|
|
|
Editör'den : Ramazan, Şubat tatiline denk gelse keşke! |
Merhabalar,
İki gündür yoğun bir saldırı altındayım. Konumuz sanal savaşın rasgele mermileri. Hepimiz yaralanıyoruz ama eğer bir eposta sunucunuz varsa saldırı sonunda komaya girmemeniz mümkün değil. Ateşin ne taraftan geldiğini anlıyorsunuz, bilahare gereken önlemi aldığınızı sanıyorsunuz ama heyhat, cin fikirli sanal gerillalar başka taraftan saldırıyor. Sunucuyu kapat kurtul da olmuyor, velhasıl iki günümü bilgisayar başında pinekleyip elimdeki şaplakla spam kovalayarak geçirdim ve hâlen de geçirmekteyim. Deneme yanılma metodları sonuç vermeye başladı Allahtan. Yoksa dükkanı kapatıp kaçmak işten bile değil. İki arada bir derede yeni sayıyı hazırlayarak sizlerle yarenlik ediyorum da rahatlıyorum. Ama eli yüzü düzgün okunur şeyler yazamıyorum, üzgünüm.
...
Bu sene Ramazandan birşey anladıysam viking olayım. Hani iftar saatlerinde boşalan trafiği görmesem var olduğundan bile şüpheye düşeceğim. Günahmıdır değilmidir bilmem ama kafamı kurcalayan bir şeyi sizlere de sormak istiyorum. "De" diyorum çünkü cevap verebileceğini sandığım herkese sordum ve hiçbirinden akıllı uslu bir cevap alamadım. Soru şu; İslamiyette 355 günlük Hicri takvimi kullanmak farz mıdır? Aklı kullanmayı emreden bir yüce dinin, en azından, sosyal yaşama uygun bir takvime göre uygulanması günah mıdır? Yani her sene onbir gün kayan bir Ramazan'ı Miladi takvime göre sabitlemek Allah'ın emrine karşı gelmek mi olur? Bir bilene müteşekkir kalacağım. Ayıp ettiysek te affola artık.
...
Yaz sezonunun son sayısını okuyorsunuz şu anda. Gelecek haftadan itibaren normal yayın düzenimize geçmeyi planlıyorum, ancak bir dönem daha haftada 5 yerine 3 gün yayını denemek istiyorum. Gidişata göre yayın planımızda gereken değişiklikleri yaparız nasılsa. Yazılarınızı göndermeye devam edin. İlginizi eksik etmeyin, sağolun varolun, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan GÖKÇEADA 3 |
|
Gökçeada'da Nisan ortalarına doğru dersleri kırıp Kaleköy'e denize gitmeye başlardık. Dersleri kıran bir iki öğrenciyle sınırlıysa sorun olmazdı. Ama bütün sınıf okuldan kaçtığında okul bunu ciddiye alıyordu. Bunu siyasi bir eylem, okul yönetimine karşı başkaldırı olarak algılıyorlardı. Dersten kaçtığınız gün hiçbir sorunla karşılaşmıyorduk. Çünkü eğitim şefi kaçanları ertesi gün sabah odasına çağırıyordu. Nöbetçi öğrenci elindeki öğrenci listesiyle sınıfa girip "numaralarını okuduğum arkadaşlar eğitim şefinin odasına gidecekler," diye duyuru yapardı. Eğer hastalık veya nöbet gibi bir bahaneniz varsa anlayış gösterilirdi. Ama eğer sadece haylazlık etmek için dersten kırdıysanız o sabah temiz bir dayak yerdiniz. Eğitim şefinin özel yapım bir sopası vardı. Onunla genellikle kıçımıza veya sırtımıza vururdu. Dayak yiyeceği gün gibi ayan beyan olanlar dayaktan önce bazı önlemler alırdı. Örneğin birkaç pantolonu, gömleği veya pardösüyü üst üste giyerek sopanın etkisini azaltmaya çalışırlardı. Ve nedense dayak yiyenler bunu hep gizlerdi. Ya da "acımadı kine, hiç acımadı, duymadım bile,"derlerdi. Baharla birlikte dersleri kıranların dışında haftada birkaç kez eğitim şefinin odasına çağırılanlar vardı. Bunlar resmen o odaya ve dayağa aboneydi. Ya zamanında kalkmazlar, ya yataklarını toplamazlar ya da etütlere geç kalırlardı. Bizim sınıfta da bu ekipten bir iki kişi vardı. Eğitim şefi bunları cezalandırmaktan bıkıp usandı, bunlar dayak yemekten usanmadılar. Sanırım dayak da bir süre sonra sigara gibi bağımlılık yapıyordu. Ben dayak yiyen öğrencilere acıdığım kadar eğitim şefine de acırdım. Çünkü adamcağız hiç de öfkeli veya sevimsiz biri değildi. Kendisine verilmiş kötü adam ve korkulan yönetici rolünü oynamaya çalışırdı. Geçim derdi, ne yapsın?
Lise yıllarımızda bütünlemeye kalan öğrencilere yazın kırk gün okula giderlerdi. Haylazlar için yetiştirici düzenlenirdi. Kurstan sonra kaldığımız dersten sınav yapılırdı. Yazın bir dersten kursa kalmak Gökçeada da piyangodan tatil kazanmak gibi bir şeydi. Kaldığınız ders sayısı az ise kurs saatleri de çok az olurdu. Denize gitmek ve tatil yapmak için bol bol vaktimiz olurdu. Kendi yaşıtımız onlarca kafa dengiyle mis gibi bir yaz kampı. Sınıfını takıntısız geçenlerin bu yaz kamplarından haberleri olmazdı. Onlar bütünlemeye kaldık diye bizim için üzülürler, hatta bizi teselli etmeye çalışırlardı. Yazın curcunanın, eğlencenin Kaleköy sahillerini bizi beklediğini nereden anlayacaklar? Köylerine dönüp tarlada bahçede çalışırlardı. Bu böyle acayip haylazların ödüllendirildiği, çalışkanların cezalandırıldığı bir sistemdi.
Haylazlar kampında olduğumuz bir yaz sabahı o gün kursu olmayan belki de yüz kişi hep birlikte Kaleköy'e denize gittik. Kaleköy sahilindeki askeri kampın gerisinde karadut ağaçları vardı. Denizden çıkıp karadut ağaçlarına tırmanıp bol bol dut yedik. Karadutun tadını bilenler ağaca çıkan kişinin temiz kalmasının mümkün olmadığını da bilirler. Önce korunmaya çalıştık. Ama olmadı, baktık hepimizin bir yerleri boyanmış. İlerleyen dakikalarda işin çivisi kendiliğinden çıktı. Baktık ki temiz kalamıyoruz hepimiz kendimizi karadutla boyadık. Tam Amerikan filmlerindeki gibi bir çılgınlık… Belki otuz genç vücutlarımız tepeden tırnağa dut rengi sahile döndük. O günkü curcuna, kahkaha görmeğe değerdi. Askeri kampın bütün sakinleri bizden rahatsız olmuştu. Birkaç kere gelip gençler ayıp oluyor falan dediler ama aldıran kim?
Askerlerin gelip bizi uyarması hiç hoşumuza gitmedi. Delikanlı raconuna ters… Biz onlara karışıyor muyduk? Onlar niye uçana kaçana karışıyordu. Sahildeki bütün gençler hep beraber suya atladık. Mantarları geçip askeri kampın sahilindeki dubaya tırmandık. Duba tıka basa insan doldu. Neredeyse batacak, su seviyesine kadar indi. Bizi gören askerler kayıklarına atlayıp küreklere asıldılar. Ama askerler bize yetişmeden hepimiz dubadan atlayıp limana doğru yüzdük. O gün askerleri gıcık etmek için bu duba baskınını birkaç kez tekrarladık. Günün sonunda çok eğlenmiş çok da yorulmuştuk. Asil sürprizi günün sonunda karadut yaptı. Saatlerce suda kaldığımız halde dutun boyası çıkmamıştı. Sadece bordo rengi mora dönüşüp kalmıştı. Beş altı gün sonra ancak dut suyunun morundan kurtulabildik.
Bademli köyü son yıllarda çok moda olmuş. Dibek kahvesi Kaleköy manzarası eşliğinde turistik bir sunuma kavuşmuş. Bunu öve öve bitiremeyen anlatılara rastladım. Bu dibekte kahve işi ege sahillerinde de yaygındır. Kahve değirmenleri yaygınlaşmadan önce her yerde kahve dibekte dövülür ve ince elekten elenerek pişirilmeye hazır hale getirilirdi. Neyse kimsenin ekmeğinde gözüm yok. Kahveyi istedikleri gibi allayıp pullayıp pişirsinler. Bademli köyüne dik bir yokuşla çıkılırdı. Hani gitmedik, görmedim o köy bizim köy sayılmaz diye birkaç kez çıkmışlığım vardır. O yıllarda köyde sadece birkaç hane vardı. Gerçeği söylemek gerekirse o köye ilk çıkışım sigaranın, benzinin, şekerin ve çayın, şimdi adlarını saymaya gerek görmediğim onlarca malın kıtlık zamanlarına rastlar. "Bademlide sigara varmış," dediler. Yalanmış ne bilelim. Bir heyecan, bir telaş vardık gittik. Kan ter içinde köye vardık. Ne sigarası bakkal bile bulamadık. Köye boşu boşuna çıkıp hayal kırıklığına uğrayınca ahdettik. Geri dönünce bizi kandıranları dövecektik. Elbette kimseyi dövmedik. Çünkü bize köyde sigara olduğunu söyleyenler para verip kendileri de sigara ısmarlamışlardı. Asıl suçlu onlar değillerdi. Şeyim hıyar diyene bir kaşık tuz ile koşunlarındı.
Bademler köyünün yükseğinden Kaleköy sahilinde akşamları gün batımı manzarası müthiş güzeldir. Ama ben o tepeden ovaya, akşama doğru altın rengi anızlara, elma bahçelerinin seyrine dalmayı tercih ederim. Turkuaz rengiyle tanımlanan denizin üzerinde gün batımı keyfi yapılacaksa, Kaleköy sokaklarını tırmanıp denize yakın tepelerden bakmanın daha tadına doyulmaz bir şey olduğunu düşürüm. Her şey kendi yerinde ve zamanında, kendi tadında olmalıdır. Hiçbir zaman dut, böğürtlen ve kirazı, hatta inciri kendi dalından koparıp yemenin keyfini başka bir şeye değişmem. Pazardan aldığınız hiçbir zaman o lezzette ve kokuda olamaz.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Arda Nehrine Doğru…(2) |
|
Bize ninni gibi gelen trenin tıkır tıkır gürültüsüyle uyuduğumuz gecenin sonunda kompartımana giren güneş ışığı ile uyandık. Camdan gördüğümüz tarlalar ve birbirlerine biraz uzak olan köy evlerinin üzerine mavi gökyüzündeki beyaz bulutların gölgeleri düşüyordu. Derin vadiyi sanki ortadan ikiye ayırmış nehir, üzerindeki ışık kümeleri ile göz kamaştırıcı duruyordu. Bu nehir Arda nehriydi. Annem "geldik" dedi. Tren uzun bir düdük sesinden sonra yavaşladı ve küçük bir teksas kasabasını andıran istasyonda durdu. Trenden inerken yerlerin hafif ıslak olduğunu gördük. Belli ki gece buraya yağmur yağmıştı. Soğuk sabah rüzgarı vücudumuzu titretti ama aldırış etmedik. Ciğerlerimize dolmuş trenin nemli kompartıman kokusunu nefesimizle bıraktık ve dağlardan gelen tertemiz çam kokulu sarhoş edici havayı içimize çektik. Babaannemin evi, istasyona yaklaşık on dakikalık mesafede olduğu için yürüdük. Etrafı dağlarla çevrili bu kasabada evler tek veya iki katlıydı. Evlerin önündeki bahçelerde asmalarla örülmüş çardaklar salkım salkım üzümlerle doluydu. Kırlangıçlar uçuşuyor bu asmaları kıpırdatıyor, ağaç dallarına konmadan havada süzülüyordu. Kediler sabah mahmurluğunda kuşları seyrederken bıyıklı kafaları bir sağa bir sola ani hareketlerle oynuyordu. Havada tütün kokusu vardı. Rüzgar, şafak vakti tütün tarlalarına giden insanların topladığı tütün yapraklarının taze kokusunu bize kadar getirdi ve bize hoş geldiniz dedi o sabah. İki katlı bir evin önünde durduk. Büyük bahçeyi ortadan ikiye ayıran patikasından yürüdük. Bahçenin sağ tarafında meyve ağaçları vardı. Sol tarafında ise domates, biber, soğan, patates ekilmişti. Bahçeyi geçip evin avlusuna geldiğimizde, çeşmenin yanında arkasından gördüğümüz kadın, tavuklara darı atıyordu. Babam "anne" diye seslendi. Kadın beyaz tülbentli başını bize doğru çevirdi. Bizi görünce yüzü o kadar garip olmuştu ki, sanki gözlerinde daha önce sönen ışık birden parlamış, yüzündeki belirgin çizgiler biranda kaybolmuş, solmuş teninin rengi aydınlanmıştı. Babaannem büyük gülümsemesiyle : "Amaninnnnnn, benim gızanlarım* gelmiş ya?" dedi ve hepimizi kucakladı. Sevinçten ağladı. İki gece süren ailenin sevinç bayramı ile özlem giderdikten sonra annem ve babam işleri nedeni ile eve geri döndü.
Kuzenim Semra ve Taner, amcamın çocuklarıydı ve bir ay kadar burada onlarla birlikte olacaktık. Semra boncukları severdi, sokak sokak gezip evlerden topladığı boncuklarla güzel şeyler yapardı. Taner ise elinde çekiçle evdeki kırık çıkık eşyaları çocuk kuvvetiyle tamir etmeye çalışırdı. Aslında gözle görülen bir tamir de yoktu, bol bol tahta eşyalara delik açıp fırçayı bir güzel yedikten sonra sokaktaki çocukların yanına gider, bütün gün eve gelmezdi. Babaannem sokaktaki çocuklarla oynamamıza izin vermezdi. Bunun iki nedeni vardı; birincisi hasta olmamızdan, ikincisi de çocuklardan saçlarımıza bit atlamasından korkardı ki ikinci nedeni kısa zamanda başımıza geldi. Yengem de saçlarımızı kısacık kesti, bizi arındırdı. Babaannemin bütün uyarılarına rağmen biz yine de sokaktaki çocuklarla oynamayı seviyorduk. Özellikle yan evde oturan komşu ve onların çocukları ile samimi olduk. Şafak vaktinden öğlene kadar topladıkları tütünleri evin avlusuna örme sepetlerin içinde getirirlerdi. Diğer yakınları da yardıma gelirdi. Havada ağır tütün kokusu, dillerinde türküler, katran karası olmuş elleri ile tütün yapraklarını büyük iğnelerle kalın ipliğe geçirir sıra sıra dizerlerdi. Birkaç defa biz de yardım etmiştik. İşin sonunda bize çikolata ikram etmişlerdi. İplere dizilen bu tütünler seralara asılıp güneşte kurutulurdu. Devlet sonra seralarda kuruyan tütünleri çok az bir para karşılığında insanlardan toplardı. Buradaki halk tarımcılık ve hayvancılıkla geçimini sağlardı. Toprakla uğraşmayanlar da kasabada bulunan birkaç fabrika vardı ve bu fabrikalarda çalışırdı. Burada az paraya çok çalışmak vardı ama insanlar mutluydu, sağlıklıydı, sıkıntısızdı.
Bir gün babaannem bize para verdi ve kasaba içindeki marketten almamız gerekenleri söyledi. Birkaç mahalle ötede olan markete giderken sokakta oynayan tanımadığımız çocuklar bizi görünce yola pusu kurmuş gibi yolun kenarına dizildiler. Saçları sıfıra vurulmuş bu çocuklar, uzaktan küçük eşkıyalara benziyordu. İçlerinden bir tanesinin elinde bir sopa vardı ve biz yaklaştıkça o sopayı havaya kaldırıyordu. İlk önce ne yaptığını anlayamadık ama sonra gördük ki sopaya doladıkları ölmüş kara yılanla bizi korkutmak niyetindeydiler. Ben gerçekten korktum, çünkü ölü yılan belki de sonra canlanabilirdi. Hemen yandaki sokağa saptık ve Taner bizi uzaktan görüp çocuklara çıkıştı. Korkutulmaktan kurtulmuştuk ama yüreğimiz de ağzımıza gelmişti.
Babaannem bize sadece sokaktaki çocuklarla oynamamıza kızmazdı. Onun asıl korkusu Arda nehrine gitmemizdi. Arda nehri uysal görünse de okşayıcı yeşil dalgaları biranda çocukları ve gençleri derinlerine çekiverirdi. Canları almaya alışmıştı sanki. Bir sürü çocuk boğulmuştu ve sevdiğine kavuşamayan gençler yüreklerindeki aşk ateşini söndürmek için mi, sevda acılarına son vermek için mi bilmem bu nehrin yeşil sularına atarlardı kendilerini, derinliklerinde de kaybolur giderlerdi. İşte bütün bu sebeplerden dolayı babaannem katiyen izin vermezdi gitmemize. Ama biz çocuklar yaz sıcağında biraz serinlemek için nehrin okşayıcı sularında biraz şımarmak isterdik. Uyanık olan Semra, bir gün arka odanın penceresine tahta merdiveni dayadı, havlumuzu boynumuza doladık, pencereden sarkıp merdivene tutunarak sessizce evden kaçtık. Büyük tütün tarlalarının yanından geçtik. Tütünlerin dizildiği seraları işte o zaman gördüm. Dağın yamacına geldiğimizde nehrin eteklerinde bulunan sazlıkları rüzgar dalgalandırıyordu. Nehir dağların arasında kıvrılarak ilerliyordu. Güneşin ışıkları, suyun üzerinde yakamoz yapıyordu. Bu görüntü ile Arda nehri, bizi ona gitmemiz için davet ediyordu. Suyun derin olmayan yerlerinde çocuklar şapur şupur yüzüyorlar, çığlık çığlığa şakalaşıp gülüşüyorlardı. Boyumuzu aşan sazlıkları geçtik ve onların yanına gittik, biz de nehrin soğuk suyundan nasiplendik. Akşam olmadan eve gittiğimizde babaannemin meraklı bakışlarıyla karşılaştık. Biz evden kaçtıktan hemen sonra evde olmadığımızı anlamıştı. Yanık tenlerimizi görünce çığlık attı: "Mariiiiiiii gızancıklarım, ben size demedim mi nehre gitmeyeceksiniz diye?". Bu çığlık karşısında evin içine böcekler gibi kaçıştık ve akşama yengeme nasıl hesap vereceğimizi düşündük.
*gızanlarım: kızan, çocuk-lar anlamına gelir. Kırcali yöresinde bazı kelimelerin ilk harfi olan "k" yumuşar, "g" harfi ile söylenir.
***
arda nehrine bıraktım, çiçeği mavi basma, çeyiz bohçamı
nehrin deli suyu aldı götürdü, ondan deli aktı gözyaşım.
usul usul söyledim, ayrılığa söz olmuş balkan türküsünü,
taş köprü üstünde yürüdüm, taşına yazdım veda sözümü
doğduğum toprağa ve sevdama,şahit olsun buradan geçen her yolcu
yeni kırdığım tütün yaprağın, elimde kaldı taze kokusu
kayalı aşk tepesine çıkarken,fistanımı çekiştirdi dağ rüzgarı
dalga dalga çözüldü örgülü saçlarım
çiçeği açan akasya ağacına,gelin telimi bağladım
dikeni battı tütün kokan elime
bir cana ağladım,bir de zamansız ayrıldığım yarime…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Bilge Üzmezoğlu |
GÜNEŞE DOĞRU
Bugün gökyüzünün aydınlığı vururken yüzüme, gülümsemem eksik olmadı dudaklarımdan. Sevincime ortak ettim kalabalık yalnızları. Çoğaldıkça çoğaldık, gözlerimizdeki ışıltı ortalığı daha bir ağarttı. Hep bir ağızdan bir türkü tutturduk, Anadolunun özünden gelen.
Biz ki toprağı savurup un eden, biz ki ağları sallayıp fındığı dirilten. Biz ki toprak, su, hava; yani Anadolu.
Özümüz aydınlık, özümüz onurumuz, özümüz el vermektir.
Harran ovasında, Ağrı dağında tenimizin kavrulduğunda da, Çerkez köyündeki ince belli gelinlik Esma da, Toroslardaki yörük Mehmet de, Anadoluluyuz biz Anadolulu.
Beşikte sallanırken anamdan dinlediğim nennide, yarende dinlediğim halayda. Anadoluluyuz biz Anadolulu.
Bakmayın yağız duruşuma, Konak'taki göçmen kızı Kokina da, gözleri ege mavisi çalsa da. Anadoluluyuz biz.
Eller tutmasın, yüzler güneşi görmesin isteseler de bu günlerde, Anadolum çatlıyor bir yerlerde. Yıllar süren sessizlikten sonra çığlık oluyor, büyüyor biliyorum.
Biz Anadoluluyuz. Bu toprak büyüttü bizi, bu toprak diriltecek yeniden.
Bilge Üzmezoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
KÜRT AÇILIMI VE AYDIN KÜRT KİMLİĞİ
Mevsim gereği şiddeti yavaş yavaş azalmaya başlayan sıcağın hakimiyetini devam ettirmede direndiği Ağustos sonlarına doğru Çukurova, yavaş yavaş kozadan çıkmaya başlayan pamuklarla bir beyaz pamuk ovasına dönerdi.
Güneydoğudan yöresel kıyafetleri, kimlik haline getirdikleri pejmürde halleri ve konuştukları farklı dilleriyle gelen ırgatlar, sıcak Çukurova'da pamuk tarlalarının kenarlarına kurdukları beyaz renkli derme çatma çadırlarda ovanın pamuk beyazlığını ortadan kaldırıncaya kadar kalırlardı.
Kendi pamuğumuzu toplamadan dönerken küçük benliğimle çadırlarını ve kendilerini çok yakından gördüğüm bu insanlar için amcam 'nolacak, Kürtler işte!' demiş ve bende ilk defa kürt kelimesini farklı ve bizden ayrı birilerini ifade anlamında duymuştum. O günler farklı kıyafetli ve farklı dil konuşan bu insanların rezilliklerine, yoksulluklarına hatta kendi aralarında şiddetli kavgalarına şahit olmuştum.
Amcam benzeri çok az sayıda kişiler dışında başta annem olmak üzere çevremdeki insanların onları doğallıklarıyla kabullendiklerini görmüştüm.
İlahiyat fakültesine güneydoğudan gelmiş arkadaşlar sefillik ve masumiyet halleriyle belliydiler. Bunlar aynı zamanda dindardılar. Biraz daha farklı görünümlüleri tanıdıkça kürt milliyetçiliği duygularının onlarda ağır bastığı hatta uzaktan uzağa müstakil bir kürt devletine özlem duyduklarını fark edecektim.
Öğretmenliğe başladığım Hopa'da kürt kimlikli ve İslami değerler öncelikli bir doktorun kendi ifadesiyle 'Türk devletinin' onlar üzerinde uyguladığı dışlanmışlık ve baskıyı içten içe yeğinerek anlattığına şahit olmuştum. Hatta çocukluk anısını şöyle anlatıyordu İslamcı kürt doktor: 'tesadüfen bir polisin geçtiği sokakta oynarken Kürtçe konuşmuş. Bunu işiten polis üzerine doğru gelip sıkıştırıldığı duvar köşesinde onu kollarından tutarak yukarı doğru kaldırıp çocuk çehresine burnunu kanatan bir kafa vurmuş. Başka hiçbir şey söylemeden oradan ayrılmış.'
Konuya bu şekilde yaklaşım aydın kürt kimliğini ifade ediyordu. Zira yıllar önce dış güçler tarafından devletin bölge halkına haksızlık ve zulmettiği temelli yaklaşımla aydın bir kürt ayrılıkçıları oluşturulmaya çalışılmıştı. Doktor muhtemelen anısında yalan söylüyordu. Çünkü kürt kimliğini öne çıkarıp Türk devletini ötekileştirmek için uydurulup anlatıla gelen bir mitti bu. Devletin polis ve askeriyle bölgede yaptığı bazı yanlış uygulamalar aydın kürt kimliğinin oluşumunda temel etken olmuştur. Elbette ki yeni Türkiye Cumhuriyeti doğu ve güneydoğuda ortaya çıkan isyanlarla çok uğraşmıştı. Bu isyanları bastırmada doğal olarak çok sert uygulamalar yapılmıştı. Çok az sayıda bir kesimin haksızlığa maruz kaldığı örnekler prototipleştirilerek dış güçlerin yönlendirmesiyle yüksek eğitim gören Kürtler arasında, kürt milliyetçiliği ve bunun devamı olan kürt devleti ideali yaygınlaştırılmıştır.
Adıyaman'da müstakil ortaokulun bulunduğu dört yıl görev yaptığım köyde, köylü vatandaşın doğal kimliklerini korumada ısrarlı olduklarını gördüm. Çocuklarının eğitim öğretim ve gelecekleri adına bile olsa kürt dilini ikinci önceliğe atmayı hiç düşünmüyorlardı. Oysa ilk görev yaptığım Karadeniz'de laz, hemşin ve gürcü kimlikli hiçbir vatandaşın Türkçeye karşı kendi kimlik ve dillerini önceye aldıklarını görmemiştim. Türkçe ve Türk kimliği kendi etnik kimliklerinden ve dillerinden öndeydi.
İmdi, yaklaşım olarak olumlu bulduğum kürt açılımında hükümet, yıllardır kürt devleti idealiyle yaşamış kürt aydınının ve kürt dilini konuşmada ve kimliğini korumada ısrarlı olan kürt halkının açıklamaya çalıştığım yaklaşımlarıyla ve bizdeki amcam ve benzeri kürtlere bakışın önemsenecek düzeyde olduğu yaklaşımlarla ne derece etkili ve başarılı olacak? Ve hiç hesaba katılmadan yapılacak bu açılım Karadenizin küllenmiş etnik kimliğini nasıl tetikleyecek? Merak ettiğim bu.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Tozdan Mektup |
|
Damağımda, sustuğun gecelerden arta kalan yakarış pası var...
Dakika atmayan saatlerin yelkovan gölgesinde, cesedini seyre daldım; suyun kadınlığını zorlayan alevlerin Ege sahillerinden doğuşunu...
Islak kum, bu tan vakti...
Biraz buz kırığı, biraz perçem, biraz buğu...
İsmini işlediğim oyasız güzlerin bekçilerini uyuttum nöbet başı yalnızlıklarda...
Kalemim kırmızı benim.
Rengimin kırmızı olmadığı, yorgun zamanlar, esrik tutuşlar..
Parmaklarımın ucundan ay damlıyor, yol yol dağılıyorum kuşatmasız zaferlerinde...
Damar damar işliyorum şehvetsiz lâl yosmalıklarını...
Biraz gurur, biraz nefret çözülüyorum kadehinde...
Yaslı masallara kaldırıyorum kadehimi, dudağıma iliştirilmiş taze, şuh, mavi, gecelik.. Bir gecelik.. Gece, mavi.
Şerefe...
Nemli teninde, yolsuz gemilerimi yüzdürüyorum..
Gülüyorum, kırık aynada çoğalan suretine...
Odalardan çağıran davetkâr eteklere biliyorum hançerimi, kuştüyü bir yastık şimdi katil kadınlığım...
Saksılardan genzine sürüklediğim zehir, yeşil akıntı... Okyanus sonu, dürbün camı...
Objetiktifinde derbeder ceset izleri...
Yol yorgunuyum bu akşam, bırak dağınık kalsın peri masalı, avcı, ceylan yüreği...
Avuçlarım mahşer yeri..
Garlardan taşıdığım valizler dolusu ıssız çığlık, biraz sadık biraz yosma bakış, kimsesiz eldivenler, bırak dağınık kalsın yalnız dansım...
Işıkları söndür, görünmesin dantel yırtığı, imzasız öpüşüm, kelepçeli bıçkınlığı...
Vişne rengi bir elbise bul bana bu gece, dikişine el değmemiş olsun, benim olsun.. Dokunan yansın, kül olsun...
Alkollü değilim, biraz ölüm kokladım sadece, sokak aralarından topuğu kırık öyküler giydim, romansız yaşamlar içtim... Parfüm şişemi düşürdüm ayağının ucuna güneşin...
Fonda Edith Piaf La Foule'yi söylüyordu, gün doğumu giyen kadın...
Parmak uçlarımdan yükseldim, dünsüz yarınlara.. Aynı şarkıyı söyledim, yağmur toplarken yoksulluğundan...
Sararmış bir mektup zarfı bırakıyorum, toz tutmayan cibinlik ardına, yum gözlerini, zaman körebe şimdi...
Zeytin kokan topraktan seslendiğim adın, kimliksiz güz olsun, sancıyan kanatlarından dökülen bıçak izi hatıram sadece, sadece kenarı yırtık gülüş olsun...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Hacivat'ı Büdü olanın Karagöz'ü Edi'dir - 2 |
|
- Recep idi Şaban idi derken bir anda geliverdi Ramazan. Karagöz'üm; ben de şahsınızda tüm Kahve Molası eşrafının mübarek ayını kutlasam.. Bu vesile ile sizinle o güzelim sohbetlerin içine balıklama dalsam...
( Gel gel Hacı Cavcav, gel de ben de şöyle Ramazan tadıyla ensende okkalı bir tokat patlatsam..! )
- Ahhh, ah..! Ben dinlesem siz anlatsanız, siz dinleseniz ben anlatsam ..!
( Ben de sana şöyle Hasan Şaş gibi bir kafa atsam ! )
- Editör'üm Karagöz'üm; yeni yayın döneminiz ne zaman başlayacak ?
( Az kaldı Hacivat'ım Enişte'm, ama önce şu sille ensende patlayacak ! )
- Yar, bana bir eğlenceee... Hayat geçmiyor tek başına homur homur...
Al sana eğlence, geldim yanına işte pis mendebur ..!
- Ahhhh ..! Karagöz'üm ne yaptım ben sana, neden mendebur diyorsun ?
İftar sonrası tatlı tatlı göbeğimi kaşırken aşağıdan vır vır vır başımın etini yiyiyorsun..
- İlahi Karagöz'üm, demiştim ki; belki üç-beş kelam laf ederiz. Öyle göbek kaşı felan derken uyu babam uyu...
Tamam işte geldim Hacivat, uzatma aç bakalım konuyu...
- Karagöz'üm iyi hatırlattın, söyle bakalım öyle "aç" deyince "Açılım" olur mu ?
Kimden KAÇALIM yahu ?
- Efendim, "Kaçalım" değil konuyu biraz daha "Açalım" diyorum...
Sanki elde var avuçta var da etrafa SAÇALIM.. Kafayı mı yedin Hacı Cavcav ?
- Ah be Karagöz'üm, lafı yine nerenden dinliyorsun ?
Yok bu aralar belim de iyi, bacaklarım da.. İnliyorsun dersen doğru olmaz ! Göbekten yana biraz sıkıntı var ama o da geçer...
- Yahu şu "Açılım" paketinden söz ediyorum. Ne var şu pakette pek merak ediyorum..
Merak etme, 3G diye birşey varmış ya ! Herkes bir merak ediyor, bir merak ediyor. Ama bu gece Şehzadebaşı'nda Şetaret Hanım ile Letafet Hanım varmış, ben asıl onların açılımını bekliyorum...
- Zaten Serçegil Hanım destek verirken Sivridil Hanım köstek vermiş. Şimdi herkesin gözü mahalledeki Fahriye Abla'da. Bir de Gergingiller'den Bihter Hanım'ın takınacağı tavır merak ediliyor.
Breh breh..! İlahi Haci Cavcav ihtiyarladıkça altına kaçırır gibi asıl havadisleri kaçırıyorsun. Fazla açılmadan bir mani gönder ortaya istersen...
- Buyur Karagöz'üm :
Sabah kahveleri özlendi,
Bayram yolları gözlendi,
Sen haybeye bekliyorsun,
Dilruba geçen ay sözlendi...
Anlaşıldı Hacivat'ım, senin için hazırladığım odun da yeterince közlendi ..!
- Yahu nereden çıktı bu odun ? Ne güzel konuşuyorduk Fitnat Hanım'ı, Binnaz Hanım'ı hem de pür neşe...
Açalım dedin ya konuyu, hazırladım odunu hem de halis meşe ..!
- Ahhh ..! Karagöz'üm yine eyledin viran perdeyi yıktın, "Açılım" dedik lafı ağzımıza tıktın.
Sen de milletin canını ağzında geveleye geveleye sıktın...
- Öyleyse varayım sahibine haber vereyim hemen...
Gerek yok, takip ediyorlar zaten mütemadiyen...
Ramazan geldi gidecek, selam verdik sağa-sola,
Hepinize bol bol Kahve, keyifler dolusu Mola...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ne zaman bir tohum çiçeklense ben sana öykünürüm
Ne zaman bir tohum çiçeklense ben sana öykünürüm. Uzaksın, belki ummadığım kadar yakın. Adının ne olduğunun, kim olduğunun ne önemi var ki… Pahada hafif yükte ağır büyük hayallerimin kahramanı! Neredesin? Arayışların sonunda eldeki sıfırın yüzüme çarpımıyla yutan eleman mağduru oluyorum. Kavim göçünden bu yana amansızca devam etmekte seni arayışım. Dipsiz kuyuların karanlığında arıyorum. Seni bulamamanın huzursuzluğu içinde dönüyorum uykularımda. Kâbus olup rüyama girmen dahi beni mutlu ederken NEREDESİN?.. Üzüyorsun bak! Elma dersem de çık armut ya da çıkman için bildiğim bütün meyvelerin isimlerini sayabilirim. Hep kanayan eksik ve bir o kadar da muamma olan çocuk yanımsın. Seni bulacağımı biliyorum fakat zaman beklemiyor ki işte alıp götürüyor benden bir şeyleri… Yokluğunda zaman çok hoyrat yar… Hayatımda hep birini bekleyerek yaşadığımı bilen insanlar sorular bazen 'Bulunca ne olacak?'. 'Bilmiyorum' oluyor herkese cevabım. Ne tuhaf değil mi? Yana yakıla bulmaya çalıştığım kişiyi buluncaya kadar mücadele eden; sonrasında ne yapacağını bilmeyen biriyim sadece insanlara göre. Oysa hayallerini kurduğumda bile kalbim bir güvercin kalbi gibi titriyor. İnsanların neyi nasıl bildiği umurumda değil. Seni bulunca sadece gözlerine bakma ve toprak kokan avuçlarından öpme hayali bile seni bulmama bir ömrü feda edecek kadar büyük bir amaç. Belki de ummadığım bir anda telefonum çalar 'Benim' der… Hayali bile mükemmel. Ey ulaşıldıkça ulaşılmak istenen sevdiğim! Sahi bir gün hiç olmadığım kadar umutsuz ve hiç olmadığım kadar hırçın olduğun bir anda arayıp 'Benim 'der misin? Sadece bir kelime yeter seni yüzlerce kere aramam için. Sonrasında en güzel çiçeklerin açtığı gül yüzünü görmek için gelirim şehrine. Toprak kokan avuçlarınla yüzüme dokunman gözlerimin içine bakarak 'Geldim İşte!' demen için gelirim nefesinin atmosferine. Sonra sen benim şehrime gelsen.
Ah bizi hayallerin mutluluğuna düşüren kader!
İzin ver bırak artık çıkıp gelsin ya da düş yakamdan da ben gideyim...
Ey bizi takvimlere düşüren zaman!
Çabuk geç ve sevdiğimle kavuşma anında dur…
Ölümün o soğuk yüzüyle karşılaşmadan seni bulmak istiyorum Yar! Senin kocaman gözlerine bakmak öyle ölmek istiyorum. Gözlerinin zifiri umutsuzluğunu kırmak belki de hayatın bizden aldıklarını ondan geri almak amacıyla. Tırnaklarımızın arasında büyüttüğümüz koca bir geleceği seninle paylaşmak… Miladım olur geldiğin gün… Seni her gün yaşarken böylesine aramızdaki uzaklığı kaldırdığımız gün ömrümün en büyük dönüm noktası olacak. Rüzgârın soğuğunda yokluğunla üşümek istemiyorum artık.
Şahdamarımdan daha yakınsın! Seni Seviyorum…
Pınar Sezer
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç 1.RAMAZAN ETKİNLİKLERİ VE TRABZON |
|
Ramazan gelince insanın içi içine sığmaz; sanki bambaşka bir iklime gireriz ramazanla birlikte… İftara doğru bir sevinç kaplar içimizi. Çoluk çocuğumuzla açtığımız orucun manevî lezzeti hiçbir şeyle ölçülemez. İftar sonrası camilere koşar müminler. Orada büyük bir manevî atmosfer içerisinde teravihler kılınır, dualar edilir, gönüller iman cilasıyla cilalanır. İnsanlar teravihten sonra da ramazan etkinliklerine katılarak zaman geçirirler. Fakat bu etkinlikler her yerde yapılmaz; ramazan etkinliklerinin yapıldığı yerlerin halkı şüphesiz ki çok şanslıdır.
Önceki yıllarda gerçekleştirilen dinî ağırlıklı kitap fuarlarını saymazsak bu seneye kadar Trabzon'da ramazan etkinlikleri yapılmadı hiç.... Bu yıl "CE Organizasyon" tarafından 1. Ramazan Etkinlikleri'nin altyapısı hazırlandı. TOKİ tarafından düzenlenen Zağnos Vadisi'nde gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde görsel açıdan çok güzel bir Osmanlı Sokağı dekoru inşa edildi. Geleneksel mimariden izler taşıyan buradaki dükkânlar esnafa kiralandı. Fakat Trabzon esnafı, bereket dükkânlarına gerekli ilgiyi göstermediği için dükkânların çoğu boş kaldı. Trabzon gibi bir kültür, sanat ve ticaret kentine bu ilgisizlik hiç yakışmadı.
Trabzon'da bu yıl başlayan 1. Ramazan Etkinlikleri bütün hızıyla devam ediyor. İftardan sonra canlanmaya başlayan Zağnos Vadisi, gece yarılarına kadar insanlarla dolup taşıyor. Bu yıl belediye tarafından düzenlenen ve 21 Ağustos-23 Eylül tarihleri arasında Zağnos Vadisi'nde gerçekleşmekte olan 1. Ramazan Etkinlikleri'nde, vatandaşların ramazanı doyasıya yaşadıkları yüzlerindeki tebessümden belli oluyor. Herkes hayatından memnun…
Trabzon'da bu yıl ilki yapılmakta olan 1. Ramazan Etkinlikleri'nde animasyon ve semazen gösterileri, neyzen taksimleri, tasavvuf konserleri, Hacivat-Karagöz oyunu, fasıl geceleri, yöresel sanatçı ve mehter konserleri, folklor gösterileriyle Türk sanat ve halk müziği etkinlikleri ve kolbastı gösterileri yapılıyor. Etkinlikler kapsamında takı, hediyelik eşya, kitap, kozmetik, çeyiz, ev tekstili, gümüş reyonlarının, yiyecek ve içecek stantlarının açıldığını görüyoruz. Geceleri cıvıl cıvıl oluyor Zağnos Vadisi… Aileler çoluk çocuklarını yanlarına alarak buraya getiriyorlar. Gece yarılarına kadar ailece gezip eğleniyorlar.
1. Ramazan Etkinlikleri 22 Ağustos Cuma günü mehter konseri ve havai fişek gösterileriyle başlamıştı. O günden bugüne kadar değişik etkinlikler yapıldı Zağnos Vadisi'nde… Fakat görülen o ki etkinliklerin içi yeterince dolu değil… Halkın etkinliklerden beklentisi daha fazlaydı. Ama bugüne kadar yapılan etkinlikler içerik olarak çok özgün ve dolu değildi. Burada sahne alan sanatçılar kamuoyunun tanıdığı insanlar değil. Çağrılanların çoğu boşluk doldursun, zaman geçirsin diye çağrılmış izlenimi veriyor. Sahne alanlara sanırım ayıracak belli bir bütçe yok. Onun için de gazoz parasına çıkıyor çoğu… Veya tamamen bedava… Böyle olunca seviye bir hayli düşüyor. Benim eleştirdiğim bir husus da şu; bu etkinlikler ramazanla ilişkilendiriliyor. Yani Ramazan Etkinlikleri.. Böyle bir etkinlikte kızlı erkekli toplulukların ramazanın manevî ruhuna muhalif bir şekilde çılgınlar gibi kolbastı oynamalarını hoş karşılamıyorum. Bu gibi hâl ve hareketler ramazanın özünü sulandırıyor.
Biz isterdik ki Zağnos Vadisi'ndeki bereket dükkânlarına esnafımız gereken ilgiyi göstersin. Orada bir 'Kitapevleri Sokağı' açılsın. Eskiden Trabzon'da ramazan aylarında kitap fuarları düzenlenirdi. Gönül isterdi ki Zağnos'taki dükkânların bir bölümü kitapçılara tahsis edilsin ve orada ramazana yönelik bir kitap fuarı oluşsun. Fakat Belediye Başkanımız Sayın Gümrükçüoğlu'nun belirttiğine göre kitapçılara böyle bir teklif yapılmış ama kitapçılar bu teklife ve davete rağbet etmemiştir. Durum böyleyse yapacak bir şey yoktur. Ama kitapçılar bu şenliğe katılmalıydı. Hatta belli başlı yazarlar buraya çağrılıp okurlarla buluşturulmalıydı. Bu çerçevede konferanslar düzenlenmeliydi. Okurla yazar arasında sağlam köprüler kurulmalıydı. İstanbul'da ve Ankara'da her ramazan ayında böyle etkinlikler yapılıyor. Anlaşılan o ki bizler Trabzonlular olarak Ankara ve İstanbul'a gıpta edip duracağız.
Her şeye rağmen bu etkinliklerin gerçekleşmesinde katkısı olanlara teşekkür ediyoruz.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Leş Kargaları
Asuman sürme çekmiş mi bakayım.
Gece yine içine çekmiş beni.
İzmarit adam oldum.
Leş kargaları niye peşimde?
Uygun adım kaç!
Labirentine gir sanrıların, biraz kaybol.
Sonra biraz daha…
İyice yitince doğrul.
Bir nefesinden bir şey çıkmaz ölümün.
Boğul!
Ama dur bir dakika!
Leş kargaları peşimde!
Bak oturmuş yelkovan.
Akrep yalnızca geçerken uğruyormuş.
İçli hali ayan…
Dur yelkovan, ağlama!
Peşinden koşacak o, unutma!
Sırtını sıvazlarken zamanın...
O da ne!
Leş kargaları peşimde!
Bazen düşünüyorum da...
Durun, bu kıta bayıldı!
Reklâm girin hemen.
İster misiniz leş kargalarını?
Evet, yine onlar.
Sanırım ölmedim ama.
Leş kargaları peşimde!
Kıblem elem oldukça...
Sağ ayağım şarka, sol ayağım garba, aklım şimale, gönlüm cenuba.
Yardan geldim, yaraya giderim.
Azığım az, mürşidim Kays.
Hiç aceleye gelmez!
Keraheti gelmedi henüz, inim inim kopmanın, Leyli'nin ülfetinden.
Neyse konuyu bağlayalım.
Rüyamda düşmüşüm.
Birkaç kertik ölmüşüm.
Leş kargaları peşimde!
Yamyam damgam göğsümdeymiş.
Herkesin hiçliğini yiyormuşum.
Katiyen asılsız kritize.
Biliniz ki kalbim uçurtma benim, ruhumsa püskülleri.
Ama bu başka şiirdi.
Adet yerini bulsun.
Kıta öksüz kalmasın.
Leş kargaları peşimde!
Bu bir mazi kazanı…
Hadi anı pişirelim!
En iyi tarifi mürşidim verdi.
Şu mutlulukları ayıklayalım.
Kırık yürekte, kendi huyunda, kırk fırın fiyaskoda pişer.
Ama bunun kederi ufak kalmış.
Dört elif miktarı uzatalım.
Kapağını tam kapama!
Kokusuyla ağlayalım.
Sonra yersiz sırıtalım.
Kaosun surlarına merdiven dayadık ya,
Yüzümüze döktüğü kaynar zulmetçe fokurdayalım.
İki rekât kıkırdayalım.
Ciddiyete davet ediyorum kendimi!
Atlatırsam geleceğim ama şu an...
Leş kargaları peşimde!
Hepsini boş verelim de,
Bir şeyi fark ettiniz mi?
Hâlâ yemediler beni.
Şiirin sonu geldi işte.
Ya son mısraya saklıyorlar beni, ya da, ya da...
Leş kargaları rejimde!
Bilal Ayberk AYDOĞDU
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.18.4762 Released [2009 06/09] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.1 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|