadım. İsmail bana kırılmıştı, bunu biliyordum. Belki kandırıldığını düşünüyordu. Bu hayal kırıklığı elbette ki uzun sürmeyecekti. Benim hakkımda kötü düşünmeyecekti, İsmail'in huyu değildi bu. Kötü şeyler de söylemeyecekti. Belki bir gün gene balığa çıktığında beni hatırlayacak, "Ya iyi adamdı be Ahmet Abi diyecekti". Bu bile mümkün gözüküyordu. Ama bu deniz üstünde, biz, yani ben ve onlar, yani ben, Hüseyin, Mehmet, Bora ve İsmail; "biz de bir şeyiz" diyemiyorduk artık.
İlçe limanına geldik. Adettendir. Balığa gelene pay verilir. İsmail kalkanlardan birini bir poşete koyup bana uzattı. Hüseyin'e vermesini söyledim. Israr etmedi. "Gene gel abi balığa" dedi. "İnşallah İsmail" dedim. Hüseyin'le eve doğru yürürken;
-İyi çocuklar Hüseyin.
-...
-Hele o İsmail, nasıl hayat dolu değil mi?
-...
Hüseyin biri için kötü bir şey söylemek istemediğinde sadece susar.
-Ne o Hüseyin? Sen böyle düşünmüyorsun galiba?
Yüzünü buruşturarak;
-Yaramaz adam o. Esrara takılıyor. Serserilik yapıyor buralarda...
Bir şey söylemedim. Hüseyin'le vedalaştık. Eve gittim. Uzun bir uyku çektim. Kalktığımda filmleri banyo ettim. Sonra İsmail'in fotoğraflarından birini ilaçlı suya koydum.Yavaş yavaş, yüzünün fotoğrafı, kağıda kazınmış ilk ışıklar dile gelmeye başladı. İsmail gece yarısına doğru sahilde arkadaşlarıyla iki cigaralık sarmıştı. Yakınında bir araba durdu. İçinden güzelce bir kız, genç, bodur bir oğlan ve İsmail'in olamadığı her şey gülüşerek indiler. İsmail onların arkalarından baktı.
Fotoğraf iyice belirginleşiyordu. İsmail susuyor, dudaklarını kemiriyor, arkadaşları goy goya devam ediyordu. İsmail sıradan bir soğukkanlılıkla, -bir şey hissetmeyerek de diyebiliriz- ayağının yanında bulunan bira şişesini boşalttı. "Şşşş! Alooo!" dedi arkadaşı. "Şşşş, allloooo!Nereye oğlum?" İsmail durmadı. Arabaya doğru gitti. Şişeyi şöyle elinin tersine kaldırdı. Bütün gücüyle indirdi. Arabanın ön camında patlattı.
Anlamıştım. Fotoğraf kağıdına kazınan ışık zamanı mühürlüyordu elbette. Kabul. Ama bazı şeyler vardı fotoğraflarda görülmeyen, bazı olmazlar. Unutulmayanlar sadece insan yüreğine kazınanlardı. Saymadan bir sigara içimiydi mesela. İşsizlik ve yarınsızlıktı. Öfkeyle sevmek arasında gidip gelen bir insan yüzüydü. Bundan sonrasını görmek istemediğim için perdeyi kapatıp karanlık odadan çıkarken, genç bir polis, İsmail'i arka odalardan birinde sıkıştırmıştı. Eli, İsmail'e bir tokat indirmeyi hazır şekilde havadaydı. "Eşkıya mısın lan sen, ha, eşkıya mısın lan sen. İt!" diye bağırıyordu. İsmail pusmuş, hiçbir ses çıkarmadan, başı yana doğru eğik ilk tokatı bekliyordu.
İlk tokatı suratına yediğinde hiç ses çıkarmadı. Sadece beklediğinden biraz daha fazla yakmıştı yüzünü. İkinci tokat indiğinde "yapma" demek istedi. Sesi çıkmadı. Yanaklarından yüzüne, vücuduna doğru bir sıcaklık yayıldıkça gözleri doldu biraz. Dudakları titriyordu. Bağırmak istedikçe boğazı düğümleniyor, zorlukla yutkunuyordu. "Eşkıya mısın lan sen, ha, bela mısın lan sen!" diye üçüncü tokat indiğinde artık hıçkırıklarına engel olmuyor, krize girmiş gibi, bağıra çağıra ağlıyordu. Etrafa yumruklar savurarak "Yapma lan, yapmasana lan, onlara vuramıyorsun di mi" diye polisin üzerine yürümeye kalktı. Polis bu çelimsiz çocuğun tam böğrüne bir yumruk indirdi. İsmail dizlerinin üzerine düşünce bir tane de sırtına vurdu. İsmail yere kapaklandı. Kafasını kollarının içinde, bacaklarını midesine çekerek sımsıkı katladı vücudunu. Bu sefer çıldırma sırası polisteydi. "Lan it, vuruyor birde. Pezevengin evladı... Onlar kim lan! İt!" diye bağırarak İsmail'in açıkta kalan her yerine vuruyordu. İsmail, "Onlar kim lan!" diye sırtına, kafasına inen her yumrukta kendinden geçmiş bir şekilde "Vur lan! Vur lan! Vur! Onlara vuramıyorsun di mi!" diye bağırıyordu.
Polis artık yorulmuş, vurmayı bırakmış, ".mına kodumun çocuğu" diye söylenirken İsmail odanın soğuk mozaik tabanına yüzünü dayamış; "Onlara vuramıyorsun di mi, ha, vursana onlara kolaysa" diye sessizce hıçkırarak inliyordu.
...
Bir hafta sonra sahildeki kafelerde rastladım İsmail'e:
-Abi fotoğraflar gelmedi?
-Birkaç güne kadar elinde olur İsmail, merak etme. Beğendin mi gönderdiğim öyküyü?
-Cık, yok abi yaa, ne o onlar öyle yazmışsın! Bir kere anlamadım ki ben yazdıklarını.
-Neresini anlamadın?
-Aslında hiçbir yerini anlamadım. İlk sayfayı anlamadım bir kere, sıkıcı. Sonra dilek taşı falan demişsin. Balığın ağzından taş falan çıkmadı ki. Amma da atmışsın haa. Bir de yazmışsın öyle, polis, molis. Benim polisle ne işim olur abi?
-Olmaz mı?.
-Olmaz tabii. Cık, yok, beğenmedim.
-İyi tamam, sen daha iyisini yazarsın.
-Yok be abi. Benim işim olmaz yazıyla mazıyla.
-İyi, öyle olsun. Hadi görüşürüz.
-Gene gel abi balığa.
-Bakalım İsmail, kısmet.
-Bırak ismeti kısmeti şimdi abi. Haaa, sigara da getir gelirken.
-Tamam tamam, getiririm.
Ayrılıyoruz. Arkamdan "Ahmet Abiii" diye bağırıyor. Dönüyorum:
-Biz de bir şeyiz be abi, değil mi?.
Kalbimin sol yarısını yerinden çıkıyorum, öpüp İsmail'e veriyorum. Sonra bir dilek tutuyorum kimsenin bilmediği, denize bir taş atıyorum...
Ahmet Yakamoz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç KÜRESEL ISINMA TUZAĞI VE AHMET MUSAOĞLU |
|
Son yıllarda görsel basında en çok duyduğumuz ifade 'Küresel Isınma'dır şüphesiz… Televizyonlar hep küresel ısınma haberleriyle dolu… Bununla ilgili olarak bilim adamları ekranlara çıkarak halkı uyarıyorlar, daha doğrusu korkutuyorlar. Küresel ısınma aşağı, küresel ısınma yukarı… Küresel ısınma Türkiye'de ve dünyada hiç gündemden düşmüyor; tabir caizse ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar bu konuyu… Halk tedirgin oluyor bu demeçlerden… Bu tezi savunanlar inandırıcı olmak için kırk dereden su getiriyorlar. İnsanlar gelecekten endişeleniyor. Zaten ekonomik sıkıntılarla başı dertte olan halk bir de bunu dert ediyor.
Geçenlerde Jeoloji Yüksek Mühendisi, Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu "Nabucco Babil Yolculuğu-Küresel Isınma Tuzağı" adında kıymetli bir kitap yayınladı. Söz konusu eser Trabzon Belediyesi Yayınları arasında neşredilerek okuyucuyla buluştu. Bu eser Trabzon Belediyesi Eski Başkanı Volkan Canalioğlu'nun Trabzon'a son büyük kültürel hediyesi oldu.
Ahmet Musaoğlu iyi bir araştırmacı yazar olarak hep dikkatimi çekmiştir. O, ezilmeden büzülmeden, korkmadan, 'acaba ilgili çevreler ne der' hesabı yapmadan, büyük bir cesaretle bildiği gerçekleri halkıyla paylaşmayı büyük bir sorumluluk olarak görüyor ve gereğini yapıyor. Ben onun bilgi birikimine ve samimiyetine güveniyor ve inanıyorum.
Geçen hafta(22 Nisan 2009 Çarşamba) TTSO'da Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu'nun son kitabı olan "Nabucco Babil Yolculuğu-Küresel Isınma Tuzağı" adlı eserinin tanıtım toplantısı gerçekleştirildi. Tanıtım programı Trabzon Jeoloji Mühendisleri Odası öncülüğünde gerçekleştirildi. Öğretmen-Yazar Nuray Yazıcı'nın başarıyla sunduğu programa ciddi bir katılım vardı. Toplantıya başta valimiz olmak üzere çok sayıda seçkin davetli katıldı. Programın başında Trabzon Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Semih Peker oda olarak yaptıkları çalışmalar hakkında geniş bilgiler verdi. Sayın valimiz "Küresel Isınma Tuzağı" adlı kitabın tanıtım programında çok da güzel ve veciz bir konuşma yaptı. Sayın valimiz Okutan, konuşmalarında daima eğitimcilerin, araştırmacı-yazarların, sanatçıların yanında olduklarını, onları her zaman desteklediklerini belirttiler. Kendisinin böyle bir kitap tanıtımına gelmesi başlı başına bir destektir zaten; her yönüyle takdire şayan bir davranıştır.
Jeoloji Yüksek Mühendisi, Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu "Küresel Isınma Tuzağı" adlı eserinin tanıtım toplantısında bir de güzel sunu gösterisi gerçekleştirdiler. 75 slaytlı bu görsel materyalden de yararlanarak gerçekte küresel ısınma denen bir tehlikenin olmadığını, bunu ABD gibi bazı çıkarcı çevrelerin menfaatlerini gerçekleştirmek için bilinçli olarak çıkardıklarını belirtti. Musaoğlu, bilimsel sunusunda "Dünyada küresel ısınma yaşanmıyor" iddiasını ilmî delillerle ortaya koyarak salondaki insanların yüreğine su serpti.
Türkiye'deki ve dünyadaki nerdeyse bütün bilim çevreleri küresel ısınmanın ürkütücü boyutlarını bir korku filmi gibi anlatırken Trabzon'dan yükselen aykırı bir ses bunun bir oyun olduğunu, küresel ısınmanın büyük bir yalandan ve palavradan ibaret olduğunu dile getiriyor. Üstelik bunu da delilleriyle ortaya koyuyor. Ceviz Kabuğu programına çıkıp Türkiye'yi bu konuda bilgilendirerek küresel oyunlara karşı uyanık olmaya çağırıyor. O, lâfazanlık yapmıyor, ilmî delillerle her şeyi gözler önüne seriyor, akıllardaki soru işaretlerini yok ediyor.
Kıymetli Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu "Küresel Isınma Tuzağı" adlı eseriyle "Küresel ısınma yoktur, küresel oyunlar vardır " diyerek dünya bilim çevrelerine adeta meydan okuyor. Trabzon'dan böyle gür ve emin bir sesin yükselmesi Trabzonlular olarak bizi mutlu ediyor. İnançlı bir kalem olan, hadiselere imanın ve Kur'an'ın nuruyla bakan Ahmet Musaoğlu'yu Trabzonluların daha yakından tanıması ve ondan istifade etmesi gerekir.
Musaoğlu, sunudan sonra "Eserimi 'gerçek yazar' neredeyse göremediğim ülkeme ve Trabzon'da futbolun dışında başka bir şey yok diyenlere ithaf ediyorum" diyerek belirli çevrelere mesaj yollamayı da unutmadı. Programın sonunda Ahmet Musaoğlu, katılımcılara kitabını imzalayarak hediye etti. Kendisini bu güzel eserinden dolayı içtenlikle kutluyorum.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
DERSİMİZ AŞK ÇÜNKÜ, SÖYLEMİŞTİM
Dersimiz Aşk, konular Haydutluk ve Sarışınlık
Şimdi şurdan koşsam Akdeniz'e çıkarım
Yörükler ve Develer arasından geçerim
Üzüm incir ve tütün, üzüm incir ve tütün
Dersimiz Aşk çünkü, söylemiştim
Oturur bir Güneşle sigaramı yakarım
Bir Horoz adamıştım onsekizimde
Nedense kesmeye üşeniyor insan
Şu günlerde ömrüm de bir hayli kısalıyor
Dersimiz Aşk, konular Barut ve Av Tüfeği
Annemiz bizi de elbet bir Gül'de biriktirdi
Okullar bitti, Askere gittik ve hemen evlendik
Bahçeye bir Sığırcık bir de Köpek alıştırdık
Serentiler üstünde Biber ve Kırmızı Tarhana
Dersimiz Aşk çünkü, söylemiştim
Oturduk son gece Balkonda Vişne yedik ve gülüştük
Süt gibi Gökyüzünden biriki Turna geçiyor
Öksürerek yürüyorum bir İkindi yolunda
İzliyor beni Gölgem, Çubuğum ve Keçilerim
Ergin Günçe
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|