|
|
|
Editör'den : Sıra bana da geldi!.. |
Merhabalar,
Birgün sıra bana da gelecekti, geldi işte. Yok öyle sabah erkenden kapım falan çalınmadı. Kimse orayı burayı da kurcalamadı. Tatil diyorum tatil. Ben denize gidiyorum. Saydım tam 693 (yazıyla altıyüzdoksanüç) gün olmuş, son deniz suyunu yutalı. Bu kadar zamanda insan yüzmeyi unutur mu? Hoş unutsa da beline dolanmış kas kümeleri yardım eder değil mi? Silivri'ye gitmiyorum, Güneye yolum. İzmir üzerinden teğet geçen krize tutunup daha aşağılara atacağım kendimi. Özledim çocuklarımı, onlarla kucaklaşacağım. Fazla değil, gözünüz kalmasın sakın. Altı üstü bir hafta denize yakın olacağım. Önüm deniz, arkam bilgisayar, elimde kitap, başımda kep beynimi dinlendirmeye çalışacağım. Yoksa taş taşımıyoruz elbette bütün yıl. Beynimiz buruşuyor olsa olsa. Ütülemek içinse mola vermek gerekiyor ara sıra. Kısmet bugüneymiş. Siz bu satırları okurken belki ben yolu yarılamış, belki de henüz feribotta çay yudumluyor olacağım. Kimbilir, öğlene denk gelirse okumanız, ben Akhisar'da Köfteci Ramiz'i tavaf ediyor olacağım. Uzun lafın kısası, gidiyorum işte biraz aşağılara, dört duvardan gayri renkler görmeye, biraz da serin serin çimmeye. Darısı başınıza. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SİNOPTA BİR YAZ AKŞAMI- 1 |
|
"Tutmayın bunları be yavrum yazık. Daha çok küçükler baksana. Yenmez bunlar. Eti yok, budu yok. Kıymayın bunlara, günah."
"Aman be teyze ya, o günah bu ayıp. Üç kuruşluk bir keyfimiz var onu da zehir zıkkım ettin. Biz tutmasak ne olacak? İskeleye baksana kum gibi insan kaynıyor." Yaşlı kadın gençlerin bu tepkiyi vermesini beklemiyordu. Diğer oltacılara hiçbir şey demedi. Sessiz sesiz iskelede bur tur atıp gitti. "Gençler artık iyice zıvanadan çıktı, Büyüklere saygı gösteren hiç kimse kalmadı: İnsanlar kibrit gibi, kimseye küçücük bir şey söyleme bile gelmiyor," diye düşünüyordu.
Sinop iskelesi yaz akşamları bayram yeri. Ben diyeyim yüz, siz deyin iki yüz oltacı var. Oltacıdan daha çok da voltacı… Bir tek belediye bandosu eksik, bir de sambacı kızlar. Biraz abarttığımın farkındayım. Sambacı kızları şöyle dursun, dokumacı kızlara da razıyım.
At çek yaptık bu akşam, salkım gibi dizilip geldi kıraçalar. Yemliye takılsak biraz, izmariti de atarız kovaya, mezgidi de… Adam sende koyver gitsin. En zevklisi de bu. Akşama tava var , çıtır çıtır. Yanında da bir de bol soğanlı çoban salata.
Aman be kızım, aman be Merve'm, mundar ettin balığı. Kıpır kıpır tepinince korkudan dokunamıyormuş. Dokunma be anam sen ya. Bırak şu makineyi eve git. Olta senin neyine? Çaparalar karıştı ne olcak şimdi? Kurşuna, kancaya verdiğim parayı biriktirsem araba alırdım. Hem de dört çekerin kırmızısından…
"Hızlı çekme diyorum. Kıraça bunlar, küçük işte. Ağızları yırtılınca ne olacak? Kurtuldular kancadan. Elinin hamuruyla, balığa gelirsen olacağı buydu. Bin kere söyledim. Bi kere olsun dinle be kızım. Başçavuşun eşeği mi…..?" Eşek muhabbeti biraz ağır kaçtı. Kırmızı elbiseleriyle iskelede bayrama gelmiş gibi duruyordu. Makyajı, ayakkabıları, saçı her şeyi ile tam göz alıcı bir fıstıktı. Makaralı oltayı atıp gitti. Erkek önce omuz silkti. Bana ne gidersen git gibisinden bir hareket yaptı. Ama kızın adam akıllı gittiğini görünce peşinden koşmaya başladı. Önümde balık tutan delikanlı arkadaşına " Birazdan geri gelecekler, var mısın iddiaya?" dedi. Ötekisi iddiaya girmeye yanaşmadı. "Şimdi yalvar yakar koşsun bakalım peşinden enayi," dedi. Balık tutan gençler haklı çıktı. Beş altı dakika sonra birbirlerine sarılmış olarak geri geldiler.
Aha da geliyor. Beşten aşağı çıkarsa akşama biralar benden. Acayip ağırlaştı çekemiyorum. Hay bu poşeti denize atanın. Memleket mal dolu tabii... Eline geçeni denize at. Ne bu ya, çöplük resmen. Balık yerine çöp çekiyoruz artık. Bizim gibi geri ülkelerde var zaten poşetler. Gelişmiş ülkelerde çoktan kalktı. Gavur filmlerine görüyorum. Onlarda herkes kese kâğıdı kullanıyor. Biz adam olmayız abi. Herkes aya gider biz yaya… Güzel güzel konuşurken kaldırıp sigarasının izmaritini denize attı. " Odlu mu ama şimdi?" diyecektim. Hem benim keyfim kaçacaktı, hem de onunki. Bir kez daha bizim insanımız bilgi bakamından çok donanımlı. Ama bilgi içselleşemiyor. Davranışa dönüşemiyor. Kolaycılığımız engel oluyor diye düşündüm.
Sus lan, ayıp. Kızlar var görmüyor musun?
Görmedim be abi, hem sadece ananın dedim ben. Bi şey demedim. Onlar sanki hiç sövmüyor?
Söverler, sövmezler bahane arama. Ağzının uçkuruna sahip çık.
Bu kadınların ne işi varsa iskelede. Şimdi topunun ebesine a…
Babamızın yeri mi oğlum burası? Herkes canı ne isterse yapar. Ülkede demokrasi var.
Aman da aman, demokrasiyi de bilirmiş. Balık tutmak özgürlükse…
Birlikte gülüştüler. Bu akşam iskelenin en matrak muhabbeti de buydu. Öylesine boşboğazlık ediyorlardı. Zaten birçoğu için balık bahaneydi. Muhabbetine geliyorlardı. Tuttukları balıkları da giderken başka birinin kovasına atıveriyorlardı. "Yarın de sen tuttuklarını bize verirsin."
"Sar sar sar çabuk sar makarayı. İskelenin bacaklarına takılmasın. Aç şimdi mandalı. Kurşunu al arka tarafa. Parmağını misinanın üstüne sıkıca bastır. Savurunca bırakıver. Geç kalırsan kurşun yüzünde patlar. Haberin olsun. Uyuma sakın ha…"Kurşun peşinden kancaları uçurarak yirmi, otuz metre gitti. Bir acemi için hiç fena değildi. Sonra kamışı arkadaşı aldı. Kolu çevirip bekledi, yeniden, yeniden ve iskeleye çekinceye kadar durmadan. Güneş tarihi cezaevinin burçlarının arkasına doğru inmeye başlamıştı. Akşamın son ışık huzmeleri iskeledeki gölgeleri yüzlerce metre uzatıp denize sarkıtıyordu. Gölgeler her geçen dakika koyulaşan leylak rengi bir denizde salınıyorlardı. Akliman üzeri turuncu ışıklarda yıkanırken adanın bu yanına akşam çöküyordu. İnsanların bir kısmı burçlara çıkıp bu eşsiz güzellikteki renk cümbüşünü saniye saniye içlerine çekiyorlardı. Bazılarını ellerinde kocaman fotoğraf makineleri vardı. Belki de bu eşsiz akşamlardan birini olabildiğince yakalamak ve anılarında saklamayı istiyorlardı.
"Çek, çek, çek çabuk çek, bekleme. Düştü işte gördün mü? Makarayı kesintisiz ama sakin sakin sar. Bak o zaman düşer mi? Çok beceriksizsin sen ya iki elinle bi ….. bile doğrultamazsın? Kusura bakma ya, özür dilerim. Heyecanlanıyorum işte elimde değil. Çenemi tutamıyorum. Balık söz konusu olduğunda aklım yerinden fırlıyor."Kırmızı elbiseli kız yeniden oltayı betonun üzerine fırlatıp gidiyor. "Hay seninle balığa gelenin aklına," diyor. Bu kez çok kızdı. Resmen burnundan soluyor. O canım kız, o narin şey öfkelendiğinde nasıl da çirkin oluyor. Sesi kalınlaşıyor, bir erkeğinkine dönüşüyor. Oğlan bu kez peşinden gitmeyecek mi galiba derken yanıldığımı anlıyorum. Yine yalvar yakar, yine canım cicim. Ama bu defa beş dakika içinde geri dönmüyorlar.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Nurten Karahasanoğlu |
HATA
Kulaklarıma süzülen şu şarkı, ah, ah bu şarkı…
Bir anda nasıl da alıp götürdü Adapazarı'ndaki öğrenci evime. Evimize. Üç kişiydik o evde. Yalnız yaşadığım Sapanca'daki ev bir yıl öncede kalmıştı. Şimdi düşünüyorum da keşke o evi hiç terk etmeseymişim. Kendime ait bir ev, kocaman bir ev hem de. Oldukça tutucuydu ahalisi, akşam hava karardıktan sonra kız başına (!) gezmek cesaret istiyordu, okula ulaşım pek kolay olmuyordu vs, vs…
Ama çok mutluydum orada. Önce babaannem kaldı yanımda, bir ay kadar. Sonra, halam, torunuyla. Bir aydan fazla değildi onun refakati de. Zaten kimseyi istemiyordum yanımda. Kendi başıma, sadece kendi kendimle kalmak. Alışverişimi kendim yapmak, yemeğimi kendim pişirmek, kendi konuklarımı ağırlayabilmek, istersem bir bira içebilecek olmak, Hicran'la geyik sohbeti yapabilmek.
Hicran, üst katımda oturan ev sahibimin hınzır torunu. Ama ne hınzır. Almanya'da doğup büyümüş, kısa bir süre için gelmişti, ama geliş sebebi neydi, şimdi hatırlayamıyorum. Bir sevgili edinmişti bu kısa sürede. Nasıl vurulduysa oğlana deli divane gibi, akla gelmedik entrikalarla kendisine konmuş bütün yasakları deliyor, bir kez olsun yakalanmıyordu. Gelirdi akşamları bana çay içmeye diye. Oğlanı anlatırdı bıkıp usanmadan. Daha on beş yaşındaydı, benim teoride çok iyi bildiğim, ama uslu kız olduğum için o yaşıma kadar yaşayamadıklarımın hepsini bu yaşta yaşamıştı, yaşıyordu. Cesaretine hayran olmuştum, ama çok da gençti, her duyguyu her hazzı bu kadar genç yaşta yaşayınca ne kalırdı ileriye? Ya benim gibi olunca? Nasıl oluyordu? Bastır, bastır, sonra birden bütün duygularını, bedenini, her şeyini beş para etmeyen bir adama ver.
Beni geçelim, şarkıya gelelim.
Beni Adapazarı yıllarına götürebilecek üç beş şarkıdan biri, pat diye karşıma çıktı hiç alâkasız bu yerde?
Tesadüf?
Sultanahmet'in Arnavut kaldırımı taşlı yollarında başım önde, gözüm yaşlı yürürken, üstelik boşanamama öykümü düşünüp dururken.
Epeydir de görmüyordum bu kahvenin masalarını dışarıda. Eski haline dönmesi iyi olmuş. Artık müzik de çalıyorlar demek ki, ne güzel.
"Sen de benim hatalarımdan birisin,
Sen en güzel duyguların katilisin"
Hemen her hafta sinemaya giderdik, seksenli yılların başı. Müjde Ar filmleri, Şener Şen filmleri ve film arasında Sezen Aksu şarkıları. Evimizde de dinlerdik, ama nedense hep o sinema salonları yer etmiş belleğimde.
Bak şimdi. Ne de cuk oturdu. İstesen olmaz. Saatlerdir boşuna düşünmüşüm, ne, neden, niçin diye.
HATA!
Sadece hata, tek sözcük… İşte bu kadar. Hataydı, yaşandı, bitti.
Hiç haber alamadım bir daha Hicran'dan. Oysa adreslerimizi vermiştik birbirimize. Yazmadık mı? Ben bile mi? Daha ben oradan ayrılmadan dönmüştü Almanya'ya. O çok sevdiği, deli divane olduğu oğlanın gözünün yaşına hiç acımadı. Asıl divane oğlan oldu sonra. Ondan da bir bilgim yok. Zaten tekrar dönemedim Sapanca'ya, kendime ait ilk evime. Çok da istedim oysa. İlk sevgilimle tanıştığım yerdi. Hayatımın adamı sandığım sorunlu kişilikle.
Oohh, burnuma ulaşan ıhlamur kokuları. Geç kalmadı mı bunlar? Geçen ay başlamalıydılar etrafı kokuya boğmaya. Asıl, şimdi Barbaros Bulvarı'ndan aşağı iniyor olacağım ki keyfim katmerlensin. Sıra sıra dizili ıhlamurların altından, yanında sevgilim varmış da kolunu belime dolamış gibi, mutlu mesut…
Hayallere daldım bu halde valla. Daha boşanmayı becerememişken, olmayan sevgiliyi düşünmek. Olsun, hayal ettiğimiz müddetçe yaşarmışız ya, inanıyorum ben buna.
Keşke bu kadar topuklu giymeseydim, Arnavut kaldırımı taşlarının aralarına girip ayağımı burkacağım diye korkudan başım hep yere eğik. Görüntüm ezik, dikkatim dağınık.
İyi de niye yürüyorum bu yolları? Tek başıma, iyi düşüneyim diye güya. Dikkatimi verdikçe Arnavut taşına, ayakkabının topuğuna, zor boşanırım ben, zor.
En iyisi girip tarihi köfteciye, karnımı doyurayım, aç karınla da olmuyor bu iş.
Günler çuvala mı girdi, yarın, öbür gün. Nasılsa alışmışım dişimi sıkmaya, sabır taşımı çatlatmadan taşımaya.
Bakarsın bir başka anısı olan şarkı çıkar o gün de.
Ne güzel olur, ne hoş olur.
Nurten Karahasanoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ İSTANBUL |
|
İstanbul Avrupa Birliği Başkanlar Konseyi tarafından Peç ( Macaristan) ve Essen (Almanya) ile birlikte 2010 yılının "Avrupa Kültür Başkenti" kenti olarak belirlenmişti.
Bir kent Avrupa Kültür Başkenti ilan edilirse neler kazanır, merak ettim. www.İstanbul2010.org sitesine girdim. Bakın sitede neler yazıyor:
İstanbul'un adı, 2006 yılından başlayarak dünya kültür sanat gündeminin merkezine oturacak. (Ben Alperenlerin Topkapı Sarayı baskınına dek bunu hissetmemiştim ya siz hissetmiş miydiniz?)
İstanbul, kültür varlılarımızın korunacağı ve çağdaş müzecilik anlayışıyla
sergileneceği yeni müzeler kazanacak ( Bunu İstanbullularla sormalı. Ben müzelerin değil tekkelerin, cemaat camilerinin arttığına bahse girerim).
Katılımcı bir yaklaşımla oluşturulacak kentsel dönüşüm projeleri bir yandan
kentin çehresini değiştirecek, öte yandan kentlinin yaşam kalitesini yükseltecek ( El hâk bu doğru olmalı ki İstanbullular Topbaş'ı yeniden BBB seçti).
İstanbul yeni kültür mekânlarına kavuşacak, kentin kültür altyapısı güçlendirilecek(Bunu da Topbaş'a soralım).
İstanbullular farklı sanat disiplinleriyle kucaklaşacak, İstanbullu gençler,
sanatsal yaratıcılıkla daha yakın bir ilişki kurma olanağı bulacak ( SBS ve ÖSS'den fırsat kalırsa).
İstanbullu sanatçılar, yaratıcılar uluslararası alana açılacak. Uluslararası projeler bir
yandan Avrupa ülkelerine Türk kültürünü tanıtacak, öte yandan Avrupalı ve Türk sanatçılar arasında esin paylaşımına olanak sağlayacak (Bekleyelim görelim).
Bir kentimizin Avrupa Başkenti seçilmesi elbette çok önemli. Ancak bu önemliliğin kişilere ve anlayışlara göre değişik içerikler kazandığını "Topkapı" olayı bize bir kez daha gösteriyor.
Kendimi "Vakit"çi veya Alperen biri olarak düşünüyorum:
Yunan, Ermeni sanatçılar gelecek…
Hıristiyanlar kutsal mekânlarımıza girip orada konserler verecek. Parklarda, saraylarda, müzelerde çıplak heykeller resimler sergilenecek.
Cıbıl cıbıl insanlar bale yapacak.
Fuayelerde, açılış kapanış kokteyllerinde içki içecekler.
Kısacası bizi biraz daha gavurlaştıracaklar…
Önemli mi önemli…
Kendimi Batılı bir sanatçı olarak düşünüyorum:
Örneğin Der Tagesspiegel'i açıyorum:
Başlık: Geleceğin Kültür Başkentinde Utanç: Barbarlar Sarayda
Aşırı sağcılar Tarihi Topkapı sarayındaki piyano konserini bastılar. Gerekçe: Bir şarap fabrikatörünün sponsorluk yaptığı konserin Osmanlı döneminde İslam halifesinin merkez bürosunda verilmesi…
Haber uzayıp gidiyor.
Ben İstanbul'a gelmeye çekinirim. Ya benim konserimi de basarlarsa, ya emek vemek yaptığım nü tablomu yırtar, heykellerimi kırarlarsa…
Malum olaydan sonra siz ne düşünüyorsunuz? Önümüzdeki yıl İstanbul'a sanat ve kültür etkinliklerini izlemeye gider misiniz?
Osmanlıya başkentlik yapmamış. Üstelik o dönemden kalan anlı şanlı sarayları da yok. Ama aydın, hoşgörülü insanıyla Avrupa kültür başkenti olmayı İzmir, bana göre daha çok hak ediyor.
Not: Yazı yazdıktan sonra söz konusu grubun İdil Biret'e bir demet çiçek verdiğini, olayın Sayın İlber Ortaylı'nın ifadesiyle "tatlıya bağlandığını!" öğrendim. Ne dersiniz, sizce Batılı ajanslar bunu haber olarak geçer ve imajımız düzelir mi?
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran DAĞLARCA |
|
Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı, 1955-60 arasında Fransız Dili ve Yazın bölümünde okurken gördüm ilk kez; Fen-Edebiyat Fakültesi'nin sağındaki yolda kitapevi vardı. İrfan Yalçın'la derslerden çıkışta uğrardık; kısa boylu, ciddi yüzlü bir insan otururdu bir köşede. Geleni gideni elbette çoktu. Biz daha öğrenci yazınseverler olduğumuz için, yanına gitmeyi göze alamamadık.
1964'ten sonra, sevgili Memet Fuat'ın De Yayınevi'ne gelip gitmeye, çeviriler yapmaya başlayınca, Büyük Usta'nın şiirlerini daha düzenli görüp okur oldum, hem Yeni Dergi'de, hem yıllık seçkilerde.
Yakından tanıyanlar, şiirini derinlemesine sevenler biliyor, ömür boyu bir tutarlılık, soyluluk anıtı olarak kaldı; göze çarpmak, ilgi çekmek, adından söz ettirmek için sözün gerçek anlamında değil parmağını, kılını bile oynatmadı, kimsenin oynatmasına da izin vermedi. Şimdi artık en sıradan, en rezil hokkabazlara bile yakıştırılan sanatçı nitelemesinin canlı, anıtsal örneğiydi. Ne mutlu ona da, canı kadar sevdiği Türk ulusuna da.
Kitaplığımızın raflarında Cem Yayınevi'nin bastığı toplu yapıtlarının 11 cildi var; bu, o inanılmaz üretken insanın kesintisiz akan şiir ırmağının o yıla kadarki dökümüdür elbet; ondan sonra sürekli üretti, yarattı. Şimdi gelin bu doyulmaz şiir pınarından birkaç tas içelim birlikte:
GECELEKLER
Görürdüm uçtuğunu / Geceleklerin/ Gagaları kıpkızıl
Biri ikisine değercesine / Yaşıyordum / Yüzbinini
Yatak odaları sımsıcak / Yıldız doğurduğu yuvalardır / Geceleklerin
Gecelekler / Tanrının son yaratığı / Tanrıdan sonra oluşan
Yaşı yoktur / Gözleri yıllanır hep / Geceleklerin
Soluğu yoktur / Yüreği dolar boşalır karanlıkla mavilikle / Geceleklerin
Peki kim gecelek / En yalnızı / Sevenlerin daha.
Bu şiiri, daktiloyla saman kâğıda yazmış, 1.8.1975'te bana imzalamış; şiir seçmek için kitabını açınca sekize katlanmış olarak içinde buldum; hangi koşullarda aldım bu eşsiz armağanı, çoktan unuttum; olsun, şu anda yeniden kavuştum ya.
GANALI'CIK
Ganalı'cık / Yağmurla giderdi okula / yağmurla gelirdi
Ganalık'cık / Yağmurla yarış ederdi / Giderken gelirken
Ganalı'cık / Yağmura türkü söylerdi uzun yolda
Dinlerdi yağmurun türküsünü
Birgün yağmadı yağmur / Gitmedi okula / Sordu annesi: Neden?
Ganalı'cık / Dedi, okul öyle uzak ki / Nasıl gideyim ben arkadaşsız?
KALKINAMAMAK
Kırk bin köy, yıllar yılı, yönelmiş Ankara'ya
İnanır inanamaz.
Allar içre gün ama, gökler yasından,
Allanır allanamaz.
Yaşar o, yaşamaz o, açlığa yoksulluğa,
Dayanır dayanamaz.
Gölgesi kavakların Kızılırmak'ta yavaş,
Yıkanır yıkanamaz.
Bir eldir Anadolu'm, batıya ta batıya,
Uzanır uzanamaz.
Dağ gelir gecesinden, kırk bin köy üzre akdağ,
Uyanır uyanamaz.
Sözün gerçek anlamında ardında bize dağlar kadar şiir bırakan bu soylu varlığa kimse Nobel Ödülü vermedi, başkentlerde ağırlamadı, yanında gözüküp saygınlığından pay kapmadı; olsun. Siz alın o güzelim kitaplarını, gittikçe batağa gömülen dünyamıza inat, içinizi yıkayın, şiirinin billûruyla özdeş kılın kendinizi.
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Özlemle beklenen tatil;
'Zaman her derdin ilacıdır' derlerdi büyüklerimiz, derdi de ne anlama geldiğini anlamazdım küçükken.
'Zamanla nelere alışılmıyor ki, buna da alışırız' denildiğinde alışılması gerekenin çok çetin ve zor olduğunu tasavvur etmeye çalışırdım çocuk aklımla.
'Ben bu ülkede ne yapacağım, nasıl alışacağım buralara. Bilmediğim ve anlamadığım bir dil, yetiştiğim toplumdan farklı bir ortam ve kültür, neresinden tutanacağım buradaki hayata' dediğim günün üstünden tam ondokuz yıl geçmiş. Uzun bir zaman. Şimdi daha iyi anlıyorum zamanla nelere alışıldığına ve zamanın her derde nasıl ilaç olduğuna.
Alıştık alışmasına da, her yıl yaz tatili için saydığımız günler, dişimizden tırnağımızdan biriktirdiğimiz bilet ve izin paraları, beğenmeleri için itina ile seçtiğimiz hediyeler vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımız oldu.
Bir yılın, hem de koskoca bir yılın akabinde üç saatçik olan uçuş süremiz geçmek bilmez. Bir yılın özlemini sığdırmaya çalıştığımız üç-beş hafta ise inadına su gibi akar gider.
Araba ile gidiyorsak Kapıkule'de dalgalanan bayrak, uçak ile gidiyorsak İstanbul'un eşsiz görüntüsü burnumuzun direğini sızlatır ve dualar eşliğinde süzülür yaşlar büyüüük bir mutlulukla. İçinde yaşayanların 'havası çok kirlendi buraların' dediği havayı biz öyle bir içimize çekeriz ki, sanki yeniden doğarız o an. Kendimizi ait hissettiğimiz bu topraklara basmaya kıyamayız.
Sürekli koşturmaca halinde olduğumuz, randevudan randevuya yetişemediğimiz bir yoğunluğa rağmen saat beş'ten sonra hayatın durduğu, herkezin evlerine kapandığı bir Avurapa'dan sonra, ulaşacağımız yere gitmek için bindiğimiz otobüsün, tuttuğumuz taksinin akışına kapıldığı trafik, klakson sesleri ürkütür bir çoğumuzu. Buna rağmen yüzümüzdeki şaşkınlık mutlulukla birleşerek daha da heyecanlandırır bizi.
Yaşadığımız kente, kasabaya, köye yaklaşınca, görünce tanıdık bir yüz, oynadığımız bahçelerde anımsayınca çocukluğumuzu, okuduğumuz okul eskimeye yüz tutmuş olsa da hala tüm asaletiyle duruyorsa geçtiğimiz yolun kenarında, ilk yaşadığımız aşk aklımıza gelmişse bir çiftin oturduğu pastane masasında, duyduğumuz hatta duymaya hasret kaldığımız yüreğimizi titreten ezan sesinde, sokağımıza girdiğimizde evimizin heybetinde ve bizi bekleyen yaşlı ana, babamızın öptüğümüz titreyen ellerinde bitiverir yüreğimize bohçaladığımız özlem.
Ondokuz değil kırk sene de geçse ne bu özlem biter içimizde ne de geçirmek için saydığımız günler.
Ben her yıl tam ondokuz yıldır her yıl uçuş günümden bir ay önce çıkartırım bavulumu ara dolaptan, gecelerim her yıl bir ay öncesinden uykusuz bir hale döner.
Telefonda sesini duyduğum anamın kokusunu duymanın, resmiyle konuştuğum babamın kabrini ziyaret ederek en azından toprağına dokunacak olmamın, sevenlerime kavuşacak olmamın, dostlarımla paylaşacaklarımın, hatıralarımı tazeleyecek olmanın mutluluğu, gizlendiği yüreğimden fışkırır aylar öncesinden.
Zamanla her şeye alıştım da, ülkeme heyecanlanmadan gitmeye alışamadım. Galiba da alışmak istemiyorum. Herkese iyi tatiller.
Beyhan Ada
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo 19 Temmuz yaklaşırken sigarayı anlamak |
|
Bu sene 19 Temmuz, ülkemiz için önemli tarihlerden biri. 19 Mayıs 2008'de başlayan ve başta sigara olmak üzere, toplumsal alanlarda tütün kullanımını düzenleyen yasa bar, lokanta, kafeterya gibi mekânlarda da yürürlüğe girmek üzere. Kimileri bu yasaktan memnun, kimileri değil.
"Tütün düşmanlarının en ciddi zaafı, bunun bir kültür olduğunu anlamamalarıdır," diye yazıyor Enis Batur (NTV-MSNBC, 23 Şubat 2008). Sigaraya dayalı bir kültürün olabilirliğini kabul ediyorum; ama sigaranın sağlığa zararları hakkındaki bilimsel gerçekler düşünüldüğünde, bu yasa son derece önemli ve anlamlı.
Sigaranın zararlarını bu yazıda bir kez daha sıralamak niyetinde değilim. Daha çok sigara tüketen insanları, dostlarımı anlamaya çalışıyorum. Tahminimce, sigara içen bireylerin de, bu alışkanlıklarının kökenini açıkladıkları nedenleri vardır.
Dünyada her yıl 5.5 trilyon (5,500,000,000,000) sigara üretiliyor ve 1.1 milyar insan (her altı kişiden biri) tarafından tüketiliyor. Gelişmiş ülkelerde sigara kullanımı artık düşmekte iken, gelişmekte olan ülkelerde oran her yıl %3.4 artıyor. Bu korkunç büyüklükteki sayılar, aynı zamanda müthiş bir ekonomi demek. 19 Temmuz'da yürürlüğe girecek yasağa dayalı tepkiler, biraz da çeşitli ekonomik kaygılardan kaynaklanıyor.
***
İngiltere, İrlanda, Fransa, İtalya, Norveç, İsveç gibi ülkelerin ardından, ülkemiz de sigara konusunda ciddi bir değişime hazırlanıyor. Açıkçası, 19 Temmuz'dan itibaren, örneğin Taksim'deki atmosferin nasıl etkileneceğini merak edenlerdenim. Eğlence mekânlarına gitmekten vazgeçenler mi olacak? Sigarayı bırakanların sayısı artacak mı? Cezalar uygulanacak mı? Bu gibi sorular, son günlerde sıkça tartışılmakta. Ben ise, "insanlar neden sigara içerler" sorusunun cevabını merak ediyorum.
Kişisel kanaatim, sigarının başlıca iyi bir anti-stresör olduğundan. Hayatta kalmak, içgüdüsel bir stres… Bu stres günlük akışta iş, eğitim, özel yaşama dair sıkıntılarla karşılık buluyor. Dolayısıyla, sigara bir rahatlama, deşarj aracı olarak işlev görüyor. Belki sigara içmekle sıkıntıların kendisi geçmiyor; ama onlara dayanma gücü sigara ile artıyor olabilir.
Sigara, birçok kişi için, keyif demek… Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varsa, sigara da bu hatırın tanıklarından.
Sigara, bir sembol de… Bir zamanlar sigaranın "özgür kadın"ı sembolize ettiğine dair reklamlar çekilirmiş. Marlboro içen kovboylar görsel hafızamdaki yerini koruyor. Özel televizyonculuğun ülkemizde gelişmekte olduğu 90'lı yıllarda, Pazar gecesi sineması Parliament ile özdeşleşmişti. Sigara, adeta kişiliği, yaşama kültürünü tamamlayan bir element olarak sunuldu bizlere… Hâlen de görsel medyada tütün ürünleri özendirici bir rol oynuyor ve bir sembol olma özelliğini taşıyor. Lokanta ve kafeteryaların ardından, görsel medyada da bu ürünlerin yeri ele alınmalı, daha yaygın bir biçimde tartışılmaya açılmalı.
***
Her altı kişiden biri sigara içtiği üzere, sigaranın aileler bazındaki tüketim dağılımını okurlar düşünebilir… Çocukların nasıl etkilendiği ve ebeveynlerden görülenlerin nasıl da bir "neden" teşkil ettiğini… Zararlı bir şeyi yapıyorsa insan, çocuklar aksine nasıl ikna edilebilir? Çocukların örnek olarak benimsedikleri o en güçlü, en güvenilir anne/baba figürüyle, sigaranın zararlarına dair söylenenler, nasıl bir çatışma olmadan bağdaşabilir?
***
19 Temmuz'a dair itirazı olan bireyleri anlıyorum. Yürürlüğe girecek katı kurallara karşın, alternatif çözümler de dile getiriliyor. Oysa bu düzenlemeden, toplum olarak yarar göreceğimize özünde herkesin hemfikir olduğuna inanmak arzusundayım.
Bu yazı, umarım sigara içen ve içmeyen herkesin, sigara ile olan ilişkisini sorgulamaya bir vesile olur.
Anneannemi kaybettiğimiz 1993 sonbaharında, günde 2-3 adetten fazlasını içmeyen annem, bir karara varmıştı. Beklemediğimiz bu acı kaybın ardından, "Hissediyorum. Şimdi ya sigarayı bırakacağım ya da bundan sonra çok daha fazlasını içeceğim" demişti.
Annem, sigarayı bırakmayı seçti ve bir daha da içmedi…
Altı kişiden biri olmasa da, benzer bir kararı, daha birçok kişinin almasını dilerim. Özellikle de iyi günlerde…
David Ojalvo, Ayder - Rize ojalvo.blogspot.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
UMUTSUZ
çaylarımız karabaş mavisi. gelincik kırmızısı şuruplarımız. hanımelili, yaseminli kapıdan geçip daldığımız melisa buhurlu uykularımız... hiçbir şey sezilmiyordu dışarıdan... bu iyi... oysa sen oyuyordun içini gözün kamaşa kamaşa... arada bir anneli yalnızlığına not düşüyordun:
"umutsuz koşullar umutsuz önlemler doğurur."
ellerin zeytin, nefesin rakı, nikotin. düşerken ben, sen topukluyordun taş sokakları... çın çın karaşın... arkalardan arkalardan... ana caddeleri hiç sevmeyiz!.. genç kızlığının güzelliği gölgene dolanıyordu da şaşmıyordu adımların. gölgen uzuyor, gün sende doğuyordu, doğuruyordu. önlemler... hah hah ha...
nasıl çalıştığını anlayım diye parçaladığım dünyayı bir araya getiremiyordum, getiremiyordum. gençliğine benzetiyordun beni. korkuyordum, değiştirmek istiyordum kaderini...
demek istedim hep, kapı önünde yıpranmaktan ölme, ölmeyim!.. çıkar o mağarayı sırtından. bırak o adamı... biliyorum sevmiyor bu ülke çocuklarını, en çok da kız çocuklarını... ama bazan şımartıyor sanki yalnızlıktan... gülme...
kız meyhaneci, sanatçı, küçük adam, ortanca hanım, belki canım... diline dolanan baylar, bayanlar... baş başa verdiğimiz o fotoğraf, hüzünden hallice... koşullar ah!.. uzun saçlarını giyinip yine adını deliye, adını deliye, adımı...
***
PİŞMAN
"Aşk olsun size kuzum,
dönüp sırtınızı yattınız.
Sabaha dek kaç kez öldürdüm sizi,
hiç uyanmadınız!"
diyebileydim.
Cennet Türker
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Benimdin.
Ruhum ruhunla birdi
sevişmemizin en şiddetli anında.
Kalbim kalbinin içinde atıyordu.
Nefesin kulağımda...
Benimdin.
Sıcak bedenin terliydi.
Dokunuşun, dudakların, ellerin...
Bütün evrenlerin üstündeydik biz,
ruhlarımız yorulmuş bedenlerimizden ayrılmış,
bütün varlıklardan üstündük biz.
Nefesin nefesimin içindeyken,
benimdin.
Gözlerimi açtığımda,
son buldu bu güzel rüya.
Yalnızdım odamda.
Biliyorum şimdi uzaklardasın.
Sen de benim ruhumu hissediyor musun?
Zira,
Ben kendi kalbimin içinde
hâlâ hissediyorum senin kalbinin attığını.
Gözlerimi tekrar kapatırsam
ve yine uykuya dalarsam
nefesin nefesimde hâlâ
ruhun ruhumda.
Benimdin.
Ve,
Sıcak tenin iz bıraktı bedenimde.
Yanımda olmasan bile,
benimsin.
Kalbim atmaya devam ettikçe yeri
senin kalbinin içi.
Gözlerimi açınca farkına varıyorum
aslında yalnız olmadığımın asla.
Zira,
seni hissettim ve ruhlarımız bütünleşti bir kere
ve
sen benimsin.
Ben de senin.
Rana Marcella Özenç
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|