|
|
|
Editör'den : "Doğal Afet Projesi!?" |
Merhabalar,
Gümbür gümbür gürleyen bir geceden hepinize selamlar. Dün Trakya'da yaşanan doğal afetin uzantıları olsa gerek bu gürültüler. Doğal olmasına doğal ama oniki canı alan bu afeti az zararla atlatmanın yolu hâlâ olmaz mı diye de insan sormadan edemiyor. Deprem gibi de değil bu meret. Geleceği, yağacağı belliyken taşması muhtemel derelere önlem alınamazmıydı diye düşünüyor insan işte.
Kırkbeş gün oldu herhalde şu meşhur pandoranın kutusu açılayazalı beri. Bir türlü açılamaması bir yana, gün geçtikçe arap saçına dönen bu masalın sonunda kurt mu büyükanneyi yiyecek yoksa büyükanne mi kurdu dövecek henüz koca bir muamma. Laf olsun torba dolsun, ABD'min dediği olsun diye çıkılan yolda, demokratik açılım derken gelinen son nokta Meclise kapanım. Açılımı, gelin mecliste kapalı kapılar ardında konuşalım diyorlar. Deseler deseler muhalefete ne diyecekler? "Efendim bizler de sizin gibi düşünüyoruz aslında ama adamlara mülayim görünmek istiyoruz, aman çaktırmayın." ya da "Ya haklısınız amma velakin ağır abiler İmralı'yı adam yerine koymamızı şart koşuyorlar o yüzden bir türlü açılamıyoruz." diyebilirler mi mesela? Bunlar da bu yüz olduktan sonra derler bir de üstüne cila çekerler.
Şu açılım dedikleri şey çıktığından beri anlayamadığım birşey var. Ellerine yüzlerine bulaştırdıkları her işe "Proje" demeyi adet haline getirmiş hükümet, bu işe de "Barış ve Kardeşlik Projesi" diyor. Alt üst kimliği bir tarafa bıraktım, aslını inkar etmeyen ama tek bayrak altında uyumlu yaşamayı asırlardır becermiş Kürt kökenli Türk kardeşlerimizle birilerinin bir husumeti mi varbilmediğimiz? Kendine Kürt diyenlerle Türk diyenler savaşıyorlar mı? Anlaşılır gibi değil. Hele birtakım gerizekalı kalemşörlerinn bu işi ABD'deki ırkçı ayrımcılıkla özdeşleştirmesi yok mu, insanı çileden çıkarıyor. Sanki aramızda bir köle sahip çekişmesi varmış gibi, benzettikleri şeye bakın hele. Hepimizin bir Kürt akrabası, Kürtün Türk gelini yok mu bu memlekette? Peki kimin barışından, kimin kardeşliğinden söz ediyoruz anlayan var mı? Memleketin geneline yayılmış dengesizliklerin mahsulü geri kalmışlığı, bir Türk Kürt çekişmesiymiş gibi gösterenler çarpılır şu mübarek günde. Açılmak mı istiyorsun, açarsın okulları, açarsın fabrikaları, silaha yatırdığın paranın dörttebiri yeter de artar bunlara. Çocuğu okutur, okuttuğuna iş verirsen, bak bakalım o zaman o çocuk Türkü Kürtü sorun ediyor mu? Bunları bağıra çağıra da yapmaya gerek yok. İstiyorsan yaparsın. Herşey elinde, şikayet edecek halin mi var? Türkün Kürtle, Kürtün Türkle bir derdi olmadığı ortada. Dert başka yerde. Dağda, İmralı'da, huzursuzluktan nemalananlarda. Yol haritalarını bekleyip, inceleyeceğine, kendin bir patika yol aç ta boyunu posunu görelim ey yüce Tayyip Bey.
Açılmadık yer kalmayacak ya, birileri araya Ermeni açılımını da sıkıştırdı bu arada. Hani tepki gelmese, oldu da bitti maşallah, sınır da açılır inşallah diyecekler. Birkaç ay evvel Karabağ sorunu çözülmeden sınır mınır yok diyenler bugün kıvırtmanın arefesindeler. Eee, emir büyük yerden. Onu al, bunu ver, orayı aç, burayı kapa derken olduk hepimiz birer emirkulu artema. Allah sonumuzu hayretsin. Şemsiyesiz dışarı çıkmayın, alçaklarda kalmayın, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan GÖKÇEADA 4 |
|
Bir sabah erkenden yola çıktık. Sonbahar güneşi sokakları bile ısıtmamıştı henüz, Sabah kahvaltısı için bekleyemedik. Yemekhaneden birkaç ekmek çaldık. Çaldık bile sayılmaz çünkü bizim sabah tayınımızdı o ekmekler. Yemekhaneden yiyecek çıkarmak yasaktı. Bu nedenle gizlice almak zorundaydık. Ben ekmeğin yanında soğan da çaldım. Mutfağın kapısının hemen yanında kasa kasa soğan vardı. Biraz da tuz... Kaşla göz arası Tuzluğu atıvermişim cebime. Dalgınlık işte anlarsınız. Akşama geri getirip masanın birine bırakıverirdim. Kimsenin ruhu bile duymazdı. Sabahın köründe soğan ekmek kimseye çekici gelmedi. "Kimsenin canı da çekmedi. Niye aldın oğlum onları. Boşuna hamallık etme," dediler. Yatağından yeni çıkmış, hala bedeninde uykunun ılık esintisini gezdiren birisi ekmeği soğanı ne yapsın? Yolda acıkırız neme lazım. Ben genelde cinsimdir biraz, azıcık da inatçı. Aklıma eseni yapıveririm.
Zeytinli altına vardığımızda güneş yavaş yavaş ortalığı kızdırmaya başladı. Bereket ki mevsim sonbahardı ve fazla eziyet etmiyordu. Yol köprüye gelmeden devlet üretme çiftliğinin elma bahçesine girdik. Birkaç elma kopardık. Yolun kıyısında elmalarımızı yemek için kısa bir mola verdik. Sonra Şahinkaya ya doğru yola düzüldük. Yol dip bir yamacın altından uzanıp dere boyunca akıyordu. Biz de sohbet, şamata, şarkı türkü gidiyorduk. Bir keçi sesi duyduk. Hayvan ormanları, vadiyi inletiyordu. Hayvan yoldan görünmüyordu. Sesin geldiği yöne doğru yürüyüp tepeye çıktık. İrice bir keçi yamaçtan aşağıya doğru uzanan bir ağacın dalına asılıp kalmış. Kaç zamandır böyle bilmeye imkân yok. Hayvancağız nasıl düştüyse boynuzlarından iki dalın arasına sıkışıp kalmış. Bütün vücudu çamaşır ipindeki giysi gibi aşağı sallanıyor. Bizi görünce hayvan ürküp debelenmeye başladı. Feryadına yürek dayanmıyor. İki arkadaş ağaca tırmanıp keçiyi yukarı çektik. Boynuzlarından yavaşça aşağıya sarkıtıp kayalık zemine doğru indirdik. Arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Fundalıkların arasına dalıp gözden kayboldu.
Dereköy'e yaklaştığımızda hava iyice ısınmıştı. Bir kez daha mola verip dinlendik. Dağlardan akan incecik bir pınardan su içtik. Su mu acıktırdı bize, yoksa yürümek mi? Bilmiyorum. "Çıkar bakalım şu ekmekleri dediler." Ekmek, soğan ve tuzluğu çamdan çıkardım. Sabahleyin mutfaktan ekmek çalmamı gereksiz bulan arkadaşlarım "Keşke birkaç domates alsaymışız, olsa peynir de iyi giderdi," diyorlardı. Tıka basa doymasak bile açlığımızı bastırmıştık. Yeniden yola koyulmak gerekiyordu.
Gökçeada'dan Kapıkaya'ya tam on beş kilometre yürümemiz lazımdı. On beş kilometre bu dile kolay. Ali Osman'ın köylüsü varmış cezaevinde. Gediz ovasının Turgutlu tarafındanmış, Hamzalı köyünden. Cezasının çoğunu çekince açık tarım cezaevine göndermişler Kapıkaya'ya. Dizlerimizde derman, gözlerimizde ışık tükeninceye kadar yürüdük. Benim aklımda hep o soru var. Ya bizi almazlarsa, görüştürmezlerse Halil'le? Bu kadar yolu boşu boşuna gelmiş olmayalım? Kapıkaya' ya ulaştığımızda vakit öğleye yaklaşıyordu.
Dağlarla çevrili denize doğru uzanan bir düzlükte bağlar, zeytinlikler, büyük birkaç bina ve barakalar vardı. Eğer kapıdaki tabelayı görmeseydim orada bir cezaevinin olduğunu hayatta tahmin edemezdim. Binalar boyu bir metreye yakın yükseklikte bir duvarla korunuyordu. Elbette duvarlar mahkûmları içerde tutmak için değil, çevredeki hayvanlardan bahçeleri korumak için yapılmıştı. Gardiyan veya bir görevliyle karşılaşmadan kapıdan içeri girdik. Bahçede rastladığımız birine hemşerimiz Halil'i sorduk. Tanımakta hiç zorlanmadı, hemen çağırıp geldi. Halil cezaevinin muhasebe servisinde çalışıyormuş. Bizi görünce sevindi, hepimize teker teker sarıldı. Ali Osman bizi Halil'le tanıştırdı. Halil, nasıl geldiğimizi, karnımızın aç olup olmadığını sordu. Bütün yolu yürüdüğümüzü öğrenince üzüldü. Karnımız aç değildi ama bizi dinlemedi. "Bu kadar yol yürüyen kişi taş yese yine acıkır , "dedi. Yemekhane iyice kalabalıklaşmadan erkenden öğlen karavanasını yedik. Onların karavanası ile okulunki neredeyse aynıydı. Barbunya, bulgur pilavı ve çoban salata…
Halil'e şaşkınlığımı gizleyemeden,;
- Bu nasıl cezaevi, isteyen herkes buradan kaçar?
- Ben geldiğimden beri hiç kaçan olmadı.
- Duvar yok, parmaklık yok, kaçmak isteyeni kim durdurabilir ki?
- Kimse durdurmaz. Durdurmaya bile çalışmaz. İsteyen kaçar. Ama kaçan bütün
mahkumiyetini yakar. Yeniden firar suçuyla yargılanır. Burada yatanların çoğunun çok az günü kalmıştır. Kimse kaçıp başını belaya sokmak istemez.
- Hiç kaçan olmuş mu peki?
- Bizden önce birkaç kafadar kaçmışlar. Ama adadan çıkmak kolay değil. Feribota binmeye
kalksa anında enselenir. Kaçıp bir hafta dağlarda dolaşmışlar. Keçi, koyun ne yakalayabilirlerse kesip yemişler. Rum köylerinden birinde papazın evini basmışlar. Karısına, kızına sarkıntılık etmişler. Hatta bizim gardiyanlardan biri bunları Gökçeada Çarşısı'nda avare avare gezerken görmüş. Arkadaşlar cezaevine dönün sonunuz kötü olur. Henüz firarınız bildirilmedi falan diyerek ikna etmeye çalışmış. Ona da küfür etmişler. Biz gelmiyoruz, sıkıysa gelin yakalayın diye meydan okumuşlar. Yaklaşık on gün dağda bayırda sürttükten sonra gelip teslim olmuşlar. Ne olacak, tabi hepsini kapalıya göndermişler. Aslında papazın şikâyeti olmasa kimse bir şey demeyecekmişler. Bir de çaldıkları koyun ve keçiler…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu EYLÜL KIZ |
|
Güneş, Yarımada'yı ısıtmaya başladı başlayacak. Gecenin dinlendirdiği suya bir an önce girmeliyim. Yatların uğultusu, balıkçı motorlarının pat patları denizin dibini şeytan düğününe çevirmeden birkaç balık avlamalıyım.
Burnumun dibinde bitiveriyor. İrkiliyorum. Bu saatte benden başka kimseler uyanık olmaz buralarda.
- Günaydın, diyorum.
Galiba şaşkınlığımı gizlemek için başvurduğum yol bu.
- Ben Eylül, diyor.
Adımı söylerken elimi uzatıyorum. Bir erkenci martı üzerimizden hızla geçip suya dalıyor. Kaşla göz arasında yakaladığı irice bir kefali sarkıtarak karşı kayalıklarda yitip gidiyor.
- Siz de bu martı gibisiniz. Sabahın köründe geliyorsunuz her gün. Bırakın balıklar
yeni güne ulaşmanın tadını çıkarsın.
- Yaşın kaç senin?
Soru, dilimin ucunda ama sormuyorum. 14 -15 yaşlarında genç irisi bir kız.
- Eylülde mi doğmuşsun sen?
Gülümsüyor.
- Bir insanın adının Eylül olması için eylülde doğması gerekmez ki…
- Bizde çocuklara doğdukları zamanın adı verilir: Ramazan, Bayram, Recep, Şaban,
Güz, Bahar, Ekim, Nisan…
- Niye aralık, ocak, şubat, mart yok?
Bir an duralıyorum.
"Allahın emri, peygamberin kavliyle kızınız rebi-ül ahir'i, oğlumuz cemâziyel
evvel'e istiyoruz."
Aklıma geliveren bu garip cümleye gülüyorum. Çünkü içimden bir ses çoktan "Kızın babası da ' Ben senin cemâziyel evvelini bilirim!' desin mi?" demiş.
Bu çocuk da kendisine güldüğümü sanıp ayıplayacak beni. Şimdi bu deyimin öyküsünü Eylül kıza anlatsam...
"Osmanlılar devlete ait her belgeyi çuvallarda saklarmış. Her çuvalın üstüne de belgelerin ait olduğu ayın adı yazılırmış. Memurlardan biri çuvallardan birini aşırmış. Kendisine bir don diktirmiş. Komşuları da nasılsa üstünde "cemâziyel evvel" yazılı bu donu görmüş. Donun çalıntı çuvaldan yapıldığını anlayıp gülüşmüşler. Zamanla memur yüksele yüksele hatırı sayılır makamlara ulaşmış. Artık samur kürkler, mücevherli kaftanlar giyer olmuş.
Onun bu halini gören eski bir tanıdığı:
- Siz onun bugünkü durumuna bakmayın. Biz onun cemâziyel evvelini biliriz, demiş."
Demek ki cemâziyel evveli bilinen kişileri baş tacı yapmak, bu toplumda yeni bir adet değilmiş.
Şimdi bu öyküyü Eylül Kız'a anlatsam "Ne alaka?"diye soracak.
Öyle ya Bodrum garajında "İşsizim, açım!" çığlıklarıyla kendisini yakan delikanlının çaresizliğinde kıçında cemâziyel evvel yazanların ne çok payı olduğunu Eylül nerden bilsin?
****
- Sana bu adı kim vermiş?
- Dedem!
Gözümde sıra dışı bir dede torun ilişkisi canlanıyor.
- Eylül, doğanın hasat ayıdır. Yeni doğumların ilk tohumları yine bu ayda atılır.
Bu kız reenkarnasyon ürünü olmalı:
- Hasat ayını anladım da ikinci cümleni pek anlayamadım.
Gülüyor:
- Hasat olmadan bitki ve toprak yeni ürüne durur mu?
- Ama arada kış var. Kışın dinleniyor doğa.
Bu son sözüme kendimde tam inanmıyorum. Çünkü güz ekininin buğdayının daha özlü
olduğunu biliyorum.
Başını yana sallıyor.
- Sebzeler, meyveler ürünlerini insanlar, hayvanlar yesin diye vermez. İneğin
memesi biz içelim diye sütlenmez.
Ne diyor bu çocuk. Anlaşıldı, bu gerçek bir reenkarnasyon.
- Onlar o canlıların soylarını sürdürme çabasının sonucudur. Ağaç, meyvesini
verince, Kuş, yavrusunu yuvadan uçurunca varlığının sürdüğünü anlar. İşte o an beden kendisini yeni ürüne hazırlamaya başlar.
Yahu ben "Eylül"ü konuşacaktım. Söz nereye gitti.
"Sen nisansın daha, ben sarı eylül
sen goncasın açan, ben kuruyan gül"
Ta ta dam…Kutlu Payaslı Üstadın Muhayyerkürdi eseri dökülüyor dilimden. Bekir Mutlu bu güfteyi kaç yaşında yazdı ki?( Bu yazı yazılırken bir gazetede Bekir Mutlu'nun ölüm haberini okuyorum. Şarkılarıyla yaşasın.)
Yok, yok sevmedim bu serzenişi. Eylülü, nisanlara, mayıslara ezdiren anlayış bana göre değil. Mart nerden bilecek eylülün tadını? Oysa Eylül, onları yaşamış da gelmiştir. Eylül, ömrün demlenmişi, kıvamlanmışıdır bilene.
Yahya Kemal'in,
" Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri"
dizelerinde eylülü övmesini severim; ama
"Günler kısaldı Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları"
dizelerindeki melankolisini kabullenemem.
Eylül şiirlerini yaşlı şairlerin yazması, yaşlı bestecilerin eylül şarkıları bestelemeleri pek de önemsenmeyecek bir gerçek olmamalı.
Dur, dur, dur! Eğer bu açıdan bakarsak bir bebeğe Eylül adını vermek ne büyük sorumsuzluk değil mi? Bebek Eylül, Eylül Bebek... Filiz Nine ne denli denk düşmüyorsa Eylül Bebek de öyle değil mi?
Dedesi torununa neden bu adı vermiş olabilir ki?
Kışkırtıcı bir sorunun yanıtı belki beni aydınlatabilir:
- Sen dedenin hasadı mı oluyorsun?
Benim kendi dünyasından ne denli uzak olduğumu, iflah olmayacağımı düşünmüş olmalı
ki elinin tersiyle iteler gibi bir hareket yapıyor:
- Sen dal kendi denizine. Ancak her balığı da vurma. Bak martıyı gördün. Onun
büyük balık yakalamasından ibret al.
Bacak kadar kız çocuğunun benim gibi yaşlı birine böyle ders vermesi olacak şey mi? Renk vermesem de iyice bozuluyorum.
Renk mi dedim?
Kaç gündür denizin mavisi değişti. Bir bakıyorsun gümüşî, bir bakıyorsun tirşe… Bu yaz yanan yamaçlar canlanıyor gözümde. Eylülü yaşamadan ölmek ne acı!
- İyi de deden sana neden Eylül adını vermiş.
- Sen de dedem yaşındasın. Senin de torunun vardır elbet. Adı ne onların?
- Farz et ki, Ali, Ayse…
- Zamandan kopuk…
- Farz et ki Filiz, çiçek…
- Yaşamı tam kavramıyor…
- Ya Eylül?
- Dedem, ömrümün Eylül'üne ulaşmam ve o yaşlarımın da mutluluğunu yaşayabilmemi
dilediği için bana bu adı vermiş,
Aklımda Yunus'un dizeleri:
Bu dünyada iki şeye yanar özün göyner gönlüm
Yiğit için ölenlere, gök ekini biçmiş gibi.
- Off!
Bizim Feriştah'ın oğlunun ne işi vardı Zap Suyunda. Ayşe kadın da son bir kez olsun yüzünü görememişti Kerem'inin değil mi?
Kerem gitmişti, Ayşe kadın hâlâ ova bayır yas eder ün eder, yanar kerem gibi…
Şimdi,
"Bir gecede gittimdi hazirandan eylüle
Eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda."
Dese Haydar Ergülen. Hilmi Yavuz da
"eylül! daha çocukluğumdan
beri size bakardım ben
bir yazın azalmakta olan
sözcüklerinden nasıl da
ansızın sökülürdünüz
bahçelerle ve kül
dolardı içim...eylül!"
Dizeleriyle eylüle can verse, fesatsın derler, barışa çomak sokuyorsun. Eylül çocuklar eylüllerine ulaşsın diye gerekirse kan kusup kızılcık şerbeti içeceksin.
Bugün 1 Eylül. Dünya Barış Günü
"Bütün gün kırlarda dolaştım
Şapkam dolusu eylül filizleri topladım
Sarıp sarmaladım sarı yapraklarla
Gün batıyordu
Koştum
Şapkamı denize bıraktım."
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler: İçimdeki Köy Evinde Azıcık Kalsam! |
|
Küçük bir ormanın yanında bir köy evi olsun, benim olsun, bahçeli olsun. Ağaç dalları pencereme sarksın, evin içinde yazı masası, uyumak için bir yatak ve pencere önünde bir sandalyem olsun ki mavi bulutları ve uçan kuşları seyredebileyim. Ekmek değil un olsun bir çuvalda, ben kendim yaparım ekmeğimi. Elime versinler domates, salatalık, patates tohumlarını; ben ekerim hiç üşenmeden evimin arka bahçesine. En önemlisi kağıdım ve tükenmeyen kalemim olsun. Yazayım her şeyi, benimle yarışan zamana aldırış etmeden. Güneş doğarken sabahlarda ben masamda onu karalayayım, dağların arasından nasıl yükseldiğini gökyüzünde, denizin üzerinde nasıl yakamoz oluşturduğunu, nasıl ışıklarını saçtığını doğaya ve bunu yaparken renkleri nasıl ortaya çıkardığını anlatayım. Gece olduğunda cırcır böceklerinin sesini tarif edeyim kağıtlarda, ateş böceklerinin ışık kümeleri halinde bir yanıp bir sönerek uçuştuğunu ormanın en karanlık yerlerinde… Ay'ı anlatayım, gizemli ışığında nasıl aydınlattığını bir yaz gecesini. Yaşamın her nefesinde görülecek bu güzelliklerin varoluşunda insanoğlunun iyiliklerini ve kötülüklerini yazayım. Yazarken hiç kimse olmasın yanımda; sadece ben ve sessiz köy evim, tüm kalabalıklardan uzak… İnsanlardan, insan dedikodularından, medeniyetin gereksiz gürültüsünden, işyeri sorunları ve patron çığlıklarından, araba ve motor seslerinden, anlamsız kornalardan, televizyonun kafa şişiren gürültüsünden çok uzak olayım. Sadece ben ve yazılarım… Düşüncelerimde ne "dün" olsun ne de "yarın", istediğim "bugün"ü yaşamak "bugün"ü yazmak…
Düşündüm de karıncalar ziyaret edebilir beni, onlar sessiz olurlar. Ama çok kalmasınlar yanımda alsınlar ekmek kırıntılarını ve gitsinler hemen.
İnsan işte bazen uzaklaşmak ister; iş yerinden, evden, insanlardan, sevdiklerinden ve hatta kendisinden bile… Derin bir sessizliğin içine girmek ister. Bedensel ve zihinsel huzura erişmek için soyutlar kendini her şeyden. Genelde geçici olur ama bazen de kalıcı olur bu istek. Kalıcı uzaklaşma isteği insanların hayatını mahveder, çok üzücü sonuçlar doğurur ki bu konuya hiç girmeyeceğim. Peki her şeyden uzaklaşma isteğinin sebebi nedir? Bana göre bu durum içsel çöküştür ve çok karmaşıktır. Birkaç sorunun cevabı belki yukarıda bahsettiğim gibi hissedenlerin durumunu açıklayacak: Kendinizi psikolojik olarak güçlü hissedenlerden misiniz? Ailenizin baş kahramanı, kurtarıcısı siz misiniz? Çevrenizde herkes size mi gelir derdini anlatır? Bilge kişi olarak akıl veren siz misiniz? Eğer böyle iseniz yıldızlı aferin size! Siz bencil insanlardan değilsiniz! Peki mutlu musunuz? Huzurlu musunuz? Siz bence şöylesiniz: Maddi ve manevi yardımcı olduğunuz yetmiyormuş gibi başkalarının sorunlarını sırtınıza yükler ve taşırsınız. Kendi sorunlarınızı unutursunuz. Zamanla ağır gelen bu yükten sırf hatır, ailevi, dostluk nedenlerini düşünerek şikayet etmezsiniz. Sonra ne olur? Hiç ummadığımız bir zamanda kendi derdinizi unutup, taşıdığınız yükün sahipleri bir gün kalbinizi kırar ve üzülürsünüz. Hayal kırıklığına uğrarsınız, anlam veremezsiniz. Yükün ne kadar ağır olduğunu işte o zaman anlarsınız. İsyan edersiniz, karşınızdaki bencil davranışı affetmezsiniz. Son olarak hafif depresyon sizi kucaklar. Çaresizlik içinde çözüm ararsınız? Çünkü yine güçlü olan siz olduğunuz için sorununuzla baş başa kalırsınız. Kendiniz çözmek zorundasınızdır. Çözümü nasıl mı? Uygulayabilene aşk olsun! İlk önce bencil olun, tıpkı onlar gibi. Sadece kendinizi düşünün ve "hayır" demesini öğrenin. Sorunlar size geldiğinde dinlemeyin, bahaneler uydurup kaçın. Pozitif olan insanların yanına gidin. Benim gibi kendi içinizde bir köy evi yaratın, biraz yalnız kalın, ama uzun vadeli değil, azıcık. İnsanlarla çok yakın olmak ne kadar kötüyse çok uzak olmanın da kötü olduğunu hissedene kadar o köy evinde kalın. Karıncalara kızmayın, izin verin kırıntıları toplasınlar, sonra kovun onları benim gibi. Yeni hayata, yeni insanlara kucak açmanın vakti gelmiştir. Sağlığınızı kurtaran bu küçük evi içinizde hiç yıkmayın, ihtiyacınız olduğunda oraya gidin ve huzuru yakalayın ama sakın orda devamlı kalmayın bu çok tehlikeli olabilir.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran AYDINLANMIŞ UYGAR AVRUPA |
|
Geçen gün sevgili Muhsin Kut aradı ve ilk bakışta şaşırtıcı, ama aslında alttan alta yüzyıllardır işleyen bir öykü anlattı..
Tarih Araştırmaları Vakfı'nın girişimiyle güzel bir işe koyulmuş Foçalılar: binlerce yıl önceki ataları teknelerine atlayıp, kürek gücüyle Foça'ya benzeyen bir yer aramışlar kıyılarda; sonunda, Marsilya'ya ulaşmışlar, orayı çıktıkları toprağa benzer bulup yerleşmişler ya, biz de hem bu gözüpek yolculuğu analım, hem aynı yoldan gidip Fransa kıyısındaki Foça'ya bir daha ulaşalım, demişler. Sanırım eski tekne resimlerine bakarak öyle bir gemicik yaptırmışlar, (Ee, herkesin gemiciği (!!!) bir olmaz elbet.), geçmişler 20 çifte küreğin başına, 55 günde Marsilya'ya varmışlar.
Daha önce, kuru kuru gitmeyelim, oradaki eski Foçalılara bir armağan da götürelim, demişler; Muhsin'e, Foça ile Marsilya'yı iç içe canlandıran resimler yapmayı önermişler; o da gitmiş, Fransız konsolosluğuna başvurmuş, tasarı çok beğenilmiş, sevgili dostumun yol paraları karşılanmış, Marsilya'ya uçmuş, gezip dolaşmış, taslaklar çizmiş; sonra Foça'ya dönmüş; 15"i buradan 15"i oradan, 30 resim hazırlamış. Ulaşım için ünlü bir kurumla görüşmüş, onlar da çok sevinmişler bu güzel girişime, resimleri parasız taşırız demişler.
Ancakkkk, bu güzel düş kürekli tekne Marsilya'ya varınca kararmaya başlamış; Finikelilerden yüzlerce yıl sonra Marsilya'ya göçen Ermeniler işe el atmış, yerel yetkilileri (?) sıkıştırmış, geminin karaya yanaşmasını önlemişler.
O arada Muhsincim de Marsilya'dan resimlerin sergileneceği yerin adını ve tarihleri bekliyor; çıt yok. Yazışma, telefon, boşuna; sonunda, bağışlayın, size sergi yeri bulamadık, diye yanıtlamış aydınlanmış, uygar (!!!) Avrupa'nın Marsilya kentinde yaşayan¸kendi öz oğulları kadar çok sevdikleri (?) Atatürk'ün "yurtta barış, dünyada barış" ilkesini benimsemiş, şimdilik kendi aralarında Birlik kurmuş olan; ama aslında bütün dünyada "eşitlik,kardeşlik, özgürlük" yaratmak isteyen güzelim Fransızlar.
Kıyıya yanaştırılmayan Foçalıların sonra ne yaptıklarını, nereye sığındıklarını bilmiyorum; ama Muhsin böyle çiğliklere alışıktır; istediği resmi yapabilmek için, Avustralya'da, değme yiğidin göze alamayacağı şeyi başarmış, ekmeğini işlerin en ağırlarından birinde, Vita fabrikasında çalışarak kazanmıştır. O 30 Foça-Marsilya resmini nasılsa bir sergiyle sevenlerine gösterir.
Zaten bu yılın Ekim"inde, sanattaki 50. yılını kutlayacak geniş kapsamlı, sıra dışı bir sergiyle; günü gelince ondan ayrıca söz ederim.
Şimdi dönelim küçük bir tekneyi kıyıya yanaştırmayan, bir ressama sergi salonu bulamayan(?) Marsılyalılara, Fransızlara, Avruplılara. 365, sabahtan akşama, dünyanın her yanındaki ezip sömürdükleri, amansız kıyımlardan geçirdikleri insanları uygarlık, hak, hukuk, demokrasi söylevi çeken o zavallılara. Zavallı aslında en hafif sözcük. Bugün ulaştığımız bilgi, bilinç düzeyinde Avrupa"nın yetenekli çocuklarının da payı büyük elbet; ama paradan, daha çok paradan başka bir şey düşünmeyen; onu ele geçirmek için bırakın başkalarını, kendi ana babalarını, çocuklarını da kıtır kıtır kesen, yakan, eriten canavarlar aynı dünya gemisinde bulunduğumuzu, hep birlikte batacağımızı ne görmek istiyorlar, ne de anlamak.
Nitekim, çok geçmeden tükenecek olan petrol için dünyayı kana bulamaktan bir saniye geri durmuyor bu Avrupalı, Amerikalı barbarlar; petrolden elde ektikleri benzinle, mazotla dolaştırdıkları arabalardan çıkan gazla milyonlarca yılda oluşmuş koruyucu zırhı, ozon katmanını deliyor; havarükeyi durdurulmaz biçimde ısıtıyor; ormanları kesiyor; buzulları eritiyorlar. Yahu yapmayın, etmeyin, önce sizin kıyalarınızı, kentlerinizi basacak okyanus diyorsunuz, umarlarında değil; hani bir zamanlar atom atıp dünyayı çöle çevirdikten sonra sığınıklarından çıkıp yerküreye egemen olmayı tasarlayan çılgınlar gibi, bunlar da, kıyıları, kentleri okyanus basarsa, daha yüksek yerlere kaçmayı, silahla olmazsa parayla yeni yurtlar edinmeyi düşünüyorlar. Bunu tanımlamaya sözcük yeter mi?
Gerçi dünyamızın bir köşesinde, tam 500 yıl ezip sömürdükleri Küba'dan başlayıp öbür Güney Amerika ülkelerine yayılan gerçek uygarlık, kardeşlik, eşitlik var; ama 7 milyarlık ezici çoğunluğun karşısında bu umut kaynakları ne kadar cılız! Dileyelim, Keloğlan Dev'i yensin.
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
DİPSİZ
Yaz geldiğinden midir yoksa aslında ruhen yalnızlığım çok uzun sürdüğünden midir ya da aslında iflah olmaz bir hayalperest olduğumdan mıdır bilemedim hiç. İçim kıpır kıpır. Adamın biri geçen gün dedi ki; "senin sesin de hep bir keyif var aslında". Başka biri de "pozitif" demiş, hatta bir de "çok" kelimesini ilave etmiş başına. Bu söylenenlere ne kadar sevindiğimi anlattığımda bir başkası da "ama sen uzundur böylesin zaten" diye tepki verdi.
38 inde sevmeye başlayınca insan kendisini, 38 inde tanımaya başlayınca içindeki gerçek seni.. Yaralarını da, zaaflarını da, çook büyük sandığın hatalarını da yarı yoldan sonra kabullenmeye ve bir kısmını da gülümseyerek karşılayabilme yetisini ancak kazanınca, hakkında söylenenleri duyduğunda kıpır kıpır oluyorsun işte. Bir ruh hali değişikliği değil bu, bu kadar basit değil. Denizin dibini keşfetmek gibi daha çok. Aslında çok ürkütücü gelir bir çok insana denizin dibi. Bana da öyle gelir.. Ekranda gördüğün bir dolu değişik yaratığı suyun dibinde bedeninin yanı başından geçerken ve hatta sana sürtünürken düşününce bir tuhaf oluveriyor insanın içi. Neyle karşılaşacağını neredeyse hiç bilmediğin, sürprizlerle dolu uçsuz bucaksız ve korunmasız bir dünya, su altı. Dalgıçlık yapan bir arkadaşım söylemişti, "bir kere daldın mı o dünyadan vazgeçmiyorsun" diye. O zaman gülmüştüm, korkunun bedenine sarılacağını bile bile her seferinde bilinmezliklere nasıl dalınır diye...
Benim keşfim de böyle işte. Lacivert ve duru bir sudayım. Eskiden çok ve hatta belki de hep dalgalıydı. Şimdi nadiren dalgalı. Eskiden dalgalar dipteki kumları kaldırır, ortalığı bulandırırdı. Şimdi kumların üzerinde taşlar var. Rüzgar da sertleşince zaman zaman, kayaların arasından sızabiliyor ve bulandırabiliyor suyu. Nadiren ve kısa süreli iri dalgalar oluyor yine de...
Eskiden dibe inmekten korkuyor, neyle karşılaşacağımı bilemediğim için sahip olduğum korkulara yeniliyordum. Şimdi korkularımla kol kola iniyorum suyun dibine. Nefessiz kaldığımda hiç utanmadan, sıkılmadan çıkıyorum suyun yüzüne derin bir nefes alıp yine dalıyorum denizin dibine. Her dalışımda yeni bir canlıyla tanışıyorum, bazen biri çarpıyor, kızartıyor etimi. Bazen ne olduğunu bilemediğim renkli bir balık dost gibi yaklaşıyor, tam yanıma geldiğinde çirkin keskin dişlerini gösteriyor. Nasıl oluyor bilemiyorum ama her seferinde o korkuyu yaşıyor, tedirgin oluyor, titriyor, iliklerime kadar geriliyor ama yine de dalıyorum..
Banu Aksoylu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ersel Akant "-ki" |
|
Söyleyemediğin birkaç harf vardı her cümlende,
Ve her cümlenin sonuna gelen "ki"ler…
Ben bilmem ki,
Yapamam ki,
Utanırım ki…
Diye geçerdi sözler…
Ve ardından ben devam ederdim;
Ruhumu dinlendiren sesini,
Hiçbir şeye değişemem ki…
Bakamam ki başkasına,
Sevemem ki başkasını.
Susamam ki sen varken,
Konuşamam ki gözlerine bakarken…
Şehirler
Omuzlarımda yazdan kalma güneş yanıkları,
Radyoda bana yazılmış gibi gelen eski aşk şarkıları,
Birde sevgilinin her rüzgarda savrulan saçları,
Ve her köşeyi döndüğümde gerçek sandığım hayaller var,
Geçtiğim tüm şehirlerde…
Uludağ Etekleri
Uzun bir aradan sonra tekrar gelmiştim Uludağ`a,
Tepelerindeki kar, henüz eteklerine varmamıştı.
Soğuk yoktu, kış gelmemişti yani…
Üşümemiştik hiçbirimiz.
Unutmaya çalışmakla hatırlamak arasına sıkışmış yüreğim,
Uludağ`da taşar olmuştu.
Kendi elimle hapsettiğim kuşlar, sırtını dönmüştü.
Ve koskoca Uludağ o gün üşümüştü.
Bense tüm bunlara inat, direnmiştim tüm sert rüzgarlar eserken.
Ve mazimin mabedine dönüp bakmamalıydım giderken…
Ersel Akant erslaknt@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Güz Yaşı… |
|
Kelimesizim bu eylül başı, yağmur arifelerinde... Solgun gül demetlerinden damlamayan kızılı, gökte arar durur yıldız yıldız, kanayan avuçlarım...
Ciğerime dolan denizde yıkayamıyorum, saklanmış gazete kupürleri gibi; geçmiş zaman olur ki...
Açelyalar ilişmeyen saç tellerim, çarşafında, dudaklarım kayıp yastık izi...
Yaldızlı jelatinlerle paketlediğim yalnızlığım duruyor tozlu rafta, sana hediye edilmek üzere...
Her yeni gün, gece akıtıyorum kirpiklerime, yıldızlar avucunda boy veriyordur belki...
Ve gecesinde saçlarımın örgüsünü bozup, küpelerimi komidine bırakıp geliyorum yitikliğin koynuna...
Masa başı mesaileri dolduramıyorum sesi olmadan ispinozların ve fitillenmeyen kandillerin gölgesi saklanmışken... Akvaryumunda güzümün... Sararmış fotoğrafları eşliyorum ağustostan öksüz, kuru yapraklarla... Guguklu saat döngüsünde ineceğim liman, kız çocuğu...
Genzime sarılıp, soluğumu yoklayan düğüm gibi uzak sevdan...İçimde yükselen sarmaşık, nabız ritmimin şüpheli adımı, bir temmuz öğle saati kanımda eriyen...
Sayamadığım mevsimler boyu bekliyorum, dağların gelinlik giymesini, denizlerin güneşle sevişmesini, kiraz ağaçlarının tomurcuklanmasını...
Çiçeklenmeyen baharlarda doğuruyorum seher renklerini parmak uçlarında... Tan sabırsızlanıyor, dudağından öpmeye düşün...
Alazlanıyor ismim dudaklarında...
Şerbet akıtıyorum gecenin surlarından, enginliğine uykularının...
Ab-ı bâde-reng döküyorum, nevşah bakışlarına...
Dinmiyor... Mesken tuttuğum bahçelerde incir ağaçları, şahikasız gecelere gebe...
Zorlayamadığım kilitlerden ten masallar duyuluyor. Metal dönüyor boş..
Bir tersine serzenişte kaybediyorum yolunu hükümsüz yarının...
Tutuşmuyor içinde kırgınlığı, cesedi eflâtun bakan sazlıkların...
İvmesiz kaydıraklardan bırakıyorum dolunayı; hanen yangın yeri, yüreğin sel..; denize seslen...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç ORUÇ NEFSE KARŞI KALKANDIR |
|
"Nefs" kelimesinin 'ruh, can, kan, benlik, iç, kalp, büyüklük, yücelik, irade' gibi onlarca karşılığı vardır. Fakat biz burada nefsi "dine uymayan isteklerin kaynağı" olarak kullanacağız. Buna "nefs-i emmare(emreden nefis)" de diyebiliriz. Adı üzerinde, o sahip olduğu kişiye hep emreder. Onun zehirli oklarının ardı arkası kesilmez. Nefis, eli tetikte bekleyen düşman gibidir. Ondan daha tehlikeli bir düşman yoktur. Onun inancımızı hedef alan kurşunlarından korunabilmek için her zaman teyakkuzda olmak mecburiyetindeyiz. Hadis-i kudside "Nefsine düşmanlık et, çünkü o benim düşmanımdır" diye buyrulmuştur.
Hüznün sevince dönüştüğü ramazanda nefis; gücünü kaybetmiş, mecali kalmamış bir aslan gibidir. Ramazan dışındaki aylarda olduğu gibi size hükmedemez. İsterseniz onu güçlü bir hamleyle yere serebilirsiniz. Oruç, nefsi yere serebilecek en güçlü hamledir. Onun içindir ki oruç tutanlar nefislerine karşı çok daha güçlü olurlar. Oruç onları nefse karşı bir kalkan gibi korur. Fakat gevşek davranır, nefsi hafife alırsanız yenilen yine siz olursunuz. Ramazanda ona acıyıp arka çıkmamalıyız. Hadiste de belirtildiği gibi "Asıl kahraman, nefsini yenendir"
Oruçlu ağızlardan kötü söz çıkmaz. Oruçlular ya hak söyler, ya da susar; malayaniden uzak durur. Yalan, gıybet, alaycı sözler oruçlunun ağzından çıkmaz. Oruçluların ayakları Hakk'ın razı olmayacağı mekânlara gitmez. Ramazana teslim olmuş gözler harama bakmaktan sakınırlar. Oruç tutan müminler, kulaklarını kötü sözlerden uzak tutarlar. Oruç sadece ağza değil, bütün organlara tutturulursa kâmil oruç olur. Yani mideyle beraber ağız, göz, kulak, el ve ayak da oruç tutmalıdır. Böyle bir oruç, insanı kötülüklerden koruyarak selamet sahiline ulaştırır. Hz. Peygamber(sav) şöyle buyuruyor: "(Oruçlu) Eğer yalan sözü ve onunla ameli bırakmazsa, Allah'ın onun yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur."
Oruç bir nefis eğitimidir. Belki biraz zordur ama mükâfatı da zorluğu derecesinde pek yücedir. Ebu Hüreyre(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah(sav) şöyle buyurdu: Aziz ve celîl olan Allah 'İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da ben vereceğim.' buyurmuştur… Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şayet biri kendisine söver ya da çatarsa: 'Ben oruçluyum' desin. Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun rahatlayacağı iki sevinç anı vardır: Birisi, iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevabıyla Rabbine kavuştuğu andır."
Mümin isterse ramazan ayıyla birlikte yeniden doğmuş gibi olabilir. Zira bu af ve mağfiret sağanağında günahlar mum gibi erir, kalpler orucun feyziyle cilalanır. Bir arınma ayı olan ramazanı fırsat bilmeli bütün müminler… Bu ayda kalbi manevî kirlerden arındırmanın yollarını aramalı, bunu ertelememeliyiz. Yüce Rabbimiz "Kim arınırsa kendisi için arınmış olur. (Biliniz ki) Dönüş ancak Allah'adır." (Fâtır, 18)" diyor bir ayet-i kerimesinde… Bununla bağlantılı olarak bir başka ayette de "Kendini arıtan (nefsini tezkiye eden) felâha erer. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğrar." (Şems, 9-10) diyerek kullarını uyarıyor.
Ümmet bilincini kuvvetlendiren oruç, itaatin ve sabrın da göstergesidir. Oruç, tabir caizse sabrı nefse öğreten bir hocadır. Oruç tutan kişi şehevî isteklerini de frenler. Oruçlunun hâl ve hareketleri helal dairesinin dışına çıkmaz. Böyle davrananlar karşılıklarını fazlasıyla görürler. Nitekim Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede kendini sakınanlarla ilgili olarak şöyle buyurur: "Allah'a teslim olan erkekler ve Allah'a teslim olan kadınlar, Allah'a iman eden erkekler ve Allah'a iman eden kadınlar, itaate devam eden erkekler ve itaate devam eden kadınlar, sadık erkekler ve sadık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşû sahibi erkekler ve huşû sahibi kadınlar, tasadduk eden erkekler ve tasadduk eden kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini muhafaza eden erkekler ve iffetlerini muhafaza eden kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Ahzâb, 35)
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Akşam Kaypaklığı
soyunuyorsun her akşam
dışında ılık ve masum ıhlamur kokusu
içinde hırsla parlayan kızgınlık
iki arada sarsılıyor toprak
ağzında kırmızı şarap
her kıpırdayışında ıssızlık yayılıyor
kapının her kapanışında
alın çizginde iflah olmaz isyanlar
karanlığa dökülüyor
ardı ardına
birini yakalıyorsun kıskıvrak
yüzünü çöle döndürüyorsun sonra
"bitti!" diyorsun ansızın
yağmur da ansızın bitiyor yanaklarında
karşı duvarda yankılanıyor çığlığın
başın önde
usunda belirsiz algılar
susuyorsun o an
bir akşam kaypaklığı yanıp sönüyor aklımda
bakışların kırmızı şarapta hâlâ
Feride Özmat
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.18.4762 Released [2009 06/09] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.1 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|