|
|
|
Editör'den : Amaç doğru, yöntem yanlış.!.. |
Merhabalar,
Tarihi fırsat, açılım, açıldıkça açılım derken şimdi de bir "PROJE"dir gidiyor. Tayyip Bey proje diyor, grubun yağdanlıkları gözünün yaşını siliyor. Hamasetin adı "PROJE" olmuş haberimiz yok. Olmayan şeyden haberdar olacağız da ne olacak? Proje sanal, şakşakçıların gözü yaşlı. Hallerine mi ağlıyorlar yoksa analara mı belli değil. Nedir kardeşim bu "PROJE"? Nedir yapacaklarınız? "Türkler, Kürtler kardeştir." diyor alkış kopuyor. Bu nasıl iştir, kim "kardeş değildir" diyor söyleyen yok. Köyün Kürtçe adını söylemekle fırsat yakaladıklarını söylüyorlarsa helal olsun onlara. Şıracı, projeden bahsediyor, bozacı "Bu açılım 30 yıl önce olsaydı tüm bunlar yaşanmazdı." diyor. Aynı bozacı, "Muhatabımız öcalandır." da diyor.
Bir takım yanlışları kabul etmek, bunu adlı adınca dile getirmek güzel ama bunu ne pahasına yaptığını hesap etmeden, b.ka saran yönetimi "yek attım düşeş geldi." diyebilmek uğruna satmanın bedeli ağır olur, hatırlayan yok. Hele bu iş apoyu salmaya kadar varırsa, bu vebali nasıl öderler bir düşünsünler. Bu konuda söylenecek tek cümle var. "Amaç doğru, yöntem yanlış." Hele bu yanlış yöntemin başında Tayyip Bey ve şurekası varsa, bunun adı hem gaflet hem de delalet. Neyse, dil çözülse neler söyleyecek ama gelin şu horozun öteceği 15 Ağustos'u bir bekleyelim. Hoş, o da Diyarbakır'a vali olmak istese bile ben şaşırmayacağım, peki ya siz?
Üzerinize afiyet bir garip nevazil halim var. Sıcakla soğuk arasında feleğini şaşıran kafam isyanlarda. Sol tarafa el sürülmüyor. Saçıma dokunuyorum acıdan dişimi sıkıyorum. Dişimi sıkınca kafam oynuyor, o oynayınca kulağım sancıyor. Hareketsiz durunca herşey normal. Demem o ki, fazla hareket edemiyorum. Tuşlarla uzun süreli ilşki kuramıyorum. Yarın sabah iyileşmeyi umuyor, hepinize sevgilerimi yolluyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan MARTİN, PİŞTOV CUMHURİYETİ (son) |
|
Silah çok can aldı bizim oralarda. Çok ocaklar söndürdü ama hiçbir şey değişmedi. En yakın arkadaşım Kırmızıların Tahsin bir düğün gecesi amcaoğlu Volkan'ı vurdu. İsteyerek değil, kazayla. Birkaç yıl yattı çıktı. Önemli olan hapis değil. Vicdan azabından her gün ölüyor. Elli yıl hapis yatsaydım da keşke onun kılına zarar gelmeseydi diyor ama ne fayda. Oldu olacak kırıldı nacak. Şimdi sen bir daha bu adam dersini almıştır. Ömrü boyunca bir daha silaha elini sürmez diye düşünüyorsun. Değil mi? Yanılıyorsun. Silahsız helâya bile gitmez.
"11 Nisan tarihli Hürriyet Gazetesi'nde bu konuda yapılmış haberde şu cümleler yer alıyordu: ".... polis teşkilatının halkla bütünleşmesi ve kaynaşması amacıyla yapılan törenlere küçük çocukların birbirlerine oyuncak silah doğrulttuğu görüntüler damgasını vurdu. Birçok kentte törenlere polis üniforması giydirilmiş küçük kız ve erkek çocukları getirildi. Kimi motorize ekip, kimi çevik kuvvet, kimi de özel tim giysili küçük polisçiklerin bellerine oyuncak tabancalar da takıldı. Yetmedi ellerinde uzun namlulu oyuncak silahlar verildi. Sevimli polisçikler, polis müdürlerinin, anne ve babalarının gülümseyen bakışları önünde o silahları çektiler, birbirlerine doğrulttular."
Düğünlerde büyükler gerçek mermi yakar, çocuklara ise kuru sıkı tabancalar alınır. Dokuz yaşında bir çocuğun dayısının düğününde atmak için bir yıl para biriktirdiğini babasından duydum. Köy kahvesinde böbürlene. Böbürlene anlatıyordu. Bir yıl içinde tam bin lira biriktirmiş. Bu adam çocuğuna ne kadar çok harçlık veriyormuş diye düşünmeden edemedim. Ve tam bin liralık kuru sıkı fişeği almış. Sen olsan izin vermezsin. Bende vermem . Ama babası tabancaya o kapsülleri kendi yerleştirmiştir. Bizim düğünlerimizde tabancalar yarışır. En cahili bile en az yirmi tabanca markası ve modelini tanır. Çocuklarının adanı bir çırpıda sayamıyor olabilir. Ama tabancalar her şeyden önemlidir. Komşularımızdan biri geçen sene, "İyi adamsın, hoş adamsın vesselam. Ama bir de tabancan olsa, tam olacaksın;" dedi.
Medyada (Radikal Gazetesi, 21 Temmuz 2009) yer alan haberler göre "Elazığ'ın Baskil İlçesi'ne bağlı Karaili Köyü'nün Babilez Mezrası'nda bu sabah (21 Temmuz 2009) akli dengesi bozuk olduğu ileri sürülen Haşim Yükselen ile 3 oğlu, rastgele ateş açtığı komşularından 6 kişiyi öldürdü, 7 kişiyi yaraladı....."Haberde olaya ilişkin şu önemli detaylar dikkat çekici:
Elazığ Valisi Muammer Muşmal'ın açıklamasında yer aldığı üzere; "Zanlıların akli dengesinin yerinde olmadığı söyleniyor. Baba ile çocukları zaman zaman köylülerle tartışıyormuş. Baba köylülere bazen 'Siz bizi öldüreceksiniz, siz bizi öldürmeden biz sizi öldüreceğiz' gibi şeyler söylüyormuş."
Bizim köylülerimiz televizyonlarda gördüklerinden, dinledikleri haberlerden ders almazlar. Televizyonlar onlar için uzak bir gerçeklikten söz eder.
İstanbul'da , Ankara'da oturup boş boş konuşuyorlar diye düşünür.Köye gelen memurlarla veya devlet kapısına gittiklerinde durumu idare ederler. Okumuş insanlara aldırmazlar. Onlar sadece kitaplarda ne yazıyorsa onu söylerler. Bizimkiler başlarını saylayıp geçip giderler. Yani sadece köprüden geçene kadar he babam hesabı. Örneğin yıllar önce okuma yazma seferberliği başlatıldı. Onlarca kişi okuma yazma kurslarına katıldı. Hiç biri okuma yazma öğrenmedi. Öğrenmeye de çalışmadı. Devletin gönlü olsun diye gidip geldiler. Çat pat okuyabilirler törende insanların karşısına çıkarıldı. On cümleyi bir kâğıttan okuyup konuşma yapmış sergilendi. Köylüler ve yetkililer alkışladı. Herkes belgesini aldı. Resmiyette okudu yazdı. Bu yıllardır köylü ile devlet arasında süren bir oyun. Ne devlet onları anlar ne de onlar devleti. Çocukları okuyup adam olurlar. Ama okumuş adama kimse de aldırmaz. İyi bir maaşı varsa sadece kız verirler. Ama itibar vermezler. Hiçbir zaman o köyde bir çoban kadar bile hatırı sayılır bir kişi olamaz. Bu nedenle gazetelerin ne yazdığı, haberlerin ne söylediği hiç önemli değildir. Bir kulaktan girer ötekinden çıkar. Yine kızlar küçük yaşta evlendirilir. Her düğünde silahlar patlar. Bazen insanlar ölür. Köylü ne yapsın? Allah taksiratını afetsin. Alın yazısının önüne geçilmez ki.
"ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ raporlarına göre her yıl konvansiyonel silahlarla 500 binin üzerinde insan ölüyor. Dakikada neredeyse bir kişi bu silahların kurbanı oluyor. Her yıl ortalama 16 milyar mermi üretildiği belirtilirken, bunun kişi başına 2 mermi anlamına geldiği vurgulanıyor. Her yıl yaklaşık 8 milyon hafif silah üretimi gerçekleştirilirken, bunların çoğunun sivillerin eline geçtiğinin de altı çiziliyor. Dünya çapında her 10 kişiye bir silah düştüğünün belirtilmesi ise sorunun boyutlarını da gözler önüne seriyor. Zira örgüte göre dünya ülkelerinin üçte biri sağlık hizmetleri için harcadığı paralardan daha fazlasını ordularına silah almak için kullanıyor. Sivillerin sahip olduğu silah sayısının, devletlerin elindekinden daha fazla olduğu, hafif silahların yüzde 60`ının sivillerin elinde bulunduğu ifade ediliyor."
Yılan gibi soğuk bir yüzü vardı. Görünce insan ürperir. Siyah hatta kapkara, yağlı ve sinsi. "Oynama," dedim. "Allah korusun, şeytan doldurur falan." Şarjörünü çıkarıp cebinden gösterdi. "Ben o kadar salak mıyım? dedi. Bizimle şakalaşmayı bıraktı. Şarjörü tabancaya sürdü. Ormana, köknar ağaçlarının gövdelerine doğru ateş etti. Bu sese bayılıyorum. Barut kokusunu seviyorum."dedi. Yürüdük arabamıza bindik. Evli evine, köylü köyüne… Üç gün sonra ormanda birinin vurulduğunu duyduk. Ormanda kesilmiş ağaçların kabuklarını soyan işçilerden biriymiş. Mermi vücudunun yan tarafından girmiş. Ciğerine saplanıp kalmış. Koca ormanda kim görecek. Olduğu yerde can havliyle debelenip durmuş. Sesini kimselere duyuramamış. Kendi kanı içinde ölü bulunmuş. Nasılsa jandarmalar buldular bizimkini. "Sen yapmışsın," dediler. Balistik muayene falan derken ayan beyan anlaşıldı. Kaza ile ölüme sebebiyet vermekten. On yıla yakın içerde yattı. Giden öylesine bir sürü yetim bıraktı ardında. Neden öldüğünü bile anlayamadan.
Şimdi belki çok şey söylenebilir gidenin ardından. Ama bu ölüm aslında bir oyun kadar basitti. Silah sesini çok seviyordu Turgut. Bir de barut kokusunu…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Bizim Köyde Bostan Vakti… |
|
Ağustos ayının ortasında sıcak bir yaz akşamıydı ama nedense o gece rüzgar yağmurla anlaştı. Birden bire hızlı damlalar yeryüzüne indi ve ağustos böcekleri korktukları için olmalı, ötmeyi kesti. Karıncalar yuvalarının en derinine saklandı. Kuşlar ağaç kovuklarının, çatı pervazlarının altındaki yuvalarında sessizce bekledi yağmurun kesilmesini. Köyün ortasından geçen dere doldu, taşacak gibi oldu. Toprağın altındaki en derin kökler bile yağmur suyundan nasiplendi. Dallardaki meyveler yıkandı, bahçeler sulandı, taş patikalar temizlendi, parladı. Hayvanların dışarıda bulunan yalakları su ile doldu. Kırık kiremit aralarından sızan damlalar, damın toprak zemininde küçük bir göl yapsa da uyuyan atın umurunda olmadı. Komşu köpeğinin havlamasından ve yan mahalleden gelen baykuşun ötüşünden başka ses yoktu. Havladı durdu o gece komşunun köpeği Karagöz, herhalde rüzgarla yağmurun kavgası onu huzursuz etti. Rüzgar yağmurla olan anlaşmasına uymadı, deli divane oldu. Ağaçların dallarını bir oyana bir buyana salladı, kurumuş olanları kırdı yerlere attı, çatıdaki kiremitleri uçurdu, evlerin camlarına vurdu, baca ve kapı deliklerinden bizi korkutan ıslıklar çaldı.
Elektrikler kesildi o gece. Gaz lambasının solgun ışığında eşyaların ve odada bulunanların gölgeleri duvarlara yapıştı. Kış gecesi gibiydi ama tek fark kuzine yanmıyordu. "Yaz ortası böyle yağmur nerde görülmüş, dünyanın sonu yaklaştı" dedi anneannem, bir yandan tabaklara koyduğu haşlanmış mısırları bize uzatıyordu. Küçük aklım anneannemin ne demek istediğini anlamadı. Dünyanın sonu da neymiş? Dünya nasıl yok olabilirdi ki? -Mevsimler hep şaşırtmıştır insanları; zamansız yağan yağmurlar, kış vakti tenimizi yakan güneş ışınları… Eskilerden beri varmış bu hikayeler. Şimdi bile karşılaşılan mevsimsel garipliklere hemen dünyanın sonu deniliyor.- Burnuma gelen mısır kokusu ile karmaşık düşüncelerim dağıldı gitti. Mısırımı bir güzel yedikten sonra ellerimi yıkadım ve anneannemin hazırladığı naftalin kokulu yatağa yattım. Yaz tatili için yine ablam ben ve kuzenler bu evde buluşmuştuk ve şimdi anlatılacak hikayeler için sabırsızlanıyorduk; kaybolan bir çocuğun hikayesi, vampirler, büyücüler, kediye dönüşen cadılar, karanlık orman hikayeleri… Kış zamanını hatırlatan böyle gecede başka daha nasıl bir hikaye anlatılabilirdi ki?
Sabah uyandığımda pencere önündeki güvercinler kendi aralarında konuşurken, arka bahçeden koca horozun sesi oldukça yüksek geliyordu. Sanki hayvanı birisi kesiyordu. Gözlerimi iyice açtım, uyanmakta olan diğer kuzenlerime aldırış etmeden giyindim ve sessizce odadan çıktım. Bahçeye çıkan kapıyı araladığımda dün geceki rüzgardan ve yağmurdan eser kalmamış, tam tersine güneş gözlerimi kamaştırmıştı. Çeşmeye gittim ve yüzümü yıkadım, yeni bir gün başlıyordu ve benim bahçeye günaydın demem gerekiyordu. Çiçeklerin renkleri sanki bu sabah daha belirgindi. Papatyaların içinde damlalar beyaz yapraklarından kayıyorlardı. Kuşlar cıvıldaşıyordu, asmadaki üzümlere sıkılan ilaç, yağmur suyu ile temizlenmiş üzüm taneleri ortaya çıkmıştı. Yanımdan sarı bir kedi geçti, yanında da küçük yavrusu, bahçenin içine daldılar; galiba yağmur sonrası topraktan çıkan böcekleri sabah kahvaltısı için arıyorlardı. Onları korkutmadan yönümü değiştirdim ve manolyaların kokusunu içime çektim.
***
"Haydi benimle gelin!" dedi büyük teyzem, "Sizi bostan tarlasına götüreceğim."
Taliganın arkasına bindik, teyzemin serdiği kilimin üzerine oturduk. Taliganın önündeki teyzem, atın semerini tutup "deh" diye seslendiğinde büyük bir sarsıntıyla hareket ettik. Toprak yoldaki çakıl taşları arabanın tekerleğini zıplatıyor, kuru kilimin üzerinde oturan bizim kaba etlerimiz kemiklerimize sanki saplanıyordu. Maceracı ruhumuz bu acıyı görmezden geldi ve bize neşeli şarkılar söylememizi emretti. Korunun yanından geçerken bağırarak söylediğimiz şarkıyı ağaçlar korunun içine çekti ve şarkı dalga dalga yankılandı:
yeşil kurbağalar öter göllerde
kanadın mı kırıldı kaldın çöllerde,
ayletme beni söyletme beni,
şu bağın keklikleri öter öter bayılmaz,
senin için ağlarım hiç kimseler anlamaz,
ayletme söyletme beni,
çok seviyorum seni ben, bekletme beni. (İbrahim İbrahimov)
Teyzemin karşımızda duran bostan tarlası, alabildiğince büyük toprakların sadece küçük bir parçasıydı. Köylülerin tarlaları, ağaç dallarından yapılmış çitlerle birbirlerinden ayrılmıştı. Karpuzlar irili ufaklı yeşil yaprakların arasından görülüyor, biraz ileride toprağa sanki beyaz boncuk gibi serpiştirilmiş sarı kavunları güneş parlatıyordu. Süpürgeden yapılma bostan korkuluğu olmasa hepsi de kargalara gündüz ziyafeti olacaktı. Bostan korkuluğuna eski bir gömlek giydirilmişti. Rüzgar da bu gömleğin her yerini yırtarak paçavraya dönüştürmüştü. Teyzem atı bağlayıp torbasını aldı ve hemen tarlanın yanındaki koruya yakın bir ağacın altına gitti. Orada bizim için kilim serdi. Toprak dünkü yağmura rağmen öğlene kadar kurumuştu. Bostanların arasındaki yabani bitkilerin kökleri yağmurdan yumuşadığı için temizlemek daha kolay olacaktı. Teyzeme biz de biraz yardım ettik ama çabuk yorulduk. Sonra gittik kilime uzandık ve masmavi gökyüzündeki beyaz pamuk bulutlara baktık. Yavaş ilerleseler de hiç anlamadığımız bir anda şekil değiştiriveriyorlardı. Bir şeylere benzetiyorduk; tavşan, bir kız yüzü, el, atlı süvari, çiçek, solucan, köpek kuyruğu… Biz hayal gücümüze kendimizi kaptırmışken teyzemin yüzü bulutların arasında göründü: "Hadi kalkın bakayım, bostan yeme vakti!"
Torbasından küçük bir bıçak çıkardı ve bostanların arasına girdi. Küçük boydaki karpuzlardan birkaç tane kopardı, bizim yanımıza getirdi. Bir tanesini eline aldı ve sapın olduğu baş kısmından patates gibi soymaya başladı. Karpuzun böyle kesildiğine ilk defa şahit olduk. Elinin içindeki yusyuvarlak soyulmuş karpuzu bana verdi, daha da başka soyarak onları da kuzenlerime verdi. "Isırarak yiyebilirsiniz" dedi. Bir sincap nasıl fındığını yiyorsa biz de öyle ısırarak karpuzumuzu yemeğe başladık. Karpuzun rengi sarıydı ve kocaman simsiyah çekirdekleri vardı. Ağzımızın kenarından yanaklarımız karpuz oldu. Ellerimizden akan sular çıplak kollarımızdan süzüldü elbiselerimize damladı. Çok zevkliydi ve özgürceydi. Hayatımda ilk ve son olarak yediğim en güzel karpuzdu. Karnımız şişince elimizdeki son parçayı bostanlığın uzağına attık. Teyzem bize biraz su döktü, karpuz suyu akan kollarımızı yıkadık. Sonra birkaç olgun karpuz kopardık ve arabaya koyduk, gitme vakti gelmişti. Dönüş yolu daha sallantılıydı. Taşlı yol aynı olduğuna göre bizim karnımızda bostan yavrusu, lıkır lıkır, hop hop arabanın arkasında sallandık. Önde teyzem arabacı başı, biz arkada türkücü başı… Tekerlekler de hoplatıyor, türküyü söyleyemedik. Kuzenim açtı ağzını başladı "aaaa" "aaaa" demeye. Hani göğsüne ritimle vurduğunda ağzını açıp "a" sesi çıkardığın zaman "a"lar kesik kesik çıkar ya, biz de açtık ağzımızı hep beraber taliganın sallantısıyla göğsümüze vurmaya gerek kalmadan "aaaa" "aaaa" larımızı çıkardık. Biz köy çocuklarının eğlenceli oyunuydu bu.
…..
Kır beygirim anlatalım,
Pin taligaya anlatalım
Otuziki kasnak yükledelim
Kırın belini kütledelim
Şeker çuvalından çulcağızı
Mercimek alavı ister cancağızı
Kör olasının malcağızı
Çıktı ya gitti cancağızı.
……
…....
(Ahmed Cumalıev)
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Gökçe Gerçek MİKROFONU AÇIK UNUTAN RUH |
|
Ruhlar her an her yerde karşılaşabilirler. Birbirlerine ulaşmak için görünmeyen merdivenleri kullanırlar. Ara ara yavaş, ara ara hızlı..Ulaşmak istediğim yer sensin. Bu süreç ne kadar yavaş olursa o kadar heyecanlı olacak..Bana mutluluk katacak.Bunu bilemezsin. Benim seni bilmem yeterli.Belki ulaştığımda bocalayacağım..
Kalbinin odacıklarının kapıları var değil mi? Hepsine giden koridorlar..Ne kadarı açık ne kadarı kapalı? Ziyaretçi kabul ediyor musun? Bir bekleme salonu var mı? Beklemek!..Çok yorucu ama gerekli..Dünyevi şeylerle ne kadar mutlusun? Yoksa sadece mutluluk hayallerde mi? Hayattan kaçıp saklanmak istiyorum bazen. İstediğim zaman ortaya çıkmak istiyorum. O ana kadar bir mum ışığının ürperen alevi yeter bana..
Bu yaşamda ne kadar az insanı dikkate aldığımı bir bilsen!. Diğerleri kuru kalabalık, gereksiz bir lüks benim için. İnsanların çok olması beni yoruyor. Sense benim için her şeysin. Bu dünyada sadece sen ve ben olalım. Geriye kalanlar sadece geri kalsın..
Sen bir kuş ol benim için, kanatların gül tanelerinden, kendi dünyamızda çizdiğim ağaçlara kon. Şarkını söyle, yapraklarımda dinlen. Bir taş ol, hayatımın durgun gölünü dalgalandır, daireler oluşsun yüzeyimde. Gülümseme ol, hep dudaklarımda kal. Dudak kadar yakınımda. Sevinç ol, kederin bende açtığı oyukları gölgele. Zafer ol, gözlerimden haykır, yerçekimini unuttur. Su ol, çok uzaktan bile dibin görülsün. Yazı ol, yazandan daha derinde olan. Her kelimen kağıtta çukurlar açsın. İlke ol, hiç bir zaman pişmanlık duymayacağım. Kalbimde en ufak bir incinme hissetmeyeceğim. Soyadım ol, ismimle başbaşa, beraber, birlikte..
Ait olmadığım dünyaya bembeyaz bir şerit çekip, gitmek istiyorum. Ardımda ayak izlerim kalmadan. Yanıma hiç bir şey almadan gitmek..Aklımda, kalbimde sen ol, bu her şeye yeter..
Gökçe Gerçek gokcegercek@kahveciyiz.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Orhan Murat Bahtiyar |
Bir Küçük Kız Çocuğu…
Bir küçük kız çocuğu var orada,
Hiç tanımadığım bir ümitle bağlı hayata…
Teker teker tadıyor acıları biraz kederli.
Ama hala, umutlu inadına.
Ne dününü bırakabiliyor ne bugünü yaşayabiliyor aslında,
Ama hala, tutkulu inadına…
Kıyar mı kışlar ona, o sevdiği papatyalar boyun büker karşısında...
Ağlasa da güler gözleri, ışıldar, küsemez hayata ...
Konduramasa da kötülüğü insanlığa, bakıp iç geçirir biraz üzülerek,
Gülüp geçmek iyi gelir belki, belki de şansı yoktur başka.
Şimdi büyüyoruz çocuk gün be gün…
Öğreniyoruz yaşamayı belki başka bir ihtimal yokluğundan.
Dünü bırakmayı öğreniyoruz, diğerlerinden olmaya uğraşıyoruz.
İstemesek de hiç, zorunluluktan…
Koskoca evren yapar mı hata çocuk?
Ayak uydurmaya, başka doğrularla mutlu olmaya çalışıyoruz,
Ah ciğerim yanıyor içten içe aslında,
Aslında tükeniyoruz…
Korkma sakın çocuk, zarar gelmez sana...
O bitmeyecek sevgin kurtaracak hepimizi ve o tükenmeyecek gizli umudun,
Gelirse de kalmamıştır zaten tek bir iyi kalp dünyada...
O zaman sen de ümidi kes tümünden, sadece yaşa...
Kadere kısmet hayatımız muazzam bir ilüzyon gösterisi aslında,
Zaman bize evire çevire öğretiyor hileleri zorla…
Bir elimizde düşler, diğerinde gerçekler,
Arada sıkışmışlığımızdan kurtulmaya çalışıyoruz inadına.
Bir küçük kız çocuğu sevdim orada,
Görmedim ne böyle seven derinden, ne gülümseyen yürekten…
O beni tüm korkularımdan sevgisiyle soydu yalnız ve yalnızca.
Gülümsemesi yeterdi sadece aslında ama…
O zor olanı seçti,
Beni kaybetmemeyi tercih etti en başta…
Henüz bitmedi çocuk…
Kum tanesi kadarını yaşabildik düşlerimizin anca,
Önümüzde uçsuz bucaksız bir çöl var daha.
Ha gayret…
Elimi tut,
Sakın bırakma…
Orhan Murat Bahtiyar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Soykırım Yapma! |
|
Fi tarihli bir süre köşemde benim yazdıklarımı okumayacaksınız. Bu anlamda anlayışınızı esirgemeyeceğinizi ümit ediyorum. Ve şimdiden bu anlayış için teşekkürü bir borç biliyorum. Aşağıda okuyacağınız yazı İclal Aydın'ın yaklaşık olarak bir hafta kadar önce piyasaya çıkardığı Senin Adın Bile Geçmedi kitabından alıntıdır. Ben kitabı keyifle okudum. Bu yazısını köşemde paylaşıyorum sizlerle. Belki beğenir ve kitabı okumak istersiniz. Yazıda doğru tespitler olduğunu düşünüyorum. Sevgiyle Kalın. 2009/Aybastı
….
Hikâyeleri Birbirine Karıştırır, Aşkın Üzerinden Soykırım Yapmaya Çalışırlar
Bunu yaşamanı istemem…
Gün gelir, âşık oldun diye kapına çarpı işareti koyarlar.
Adeta bir Yahudi muamelesi görürsün.
Kolundan tutup sürükler, izole ederler. "Savunu" isterler.
Seni diri diri fırında yakmaya kalkarlar.
Bazı hikâyeler kişilerini, konularını, örgülerini aşarak büyürler.
O hikâyeler aşk hikâyesi olmaktan çıkarlar artık.
Bağımsızlaşır ya da bambaşka bir hikâyeye evrilirler.
Ve bu hikâyelerin düğümünü her defasında kesinlikle ve kesinlikle kendilerince "zayıf" olanın boynuna geçirirler.
Azınlıkların, kadınların ya da eşcinsellerin boynuna geçirirler örneğin…
Seni bir hayvan gibi itip kakarak darağacının önüne fırlatırlar.
Sürü kalabalığa bakarsın.
Kana susamış, öfke kusan, idamını delice alkışlayan kalabalığa…
Haklılığına ve inandıklarına boş verirsin artık.
İnsan olduğunu tekrarlarsın içinden.
Sadece bunu tekrarlar ve karşındakilerin insanlığından utanırsın.
İnanamazsın olur bitenlere. Âşık oldun diye ölümünü istemelerine.
"üzerimden neyin soykırımı yapılıyor" diye sorarsın kendine…
Vahşi kalabalığa bakarsın.
Şu dünyada, o darağacının önünde, artık şaşıracağın hiçbir şey kalmadığını sanırsın.
Ama her geçen dakikada şaşırırsın.
Hem de nasıl…
Aleyhine şahitlik yapanların tanımadıkların arasından çıktığına çocuklar kadar eminken; sürü kalabalığın içinde hemcinslerini, senden beş beterlerini, yargılandığın "suç"un bayraktarlığını yapmış olanları ya da sevgili "tanışlarını" seçer, başını öne eğersin, dilin tutulur utançtan…
"Nasıl yaparlar bunu" diye sorarsın.
Bu hikâyenin aşk hikâyesi olmaktan çıktığını nasıl görmezler. Burada yargılananın artık sadece aşk olmadığını nasıl böyle kalleşçe görmezden gelirler. Kendilerini temize çekmek için benim zavallı hikâyemi nasıl olur da kullanırlar.
Ama dünya bu kadar basit, düz ve bitimlidir.
İnsanlık adına duyduğun bu utanç da geçicidir.
Bilirsin bunu.
Her defasında böyle yapar sürü kalabalık.
Dostunu düşmanını döne döne içine çeker.
Fakat sonra, yavaş yavaş diner bu vahşi öfke. Kalabalık dağılır…
Linç gerçekleşse de gerçekleşmese de dağılır.
Buraya kadar, yani idam bile edilsen, iki hikâye ayrıdır birbirinden.
Aşkın yargılanmasıyla kadınlığın yargılanması kesinlikle iki ayrı hikâyedir.
Bu iki ayrı hikâyeyi ancak tek bir kişi birleştirebilir.
Başka hiç kimse, hiçbir güç, bu iki ayrı hikâyeyi aynı potada eritip birleştiremez.
Kan kokusuna koşan sürü kalabalığın içinde yüzünü seçemeyebilirsin belki onun.
Ya da kılıcını çektiğinde yüzü maskeliyse eğer, yine çıkaramayabilirsin kim olduğunu. Gözler tan8ıdık gelebilir belki ve bazı sözler…
Ama idam kararında onun elyazısını gördüğün anda anlarsın iki ayrı hikâyeyi sadece ve sadece kimin birleştirebileceğini. Bütün bunları, aslında idam kararını yazan kişi uğruna yaşadığını…
Çünkü seni ele veren, soykırımcılara ihbar eden ve asılmanı seyretmeye herkesten önce koşan yani iki ayrı hikâyeyi tek bir hikâye kılan o hain ancak ve ancak senin koynundan çıkar.
Bu, idam ipinin yağlı ilmiğinden, giyotinin keskin bıçağından daha mı az öldürücüdür sence? Söylesene…
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo Şöminenin başında |
|
İstanbul, Ege, Akdeniz ve ülkemizin daha birçok bölgesi yazın yakıcı sıcağını yaşıyor. Oysa haberlerde Karadeniz'de yaşanan sel felâketi var. Çayın başkenti Rize de yağışlardan etkileniyor. Ayder'de hava oldukça serin. Ağustos ayına girerken hava adeta Ekim sonları Kasım başı gibi… Sabah biraz güneş yüzü görüyorsa insan, öğleden sonra bulutlar sizi damlalarıyla selamlıyor… Hatta daha yükseklerde, yaylalara hafiften kar bile yağmış…
Şu anda bir sahil kenarında güneşlenen veya denize giren tatilciler arasında değilim. Ayder Yeşil Vadi Oteli'nin lobisinde, şöminenin yanı başında oturuyorum. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da odunların yarattığı sıcaklığın keyfini çıkartıyorum. İster istemez de kışı hayal ediyorum. Yaz aylarıyla sıcak günleri özdeşleştirince insan, mevsim ortasında şömine başında olma fikri garip gelmiyor da değil…
Dışarıdan ara sıra iki yavru keçinin sesi, odunların çıtırtısına karışıyor. Biri beyaz, diğeri siyah-beyaz, iki sevimli keçi… Bana daha çok ağlıyorlar gibi geliyor. Yanlarına yaklaştıkça ürküyorlar; ama onları tutan iplerle ne kadar uzağa gidebilirler ki?... Doğrusu yeşil otları yemenin keyfine varmıyorlar değil ama yine de "meee… beee…" demeleri bana dokunuyor. Neden böyle olduğunu Rabia Ana'ya soruyorum. Derin mavi gözleri, hayatın yüzünde bıraktığı acı-tatlı anıların izleriyle yanıtlıyor beni: "Onlar daha küçükler, analarından erken ayırmışlardır ondan," diyor… Cümleleri anlam yaratıyor. Bazı duygular, fark etmek istediğinizde, tüm canlılar alemi için ortak…
Şöminede küle dönmekte olan yaşlı odunlara bakıyorum… Onların da bir öyküsü vardır… Ayder'in tepelerine kök salmış yüzyıllık çam ağaçlarıyla birlikte kim bilir ne günlere şahit olmuşlardır. Yandıkça çam ağacının odunu kıvılcım atıyor. Yeşim'in anlattığı üzere, yanlarına eklediği gürgen odunları daha uslu… Onlar kıvılcım atmıyor… Dolayısıyla sırf gürgen yansa, koruyucu demir perdeyle ateşin yüzünü örtmeye gerek kalmayacak…
Ayder'e gelene dek, hayatımda hiç şömine yakma, onun başında oturma ve Türk kahvesi içme keyfini yaşamamıştım. Bir ara sevgili kuzenime mesaj atıyorum. Bir yönüyle ne kadar farklı bir zaman burası, diye… Evet, farklı bir zaman… Şehirde trafiğin ve onun gürültüsünün olmadığı, bir yere koşturmak gerekmediği, sokakta sürekli yabancı insanlarla karşılaşmak yerine, gülen gözlerle dostların birbirini karşıladığı… Bir gün Valikonağı'ndan Konaklar Mahallesi'ne olan öyküyü kaleme alabilirim; ama henüz bunun için erken. Çok ama çok erken… Bu denemenin başkahramanı, şömine…
Üç duvarını tuğlaların oluşturduğu bu küçük alanda ateş ne de güvenli… Eski bir maşayla onu şekillendiriyor, üfledikçe azdırıyor, bıraktıkça kendi halini izliyorsunuz… Bir huzur yayılıyor benliğe… Peki, ne anlatıyor ateş? Ruhunuza nasıl bir ayna tutuyor? Ne gibi anılar canlanmış veya çağrışımlar kurulmuştur odunun küle döndüğü süreçte…
Şömineyi ne kadar canlı tutabileceğiniz az çok belli… Ona ne kadar odun atabileceğiniz veya geçen zamanın bir şekilde sizi dürteceği…
Hayat, çalışmak ve çalışmanın izin verdiği iyi duygularla keyif yapmak demek biraz da… Yarına uzanan yollar, aklımın bir köşesinde… Şu anda ise, şömine var. Ondan aldığım keyfi, bu yazıyla paylaşmak istedim. Tahmin ediyorum, yarın, bir başka zamanda, hafızamda ve anılarımda kaldığı kadarıyla anlatacağım bugünü… Aslında böylesini daha çok sevsem de, bazen o an'ı canlı bir şekilde kaleme almak çekici bir duygu…
David Ojalvo, Ayder - Rize ojalvo.blogspot.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Burhan Yüksekkaş |
Bizim filmlerimiz neredeler ?
Sonsuza dek çocuk kalabilmenin kanıtı olarak karşımızda duruyor o. Türk Sineması'nda, bizim sinemamızda ulusaldan, bireyselden sıyrılarak uluslararası, evrensel bir merkeze oturuyor. "Turist Ömer".
60'lı yılların İstanbul'unda yoksul, çocuk ruhlu, temiz kalpli bu adamın hikayesi perdede Helal Olsun Abi filmiyle başladı ve hepimizin hafızalarına gerek "Aman ey !"leri gerekse uzay maceralarıyla kazındı. Özel televizyonların yeni yapımlar yayınlayamadıkları saatleri doldurmakta kullandıkları Yeşilçam filmlerinden bir kaçı da Turist Ömer'in hikayeleriydi. Böylelikle bugünün genç nesli anne-babaları daha çocukken gösterilen bu filmlere aşina olarak büyüdü, hatta özel kanalların yayın politikaları nedeniyle de biraz sıkıldı işin sonuna doğru.
Neyse ki özel kanallar bu boş saatleri artık sihirli, cadılı dizilerin tekrarlarıyla dolduruyorlar(!). Ben ise o yapımlarının çocuğun çocukları uyuşturduğunu düşünüyorum.
"Bugün, o filmleri yeniden izlemek isteseniz ne yapardınız?" diye sormaktı bu yazının amacı. Yeniden görmek isteseydiniz o çocuk ruhlu adamı, ne yapardınız ?
Öncelikle piyasada satılan uydu platformlarından birini alıp o platformun Yeşilçam ile ilgili olan kanalında yayınlanmasını bekleyebilirsiniz.
Ya da hafta içleri sabaha karşı beş-altı sularında TRT 1'de yayınlanmasını da bekleyebilirsiniz.
Sonunda sıkılırsanız TRT'nin arşivinden bir kopyasını almak için istekte de bulunabilirsiniz.
Ya da her şeyi bırakıp lanet ede ede video paylaşım sitelerinden birinde, televizyondan yapılmış bir kaydını onar dakikalık parçalar halinde seyretmeye çalışabilirsiniz.
Evet… Yaşadığımız ülkenin -bence- evrensel olmayı hak eden, ancak herkes tarafından benimsenmesine karşın dünyaya tanıtılmasına "Sadri Alışık Kültür Merkezi" haricinde pek de katkıda bulunulmayan bir seri, bir hikaye Turist Ömer.
Biliyoruz ki Türk Sineması bir dönemler kendini tekrarlamaya, basit, üstünkörü ya da yalnızca hasılat için yapılan cinsel içerikli filmler yüzünden Türk izleyicisi tarafından arka plana atıldı. Ancak bu ve benzeri hikayeler Türk Sineması'nın yüz akıdır.
Büyük mağazaların DVD - VCD reyonlarında birkaç Kemal Sunal, birkaç Zeki Alasya-Metin Akpınar filmi dışında nostaljik Türk filmlerinden neredeyse hiç görmüyoruz.
Tek bir filmden, 1964 yılında çekilen ilk Turist Ömer filminden örnek vererek sürdürdüm yazımı. Elbette Turist Ömer serisini de DVD formatında ya da diğer formatlarda elle tutulacak biçimde piyasaya sürme çalışmaları oldu.Ancak benim bahsettiğimi bu filmlerin raflarda görünmeyişi… Bu bir çeşit kıymet bilmezlik mi ben de bilemiyorum. Yazıyı yazmamdaki amaç şu ki Türkiye'nin bu ve bunun gibi halka mâl olmuş eserlerinin insanlarla buluşması konusunda bir şeyler yapılmalı.
Çünkü onlar bizdenler, bizimler ve asla kaybolmamalılar.
Burhan Yüksekkaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Gevezenin Görüntülü Görüşmesi ( 3G ) |
|
Çevreme bakıyorum, acaba herkes "Merak ediyor mu?" diye. 3G reklamlarından söz ediyorum. Ben merak ettim ve ilanlarından ( 3G ile yapabileceğimiz 10 şey ) neler öğrendim neler:
1. Plajda aklımıza gelen yatırmayı unuttuğumuz faturayı cepten hızla ödeyebilirmişiz.
Teknoloji tarafını boşverin, öncelikle plajda olduğunuzu hayal edin. Ettiniz mi ? Tamam, şimdi 3.maddede görüşürüz.
2. Sinemanın kapısına vardığımızda film çoktan başlamışsa hemen en yakın sinemadaki seanslara bakıp oraya gidebiliyormuşuz.
Yaratıcılığın bu kadar mı olur ? Pes doğrusu..!
3. "Kızma Patron, göndermeyi unuttum" demek yerine hemen internete bağlanıp istenen sunumu yollayabilirmişiz.
Patron kızmak istedikten sonra ağzınızla kuş bile tutsanız nafile ! Kısaca; "Başlatma plajından, derhal hazırlayıp yolla o sunumu" diyebilir.
4. Trafikte ofisten çıkarken unuttuğumuz online check-in'i yolda yaparmışız.
Kırmızı ışıkta yan taksiden; "Abi, hazır elin değmişken bana da bir online
check-in yapıver" diyen olursa şaşırmamalıyız.
5. Kanka'mızın yeni evini görebilir ona dekorasyon için fikir verebilirmişiz.
Öyle ya, hepimiz sadece çerçeveleyip duvara asmak için mi aldık "İç Mimar" diplomasını ?
6. Seyahatte iken minik kızımız ilk kez "Baba" dediğinde bu anı paylaşacak, yanında değilim diye üzülmek zorunda kalmayacakmışız.
Kız çocuğa hasret olduğumdan bu bölüm beni fena halde hırpaladı...
7. Dizinin en heyecanlı yerinde elektrikler kesilirse izleyebilirmişiz.
Gerçi; dizilerin tümü futbolcularının aksine Brezilya dizileri gibi ağır çekim ilerlediğinden veya 8 posta tekrar edildiğinden hiç bir anı kaçırma fırsatımız pek olmadı.
8. Ona, yıllar boyu hatırlayacağı bir teklif sunarak çektiğimiz videoyu Facebook'a yükleyip herkesin huzurunda; "Benimle evlenir misin?" diyebilirmişiz.
Ya; "HAYIR" derse? Facebook'da; "Kızımızı ne doktorlar, ne mühendisler istedi de vermedik, buyrun işte..!" görüntüleri başlayabilir.
9. Mobil kamera ile öğle tatilinde minik meleğimizi görebilir, el sallayabilirmişiz.
Hasret çöpe atılıyor..! Akşam evde patronun verdiği ekstra işlere zaman kalıyor. "Evladım in tepemden, daha bu öğlen el sallaşmadık, aaa..!"
10. "Sana gönderdiğim şarkıyı dinledin mi, bizim şarkımız olsun mu?" sorusuna derhal "Evet" diyebilir ve kız arkadaşımızın bozuk atmasını önleyebilirmişiz.
Kadınların 3.maddede belirtilen patrondan daha etkili olduğunu bilmem hatırlatmam gerekiyor mu ? Yani; nafile kere nafile..!
3G ile yapabileceğimiz 10 şey bunlardan ibaret ise; kendi adıma "Merak etmiyorum" diyebilirim, merak güzel şey olsa da..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
KİMSELERDE BEN YOKUM
Ne hayaller vardı kaçıp gitti hiç sormadan, haber vermeden
Ne umutlar vardı çalındı,arsızca harcandı değeri bilinmeden
Ne dilekler vardı,ne yapılması gerekenler, ertelendi,
Bekletildi yarınlara atıldı, yarınlar gelir mi bilmeden
Ne saatler vardı zamanın içinde dşüncelere boğulup gitmeler
O an bir daha yaşansa onu yapardım ya da bunu yapmazdım deyişler
Kibarca hayırlar, biraz kinayeli cümleler
İçini bilen yok gibi kötü ruha bürünmeler
Ne hayatlar girdi çıktı hayatıma,
Ne filmler oynadı izlenme rekorlarının hepsini kırdı belki,
Ne yalancılar geçti yollarımdan o kadar ki, ben bile az daha inanıyordum bazılarına
Nice aşklar yıprandı,yara aldı,parçalandı,değiştiyle kaldı gözlerimin önünde
Adı aşktı ama değişmedi tarifi mümkün değil artık eskisi gibi,
Ne düşüncesizler oturdu kalktı bu masalara, söylemeden ne düşündüğünü söyleyen gözlerle
Sebepsiz yaşadığını bilen nekadar hoyrat insan tanıdı beni, ne kadar aldanmış,
Aldatmış insan suçlu olduğu ilk sözünden alaşılır sanıp susanlar boşuna sustu...
Bu kadar insan tanıdım ben ama beni tanıyan biri çıkmadı...
Hacer Baygül
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|