|
|
|
Editör'den : "Okul yıkmak demokratik bir haktır!?!.." |
Merhabalar,
Gitgide irinli bir yara haline gelen gündemin dışına çıkıp bakayım diyorum ama olmuyor olamıyor. Yara deşiciler, edepsizler, pervasızlar hayatımıza damga vurmaya, bizi el altından oymaya devam ediyor. Çadır tiyatrosundaki aç aç gecelerine dönen "AÇILIM" dudaklarda uçuk, başlarda ağrı olup imanımızı gevretiyor. Ramazan'da geri çekilen başın yerine ayaklar sövüyor da sövüyor. "Kayseri'de uluyorsun, sıkıyorsa Meclis'te de ulu." diyebiliyor bir terbiyesiz ayak. Millet derdini tasasını unuttu bu edepsizlerin yarattığı kargaşa ile uğraşıyor. Hala kapalı kapılar ardında verdiği sözleri kusamayan bir yönetim, pisliği olabildiğince insana bulaştırıp, bela sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışıyor. Biraderim Tayyibim, Baykal'a, Bahçeli'ye kızmayı bırak, sen bunca infiale rağmen teröristle aynı masaya oturacak mısın onu söyle bize. "Ard niyet arayanlar namussuzdur, şerefsizdir." diyerek kaçak güreşemezsin. Muhatap aldıkların, "Onlar olmadan çözüm olmaz." diyor, sen buna ne diyorsun hele bize onu söyle. Bir Eskişehir'li arkadaşım tartışma grubumuza şöyle bir mesaj atmış; "Ben Kürt Mürt açılım saçılım bilmem. Benim mahallemden 5'i benim sporcum olmak üzere 8 tane şehit var. Benim sporcumun katili ile sporcumu aynı kefeye koymayı anlayamam." O durumu özetlemiş, haydi sen de aç konuyu kendince, ikna et bizleri. Süreç takvime bağlı olarak devam ediyormuş. Nedir bu takvim? Nedir sürecin içeriği? Anlatsana!..
Aklınca doğuda demokratikleşen zihniyetle, batıda okul yıkan zihniyet aynı beyinlerin mahsülü. Gördüğüm en güzel okullardan biri olan Kemer Okullarının yerle bir olduğunu görünce gözlerime inanamadım. Hele bir de, gerekçeleri, usulleri duyunca kendimden geçtim. Yasal haklarını kullanamasınlar diye, bugün sünnet yarın deniz gibi Cuma akşamı tebliğ Pazar sabahı yıkım kararı alanların hangi ruh hali içinde olduklarını anlamak mümkün değil. Eminim okulu yıkarken mübarek Ramazanda "Allah Allah" diye de bağırmışlardır. On yıllık çağdaş bir okulu yıkarak ıslah etmeyi görev bilen başta Topbaş ve diğer büyüklere buradan kocaman bir selam olsun. Baştan kokmuş balığın kılçıklarını kediler bile yemez beyler, artık kendinize gelin.
Sinirlerinize hakim olun, esen kalmaya çalışın. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan GÖKÇEADA 2 |
|
Bana hiç yüz vermemiş olsalar da, yüzüme bir kez bile bakmadıkları için ayıp etmiş olsalar bile Rum kızları güzeldi. Şimdi adını unuttum ama bir camcı vardı. Kızlarının güzelliği bütün adanın dilindeydi. Şaka maka değil gerçekten çok güzeldi. Yanağının alını güller, dudaklarının kırmızısını görse elmalar kıskanırdı. Bir daha ömrü billâh böylesini görmedim. Yorgo ile Camcı'nın dükkânına gitmiştik. Koyunları işaretlemek için kumaş boyası alacaktı. Camcı yoktu ama dükkânı açıktı. İçeri girdik. Kimse yok mu diye seslendik. Ahşap binanın alt katı dükkân, üst katı evdi. Merdivenlerden bir kız indi. Yüzünün alı tam al, beyazı kar gibi lekesiz, gözlerinin karası gece gibiydi. Kumaş boyası alamadık. Çünkü kız bu işlerden anlamıyordu. Babası da yarım saate kadar gelecekti. Ama hırdavatçı dükkânında Camcı da saatlerce beklenmezdi. Elimiz boy olarak dükkândan çıkıp gittik. Biz sonra yeniden geliriz dedik. O kızı bir kez daha gördüm. Gökçeada çarşısında postanenin önünden geçip gitmişti.
Aklınıza yanlış bir şey gelmesin. Kıza yiyecek gibi falan bakmadık. O mahcuptu gözlerimiz karşılaştığında biz de utangaçtık. Öylesine baktık, bir ağaca, taşa, duvara, hırdavatçı dükkânındaki nesnelere bakar gibi. Yüzeysel ve öylesine işte. Yorgo ile yaşıt olmalarına rağmen pek tanışıyor gibi değillerdi. Çünkü karşılaştıklarında hiçbir samimiyet belirtisi göstermediler. Onların bu durumu aslında biraz garibime gitti. Çünkü topu topu birkaç bin kişilik bir Rum topluluktular. Bunu Yorgo'ya sordum. "Camcı'nın kızı Yunanistan'da okuyor. Biz İstanbul'da. Neredeyse hiç karşılaşmıyoruz," demişti.
Kaleköy de yazın günbatımları çok güzel olur. Güneş Kaleköy sahilinde inmeden önce Semandirek adasına bakır bir ayna tutar. Sahildeki evleri göreceğinizi sanırsınız. Belli belirsiz beyaz lekeler ortaya çıksa da gördükleriniz ev midir seçemezsiniz. İki adanın arasındaki bütün deniz portakal rengine boyandığında Yıldız Koyunda resmen artık alacakaranlıktır. Küçücük bir tepe güneşi bu kadar saklar mı diye düşünmeden edemezsiniz. Güneş Gökçeada'dan ayrıldıktan sonra Semandirek'te varınca orada biraz dinlenir gibi gökyüzünde asılı kalır. Bazen bir iki bulut çizgisi kılıç gibi incecik güneşe doğru uzanır. Bazen de martılar güneşe doğru uçarlar. Resimlerdeki gibi… Dikkatli bakarsanız karşı kıyıdaki tepelerin neon lambası gibi parlayan ışıktan çizgilerini görebilirsiniz. Elimde değil, bu manzarayı her gördüğümde coğrafya dersinde öğrendiklerimin hepsini kaldırıp zihnimden atarım. Dünya bilmem hangi hızla güneşin etrafında dönermiş ve iki meridyen arasındaki zaman dilimi dört dakikaymış. Masal bunlar. Kaleköy'e gidin gün batımını izleyin. Siz de benim gibi güneşin ada ada dolaşıp kafasına göre takıldığını göreceksiniz.
Kaleköy sahillerinde bazen zıpkınla balık avına takılırdık. Su öylesine duru ve aydınlık olurdu ki onlarca metre ilersini bile görebilirdik. Müthiş bir renk cümbüşü ve yüzlerce balık çeşidiyle seyrine doyum olmazdı. Bir arkadaşım parlak renkli göz alıcı güzellikteki canlılara fazla yaklaşma demişti. En tehlikelileri onlardır. Zıpkınla vursan bile kıyıya getirmeden dokunma sakın. Anlayan birine göster. Parlak renkli canlılar hep zehirli olurmuş.. Balığın bol olduğu kayalıklar beni hep ürkütürdü. Arkadaşlarım yanımda değilse gidemezdim. Sadece kumsalın açıklarında dolaşırdım. Kayaların kuytu ve koyu gölgeleri denizi dipsiz kuyular gibi gösterirdi. Ve aniden kocaman bir balık çıkıp üzerime doğru gelse ne yapacağımı bilemezdim. Birkaç kez karagöz vurdum. Kefal, levrek ve adını bilmediğim birkaç karabalık. Orfoz vurmadım örneğin, ya da akya… Gökçeada dışında bir daha zıpkınla hiç dalmadım. Hala her gittiğim yerde Gökçeada'nın o büyülü, berrak sularını ararım.
Sinemacı Namık öğrencilerle muhatap olmazdı. Zayıf, ince, bir deri bir kemik diye tanımlanan insanlardandı. Cezaevindeki mahkûmiyeti bittikten sonra memleketine gitmeyip adaya yerleşenlerden olduğu söylenirdi. Düşmanlıkları ve pişmanlığını memleketinde bırakıp adada kendince bir yaşam kurmuştu. Öğrencilerle sıkı fıkı olmamasının nedenini anlayabiliyorum. Çünkü öğrencilerin neredeyse hepsi genç olma sıkıntısından sivilce döken çocuklardı. Biraz bitirimdiler ve azıcık da kurnaz. Elini veren kolunu geri alamazdı. Örneğin o yıllarda öğrencilere sıcak davranan bir lokantacımız vardı. Adamın canını burnundan getirirdik. Bizden yediğimizin, içtiğimizin yarı parasını zor alabilirdi.
Sinemacı Namık akşama doğru Kaleköy'e giderdi. Külüstür bir mobiletli vardı. Arkasında da küçücük bir sepeti... Her akşam Kaleköy Limanının bitişiğindeki falezlere olta atardı. Tipik bir balıkçıydı. Her zaman birkaç günlük sakalı olurdu. Yem takmadığı, misinasını sarmadığı zamanlarda dudağında sürekli yanan bir sigara otururdu. Kalın misinanın ucundaki kocaman bir kancaya irice bir istavriti veya sardalyeyi büsbütün takıp denize atardı. "Bu adam balinaya mı olta atıyor," derdik. Yunus ya da köpek balığı avlasa anlarım. Sıyırmış abi bu adam. Sıyırmış işte bi …kimi tutamaz bu oltayla." Aslında biz ne oltadan, ne de balıktan anlardık. O neredeyse her akşam kocaman bir orfoz avlardı. İhtimal ki satardı. Çünkü o kocaman balığı insan bir hafta yese bile bitiremezdi. Falezlerin dibinden çektiği balığı gördüğümde gözlerime inanamadım. Kocaman balığı kan ter içinde kayaların üzerine çeker. Karşısına geçip bir keyif sigarası içerdi. Kayaların üzerinde çırpınan balık kolay kolay ölmezdi. Zıpladıkça rengi çekilir, solardı. Sudan çıktığı andaki pırıltılı hali ölümüyle birlikte silinip giderdi.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu DÜNLE YARIN ARASINDA |
|
Bir haftadır denize girememiştim. Bu sabah takımları kuşanıp suya daldım. Beş on kulaç sonra keyfim kaçıverdi. Çünkü su bulanıktı.
Bir ara, daha önce balık gördüğüm ya da avladığım yerlerde dolaştığımı ayrımsadım.
"O kumlara bakmalıyım. Orada çok güzel bir mırmır avlamıştım."
"Kumlu su daha da bulanıkmış. Olsun, orası uğurlu."
"Şu kayanın altında bir orfoz ya da kaya levreği olabilir. Kısmetin orada
olmalı"
"Hah tamam, kefal sürüleri şu burundan geçiyordu."
Su bulanık…
Birden "Teos'ta olsaydım şimdi!" diye geçiriyorum içimden.
Poyraz estiğinde buz kuyusuna, lodos estiğinde de çamur gölüne dönüşen o
yerde doya doya yüzemediğimi bile unutuveriyorum. Yaz boyu şansıma yakaladığım bir iki lapina, tüm anıları önüne çoktan geçmiş.
Daha önce yakaladığımız yerde, bizi başka balıkların beklediğinden nasıl emin
olabiliriz ki? Bu gerçekçi bir davranış olabilir mi?
Denizde bir oraya bir buraya dolaşırken geçmişin iyi izlerini izlerken, kötüleri anımsamama tutumumuzun nedenlerini irdelemeye çalışıyorum.
İnsanoğlu, farkında olsun ya da olmasın, olumsuzlukları hemen eliyor;
geleceğini geçmişin iyi, yararlı, doğru ve güzel izlerinden yararlanarak kurmaya çalışıyor. Yaşama bu olumlu değerler sayesinde bağlanıyor.
Aklıma Mehmet Akif'in,
"Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?" dizeleri takılıyor.
Aslında evrende hiçbir şeyin kendisini tekrarlamadığını biliyorum. Çünkü tekrar
gibi algıladığımız her şey aslında yeni zamanın ve koşulların ürünü. Eskisinin benzeri olsa da tekrarı değil. Öyleyse geçmişi yok mu sayacağız?
Geçmişi yok sayarak geleceği kurmak olanaksız. İstesek de istemesek geçmiş yönlendiriyor bizi. Olumsuzlukları unutarak, olumlulukları yeniden yaşamaya çalışarak asılıyoruz geleceğe. Sanırım umut dediğimiz şeyin özü burada saklı. Umut, iyimserliğin çocuğu. Kötümserlik ya da karamsarlıktan umut doğmuyor. Karamsarlık ve kötümserlik gibi duygular endişe, kuşku ve korkunun kaynağı.
Kimileri, tedbirli olmak adına kuşkularını geliştirir, endişenin limanlarına
sığınıp korkuya teslim olur. Bence onlar, hemen "özgüven" duygularını sorgulamalıdır. Tedbir, özgüvenimizin payandası olursa değerli, değilse gelecek için ayak bağı.
İnsan şu koşuşturmaca içinde zaman zaman durup soluklanmalı. Geleceğini biçimlendirirken geçmişin hangi değerlerine yaslandığını gözden geçirmeli. Kendisine gerektiğinde hesap sormalı, gerektiğinde ruhunu okşamalı.
Balık bahane. Deniz benim sığınağım. Bu saatlerce yüzmeler, kendimle baş başa kalmak, yaşadıklarımı değerlendirmek ve her seferinde umuda yelkenler fora diyebilmek için arınma etkinliği.
"Sufi, vakit çocuğudur. Geçmişe üzülmez, geleceğe kaygılanmaz. Sadece içinde olduğu anı yaşar" der Mevlana. Yaşanmamış anlardan, mutlu gelecek kurmak olanaksız. An'ı yaşayabilmek için de kişi kendini bilmek zorunda. Gönül testisindeki zemzemin farkında olmayan kendi susuzluğunu gideremez ki başkasına su versin.
İnsan kendi değerini, ancak kendi biçebilir. Başkalarının bizim için biçtiği değer,
kendi değerlerinin ürünüdür. Kimilerinin ölçü aracı bir minik terazidir; çok ağır gelirsiniz, Kimilerinin kantarı vardır; sizi tartarken topuzu kıpırdamaz. Hal böyleyken başkalarının bize biçtiği değeri yok sayabilir miyiz ? Elbette, sayamayız. Ancak bizim için yapılan değerlendirmelerin ne denli doğru olduğunu değerlendirecek olan yine kendimiziz. Sözün özü, biz kendimizi bilmek zorundayız. İşte burada olabildiğince nesnel olmak gerekli. Unutmayalım insanın kendisi için nesnel olması başkaları için nesnel olmasından daha kolaydır. Başkalarına karşı daima bir maskemiz vardır; ancak kendimiz karşısında çırılçıplağızdır.
Bunları düşündüm bulanık suda yüzerken. Tek balık bile vuramadım; ama hiç
üzülmedim.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Arda Nehrine Doğru…(1) |
|
Yaz tatili için babamın doğduğu şehre gitmeye karar verdik. Kırcali şehri, az da olsa Bulgarların ve çoğunlukla Türklerin oturduğu bir yerdi. Halkın bir kısmı roman ve Pomaktı. Rodop dağları ile çevriliydi ve en önemli güzelliği Arda nehriydi. Yaşadığımız kasabadan uzak olan Kırcali'ye en kolay ulaşım aracı trendi. Tren yolculuğunu çok sevdiğimiz için ablamla heyecanlanmıştık. Gitme vakti geldiğinde, ziyaretlerde verilecek hediyeler paketlendi, yolluk börek pişirildi, giysiler hazırlandı, bavullar dolduruldu.
Tren istasyonuna girdiğimizde, küçük olduğum için mi bilmem içerisi bana öyle büyük gelmişti ki çok yüksekte kalan tavanına ağzımı açarak bakmıştım. Görkemli kare pencerelerinden giren güneş ışığı istasyondaki bütün eşyalara dokunuyordu. İçeride uçuşan toz zerreciklerini görebiliyordum. Duvarın yüksek yerinde yuvarlak büyük bir saat duruyordu. Akrepin durağanlığına nispet yapan yelkovan, roma rakamlarının üzerinde hareket ederken güneş onu altın gibi parlatıyordu. Akrep saat üçe, yelkovan da on ikinin üzerine yerleştiğinde ding dong sesi istasyonda yankılandı ve bütün kalabalığın bakışları saate yöneldi. Trenin gelmesine daha yarım saat vardı.
Sıra sıra dizili olan oturma yerleri nerdeyse dolmuştu. Beklemek için boş olan banka oturduk. Ben etrafı seyretmeye başladım. Ayakta duranlar, oturanlar, yürüyenler, gazete okuyanlar, çocuklarının peşinden koşan anneler… Ellerinde küçük çantalar, poşetler, ayakların yanında duran büyük bavullar, bir kadının elinde beyaz güllü saksı ve başka birinin elinde kuş kafesi vardı. Baş başa vermiş gençler etraftakileri meraklandıracak kahkahalı gülüşleri ile sohbet ediyorlardı. Bütün ikazlarına rağmen söz dinlemeyen çocuğunu tartaklayan bir anne vardı ki susması için çocuğa vurdukça çocuk daha çok ağlıyordu. Bu avaz avaz çığlıklı ağlamadan herkes rahatsız olmuştu. Karşımdaki bankta oturan yaşlı adam, kahverengi çiçek desenli elbise giymiş kadının omzuna başını koymuştu ve gözleri kapanmak üzereydi. İkisinin de damarları görünen buruşuk elleri, "sonsuza kadar" der gibi birbirine kenetlenmişti. Kalabalığın arasında üniformalı olanlar da vardı; bunlar gelen giden askerler, istasyon görevlileri, makinistler, bilet ve kompartıman görevlileri, tren şefleri olmalıydı. Bazılarının yıldızlı güzel şapkaları vardı ve bu şapkalar onlara ayrı bir resmiyet katıyordu. Hayal gücümü çalıştırarak onları ulaşılmaz büyük devlet adamları, rütbeli askerler, yıldızlı generaller olarak düşledim. Onlardan birine baktığımda şapkasının altından ışıldayan mavi gözlerinin etrafı kolaçan ettiğini gördüm. Birisini aradığı ya da beklediği belliydi. Kapıya yakın oturan yaşlı bir kadın, siyah bastonuna sıkıca tutundu ve yavaşça ayağa kalkarak kamburu çıkmış bir şekilde bu mavi gözlü adama doğru yürüdü. Adam elindeki bavulu yere bırakarak kadının yanına gitti ve ona sarıldı. Kim bilir hangi günlerin, hangi ayların, hangi yılların özlemi giderilmişti tam o anda? Ben küçücük bir çocuktum, bu görüntü beni sadece düşündürmüştü. Çünkü "özlem", benim daha o zamanlar pek anlamadığım, bilmediğim, hissetmediğim bir duyguydu.
Havada bütün bu kalabalığın kokusunu bastıran köfte kokusu vardı. Açlık hissedilmese bile istasyonun lokantasından gelen bu koku, masalardan birine oturup porsiyon ya da ekmek arası köfte yemek için yolcuları kendisine çekiyordu. İştah açıcı cazibesine kapılmamak mümkün değildi. Babama baktım o ne demek istediğimi anladı. Ablamla ikimize birer sandviç aldı. Orada yediğim sandviçin aynı lezzetini ve köftenin kokusunu hayatımda başka bir yerde bulamadım. Bu istasyonda unutamadığım başka bir şey vardı ki bezelye tanelerine benzeyen şekerler… Yeşil renkli şekerleri ısırdığımda ortasındaki donuk çikolata bu şekere ayrı bir renk katıyordu, tadı da çok güzeldi. Şeffaf plastik dikdörtgen kutuda, dökme yerinde sürgülü bir kapakçığı vardı. Kapağı parmağımla ileriye ittirdiğimde şekerler avucumun içine tane tane düşüyordu. Bu şekerlere ben abone olmuştum ve bizim de o zamanlarda şimdiki gibi pek fazla seçeneğimiz yoktu.
İstasyona gelen tren sesi ile kalabalık hareketlendi, trenin duracağı noktada yolcular toplandı. Biz de kapıya yöneldik, duvardaki saate son kez baktım ve ona oracıkta sessizce veda ettim. Dışarıya çıktığımızda uzakta görünen tren, düdüğünü çalarak bize doğru gelirken, onu demirden yapılmış devasal bir yılana benzetmiştim. Tren yolu oldukça büyüktü ve bir sürü ray yan yana dizilmişti, bazıları da çaprazlama kesişmişti. Biraz ilerideki raylarda yük vagonları, tamirde bulunan tren kompartımanları, kaderine terk edilmiş eski vagonlar vardı. Ağır bir demir ve makine yağı kokusunu yayan rüzgarla birlikte trenimiz hızını keserek geldi, önümüzde durdu. Demir merdivenlerden babamın yardımıyla yolcu vagonuna çıktık ve dar koridorda ilerlemeye başladık. Boş bir kompartıman bulunca yerleştik. İçi çok yeni değildi, koltukların kılıfları bazı yerlerinden sökülmüştü. Cam kenarında üzeri çiziklerle dolu katlanır yemek masasının yanına ablamla karşılıklı oturduk. Heyecanlıydık çünkü tren yolculuğu çok zevkli olacaktı ve Kırcali'de bir sürü macera bizi bekliyordu. Yaklaşık yarım saat geçmişti ki istasyondan bir anons yapıldı ve tren düdüğünü çaldı. Koca demir yılan homurdanarak kıpırdadı ve hareket ederek hızlandı. Yüzümüzde derin bir çocuk gülümseyişi, büyüyünce özleyeceğimiz trenin ritimli sesini dinleyerek Kırcali'ye, Arda nehrine doğru yola koyulduk.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo İnternet gazeteciliği (II) |
|
Basılı gazeteleri yayıma hazırlamak için bir telaş söz konusudur. Haberlerin derlenmesi, köşelerin dolması, en güncel haberlerin ana sayfada yerlerini alması titiz bir çalışmanın ürünüdür. Bir kere basıma girdikten sonra gazete için, özel koşullar hariç, geriye dönüş yoktur. Gazeteler sabahın erken saatlerde ülkenin dört bir yanına yayılır ve güne başlarken okura ulaşır.
İnternet gazeteciliğinde ise, zamanla çok farklı bir yarış var. Hedeflenen bir sonraki gün değil, o andır. Haber ve bilgi akışındaki hız, artık sınırları zorluyor. Haberlere internetten ulaşmak bu kadar kolay olurken; medyanın, basılı yayınları bir "yaşam kültürü"nü korumak adına, yapması gereken çalışmalar var. Elbette sayfalara dokunmanın, gazeteleri evirip çevirmenin, özel yazıları kesip saklamanın yerini bilgisayarlar kolay kolay tutamayacak. Ne var ki nesiller değiştikçe, birtakım temel alışkanlıkların da değişebileceğine bir önceki hafta değinmiştim.
İnternet gazeteciliğinin, basılı yayınlara karşılık anlamlı bir üstünlüğü ise interaktivite.
Birçok haber sitesi, okurlarına yorum yapma, haberleri puanlama, konuyla ilgili anketlere katılma şansını sunmakta. Toplumun çeşitli konular hakkında fikrini, eğilimini öğrenmek internetle kolay, ucuz ve etkin. Okurların görüş bildirmeleri her ne kadar demokrasi ve katılımcılık adına yararlı olsa da, aynı zamanda beni kaygılandırıyor.
Kasım 2006'da kaleme aldığım bir makalede, "...takip edebildiğim kadarıyla bu interaktif ortam, kimi okurların ya bilinçsizce yazmalarına neden oluyor ya da sahici bir kötü niyet ve potansiyel bir tehlikeye işâret ediyor. (...) Yanlı yayın yapan ve çarpıtmalarla haber yayınlayan siteleri ele aldığımızda durum daha da kötüleşiyor" diye yazdım. Bu düşüncelerim geçerliliğini koruyor. Okur yorumları arasında ırkçı, nefret içerikli söylemlere aradan geçen iki buçuk yıl içinde de rastladım. Öte yandan herkes her konuda uzman olabilir mi? Okur yorumlarının gerçekçi bir süzgeçten ve denetimden geçmeleri şart. Yoksa bazı haberler altına düşülen yüzlerce yorumdan anlamlı birkaçını okuyana dek, insan zaman kaybeder.
Haberlerin ideolojik perspektiflere, çeşitli tezlere dayanarak yorumlanmış, incelenmiş hali "köşe yazıları" olarak karşımıza çıkmakta. Ülkemizde köşe yazarlığı medyada hatırı sayılır bir yere sahip. İnternet aracılığıyla haberlere erişmek evet kolay, ama "köşeler", basılı gazete kâğıtlarında, yerlerinde en güzel. Bu konuda internetin sağladığı yararlardan biri de, hoşunuza giden yazıları e-postalar aracılığıyla paylaşabilmek. Yazarlar açısından bakıldığı zamansa, internette belirgin bir risk var. Yazılar kaynak gösterilmeden çalınabilmekte, çarpıtılabilmekte veya değiştirilmekte. Yazarlar, metinlerini internette yayımlarken bu durumu göz önünde bulundurmalı. Kimi köşe yazarları internetten yazılarını çekmiş durumda.
İnternetteki yazıların akıbeti belli olmadığı gibi, Emre Kongar'ın köşe yazısında aktardığı (Cumhuriyet, 11 Haziran), Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç'in uyarısını dikkate almakta yarar var. Orhan Erinç'in belirttiği gibi, "İnternet gazeteciliğini tanımlayan hak ve sorumlulukları belirleyen bir özel yasa yok." Kaldı ki internetin geneli üzerinde, özellikle yasaklı siteler düşünüldüğünde, ülkemizde denetimin nasıl ve ne şekilde uygulandığını anlamak zor. Aslında basılı medyada bile hukuki sıkıntılar yaşanırken, internet gazeteciliğinin yasal yönünü tartışmak bir yerde anlamsızlaşıyor…
Yazımı sonlandırmadan, bir kez daha bloglara değinmek istiyorum. Günümüzde internete ve yazmaya bir parça ilgisi duyan herkesin bir sayfası olabilir. Bloglar aracılığıyla yazıları, fotoğrafları ve videoları paylaşmak son derece kolay. Bloglar, dünya çapında gazetecilik adına yepyeni bir boyut açmaya başladı bile… Ülkemizde haber üretme ve yayınlamada ajansların rolü büyük, kurumsal kimlikler ön planda. Yeni nesil muhabirler ise, inanıyorum ki bloglar sayesinde, topluma daha şeffaf ve objektif haberler sunacaklar.
Basılı yayımlar, özellikle ülkemizde, kalitelerini iyileştirmeli ve yaşama kültürümüzün bir parçası olmaya devam etmeli… Elimde tuttuğum, sayfalarını çevirdiğim gazete, dergi, kitap gibisi yok… İnternet gazeteciliğindeki gelişmeleri hep birlikte izleyeceğiz. Yeter ki sanal ortamı doğru kullanılsın, iyi amaçlara, araç olsun…
David Ojalvo, Ayder - Rize ojalvo.blogspot.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Kirpiklerinde Sakla Gözyaşlarını… |
|
İçimde ufalanan şeker parçalarını gözyaşlarımla ıslatıyorum, sabah olmadan... Saat; erime vakti. Özetleyemediğim şiirler var dilimin ucunda, hazır olda bekleyen... Sözlerini unutup, yastığıma kokularını sindirdiğim şarkılar... Dizlerimi açıkta bırakan beyaz eteğimden deniz suları saçıyorum, yıldız ışıltılarıyla sevişsin diye... Taptığım ay, dolunay... Uzak şimdi ayın öptüğü denizli geceler... Hastalıklı biletler kesiyorum, peronlarda kırmızı şalımı ara. Bir yırtık kağıt parçasına kodlanmış suretimi... Gözlerim, orantısız dökülmüş, renkli ojelerimin kalan parlaklığından izliyor hayatı. Boyumun yetişmediği raflarda tozlu ciltleri var yalnızlığımın... İçim turunç acısı, yol sancısı... Bileklerimi sıkıp, varlığını kelepçelediğin sokaklardan ağıtlar akıtıyorum, günebakanlar küskün düş bozumlarına... Dudağımın kenarı ıslık mezarlığı bu akşam... Kızarık ay, tütün imzalı... İçime çekerken, nefesini durak bilen bulutlu maziyi, yoktun... Özlemsiz sabahlarındaydın, ağustosta açmayan kar çiçeklerinin... Uzaktım, uzak kaldım. Dinmedi mavi düş, turuncu vurgun... Vurgun; turuncu. Yaz renkleri kavurdu mavsiminde dökülen dalgalarını, öpüşlerin... Mürekkebimin son damlasıyla atamadığım imzamda eksik kalan harflerden masal yazdım, sen koktu, yosun düştü. Yeşildi. Koyuydu. Mercandı. Turuncu. Düş-tü. Yormadım ağustos telaşını, eylül çaresizliğine... Temmuzdan çıkma yıldız seline tutuşturdum damarımda raksa alevlenen renkleri. Her renge ayrı bir gelin teli taktım. Sarı gül anlamlanmasın diye... Gökkuşağıyla seviştirmedim, ayrılık sadece bir sanrı... Yazdı, geceler telli duvaklı... Portakalsız likörlerin, özlemiyle geniz yaktı aşklar, iklimsiz... Sultansız masallardan zümrüt yüzükler çaldım diye tek ayak üstünde, tebeşir tozları dalgalarıma siner... Sustuğum şarkıların nakaratlarını dua diye sayıyorum, başım yastığa düşmeden... Duyuyor musun? Duymak isteseydin, güneşin oynaştığı saçların gamzelerine düşerdi, kirpiklerinin ardı kristalleşir, anka kuşuna hazırlardın gerdanını, inci inci... Boğazımda düğümleniyor şimdi kırıkları, biraz senden biraz benden arta alan sevda masallarının... Ve ellerim... Yaralı... Yaralı ellerim... Durmuyor kalem, yazmıyor kadın kadın... Kalender meşrep, şuh, renk makyözü, yıldız giyinip, gece sürünen, ay kokan kadın kalmıyor gecenin perde arkasında... Esmiyor rüzgâr güzelim... Güzel değilim bu gece. Düşmüyor ateşim, vurgunum dinmiyor, şarap kızılı dağılmıyor değüip geçtiğin kaldırımlarımda.. Dua okuyorum. Duanı... Nakaratları ve dizeleri seviştiriyorum, günahkar melek mabetlerinde... Mevsimlerden... Yaz gecesi susuyor. Mevsim alev, mevsim siyah, mevsim dalga dalga... Bozgun yağmuru bu sabah...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Karınca Yuvası & Arı Kovanı…
Yanık tenli sevimli mi sevimli çok çalışkan bir karınca varmış..
ve kraliçesine taparmış..
Bu yüzden, her emri herkesten önce yerine getirirmiş.
"kim buğday tanesi getirecek"
diye sorulduğunda henüz kimse cevap veremeden bizim karınca fırlar gidermiş buğday tanesini bulmaya..
"ilerdeki ağacın altında ölü bir örümcek var, birkaçınız gidip getirin ama ağlara takılmayın dikkatli olun"
Tabi ki en önde bizim karınca..
- Tek istediği binlerce karınca arasında sevgili kraliçesinin kendisini fark etmesiymiş..
Yuvalarının yakınında tüm görevlerin dışında kalan yasaklı bir yol varmış.
Bir tatil günü kimseye haber vermeden fırlamış yuvadan, kraliçesine daha güzel hediyeler bulabilmek için..
Yola geldiğinde son kez düşünmüş yasağa uysun mu uymasın mı?
Önce arkasına, sonra önüne bakmış, sevgili kraliçesi gözlerinin önüne gelince kesin kararını vermiş ve atlamış yola..
(e tabi karınca bu, ne bilsin insanca kuralları…)
Bir kamyon tekerinin altında, hem asfaltın hem de lastiğin parçası olmuş..
***
Zalim mi zalim bir kraliçesi varmış arı kovanının.
Ve ondan nefret eden şirin mi şirin ama tembel bir arıcık yaşarmış binlerce kardeşi ile birlikte bu yuvada.
"Bu kıvamda bir şey eksik ne! ne? neee!!! olabilir, pappatyaaaa, gidin papatya özü getirin"
Tüm arılar birbirleri ile yarışırmış papatya tarlasına doğru..
"bundan bal mal olmaz lan pislikler neden gelincik özü toplamadınız, s.ktirin gidip getirin"
(e evet kraliçemizin ağzı da biraz bozukmuş..)
Bu iğrenç mesaiye ve zulme daha fazla dayanamayacağını anlayan arıcık, her türlü tehlikeyi göze alarak yalnız başına kanat çırpmaya başlamış, uzak kırlara doğru..
- Tek korkusu zalim kraliçesinin kaybolduğunu fark edip, eşek arılarına haber vermesiymiş.
Uçmuş, uçmuş, uçmuş.., aç ve güçsüz kalıncaya kadar….
- piknik alanında menekşe rengi gözümü çiçek sanıp konan, sonra da sokup beni kör eden arı, işte bu arıdır..
Levent Bedir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Karşı
Kendine de karşı olmadan "karşı" bir hayat nasıl yaşanır, dedi adamın biri geçen gün. İlk anda mantıksız bulsam da sonradan çok doğru söylediğini fark ettim.
Karşı kelimesini kim bulduysa ona sormak lazım aslında. Şimdi onun yüzünden gerim gerim geriliyorum. Karşıda mıyım, değil miyim diye bulmaya çalışıyorum. En başta da kendimi karşıma alıyorum bunu yaparken. Dışardan izlemeye çalışıyorum yani. En geçerli yöntemin bu olduğuna inanıyorum o an ama gerçeğin öyle olmadığı gün gibi ortada! Bunun bir yöntemi olmadığını, çabalamanın yersizliğini filan hep biliyorum ama kendimi bu karşılığa övgü hissiyatından kurtaramıyorum. Yarattığı her farkı yıllarca anlatma gafletine ve sığlığına düşen insanlardan olacakmışım gibi geliyor. Sinirlerimi bozuyor bu düşünce. Bu düşüncenin içine düşüp düşüp yine kendim çıkmak daha da sinirimi bozuyor. Bu şekilde kendime karşı olma ihtimalimi çürütüyorum çünkü.
Dilencinin biri geliyor. Bu saatlerde huzur aradığımı nasıl da biliyor şerefsiz! Ona da sinirleniyorum. Bu sefer huzuru parayla almıyorum. Burda da kendime karşı gelemiyorum anlayacağınız. O sözü söyleyen adamı bulup bir güzel pataklamak istiyorum. Midesini yumruklamak, gözlükleri varsa tuzla buz etmek istiyorum.
Gözlerimi, kulaklarımı, kollarımı, bacaklarımı insanlardan kaçırabilsem de, ceketlerini, şapkalarını, ayakkabılarını hep takip ediyor oluşum beş duyumu dörde beşe katlıyor. Kaç kez duyduğumu umursamadan her duyduğuma inanmaya başlıyorum. Önce inanayım sonra karşı gelirim, diyorum. Sizce gelebiliyor muyum? Gelsem kaç yazar? Kime ne hem, ona ne buna ne? En başta size ne? Şimdi size de kızmaya başlıyorum. Karşılık mertebesine erişemeyeceğimi daha önce de hiç erişemediğimi bildiğiniz halde okumaya devam ediyorsunuz yazdıklarımı. Kızmak da değil bu, doğrudan tiksinti!
Hızlı hızlı nefes almaya başlıyorum. Burnumdan soluyorum şimdi. Sigara dumanı genzimi yakıyor. Yaksın! Bütün solunum sistemimin varlığından şüphe etsem, bir de pipo yaksam, şapkamı sağ köşesinden hafif aşağıya eğsem, saksıdakilerin kalbini çalar mıyım? Mor, kırmızı, beyaz karanfillerin kalbini vurabilir miyim on ikiden? Kim bilir belki çok ünlü bir filozof bile olurum. Tabaktaki elmalar çürürken ben de kendi kendimi çürütürüm, kim bilir!
Masaya bir kadın oturuyor. Tam karşı masaya... Gözlerini ovuşturuyor. Her gün aynada karşı karşıya geldiği gözlerini istesem, siz hep izlersiniz evde, biraz da ben izlesem olur mu, desem... Kızar mı? Benim size kızdığım gibi, o da bana kızar mı? Pürüzsüz bir ten... Genzimin yumuşadığını duyar gibi oluyorum. Kadayıfın üstündeki kaymak gibi, serin serin geçse boğazımdan diyorum. O kadar güzel... Serin ve güzel. Sera etkisi yaratıyor bende kadın. Kalemin ucuyla derimi delecek kadar çok havasız kaldığımı, şıpır şıpır terlediğimi, bir yerimden patlayıp sönsem dilencisiz huzuru bulabileceğimi zannediyorum. Sanrılarım olmadan nasıl geçerim onun bedenine! Çok güzel olduğunu sanıyorum, gözlerini kendi gözlüğümde bulduğumu sanıyorum, yansımamın midemin hemen üstündeki çukur aynamdan geldiğini sanıyorum... Sanıyorum da bir türlü geçemiyorum onun bedenine! Başka ne sansam, diye kara kara düşünüyorum. Garson geliyor. Sade kahve alayım, diyorum.
Sevgilisi yoktur sanıyorum, şirin küçük bir evi vardır sanıyorum, kediden çok köpek seviyordur sanıyorum, denizi sever her gün kadıköy vapuruna biner sanıyorum... Olmuyor! Kahrolsun bütün pürüzsüzlüğü! Çok serin, o kadar da beyaz... Nasıl güzel! Nasıl yıkarım duvarlarını bilemiyorum! Bir bulsam. Kurallarının kitabını yırtıp atsam. Ya da üç beş maddeye indirgesem de geçsem bedenine bu karşı güzelliğin diye sesim titreye titreye kendime nasihat veriyorum. Dilenci gelse tekrar, cebimden bir elli kuruş çıkarırmışım gibi geliyor. Huzur aramanın ayaklarıma kara sular indirdiğini hisseder gibi oluyorum. Adamın ciğerlerini ziftle doldurmak istiyorum. Bütün beylik lafları edenleri kanser yapan bir virüs bulsam... Okusaydım...
Çantasını karıştırıyor. Gidecek mi? Müzikçalar çıkarıyor çantasından. Kulaklıklarını takıyor. Duvarları nerde? Dinamitin ucunu bu kulaklıklar mı ateşleyecek? Sigarasını götürse ağzına çakmağımla biter miydim yanında? Fark yaratmanın seviyesizliğinde çatır çutur sevişir miydik? Kızardı, biliyorum. Kolları, bacakları, ayakkabıları... O kadar güzel... Güzel kelimesinin bulan adamın beylik lafları nelerdi acaba?
Çukur aynam kırılacak gibi oluyor. Bir rüzgar esiyor, titriyor surlu camlar içimde. Saçlarını toplamasa, rüzgarı keser miydi? Ağlıyor... Ağlıyor! Kaşlarını çatıyor. İnce ince ağlıyor. Yoldan geçen adamın rüküşlüğüne mi canı sıkıldı? Neden ağlıyor?
Pürüzsüz... Serin... Mideme batıyor aynanın parçaları. Duvarlarının yasını tutuyor. Yıktı o şarkı bütün kurallarını biliyorum. Öyle güzel... Nereye gitti parçalarım? Genzim, ciğerlerim, midem nereye gitti? Her şeyden geçti! Ben de geçtim! Kendime de karşıyım şimdi!
Zeynep Tozuk
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç RAMAZANA, TERAVİHE VE ÇOCUKLAR'A DAİR… |
|
Ayların sultanı ramazan, insanların 'Bir'de buluştuğu, birbiriyle kaynaştığı ve yardımlaştığı müstesna zaman dilimleridir. Bu ayda kalpler yumuşar, merhamet yüreklerden taşar. Kadın erkek, zengin fakir, büyük küçük herkes aynı manevî iklimde soluk alır. Camiler insanlarla hayat bulur. Aynı apartmanda oturduğu halde aylarca birbiriyle görüş(e)meyenler teravih namazı saflarında buluşurlar. Mahalle sakinleri camilerde bir ve beraber olurlar.
Ramazan, büyüklerin oruç ayı olsa da bu ayda çocuklar da farklı bir iklime girerler. Çocuklar en az büyükler kadar sevinirler ramazanın gelişine. Bazıları küçük yaşlarına rağmen oruç tutmakta ısrar ederler; anne babaları ne kadar uğraşsa da onları bu kararlarından döndüremezler. En azından birkaç gün oruç tutarlar, bazıları yarım gün tutmayı denerler. Bu yaştaki çocukların oruca meyli ve merakı bir hayli çoktur. İftardan sonra kız çocuklar anne veya nineleriyle, erkek çocuklar ise baba veya dedeleriyle teravihe giderler. Cami onlar için bir maneviyattan öte bir oyun ve eğlence atmosferidir. Bir kısım çocuklar da teravihleri evden uzaklaşmak, derslerden kaçmak için bir vesile sayarlar; camilerde arkadaşlarıyla buluşurlar.
Çocuklar teravih namazlarında genellikle en arka safa gönderilir. Bu, çocukların arayıp da bulamadığı bir şeydir. Çünkü namazı oyuna ve eğlenceye döndürmek için ortam hazırlanmıştır. Teravih başlayınca çocuklar anne babalarını taklit ederek kendilerince namaz kılarlar. Fakat yan yana iki çocuk gelmişse, işi eğlenceye döndürmek, sulandırmak ve gülmek de kaçınılmazdır. Çocuk bir hayli küçükse, namaz kılanların önünden geçerek camiyi baştan sona dolaşabilir. Zira çocuklar bu yaşta davranışlarının değerlendirmesini yapamazlar. Bu hareketlerde bulunurken ince hesap yapmazlar, derinliğine düşünmezler. Fakat büyükler bu hareketlere hiç de hoşgörüyle bakmazlar. Bazı kaba softaların; namaz kılarken gülüşen, sağa sola bakıp dikkatleri dağıtan çocukları kolundan tutup camiden attığına da şahit olabilirsiniz.
Bu yılki ramazanın ilk teravih namazını kılmak için gittiğim bir camide şahit olduğum bir kabalığı aktarmak istiyorum size. Ramazanın bu ilk teravisinde çocuklar camiyi doldurmuştu. Namaza başlamak için ayağa kalktığımızda yaşı yetmişin üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bembeyaz sakallı bir ihtiyarın sekiz on yaşlarındaki bir çocuğu evire çevire dövdüğünü görerek üzüldüm. Cemaatin bakışları o noktaya yoğunlaştı. Müdahale etmeye kalkışanlar olduysa da çocuk ağır bir sille yemekten kurtulamadı. Sorsanız kendisini en büyük Müslüman olarak gören bu ihtiyar, yaptığı bu kabalıkla bunun gibi çocukları camiden soğuttu.
Çocuklar kötü alışkanlıklara bulaşmasın, dinine, geleneklerine bağlı inançlı insanlar olsunlar isteriz. Kahvehanelere, disko ve barlara giden gençleri 'vurun abalıya' misali insafsızca eleştiririz. Oysa bu gençleri, henüz çocukluk çağlarında bizler o mekânlara itmişiz. Camiye okumaya gelen çocukları en küçük yaramazlık yaptıklarında, haylazlık ettiklerinde, okuyamadıklarında falakaya çekmişiz. Cennetin güzelliklerini anlatacak yerde, cehennemin ne kadar korkunç bir yer olduğunu anlatarak onları korkutmuşuz. Allah'ın 'rahman', rahim' 'halim' sıfatlarından evvel 'celal' ve 'kahhar' sıfatlarını anlatarak ürkütmüşüz onları. Onlar da zamanla korkularını ümitsizliğe dönüştürmüşler. Kurtuluşu yanlış adreslerde aramışlar.
Başlangıcında rahmet, ortasında bereket ve sonunda mağfiret olan kutlu ramazan ayında kimsenin kalbini kırmamak gerekir. Bu kişi bir çocuksa daha da hassas davranmak bir zorunluluktur. Çocuklar varsın oynasınlar ama camilerden ve dinî duygulardan soğumasınlar.
Çocukları camilere ısındırmak için onları ramazanlarda camiye götürmek lazımdır. Hatta camiye gelen çocuklara lokum, çikolata ve şeker vermek de teşvik etmek açısından önemlidir. Bu küçük giderleri cami cemaatinden varlıklı bir hayırsever pekâlâ karşılayabilir. Bu çocuklar yarının büyükleri olacak; onlara Allah sevgisini, cami adabını öğretmek gerekir. Çocuklar manevî iklimde yetişirlerse ilerde büyük makam ve mevkilere gelince rüşvet almazlar, iltimas yapmazlar, işten kaytarmazlar; vicdanlarının sesini dinlerler; en büyük polisiye kuvvetin vicdanlarda saklı olduğu gerçeğini idrak ederek öylece hareket ederler.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Birgün
Karşılaştılar birgün
Bakıştılar hem var hem yok gibi…
Bakışı bölüşür gibi
Çoktan uzaklaşmış ayrılıkların
unutmuşluğunda
Aralarında yaşanmamış şeylerin
uzaklığı
Söylemek isteyip de söylenilmemiş
sözlerin boğumları
Güz ilerliyor açıklardaki bir yelken
gibi
Kış uzaklarda bir yerlerde gelmeyecek
baharları bekliyor
Karşılaştılar birgün
Aralarında koca bir hayatın boşluğu
''Ve ellerinde başka birinin tutmuşluğu…''
Çağla GÖKDENİZ
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.16.4613 / Windows / 4.48 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.0.9.9 / 16 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|