|
|
|
Editör'den : TTNET'in SPAM'le Savaşı!.. |
Merhabalar,
Tatil devam ediyor. Bulunduğum yer teknolojik açıdan mahrumiyet bölgesi sayılabilir. Ya da varlık içinde yokluk yaşayan bir bölgemiz de denilebilir. Mesela şu anda size ancak cep telefonu marifetiyle ulaşabiliyorum. 3G hâlâ çıkamadığı için sadece GPRS hızıyla erişim sağlayabiliyorum. Bir de buna çevre yöreleri gezme görme işlerinin yoğunluğu eklendiğinde sizlere ulaşmak epeyce zorlaşıyor, süre uzuyor. Mesela şu anda satler 3:30'u gösteriyor ve ben henüz gönderime hazır değilim. Bu da sizleri hızla aşağıdaki yazılarımıza gönderip buradan sıvışmam gerektiği anlamına geliyor haliyle. Yalnız gitmeden bir teknik konuda sizleri uyarmak istiyorum.
TTNET, bana göre anlamsız ama kendine göre anlamlı bir yeni uygulama başlattı ve giderek yaygınlaştırıyor. Şu anda olmasa bile, bir zaman sonra tüm ADSL kullanıcıları, eğer Outlook, Outlook Express gibi eposta programlarını kullanıyorlarsa, epostalarını alabilecek ama gönderemeyecekler. Bunun nedeni standart 25 nolu SMTP portunu TTNET'in SPAM'i önlemek adına kapatması. Bundan böyle 25 Nolu port yerine 587 nolu port kullanılacak. Gönderim yapamayanların, kullandıkları programa göre port ayarlarını değiştirmeleri gerekiyor. Nasıl yapılacağı konusunda bir fikri olmayanlara, en yakındaki bu işten anlayan birine danışmalarını öneririm. Ben hazırlayamadım ama pek çok servis sağlayıcının sitesinde resimli anlatımları mevcut. Gmail, Hotmail, Yahoo gibi web üzerinden eposta kullananların herhangibir değişiklik yapmalarına gerek yok. Onlar rahatça alıştıkları gibi kullanıma devam edebilirler. Olanaklar elverdiği ölçüde, eğer gerekirse, sizlere yardımcı olmaya hazırım. Ama en yakınınızdaki bir bilene danışmak mutlaka daha kolay olacaktır. Hepinize güzel bir hafta diliyorum, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SİNOPTA BİR YAZ AKŞAMI- 2 |
|
Hava perde perde kararıp akşama sokulurken oltacıların yanına Ayhan IŞIK bıyıklı bir amca yanaştı. Beyaz keten takımı, topuklarına basarak yürüdüğü Çarşamba Ayakkabıları ile tam altmışların afili delikanlılarından. Bıyıklarını ve saçlarını da kömür karası boyamış ki sormayın gitsin. Resmen öldüren cazibe... Bir süre oltacılara baktı "Hey gidi günler hey! Nerde o eski zamanlar? On beş yıl önce biz bu iskelede kırlangıç tutardık. Lüfer, palamut, uskumru hatta kalkan bile tutardık. O zamanlar kimse istavriti balıktan bile saymazdı. Şu geldiğimiz güne bak. Çarpan bile nimetten sayılır oldu. Kilosu on altı lira olmuş. Öldü bu denizler artık. Balığın kökü kurudu." O konuşurken gençlerden biri üç tane kıraca çekti. İkisi kancadan kurtulup betonun üzerinde zıplama başladı. " "Derya kuzusu bunlar," dedi. Amca kıraçalar küçümseyen gözlerle bakıp iskelenin ucuna doğru yürüdü.
Sinop'ta akşamın son ışıkları ipekten bir örtü gibi tarihi surları, burçları, sokakları örtüyordu. İskeleden belli belirsiz Gerze'nin ışıkları görünmeye başlamıştı. Denizin üzerinde kuyulaşan günbatımı renkleri, ikindiden beri havada asılı duran ayın rengiyle değişmeye başlamıştı. Sahildeki insanlar gece ve gündüz arasına sıkışmış bir zamanı yaşıyorlardı. Gezinti teklerinin denize akıttıkları ışıklar liman duvarlarına çarpıp geri geliyordu.
İskelenin balıkçı barınağı ile birleştiği yerde bir grup erkek akşamın ve yaşamın keyfini damıtıyorlardı. Beton bir çıkıntıya oturmuş, biralarını da açmışlardı. İskelenin muhabbeti ne olabilir ki? Elbette yine balık, yine olta… "Eskiden yaz akşamları çaparadan sonra iksireye giderdik. Oltalarımızı limandaki kayalıklardan açığa doğru atardık. Sabaha kadar kovalarımız dolardı. Yem mi dedin. Cıngırya takardık. Gerzeliler ona gaza derler. Egede oltacılar da teke diyorlar. Kıskaçlarını boynuza sanırım. O yem fosforludur. Gece kancanın ucunda parlar. İksire acayip bir balıktır. Kancayı yemle birlikte yutar ama taş gibi durur. Kımıldamaz. Balığın kancaya düştüğünü anlayamazsın. Çekmeye başlayınca da dümdüz gelir. Ta kayalıklara kadar: Eğer dalgınlık edersen hemen burnunun kırıp bir taşın altına girer. Öldürsen çıkaramazsın. Oltayı koparmaktan başka çaren yoktur." İksire hakkında ders verir gibi konuşan adam birasından bir yudum aldı. Cebinden çıkarıp bir cigara yaktı. Arkadaşlarına göz gezdirdi. Herkes hayatından memnun görünüyordu.
"İksire lezzetli bir balıktır. Bana sorarsanız aslında lezzetsiz balık da yoktur. Birkaç sene evvel balıktan çok anladığını söyleyen bir misafirimiz geldi. Babamın asken arkadaşıymış. Derya, bir akşam telefon etti. Misafirinizi de alın gelin, Teknede size balık yapıyorum. Balıklar benden rakılar sizden. Misafire de hoşluk olacaktı aldık gittik. Derya epey bir hazırlık yapmış. Kayığa minderler atmış, kilimler sermiş. Balıklar geldi, yenildi içildi. Muhabbet şerefsizim beş yıldızlı. Gece bitti, evimize gideceğiz. Misafir levrekler çok güzeldi ellerine sağlık dedi. Derya işte o zaman bombayı patlattı. Meğerse o akşam bize köpek balığı pişirmiş. Babam altmış yaşında. O bile anlamamış. Önemli olan işin ırıbını bilmek. Gerisi masal. Ben bu işin kralıyım diyen bile o gece köpek balığı yediğini anlayamazdı." Biralara meze edilen sohbet sürerken oradan uzaklaşıp tersaneye doğru yürüdüm. Artık gündüzün hükümdarlığı sona ermişti.
Ay ışığının bakır rengi denizin üzerinde oynaşıp sahile uzandığında iskeledeki oltacılar birer ikişer evlerine gitmeye başladılar. İskeledeki ışıkların altında iki elin parmakları sayısında insan kaldı. Çapara karanlık basınca miadını doldurmuş oldu. Akşamla birlikte sahildeki bütün ışıklar yandı. Çay bahçelerindeki hoparlörlerin sesleri yükselip sokaklara kadar uzandı. Akşamın büyülü dakikaları sona ermişti. İlerleyen zamanla birlikte sahil iyice kalabalıklaştı. Gezinti tekneleri birer akşam turlarına başladılar.
" Abi para atsana denize. Bozuk paran var mı be abi. On kuruş at ne olursun? Biz çıkaralım." Beş, altı çocuk anıtın önünden geçenleri denize bozuk para atmaya ikna etmeye çalışıyordu. Fazla ısrarcı değillerdi. Çocukları sevindirmek için denize para atıldığında ise hep birlikte çivileme denize atlıyorlardı. Parayı bulan sevin içinde bozukluğu göstererek kıyıya yüzüyordu. Hep birlikte yine kaldırıma çıkıyorlardı.
- Cimriymiş bu amca, beş kuruş atmış.
- Beş kuruş için hep birlikte denize atladık. Lan ne malmışız be…
- Para paradır oğlum. Benim beşliklerin hepsi otuz kuruş oldu.
- Ben atlamam beş kuruş için oğlum. Dilenciden kötü etti bizi be. Kıçımızın suyu ile para kazanıyoz burada.
- Eee ne demiş atalarımız. … öt ıslanmadan balık tutulmaz."
Zaman ilerledikçe denizin leylak rengi sahil ışıkları ile ay ışığı içinde bir renk cümbüşünde
harmanlandı. Burçların önündeki salkım söğüt hafif bir esintiyle nazlanarak salınmaya başladı. Az kalsın dalları suya değecekti. Yelken Kulübü önünde birkaç küçük çocuk akşamın serine aldırmadan yüzüyordu. Önce parkın önünden geçenlerin ilgisini çekmeye çalıştılar. Birkaç kişi durup onları izlemeye başlayınca iyice coştular. Şamata, yaygara içinde birbiri peşi sıra denize dalıyorlardı. Kimisi bohçalama, kimisi çivileme atlıyor, hatta taklalar atıyorlardı. Gösteri yirmi dakika kadar sürdü. Yorulmuş çocuklar sonra gidip banklara oturdular. Onları izleyenlerde akşam gezintilerine devam ettiler.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Mutlu Olmak İçin Bugün(ü) Bugün(de) Yaşamak… |
|
İnsanları düşünceleri korkutur; gelecek, geçmişle yüzleşme, yalnızlık, başarısızlık, sevmek, ölüm, karanlık, düşmek gibi daha nice söyleyebileceğim korkular… Bana göre bütün bu korkular gelecek korkusunun içinde yer alır. Gelecek korkusu… İnsan neden geleceğinden korkar? İnsanın kişiliğindeki nedenlerle birlikte bence en büyük sebebi yaşanmışlıklardır, yani geçmiştir. Geçmiş, gelecekle ilgili düşünceleri etkiler; maddi sebepler, karşılaşılabilecek güçlükler, iyi durumdan zor duruma girme ihtimali, daha önce olumsuzlukla sonuçlanmış gelecek planlarının ya da vaatlerin yine aynı şekilde sonuçlanmasından korkulması gibi. Küçük bir örnek verirsem, başarısızlık korkusu gelecek korkusudur. Neden başarısız olacağımızdan korkarız? Daha önce yaptığımız bir işte başarısız mı olduk? Çevremizdeki kişiler bizimle dalga mı geçti? Küçük düşürülmekten mi korkuyoruz? Bir defa başarısız olduysak tekrar başarısız olacağımızı nereden biliyoruz? Bu korkunun hemen arkasında kendine güvensizlik alarmı öter durur. Güvenimizi zedeleyen çevresel faktörlerden kurtulmamız, uzaklaşmamız gerekir. Kimin ne dediğinin ne önemi var? Herkesin hayatı kendisine! Bizi başarısızlıkla yargılayan kişi ilkönce kendisini süzgeçten geçirsin. Hiç mi başarısız olmamış? Bu sadece komşu, arkadaş değil, anne baba ve kardeş bile olabilir. İnsan kendisine güvenmezse nasıl yaşayabilir ki? Her an düşeceğim korkusuyla nasıl adım atabilir? Tabii ki atamaz! Hep aynı yerde durur, ilerlemez! Geleceğini de bugün ile standartlaştırır. Gelecek korkusunda insan durağanlık yaşar. Aynı zamanda kalır. Mutsuz olur, sorumluluklardan kaçar. Geçmişte yaşar, yeniliklerden korkar. Bu korkuyu yenmenin tek yolu inanmaktır diye düşünüyorum. Neye mi inanacağız? Geleceğimizde olacak iyi şeylere.Olumlu yaklaşım her zaman iyi olanı getirir. Eğer istediğimiz şeyin olacağına inanmıyorsak, şüphelerimiz varsa ve yeterince istemiyorsak ya da elimizden geleni yapmıyorsak, nasıl gerçekleşebilir ki istediklerimiz? Olumsuz düşünceler bizi yavaş yavaş bir hastalık gibi sarar ve karanlığa götürür. Buna izin vermemeliyiz! Kendimize olan güveni bırakmayıp, başaracağımıza inanmalıyız. Yenilikleri kabul edip, hayatımıza aydınlık getireceğini düşünmeliyiz. İnanmak, yeterince istemek ve elinden geleni yapmak… İşte altın kurallar bunlar.
Bazen düşüncelerimizi bir trenin vagonlarına benzetirim ben. Düşünceler tren vagonları gibidir. Biz en baştaki makinist, her şeyi kontrol ederiz. Gideceğimiz yolu, hızımızı, duraklarımızı biz belirleriz. Hemen arkamızdaki vagon bizim geçmişimizin depolandığı vagondur. İçinde hatıralarımızla birlikte, yaşanmışlıkların bizde oluşturduğu kişiliğimiz vardır. Diğer vagonlar ise bizim şimdiki ve gelecekteki yaşamımızdır. Onlarda iyi olanı taşımak gerekir. Gittiğimiz yolda karşılaştığımız olumsuzlukları, kötü düşünceleri, mutsuzlukları, korkuları, vagonlarımızdan birine yüklediğimizde zamanla bize ağır gelen bu vagonu boşaltmak gerekir. Bizi yavaşlatan yükten kurtulmazsak birbirlerine umutlarla bağlı olan vagondan biri kopar ve hayallerimizi, geleceğimizi taşıyan diğer vagonları da alıp götürür. Yükü taşımaya devam ettiğimiz sürece olumsuz düşünceler bize ağır gelen vagondan diğer vagonlara bir hastalık gibi sıçrar ve yayılır, başa kadar gelir. İşte o zaman umutsuzluğun karanlığında, gelecek korkusuna yenik düşeriz.
Hayat öyle kısa ki kim bilebilir yarın ne olacağımızı? Neden gelecek korkusunu bir tarafa bırakıp olumsuzlukları düşüncelerimizden sıyırıp bugünü yaşamaya bakmıyoruz? Günümüzü bugün yaşayalım, ne dünde ne yarında! Önemli olan şimdidir, şuanda nerede olduğunuz, ne yaptığınız ve mutlu olmak için ne yapabileceğiniz…
Bugün kendiniz için bir şeyler yapın. Uzun zamandır almak için ertelediğiniz şeyi gidin ve alın, bir giysi, yeni bir ayakkabı, şapka, renkli bir defter, kitap… Arayın! Sesini duymak istediğiniz dostunuzu, sevgilinizi, annenizi, kardeşinizi arayın! Dans edin, koşun, hoplayın zıplayın… Küçük şeyler de yeter; bir sakız alın, çiğneyin ve kocaman balon yapın, patlatın. Bir gofret kemirin, bir dondurma ile serinleyin… Yürüyün ve yürürken en sevdiğiniz şarkıyı söyleyin…
Bugün, mutlu olacağınız ne varsa yapın! Mutlu olun! Hatta hemen şimdi...
ben ne doktorum ne de bir psikolog
sadece hayatın düşünceleri akar benden oluk oluk
size tavsiyem şudur kahveci dostlar:
bugünü yaşa! ne dünden ne de geleceğinden kork!
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu TATİL |
|
Herkesin bir tatil anlayışı var. İdeal tatil anlayışı, kişilerin anlayışına göre değişiyor. Çünkü herkesin yaşama bakış açısı, yaşama tarzı ve olanakları aynı değil.
Bir dostum var. Yıllardır karavanda yaşar:
"Kaplumbağa gibi evi sırtında yaşamak ağır olmayı gerektiriyor; ama sindire sindire yaşıyorum. Bir otobüse doluşup ve bir haftada Türkiye'yi dolaşmak benim işim değil. Ben karavanımla köy köy, kasaba kasaba gezerim. Yaşadıklarımı sindiririm" der.
Bir başka dostum ise " Tatilin benim için en güzel yanı daha çok spor yapabilme olanağı sunmasıdır. Biz her tatilde arkadaşlarımızla dağ taş, ova bayır gezeriz. Bizimle gezmeyen nerden bilecek, bir göl kıyısında çadırda uyumamın keyfini" diyerek savunur kendi anlayışını.
Komşum Süheyla Hanım anlayışında olanlar da soluğu güney sahillerimizde alır, Onlar için denize nazır beş yıldızlı bir otelin havuz başında bronzlaşma tatilin keyfini çıkarmaktır.
Dedim ya herkesin tatil anlayışı farklı.
Kimileri evinde doyasıya uyuyarak, televizyon seyrederek tembel tembel oturmayı tatilin en güzel keyfi olarak görür. Kimileri evden mümkün olduğunca uzaklara kapağı atmayı tatilin vazgeçilmez kuralı olarak algılar.
Tatil, kimileri için dinlenmenin, kimileri için de eğlenmenin aracı. Kimileri için öğrenmenin, kimileri için unutmamın en pratik yolu.
Eminim ki bir yaz tatili özlemiyle yana yana bütün bir kış çalıştığı halde bugünlerde hâlâ tatile çıkamayanlar bir de ben tatile çıkabilsem diye iç geçireceklerdir.
İyi de her tatil gerçekten istediğimiz o ruh dinlenmesini bize sunacak mı?
Seçtiğimiz otel, resimlerini gördüğümüz otel mi acaba?
Yollarımız bizi güvenle tatil yapma şansı verecek mi?
Tatil için ayırdığımız bütçe planladığımız tatili tamamlamaya yetecek mi?
O kadar da ince eleme diyeceksiniz; ama demeyin. Baksanıza petrole yapılan zam az mı? Ayrıca o zam petrolle mi kalıyor. Duymadınız mı hükümet "Benim valim"in dağıttıklarının bedelini bizlere ödetmek için iğneden ipliğe zam paketi hazırlıyormuş
Burası Türkiye, kaçımız dinlenmek için tatile çıkıp da kafası bir yığın sorunla dolu olarak eve dönmüyoruz ki?
Yıllar önce bir tatil dönüşü rahatsızlanınca doktora gitmiştim. Doktor muayene ettikten sonra:
- En son ne zaman tatil yaptınız, diye sormuştu
Gülmüş, tatilden yeni geldiğimi söylemiştim.
Doktor, gayet ciddi:
- Yok yok, kafanız en son ne zaman tatil yaptı? diye sorunca afallamıştı.
Kafanın tatil yapması!
Tatili nasıl ve nerede geçirmek isterseniz geçirin; ama tatile sorunlarınızla
birlikte çıkıyorsanız, siz en iyisi, yer değiştirmeden önce kafayı değiştirmeye çalışın. İşe daha zinde döneceğinize bahse girerim.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Gökçe Gerçek YAZ NOTLARI |
|
Düşlerim yoruldular, ıslandılar.. Güneşin yakıcılığında güneşlendiler, yandılar.. Uzaktan bir koku duydum, yanık düş kokusu değil de kahve kokusu gibiydi sanki.. Değildi. Yüzünün yavaş yavaş aklımdan silindiğinin kokusuymuş bu.Eriyişin kokusu, yok oluşun..
Ara sokakların evlerinde görmüştüm. Rüzgarda istedikleri gibi savrulan çamaşırları. Önceliği, rengi, hizası karışmış. Sana öyle haykıracaktım içimdekileri. Öyle düzensiz olacaktı..Evet savruldu.. Ama içimdekiler değil sadece çamaşırlar..
Yarı batık gemi gibiyim bazı zamanlar. Ne dibe çökebiliyorum, ne suyun üstüne çıkabiliyorum. Çözülüp suya karışayım istiyorum bazen. Sonra şişenin içinde mektup olayım, bul beni diyorum..Ya da sessizce geçtiğin sahilin birinde, öylesine bir çakıl olayım. Ayak seslerini uzaktan dinlediğim..
İşlek bir cadde gibi beynim, kafam. Bir dünya derler ya.. Vızır vızır düşünceler geçiyorlar beynimin otobanlarında birbirlerini solluyorlar.. Ne olmuş orda? Yoksa bir kaza mı? Yine mi olumsuz düşüncelerim, olumluların şeridine geçti?.. Kaç düşüncem yaralanmış? Ölen var mı?..
Yoktu!..Bunlar hiç bir yerde yoktu..Bulmam olanaksızdı. Herkes için ruh bakım kremi, yas gevşeticiler, düş jelleri, notecooklar, gül tablaları, yirmi yaş sonrası erkekler için romantizma ilacı, kalp oluşumuna yardım eden kalpsüller, madiksavarlar, hatıra borsaları, paradan bağımsız kurulan hayaller, empati transfer merkezleri..
Uyanıyorum. Gökyüzünde bir sürü kuş var. Havluma bakıyorum, orda da kuşlar var ama yukardakiler gibi sesleri çıkmıyor. Sessizliğin içinde uçuyorlar.. Dalgaların sesi olduğum yere kadar geliyor. Yanımdaki deniz kabuğuna uzanıyor elim.. Dinliyorum.. Buradaki dalgaların armonisi farklı.. İkisini de dinliyorum.. Huzurun içine dalıyorum.. Kumun içinde, kumla bütünleşmişim. Saatim kumdan.. Akrobatik zamanı seviyorum.. Sıcak var ama yakmıyor eskisi kadar.. Taktığım güneş yüzüğüm daha sıcak..
Yazdıklarımı okuyorum. Bağımsız olmuşlar birleştireyim diyorum. Anlam köprüleri kurayım..Vazgeçiyorum..Böylesi de güzel..Her şey de bütünlük aramak niye?.. Aramıyorum sadece yazıyorum.
Gökçe Gerçek gokcegercek@kahveciyiz.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Temirağa Demir Küçük çocuğun şahitliği |
|
Bir günahının olup olmadığı benim umurumda değil…
Allah var ve o çekiyor sorguya sırayla, bir mahşerin ortasında…
Mahşer kalabalığı falan olmaz sistemlidir öbür dünya…
Herkes verir hesabını zamanında…
Sonrası bir çığlık kadar yakın…
Bu dünya, öteki dünya, biz başka dünyaların insanlarıyız, ama ikimizde canlıyız…
….
Söylemler bitmez evren içinde…
Evvel zaman, kalbur saman içinde…
Ne zamanı ne samanı geri getiremiyorsun…
Biri geçip gidiyor…
Öteki öğütülüp…
Benim anlatmak istediğim üç yaşındaki bir çocuğun ciğerlerini şişirerek üflemesi…
O da benim gibi şişireceğini sanıyor dünyayı…
…
Minibüs durağında iki sevgilinin kısa sayılmayacak bir mesafeye yönelik vedalaşma sahnelerine denk geldi…
Başparmağı ağzının içinde, gözleri kocaman bakıyordu…
Çift birbirine sarıldı…
Kadın, erkeğin göğüs boşluğuna kafasını gömdü…
Adam tek eliyle saçlarını okşuyordu…
Gitmesini istemese de bu kısa süreli vedalaşmalar olmalıydı şu andaki yaşamsal döngünün içersinde…
Çocuk vardı…
Eli babasının elinde…
Minibüsün iki metre gerisinde…
Adam, kadının omzu üzerinden bu ufaklıkla göz göze geldi…
Çocuk çok acıklı baktı bu veda sahnesine…
Gitmesini belli ki oda istemiyordu…
Ciğerlerine kocaman bir hava çekti…
Offf çekti…
Sanırım büyümekten ve hasret çekmekten, özlemekten, beklemekten sıkılacaktı…
Ya da bir filmde görmüş olabilirdi yaşanılan bu sahneyi…
Kadının gözleri buğulandı…
Adam onu alnından öptü…
Beklemeyi bilmek bir erdemdir…
Bekleyebilmek ve hak etmek…
Kadının gözlerinde bir eminlik vardı bu sefer…
Adam küçük çatlakları çamurla sıvayamayacak kadar yorgun…
Kadın bir daha çatlak açmayacak kadar olgundu…
İşte böyle onların ilişkisi üç bebeğin doğumunun gerçekleşebileceği bir zaman dilimine gelmek üzere…
Hiç tanımadıkları bir çocuk veda sahnesine kaşlarını üçgen yapacak ve yanaklarını şişirecek kadar üzülmekte…
Sonra otobüs uzaklaştı…
Adam birkaç dakika yola baktı…
Elindeki su şişesinde az evvel kadının içtiği sudan arta kalanları yola döktü…
Çabuk dönsün diye…
Daha birkaç vedalaşma sahneleri olacaktı…
Hatta adamın ki biraz uzun sürecekti…
Bu kez kadın dökecekti suyu saçları kısalan adamın arkasından…
Ama sonra kavuşacaklardı…
Bir ömrün sonsuzuna kadar…
Dünyanın yerle bir olmasına kadar…
Kimse vedalaşmayacaktı artık…
Belki çocukları olacaktı yıllar sonra…
Ve işte o çocuk bakacaktı bu kez genç bir çiftin veda sahnesine…
Neyse durun şu çocuğa bir şeker alayımda morali yerine gelsin…
Canı baya sıkılmışa benziyor…
Temirağa Demir temiragademir@temiragademir.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan SEN HALA GÜNEŞİMİN PORTAKAL KOKUSU… |
|
gül.. düş bahçelerimde solmaya yüz tutan bir çift bale ayakkabısı gibi sabah.. yanaklarımdan sular çekildi, şeftalim sende kaldı...
gül.. gözyaşını aşağı düşürdüm balkondan..
kalemsiz yazmak zor, büyüm yitik, kara kitap ağır, boynum tutuk...
gül.. kırmızı da kızardı, sen haklısın..
ölsem duyulur mu ordan ağıdım yıldızları çalınmış gökyüzü, yağmuru duyulmayan şehir.. gül.. uykularından taşsa koku koku portakal...
duysan, biraz duysan.. sevsen demiyorum sadece duysan mırıltılarını pişman kestane şekerlerinin..
gül.. dalgalanmıyor saçlarım dudaklarını görmeden..
içimde ağır sular bulantı yapıyor, deniz tutması değil bu...
gül... muhtaç olmasam kabrim hazır olurdu..
ya da savurur atardım küllerimi soluğunun yaladığı her noktaya..
gül... rüzgâr bile dağıtmıyor kederle inen şafak vaktini..
n'olur ki rüyalarında deniz dibi kum, deniz örtüsü meneviş olsam..
gül.. sevda masallarına inanırsın ve mucizelerine mevsimlerin..
renklerime sarıldığım gökkuşaklarından koş, çiyler damlasın buğday akıtmalarına..
gül.. titreyen parmaklarım kalem tutmuyor..
bileklerinden öptüğün seherleri düşlesen, yakamoz taşırır çalkantılarım yolları sana gebe.. gül.. n'olur gül...
gerdanına yediveren yazıları iliştirip, yıldızımdan sürgün vererek sana..
gül..
muhtacım peri kızı...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo Cennetin Doğusu |
|
"Bugüne kadar yazdıklarım, bu kitap için bir hazırlık niteliğindeydi," der Nobel Ödüllü yazar John Steinbeck "Cennetin Doğusu" adlı romanı için. 1952 yılında yayımlanan kitap, okuru, 20. yüzyılın başlarındaki Amerika'ya götürüyor. Steinbeck'in annesi Olive'in ailesi Hamiltonlar, ile Trask ailesinin hayatları California'da, Salinas Vadisi'nde kesişir. Acı, sevinç, başarı, keder, ihanet ve sevginin her hali Steinbeck'in bu eserinde toplamış ve iki ailenin izini sürerken, yeni yüzyılın doğuşuna Amerika topraklarından bakıyoruz. Çiftçiliğin gelişmesi, Kızılderililer ile yapılan savaşlar, uçak ve otomobillerin insan hayatına girişi, I. Dünya Savaşı'nın etkileri gibi yirminci yüzyılın çarpıcı olayları kadar, insanoğlunun bir parçası olarak iyilik ve kötülük romanda işleniyor. Steinbeck kutsal kitaplara, özellikle Kabil ve Habil'in öyküsüne atıfta bulunuyor. Kurduğu kimi cümle ve paragraflarsa, okuru düşünmeye sevk ediyor.
***
Romanlar, sadece uzun anlatılardan ibaret değildir; çeşitli mesajları bünyesinde taşırlar. Hayatın birebir gündelik akışından çok, kesitlerle karşılaşırız. Kimi karakterleri yazar uç kutuplara yerleştirir ve onlar aracılığıyla bize düşüncelerini aktarır. "Cennetin Doğusu"nda, tam da böyle bir öykü, böyle karakterler var. Özellikle de romanın başkahramanlarından Adam Trask ve karısı Cathy tartışmaya değer karakterler.
Doğumdan ölüme iki hayatı tanıyoruz Adam ve Cathy ile. Adam nispeten iyi olanı ve Cathy kötüyü temsil ediyor. Steinbeck bu iki kutbu, aşkla bir araya getiriyor. Adam'ı saf ve içten duygularına karşılık, Cathy'nin aşkı güce, paraya ve kendinedir.
Cathy, adeta bir vicdansızlık abidesidir.
Öyle bir kadın düşünün ki, anne-babasını evini yakarak öldürsün, kocasını evliliğinin ilk gecesinden aldatıp, silahla vursun, ikizlerini doğdukları günden terk edip evden kaçsın… Sonunda bir geneleve geçip, sahibesi olan kadını zehirleyerek öldürüp, acımasız bir patroniçe olsun...
Adam ise sürdürdüğü dağınık hayatın ardından, Cathy ile mutluluğu yakalamış hissederken, ondan yediği darbe sonucunda, yıllarca çocuklarına bir isim koyamayacak kadar çökkün halde yaşar. Babasından kalan yüklü miras bir yanda, amaçsızlık ve boşluk bir yandadır onun için…
Olayların cereyan ettiği Salinas Vadisi'nde bir de Hamiltonlar vardır. Steinbeck'in İrlanda'dan göçmen dedesi Samuel Hamilton ve büyük ailesi, Trasklar'ın başına gelen trajedinin en yakın şahitlerindendir. Samuel'in her biri farklı özellikler taşıyan çocukları, yeni yüzyıla tanıklık eden Amerikan toplumunun üyeleridir.
"Cennetin Doğusu"nda iyiliği ve kötülüğü inceliyor Steinbeck. Yine de Cathy'nin yaratılışına, yaptığı kötülüklerin nedenlerine dair açıklamalar getirmek kolay değil. Romanları, gündelik hayatın normlarıyla değerlendirmek ne kadar doğru olur bilemiyorum; fakat Cathy gerçek yaşamda var olsaydı, yeri muhtemelen bir psikiyatri kliniği olurdu. Peki, kötülüğü "hastalık" olarak değerlendirerek, sınırlayabilir miyiz? İnsanoğlunun yaptıklarına nereye kadar kavrayabilir, anlayış geliştirebiliriz? Hâlen iyi ve kötüyü tartışıyorsak eğer, arayış bitmedi. Bu arayış, varoluşumuzun ayrılmaz, temel bir parçası adeta. Kimi zaman "yaratılışımız böyle" diyip konuyu kapatabiliriz. Kapatmadığımız zamanlarda ise düşünmeye, kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kitapta bazı sayfaları okurken, "Steinbeck tam da bugünü anlatmış," dedim. Kimi bölümlerde günün koşullarından yakınmış, "bugüne göre daha iyi bir geçmiş"ten söz etmiş yazar. Steinbeck'in yazdıklarını onaylamam, onun başarından mı ileri geliyor, yoksa iyi ve kötünün dengesinde, iyiye doğru hiç mi bir değişim olmuyor?
Değişim oluyor.
"Nerede o eski günler" diye başlayan cümleler kurulsa da, değişim iyiye doğru olmalı. Hayatlarımız biraz da bu nedenle var. Steinbeck'in romanını kaleme almasında, bu duygu ve düşüncelerinde rolü, tahmin ederim ki vardır.
David Ojalvo, Ayder - Rize ojalvo.blogspot.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
İSYAN
Yaşlandım ben artık. Eskiden beni hüzünlendiren kareler şimdi gülümsetebiliyor. Yaşanmışlıklar derinleştirdi alnımın çizgilerini, güne yorgun ve anlayışla başlıyorum. Asi olan yanım ulu bir bilgenin dinginliğine büründü, fırtınalı aşklar ölü bir deniz gibi çekildiler yamacımdan, sevdalarımı öyle kemikleştirdim ki sevdalanmayı unuttum. İhanetler gelip çattığında gözlerimi kısıp bakıyorum; ayrılıklara dairde. Ruhum yaşanmışlıklarla çoktan kapandı çılgın okşayışlara.
Yaşlandım artık. Yeni sevdalardan bile korkmuyorum. Akşam olunca tek başıma karanlık odamda oturmaya ve birinin gelme umudunu yitirmeye dayanacak kadar eskidim ve fark ettim ki bu beklemelerde yalnızlığıma sarınıp kendimi sıcak tutmayı öğrendim, yorulan yüreğim kederini çoktan en derinliklerine kapattı.
Öfkeyle çalkalanıyor işte içim.
Öfke dilimi parçalayarak vuruyor yüreğime
Yaşlandım artık. Kadınlardan korkmuyorum. Eskiden canımı acıtan sözleri şimdi yalnızca gülümsetiyor beni, doğum günlerini unutur, unutulmuş doğum günlerimi sanal âlemde kutlayacak kadar dingin ve eskidim, yaşlandım, çiçekçilerin önünde tüm çiçeklere bakarak geçiyorum; çiçek almıyorum artık, çocukça saf ve güzel olan aşklarım sakallarımın altında yalnızca benim için dolaşıyorlar ve bir sır gibi saklıyorum.
Ruhum suçla kamaşıyor.
İsyanın bir çiçeğe benzediğini şehvetle hatırlıyorum. Çiçekçilerin önünde geçmeliyim, belki yeniden çiçekler almalıyım, güzel olduğunu söyledikleri gözlerimi kısarak gülmeliyim, yeniden başlayacaksam bir çiçekçinin önünde başlamalı, tutuklanacaksam bir kadının koynundayken olmalı bu. Yaralarımı tek, tek kanatmalıyım belki.
Yeniden yürümeliyim şiirlerle. Aşktan ve kadınlardan kaçmamalıyım.
Koşarak sakallarımı kesmeli beklide elektrikli bir tıraş makinesiyle.
Sakladığım o saf ve çocukça aşklarımı gün yüzüne çıkarmalı, yeni bir gömlek almalı kendime, cebinde boş sayfalar taşımalı, kendi kalemden çıkıp ihanetin çizgisini geçmeliyim, ben isyana ve şiire doğru yürümeliyim, yaralarımı tek, tek kanatmalı, keder ve sevinçlerimi gömdüğüm yerlerinden çıkarmalıyım, kadınlardan korkmamalı ve kadınlara sığınmalıyım.
Evet, isyana yürümeliyim isyanın bir çiçeğe benzediğini şehvetle hatırlıyorum. Elimde bir demet çiçek, cebimde boş sayfalar, gülle geçmeliyim ihanetin ve isyanın çizgisini.
Kadınlara yeniden çiçek almalı ve tutuklanacaksam kadınların koynunda tutuklanmalıyım.
Ama yaşlandım ben artık böyle bir kadının varlığını çevremde olmadığı hissi yaşlandırıyor beni. Otuzuncu doğum günüme hediyemdir…
İdris Kenç idriskenc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Boğazımdaki Yumruk
Duvarlara vuruyorsan yumruğunu sen de benim gibi
-ki bence vurmalıdır
Yeşeren toprağa, bir açık pencereye
Açsındır o zaman, sen de benim gibi
Duvarlara vuruyorsan yumruğunu sen de benim gibi
-ki bence duyulmalıdır
Sabahları odaya dolan gün ışığına
Açsındır o zaman, sen de benim gibi
Duvarlara vuruyorsan yumruğunu sen de benim gibi
-ki bence yorulmamalıdır
Tükenircesine yürümeye, uçsuz dağlar aşmaya
Açsındır o zaman, sen de benim gibi
Duvarlara vuruyorsan yumruğunu sen de benim gibi
-ki bence kanamalıdır
O zaman açsındır sen de benim gibi,
Bağırmaya alabildiğine, engin denize karşı, özgürlüğüne
En yüksek dağlardan inip, en derin sulara dalmaya
Ve tüm bunları yüzünde mağrur bir gülümsemeyle karşılamaya
Duvara vuruyorsan yumruğunu sen de benim gibi
-demek ki artık
Daha da sert vurmak zamanıdır...
Etkin Getir
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|