|
|
|
Editör'den : "Topbaş: İhmal var kabul ediyorum!?!?" |
Merhabalar,
Sel felaketinin üzerinden bir hafta geçti ama çamuru hâlâ ayaklarımıza bulaşıyor. Bu zamanda, koca mega kentin göbeğinde canından olan onlarca insana inat, vurdumduymaz yöneticiler suçu ona buna atmakla meşguller. Vali, "Toplum ve hatta Dünya sorumludur." demiş, iyi etmiş. Ertesi günü alarm verilince 2600 araçla seferber olan, halkı uyaran, velhasıl istedi mi herşeye muktedir yönetimin neden bir gün önce kimseyi uyarmadığını, gerekli önlemleri almadığını sorgulamak aklına bile gelmiyor. Aklına gelse dili varmıyor, dili varsa başına geleceklerden korkuyor. Ya da zaten aynı kaptan su içiyor.
Peki, başlığa konu olan sözlerin sahibi, mimar muhallebici, büyükşehirin Topbaş başkanına ne demeli bilmem ki... Olan bitenin sadece tır garajı ile ilgili bölümüne sahiplenip gereğini yapacağını söylüyor. Yani, beyhude bir soruşturma açılması emrini veriyor. Eh be başkan, kimse sana neden bu kadar yağmur yağdırdın diye sitem etmiyor. Kar yağdı, çocukların ayağı kayar diye okulları tatil etmeyi bildiğiniz gibi, neden önlem almadınız, insanları uyarmadınız diye soruyor. Şu yandaki Dila bebeğin gözüne iyi bak. Eğer biraz vicdanın varsa gereğini yaparsın ama nerede sizde o yürek. Kendi aymazlığını Ayamama deresinin hırçınlığıyla açıklayan bu başkan bu kente yakışmıyor.
...
Futbolda yaşadığımız hayal kırıklığının acısını basketbolda çıkarıyoruz. 12 Dev Adam hakikaten yürekleriyle oynuyorlar. Ben şahsen ilk üçe yakıştırıyorum onları. Şampiyonluğu ise hiç uzak bir ihtimal olarak görmüyorum. Haydi hayırlısı.
...
Düzenli yayına geçmemiz bayram ertesini bulacak. O nedenle ben şimdiden hepinizin bayramını en sıcak duygularla kutluyor, hepimize sağlıklı, huzurlu, şeker gibi bir bayram diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan GÖKÇEADA - 5 (SON) |
|
O gün cezaevi ve mahkûmlar ile ilgili bütün bilgilerim sıfırlandı. Zaten bildiklerimin hepsi romanlarda okuduklarımdan ibaretti. Hükümlülerin yaz kampı gibi yaşadıkları, sadece günde iki kez sayım vermek zorunda oldukları böyle bir infaz şeklinden haberim bile yoktu. Orada herkesin bir işi vardı. Tarlada bahçede çalışanlar, halı ve kilim dokuyanlar, mutfakta veya diğer cezaevi biriminde çalışanlar, resim ve el sanatları ile uğraşanlar farklı mahkûm gruplarını oluşturuyordu. Örneğin Halil cezaevinin muhasebe servisinde çalışıyormuş. "Tam üç gündür anam ağladı," demişti. Defterlerde beş kuruşluk bir kayıp varmış. Tam üç gündür o beş kuruşluk hatayı arıyormuş. Çünkü defterlerdeki hesap hatasıyla kasayı bağlayamazlarmış. Cebinden ver beş kuruş kapansın gitsin diyecektim. Ama önemli olan para değil aritmetik işlemelerin doğru bir sıra içinde ilerlemesiydi. Artık öğrenmiştim ve bu nedenle sustum.
Bir mahkûma nasıl hapse düştün diye sormamalısınız. Dinledikleriniz genellikle içinizi acıtır. Ve gözbebekliniz yerde çaresizlik içinde gezinirken siz teselli olabilecek cümleler arar durursunuz. Halil köy kahvesinde çıkan bir kavgada adam yaralamaktan içire düşmüş. Daha on altı yaşındaymış. "Kavgadan sonra olay siyasi bir boyut kazandı. CHP ve AP davasına dönüşüverdi. Bir kurban gerekiyordu. Beni seçtiler," demişti. Kavga birden kocaman bir kaosa dönüşmüş. Her şey toz duman olmuş. Ortalık duruluncaya kadar ne olduğunu kimse tam olarak anlayamamış. Mahkeme aşamasına gelince ifadeler ezberlenmiş, suçlular bulunmuş. Olay onlarca kez gözden geçirilip temize çekilmiş. Halil, "Benim bıçağım yoktu. Nasıl böyle bir suçu işlemiş olabilirim?" diyordu. Halil sonuçta bizim adamımızdı. Üzerinde durmaya değmezdi. İnanıverdik…
Gökçeada'da mahkûmların suçlu mu masum mu olduğu hakkında çok şey öğrenemedim. Ama yaşıtlarımın hiç umursamadığı bir şey vardı ki bu benim için yaşamsal öneme sahipti. Deniz Kuvvetleri Komutanlığının Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesinin bültenlerini günü gününe dinlerdim. Bültenler genellikle meteoroloji haberlerinden sonra televizyon ve radyolardan yayımlanırdı. Kendi yaşıtlarım arasında bu bültenleri dinleyen benden başka kaç çocuk vardı acaba? Tahmin edilmesi neredeyse olanaksız değil mi? "Niye dinliyordun kardeşim, sen cins misin?" diyeceksiniz. Damdan düşülmeden halden bilinmez. Sizler hiç yatılı okuldan yarıyıl veya bayram tatiline gideceğiniz gün denizde dalga olduğu için veya fırtına nedeniyle limandan geri döndünüz mü? Üç hatta beş gün hava düzelsin, rüzgâr dinsin diye çatıların sesini dinleyerek beklediniz mi? Ben birkaç kez bunu yaşadım.
Adanın ana karayla ulaşımını sağlayan tek bir feribot vardı. Kışın hava patlayınca yirmi gün bile gelmediği oldurdu. Normal seyirleri iki veya üç gün arayla olurdu. Gökçeada'da günlük gazete bu nedenle son üç günün gazeteleri demekti. Ada merkezi ile feribotun yanaştığı kuzu limanı arasında yedi kilometrelik mesafe vardı. Limandan kasabaya ulaşım belediye otobüsleri ve minibüslerle sağlanırdı. Kuzu Limanı'nda sadece deniz yolları binası ile bir iki ev bulunuyordu. Üç saatlik yolculuktan sonra limana ulaşınca büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordunuz. Vardığınız limanda in cin top oynuyordu. Görmeye hazır beklediğiniz, evler, sokaklar ve ada halkı yerine çalılık tepelere bakıyordunuz.
Ada insanlarının kader ortaklığı sosyal psikolojisi kentlerde yaşayan topluluklardan farklıdır. Gökçeada'da farklı dinlerden ve farklı kültürel geçmişten gelen insanlar hoşgörü içinde sokakları paylaşırlardı. Ada sakinlerinin bir kısmı cezaevinden çıktıktan sonra orada kalmış, evlenmiş, ev ocak kurmuş insanlardan oluşuyordu. Nasıl anlatsam bilemiyorum ama gelişmiş bir uzlaşı kültürü vardı. Kavga, gürültü veya hırçınlık sadece Doğu Karadeniz'den getirilip adaya yerleştirilen Çaykaralı'lar arasında yaygındı. Çaykara'lılar ada halkından yalıtılmış, kendi içlerine kapalı bir topluluk olarak yaşıyorlardı. Onların mekânlarında sürekli kemençe ile yapılmış müzikler çalardı. Ve birbirleriyle öfkeli bir ses tonuyla yarışır gibi hızlı bir şekilde konuşurlardı. Konuşuyorlar mı, tartışıyorlar mı anlayamazdım. Orada yaşayan birçok insan gibi onları baş belası olarak görürdüm ve uzak durmayı tercih ederdim. Anlatılanlara göre adanın Rum nüfusunun önemli bir kısmı 1974 yılındaki Kıbrıs Savaşı sırasında Yunanistan veya başka ülkelere göç etmişti. Köylerin boş olmasının nedeni böyle açıklanıyordu.
Okulumu bitirip adadan ayrıldığımda Arişti koyun ve keçilerle uğraşıyordu. Yorgo Atina Üniversitesi'ne okumaya gitti. Yaklaşık altı ay kadar mektuplaştık. İkimizin de yollarımızın tekrar kesişebileceğine ilişkin umutları azalınca mektupların da ardı arkası gelemedi. Taki'nin ne yaptığını hiç bilmiyorum. 1975 yılının sonbaharında Gökçeada benim için bütün dünyadan uzakta bir yerdi. Önceleri zaten deniz yolculuklarından korkuyordum. İnsan zamanla alışıyor. Okulun ilk yılında ada hepimizi evimizden, kasabalarımızdan, köylerimizden koparıp kendi içine hapsediyor gibi algılıyorduk. Zamanla dünya bizden uzaklaştı.
Gökçeada bizim yaşamımız oldu. 1978 yazında oradan ayrılırken de bunun tersini hissetmiştim. Kendi güvenli limanımızı terk edip uçsuz bucaksız, bilinmezlerle dolu bir okyanusa yelken açıyordum. Onlarca yıl zaman zaman kaçıp o sakin limana yeniden sığınmayı istedim. Ne zaman başım belaya girse, ne zaman yenilsem, yorulsam hep oraya dönmeyi düşündüm. Gemiler yakmadım ama oraya bir daha hiç dönemedim.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu EYLÜL KOKUSU |
|
Eskiden bizim köyün kadınlarının işi bitip tükenmek bilmezdi. Onlar, mevsimine göre ya ekimde ya bakımda ya da hasatta olurlardı. Onları gün ortasında çalışırken gören biri "Hele biraz soluklan!" dese, güneşi gösterir:
- Gün dediğin nedir ki? Gözünü açtın sabah, kapadın akşam… Yıl dediğin, tarlaya bahçeye girdin bahar, çıktın kış, der, işlerini sürdürürlerdi.
Değişen üretim biçimleri, verimli topraklar üzerine termik santral kurulması ve tütün üretiminin yasaklanması yüzünden genç kuşak köy kadınları artık anneleri nineleri kadar yoğun çalışmıyor. Birçok köy evinde ekmek bile pişmiyor. Onlar da kasabalarda pıtrak gibi çoğalan büyük marketlerin müşterisi.
Yaşlılar öyle değil elbette. Onlar hâlâ bildikleri yolda yürüyorlar. Eylül girdi ya, hepsinde bir telaş. Bir hafta daha geçerse onlar için eylül sanki bitiverecek.
"Şimdi kışlıkları hazırlama zamanı."
"Biber kurutulacak, salça yapılacak, erişte kıyılacak, tarhana, bulgur… Üzümler toplanacak, cevizler silkilecek. İş çok."
Eylül, komşu yardımına en çok gereksinilen aylardandır.
Biraz da yaşlılıktan olsa gerek çuvalları, kazanları, küfeleri ha deyince kaldıramazlar. Söylene söylene genç birini çağırırlar:
- Hu Hatçe gelin! Tutuver şunun ucundan.
Onlar Kezban anadır, Ayşe teyzedir, Fatma ninedir. Bir ömürlük bilgiyi beceriyi gençlere aktarırken geleceğe ne değerli bir ilmek attıklarının ayırdında bile değildirler.
Eylül, onlar için kazanlarda durultulan, tülbentlerden süzülen emektir.
Eylül, avlu ocaklarında buğu, sofralarda tattır.
Eylül nardır, cevizdir…
Ben ne zaman eylülü onlarla yaşasam kadim ritüellerin büyüsüne kapılırım.
Ceviz nedir, kaç kattır ?
Anlatırsa bir gün biri ,
Uyanır mı içimdeki çocuk
Toprağa düşmeden başım
Sıyrılmadan kendimden
Her şeyi anlayabilir mi hiçim?
O eylül, bana bir olmaz sevdanın önünde diz çöktürür ve çözer dilimi:
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum…
Oysa eylül tüm yaratılmışların eylülüdür. Çünkü o yedinin evidir: renk, ses, koku…
Ahirinde tüm yedileriyle, yedinci aydır o, dokuzuncu değil: sette, seven, zeven, sieben, september... Hep aynı ananın çocukladır. Eylülü, dokuza iteleyen "temmuz" u kendi adına tescilleten julius Sezar ile ben de isterim diyen Augustus'tur.
Varsın aç gözlü imparatorlar onu 9. sıraya atsınlar. Tanrı göğün yedinci katında otururmuş. Evreni de yedi günde yaratmış.
Evren yaratıldığında mevsim güz, aylardan eylül müydü yoksa!
Odalar, ambarlar, mahzenler dolusu kokudur eylül. Hangi kapıyı aralasak içeri eylül kokusu buyur eder bizi. Kim kokunun şöleninde sarhoş olmak istiyorsa, buyursun gelsin.
Gece çiy düşse dala yaprağa; sapa samana, sanırsınız yağmur yağmıştır. Toprak, eylül kokusuyla uyandırır sizi uykulardan.
"Şışşt. Bu gücü gürültü yok. Bakın bu gece pekmez uyuyor. Gürültü ederseniz, uyanır kendini salıverir, torbalardan akar; ziyan olur."
Nezihe Araz'ın bu cümlelerini çocukluğumda ninelerimden kim bilir kaç kez duymuşumdur.
Eylül, kokunun hiçbir şeyi uykusundan uyandırmadan her şeyi sarıp sarmaladığı zamanın adıdır.
Bu hafta sonu yine onlarlaydım. Fesleğenli, karpuz kabuklu, armutlu pestil kazanlarının kokularını içime çektim. Onlar, bazen "Ayak altında dolaşma!" diye azarlayarak, bazen "Unakıtan'ın mısırı değil bu, korkmadan ye!" diyerek elime közde pişirilmiş mısır koçanı tutuşturarak beni oradan kovmaya çalıştılar.
Gece boyu onları, bir daha hiç göremeyecekmişim gibi seyrettim. Kendilerinden gençlere bildiklerini nasıl aktardıklarını, el alışkanlıklarını, vazgeçilmezliklerini belleğime nakşetmeye çalıştım. Göreneğin ne değerli bir kültür taşıma yolu olduğunu bir kez daha gördüm.
Ben de biliyorum, her şey değişti, değişiyor. Ne kadar işe yarar, bilmem; ama suda ısladığı taze cevizleri ipliğe tek tek dizerken bir yaşlı ninenin döne dolaşa söylemeye çalıştığı şeyleri bir öğreti olarak kavramaya çalıştım:
- Torunum yesin diye yapıyom bu sucukları, pestilleri, tarhanaları. Şimdi şeherlerde her şey var; amma her şey sahte, soy kurutucu. Tohumu olmayan sebzeyi, meyveyi yiyen insanın tohumu mu olur?
Eylül, geleceğin evi. Ayakların baş, başların ayak; iyilerin kötü, kötülerin iyi; düşmanların dost, dostların düşman; yurtseverlerin hain, hainlerin yurtsever olarak algılandığı bu günlerde bin yıllardan süzülüp gelen eylül kokularının izini sürelim. Geleceğimizin eylül kokularında gizli olmadığını hangimiz söyleyebilir ki?
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Nurten Karahasanoğlu |
HAYAT GÜZELDİR
Şimdi bir deniz kıyısında, elimde bir bira şişesi olmalıydı. Yüzümü hafif bir rüzgar yalamalıydı. Uzaklara dalıp gitmeliydim. Burnuma yosun kokusu gelmeli, kulağıma da bir yerlerden çok sevdiğim bir şarkı çalınmalıydı.
Evet, böyle olmalıydı.
Oysa dört duvar arasında ağlıyorum şimdi, durmadan ağlıyorum. Daha ne kadar ağlayacağım? Daha ne kadar boşalacak içim?
Neden ağlıyorum?
Rahatlamak için mi?
Nedir beni bu kadar rahatsız eden?
Artık korkmadan kendime sorular soracağım diyorum.
Soruyorum, yanıtlayamayınca ağlıyorum.
Kendime sorduğum sorulara dürüst yanıtlar vermeliyim, biliyorum.
Ve fakat bunu beceremiyorum.
Bir yumru, kocaman bir yumru oturuyor boğazıma, gözlerim doluyor.
Kendimi kandırarak geçirdiğim yıllarımı düşünüyorum.
Değdi mi, değmedi mi? Var mı önemi şimdi?
Yok artık… Yok önemi bunların.
Artılar ve eksiler.
Böyle deniyor, hangisi ağır basarsa…
Hiç mi mutlu olmadım?
Gülmedim mi kahkahalarla ağız dolusu?
Bambaşka dünyalara gitmedim mi okurken bir romanı?
Dünyanın en özgür insanı hissetmedim mi kendimi, gezerken bir müzeyi, sergiyi?
Allah'ım, hep burada böylece kalsam dediğim olmadı mı izlerken bir konseri?
Gözlerim ışıldamadı mı bakarken yeni doğmuş bir kedi yavrusuna?
Şu küçücük varlığı ne çok seviyorum Allah'ım demedim mi oğlumun eli elimde, dolaşırken bu şehri?
Bu şehir, evet onu da ne çok seviyorum. Herkes kaçıp gitmek isterken ben bağlandıkça bağlanıyorum yaşadığım şehre.
Dolaşmak istiyorum her sokağını, bilmek istiyorum isimlerini tek tek.
Bir gün bir boğaz lokantasında yemek yemek, başka bir gün, kaldıysa hâlâ bir salaş meyhanede içip kendimi unutmak istiyorum.
Bir gün Ada'yı, bir gün Moda'yı arşınlamak.
Bir gün bir tarihi camide dua etmek, bir gün kilisede mum yakmak.
Bir gün bir sahafta, kitapların arasında kaybolmak istiyorum.
İstiyorum hepsini ve biliyorum ki HAYAT GÜZEL aslında.
Ağlarken de, gülerken de.
Nurten Karahasanoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Feride Özmat Ada Güncesi : Kınalı Yavrucak |
|
Uyur uyanık etrafı dinliyordum. Ortalık çok sessizdi. Doyurulmayı beklerken birbirleriyle sürekli kavga eden, hemen her sabah bahçe kovamı balkondan aşağıya yuvarlayan, kıymetli sardunyalarımın dibini eşeleyip ölmelerine sebep olan, demir basamaklarda oyun oynarken çıkardıkları gürültüyle alt komşumu uyandırıp çileden çıkaran ve yıllarla birlikte sayıları çoğalan Adalı sokak kedilerimden çıt çıkmıyordu bugün.
İçimde bir tedirginlik vardı. Mutlaka ki yaşadıklarımdan kaynaklanan, belki yalnızca şu an için hatırlayamadığım ancak yüreğimi burkup duran bir tedirginlikti bu. Sebebi ne olabilirdi? Aniden anımsadım. Bir miyavlama duymayı bekliyordu bilinçaltım. Annesinin önceki akşam arka bahçeme taşıdığı Kınalı yavrucağın miyavlamasını...
Kendimi aceleyle balkona atıp bahçeye baktığımda önce Jojo ile Çirkin Kız gözüme çarptı; sonra Yakışıklı, Hilkat, Ayıcık, Hırt ve diğerleri... Kimi setin üstünde, kimi bahçe duvarında duruyorlardı. Hiç kıpırdamadan, kulaklarını bile oynatmadan... "Hayret!"
Peki ya Kınalı neredeydi? Telaşlandım. "Ya kötü bir şey olduysa?" Merdivene doğru hızla yöneldiğim an gördüm onu. Siyahlı kızıllı bir topaç gibi köşedeki çalının altına kıvrılmıştı. Neden oraya sığınmış olabilirdi? Korkmuş muydu acaba? Biliyordum; bazı erkek kediler yavrulara kötü davranıyor, kendilerine ayırdıkları yaşam alanlarına sokulmalarını engelliyorlardı. Özellikle de Hırt'la Yakışıklı... Yoksa yaralamışlar mıydı yavrucağı? Belki de... Belki de... Yok, yok... Herhalde sadece uyuyordu.
Basamaklardan inerken, bir yandan da onu ilk gördüğüm ânı düşünüyordum. Önceki akşamüstünü... Salondan bile duyulan haykırışların, çığlıkların sebebini öğrenmek için arka bahçeye inişimi ve aynı çalının dibinde çığlıklar atarcasına bağıran Kınalı'yı fark edişimi... Yaprakların arasından boynunu uzatmış, görmeyen gözlerle ağlayıp duran kediciği kucağıma almak için ellerimi uzatışımı...
"Dur! Sakın dokunma ona!"
İrkilmiştim. Kınalı yavrucağa uzanan ellerim donup kalmıştı bu sert ses karşısında. Zaten hep böyle yapardı gerçekçi yanım; hep beni engellemeye, hareketlerimi kısıtlamaya çalışırdı. Sürekli söylenip durur, beni kararsızlığa sürükler, sık sık da tartışma çıkarırdı. Bu sefer onu dinlemeyecek, kendi bildiğimi yapacaktım. Başımı meydan okurcasına arkaya atıp hızla konuşmaya başlamıştım.
"Neden dokumayayım? Minicik bir kedi bu!"
"Evet, minik... Ama hasta...
"Üstelik o kadar küçük, şefkate ve bakıma o kadar muhtaç ki..."
"Hasta diyorum sana..."
"Zavallıcık ağlıyor, duymuyor musun?"
"Sus ve gözlerine bak!"
Bakmıştım. İki gözü de çok kötü görünüyordu. Herhalde iltihap kapmış ve kabuk bağlamıştı. Çığlık çığlığa yardım istemesinin sebebi, karanlıklar içinde yaşaması olsa gerekti. O kömür rengi dünyada tek başına kalmaya mahkûm olmak, etrafta annesinin ve hemcinslerinin varlığını hissedip onlara doğru koşamamak ne zordu!
"Görmüyor bu kedi!" diye haykırmıştım.
"Evet, gözleri iltihaplanıp kör olmuş!" demişti gerçekçi yanım. "Bulaşıcı bir mikrop olabilir, dikkat et! Unutma, evde kedilerin var."
Ellerimi derhal geri çekmiştim. Doğruydu; evde iki kedim vardı. Karamuk'la Prenses... Yıllardır üzerine titrediğim, aşılarını hiç ihmal etmediğim, özel mamalarla beslediğim ve kaprislerine memnuniyetle katlandığım sessiz, tatlı çocuklarım... Onlara zarar verecek hiçbir şey yapamazdım; yapmamalıydım.
Kınalı yavrucak ise minicik ve tedirgin adımlarla bana yaklaşmış, ayaklarıma sürtünüp duruyordu. Tenime değdiği an ağlaması kesilmişti. Belli ki sıcaklığa muhtaçtı. Annesi, başka kediler ya da insanlar, onun için fark etmiyordu sanki. Yeter ki yanında dokunabileceği bir canlı olsun...
Yüzünü kaldırıp görmeyen gözlerle bana bakmıştı sonra. Minicik burun deliklerinin hızlı hızlı açılıp kapanmasından anlıyordum; kokumu almaya çalışıyordu. İçimden gelen tek şey onu kucaklamaktı. Koynuma sokup okşamak; sevildiğini, yalnız olmadığını anlatmak... Ellerim tekrar ona doğru uzanırken gözümün önünde Karamuk'la Prenses belirivermişti. Sitemle bakıyorlardı bana. "Bizi hiç mi düşünmüyorsun?" diyorlardı sanki ikisi birden.
Aklım karmakarışıktı; duygularım da... Ona dokunmaktan vazgeçmiştim, ancak mutlaka tedavi edilmesi gerektiğini düşünüyordum.
"Kınalı yavrucağı veterinere götürmem lazım."
"Olmaz!" demişti gerçekçi yanım.
"Olur, olur. Bir kutuya koyar götürürüm ve sonra ilaçlarını da alır geri getiririm."
"Nerede bakacaksın ona?"
"Burada, bahçede... Olmadı, ön balkonumda... Çirkin Kız yaz başında doğurduğunda ona ve yavrularına orada bakmadım mı haftalarca?"
"Aynı şey değil... Bu kedi hasta... Gerçekten hasta..."
"Görebiliyorum hasta olduğunu ama iyileşir."
"Bence kendi haline bırakmalısın."
"Ama bırakırsam bu şekilde fazla yaşayamaz ki..."
"Doğru... Yaşayamaz."
"Ya ölürse?" demiştim, gözlerim dolu dolu...
"Ölecek büyük ihtimalle."
"Hayır! Kıyamam ona. Öyle tatlı bir bebek ki…"
"Belki böylesi daha hayırlıdır onun için. Yaşamına karışma."
"Olmaz! Kurtarabilirim bebeği. Veteriner Murat Bey'e götürürüm; o mutlaka iyileştirir."
"Ya sonra?"
"Sonra... Sonra diğer kedilerle beraber yaşayıp gider burada."
Sesim yavaşlamıştı. Aklıma geçen yaz başında gözlerinden hastalanan kedi gelmişti çünkü. Komşum Bingöl Bey'in günlerce Bostancı'ya tedaviye götürüp getirdiği ve görüntüsü artık hemcinslerinden çok bir hilkat garibesine benzediği için Hilkat adını taktığım ürkek tekir... Bahçede dolanan kedilerin arasında onu aramak için başımı kaldırmıştım ki bakışlarımız karşılaşmıştı. Yüzünden fırlamak üzereymiş gibi, şaşkın şaşkın bakan gözleri bulutlanmış gibiydi. Bir şey mi söylemeye çalışıyordu yoksa bana? "Ah, ben çok iyi bilirim o acıyı!" ya da "Veterinerde çektiklerimi bari bu yavru yaşamasın. Bırak, ölecekse şimdi ölsün!"
"Doğaya müdahale etmemek lazım!" diye araya girmişti gerçekçi yanım en yüksek sesiyle.
"Haklısın." demiştim usulca. "Haklısın ama... O da bir can taşıyor. Sen gibi, ben gibi... Ya acı çekiyorsa şu an? Seyirci kalamam ki..."
"Evet, mutlaka acı çekiyordur. Ama şöyle düşün... Ölecekse bildiği, yaşamaya alıştığı, etrafında tanıdık yüzlerin olduğu ortamda ölsün. Kötü mü bu?"
"Değil tabii de..."
"Ya sen onu iyileştirip Ada'dan İstanbul'a göç ettikten sonra açlıktan perişan olup sürüne sürüne ölse... Daha mı iyi olur?"
"Hayır!"
"Önümüzdeki yaz başında onu göremeyince yüreğin burkulmaz mı, için yanmaz mı?"
"Yanmaz olur mu hiç..."
"Rahat bırak onu! Bırak yaşamdaki kötülükleri görmeden, annesinin yanında ölsün. Şimdi ve daha yavruyken..."
Gerçekçi yanımla önceki akşam yaptığımız bu konuşmayı düşünürken, bir yandan da bahçeye iniyordum. Gözüm hâlâ yavrudaydı; o ise arka bahçedeki setin kenarında...
Son basamaktan atlayıp hareketsiz duran kedilere doğru yürüdüğüm an anladım. Yakışıklı, Hilkat, Jojo, Çirkin Kız, Ayıcık, Hırt ve diğerleri... Hepsi birden put gibi oturmuş, Kınalı yavrucak için matem tutuyorlardı.
Feride Özmat
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
BATININ ETNİK KİMLİKLERİNİ UYANDIRDIĞI KÜRTLERLE AÇILIM ÜLKE MOZAİĞİNİ ÇATLATIR
Osmanlı devletinin sorunsuz tebası olan Kürtler, Osmanlının son döneminde etnik kimliklerinin birden farkına varırcasına kimliklerini ve konumlarını sergiler hale gelirler. Bölgede bir kırılmanın meydana gelebileceğini sezen II. Abdulhamit, tedbir mahiyetinde bazı Kürtleri muhatap alıp devlet kademesinde görevler verir. Böylece ödüllendirilip onurlandırılan bir grup kürtle coğrafyayı devlet lehinde kontrol etme ve muhtemel bir ayrılıkçılığı önleme amacındadır.
II. Abdulhamit hicaz demir yolunu yaptırırken Avrupalılar salt bu iş için çalışmadılar. Uzun süren bu yapım işi süresince gizli bir entelejensiya gibi de çalıştılar. Petrolün keşfedilmesiyle bu çalışmalar daha da önem kazandı. Batılılar bölge petrolünü sürekli ellerinde tutabilmek için bu coğrafyadaki dini ve etnik kimlikleri kaşıyıp istikrarsızlık yaratmayı hedeflediler.
Bu böyleydi; zira, uzun yıllar göçebe topluluk olarak yaşayan Kürtler, o sıralar yeni yeni şehirlere yerleşmeye ve yönetime katılmaya başlamışlardı. Urfa'da tanıdığım Urfa'nın yerlisi Türkmen bir eczacı Urfa'nın imajıyla ilgili şöyle demişti: 'kürtlerin köylerden gelip şehre yerleşmesinden sonra Urfa'nın şehir kimliği kayboldu. Urfa'nın asıl yerlileri Kürtler değil Türkmenlerdi. Ne yazık ki ülkede kürt şehri olarak tanındık.'
Kürtlerin etnik kimliklerini ikinci plana atıp yönetim kurallarına, günün medeni şartlarına uyma gibi bir yaklaşımları genelde olmamıştır. Anadolu Türkmen köylüsü şehre gideceği yada köyüne bir devlet yetkilisi geldiğinde öncelikle kılık kıyafetine düzen verir. Tarlada çalıştığı pasaklı haliyle şehre gitmez; gelen devlet yetkilisinin de huzuruna çıkmaz. Adıyaman'da çalıştığım süre içerisinde kürt köylüsünde böyle bir yaklaşım görmedim.
Doğalarındaki bu algı ve anlayış ile batılıların bu coğrafyada yaptıkları etnik tetiklemeler çeyrek asırdır bu ülkeyi kürt sorunu diye isimlendirilemeyen sorunla karşı karşıya bırakmıştır. Öyle ki bu ülkenin tek etnik grubu Kürtler değil; Lazı, Çerkezi, Hemşini, Gürcüsü hatta Ermenisi var. Bu etnik grupların Kürtler kadar nüfusları da mevcutken neden bir Laz veya Çerkez sorunu değil de kürt sorunu yaşıyoruz?
Şöyle de soralım: Hükümetin açılım adına Kürtlere vereceği etnik ayrıcalıklar diğerlerinin etnik kimliklerini tetikleyip uyandırmayacak mı? İlk görev yerim doğu karadenizin en doğusunda 90'lı yıllarda Gürcü ve Laz arkadaşlarımın gizli gizli etnik alfabelerini araştırdıklarına şahit olmuştum.
Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı gibi bir devlet değil. Ulus devlet temeline dayalı kurulmuş bir ülkeyiz. Bu şartlarda kürt açılımı bu ülke mozaiğini çatlatır.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Sergüzeşt |
|
Ben yazılarıın başlıklarını nice zamandır yazıyı tamamladıktan sonra koyarım. Ama bu haftaki yazımın başlığını daha yazıya hiç başlamamıştım iliştiriverdim kağıdımın üst orta kısmına; macera...
Samipaşazade Sezai'nin tadı bugün bile damağımda gizli o güzel romanının ismidir Sergüzeşt.
Bir arkadaşımla öğle yemeğinde sevdiğimiz bir mekanda oturmuş, oradan buradan konuşuyoruz. Okulunu yeni bitirmiş ve aslında "okumanın" dışında "başka neler yaptın" desen çok da birşey yapmamış olduğunu yeni keşfetmiş olmanın şaşkınlığını üzerinde taşıyor olanlardan arkadaşım. Mütemadiyen yakınıyor bu yüzden.
"Söylesene, okulu dereceyle bitirdim de ne oldu. Ya niye işe almıyorlar ki beni. Araya sokacak kimsem yok diye mi yani. Fıstık gibi notlarım var. Kpss desen onu da kazandım. Midem bulandı iş görüşmesi tanımlamasından bile. OFFF!! Ben hiç böyle hayal etmemiştim var ya. Ortaokuldan beri emek vermişim adam gibi bir üniversitede adam gibi bir bölümde eğitim almaya. Diyetini ödüyorum şimdi. Yuh bu ülkeye."
Bu yollu yakınırken o, ben siparişlerimizi veriyorum. Kendini yaşadıklarının hararetine o denli kaptırmış ki; bu iç savaşına el edip "sen ne yiyeceksin" diye sormuyorum. Kendime istediklerimin aynılarından istiyorum. Sevdiğim havalardan birini tüketiyor şehir. Yaza meyilli ama gönlünü güze düşürmüş farkında değil.
Arkadaşım terlemiş avuç içlerini birbirinin içine sıvazlayıp soruyor. Söylesene, hayatın neresindeyiz.
Bu soruyu hep bekliyormuşum bir zamandır da şimdi sorulmuş gibi cevaplıyorum. Düşünmeden dökülüyor ağzımdan kelimeler. Ben bile şaşırıyorum bu duruma. Demek sormuşum kendime "ne kadar yol aldım. Hayatın neresindeyim. Burası kaçıncı kilometre" diye.
Benim safım belli diyorum. Genele vurunca kaybedenler içindeymişiz gibi durduğuna bakma sen. Bu bir göz yanılması. Uzun vadede tek işe odaklı bir umut macerasında olmak getirmiyor başarıyı. Erken aldanmak lazım acı çekmek yalnız kalmak çaresizliği görmek... hepsini ne denli erken yaşarsan o kadar karda say kendini. Bizim safımız belli. Hırpalandık biraz. Ama tek birşeye bel bağlamamak gerektiğini çabuk anladık. Hırpalanmakla yenilmek arasındaki farkı biliyoruz. İlerliyoruz bu yüzden. Yol alıyoruz inceden... diyorum.
Söylediklerimi sindirmek ister gibi bakıyor. Bir süre konuşmuyor. Ben de konuşmuyorum. Yüzüme bakarken yüzümden daha geride birşeyleri görmek isteyişindeki o merakın gözlerine yansımasından haberdar değil. Gözlerindeki merakı görüyorum. Soruyor. Biraz şaşkın hafif takdirkar bir ses var tonunda.
"Bunları nereden öğrendin."
Hayatın içinden... Ta kendisinden... diyorum.
Birazdan siparişlerimiz geliyor masaya. Karnımızı doyuruyoruz. Üzerine soğuk sütümü istiyorum ben. Arkadaşım da kahve. Rüyamda sergüzeşt kelimesini kullandım ben. Sabah uyandım ve belleğimde bu kelime vardı. Normalde hiç kullanmam ben Sergüzeşt. Çok entel bir kelime. Dilime uygun değil. Benim anadilim anlamaz Sergüzeşt'ten falan. Anlamına bakacaktım ama unuttum evden çıkmadan. Bilirsin sen, ne demek Sergüzeşt.diyor.
Lisede okuyup çok beğendiğim bir kitabın adı. Ama sözlük anlamı böyle olmasa gerek. Düşüneyim biraz diyorum. Sütümden bir yudum daha alıyorum. Macera demek sergüzeşt. Aklımda öyle kalmış. İçeceklerimizi bitirip kalkıyoruz masadan. Bulvara kadar birlikte yürüyoruz. Bulvarda ayrılıyoruz. Bir iş görüşmesine daha uğurluyorum arkadaşımı. Aklımda tüm gün kelimesini bırakıyor giderken.
SER- GÜ- ZEŞT! (Yaşadıklarımın bir diğer tanımı ya da sadece raslantı)
* * *
Her okul dönemi derslerinin çok iyi olması koşuluyla koyulan ödülün tarafından hep bisiklet olduğu bir dönem vardır. Olmuştur senin de böyle bir dönemin. Güzel bir bisiklete sahip olmak ve mahalle arasında dermandan eksilene kadar pedallara yüklenip düşler ülkesine kırmak bisiklet direksiyonunu. Önüne sepet almak. Boncuklar takmak tekerleklerine. Sahiplenme duygusunu tatmanın o ilk hevesidir bisiklet. Haketmek nedir öğretendir.
Yüzmek ya da... Kulaç atarken su yutma pahasına inadına inadına devam etmek. Her yaz, tatile çıkılamamış da olsa dönen sohbetlerde konunun "Sen yüzme biliyor musun"a gelmesi. Ve bu soruya sırf EVET diyebilmenin gururu aşkına bulduğun sulak alanlarda yüzmeyi öğrenme girişimleri. Su yutma pahasına. Attığın kulaçlardan sonra o geceyi hamlamış kolların ağrılarıyla sabaha vardırma uğruna...
Herşeyin ya da aslında daha lokal bir ifade biçimiyle birçok şeyin ilk'i emeklidir. Bazı emekler ara verip geri döüldüğünde o ilk'in çabası kadar en az, çaba ve özveri gerektirir. Ben de ara verdiğim bir yola geri dönmenin meşrebi icabı biraz zorlu bir süreçteyim bu günlerde. Umduklarımızı hayat vermiyorsa biz gider kendimiz alırız o zaman söylemini eyleme dökmeyi marifet bilenlerdenim. Arkadaşım, doğru bir noktaya temas etti aslında bugün; sanırım hepimizin "ben hayatın neresindeyim." sorusuna ihtiyacı var. Geç olmadan ama. Bunu sorun kendinize siz de. Eğer sormadıysanız hala. Sınayın fikrinizi, yürüdüğünüz yolun kaçıncı kilometresindesiniz... Sorun ve öğrenin bi...
* * *
Bitmesin istediklerimiz vardır. Hepimizin. Ama bitimli bir kurgunun içinde yaşıyoruz. Nihayi sonun ölüm olduğu gerçeğini biliyorsak içinde devindiğimiz bu evrenin de bir "bitim" üzerine kurgulanmış olduğu doğru.. Bitimler dönüşümlü biçimde bitiyor. Hani daha ortaokul yıllarında öğretilirdi. Doğadaki hiçbir şeyin yoktan var edilmediği ve yok da olmayacağı ancak birbirine dönüşmek suretiyle değişeceği gerçeğini. Dönüşümlü bir bitimdir işte bu. Bitenleri yitirdiklerimiz arasına katmamız bu yüzdendir. (Ölerek sonsuzluğa uğurladıklarımızın dışında...)
Şimdi bir yaz daha bitirdik...
Tükettik...
Tek mevsimlik yaşanmışlıklarımız kaldı geride.
Beklediklerimizin beklentilerimizin ötesine varamayışından ötürü tükenmiş olanların tortusunu derine indirmek kaldı...
Mevsimlik işçiler gibi tek sezonda kazandıklarımızın karı vardı... Oysa "cillop" gibi kadrolu kazanımların adamlarıydık.. Bunu becerebilecek denli "olmuş" insanlar olduğumuza kendimizi ne güzel inandırmıştık.
Ama bir mevsim daha
Çok daha farklı hayal edilmiş olsa da geçip gitti üzerimize basa basa. Çiğneye çiğneye inatla...
Bir ömür üzerine her yıl tek rakam bir artışla büyütecektim kendimi. Şahit olacaktın. Ve bundan elli yıl sonra bile benden iki yaş büyük kalabilmeyi başaracaktın...
....
Bitimli bir yaz geçti gitti üzerimizden. Belki haberiniz yoktur. Eğer hazırlıksız yakalanırsanız bu çok incitici olur. Bu yüzden haber vereyim. Yaz bitti. Valizini toparladı. Duşunu aldı. Kuruttu saçlarını. Bugün yarın çıkıp gidecek herkesin kendi sıcaklığındaki kapısından. Üstelik ardında bıraktığı bu üşüten havadan hiç sorumlu tutmadan kendini terk edecek yaz bizi. Onlar gibi...
.....
Görüşmek Üzere.
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Zeval… |
|
Duasız dudaklarımı araladığım gece öpüşlerinden sıyırıyorum, avuçları taş kesiği düşlerini...
Güzsüz mevsim tablolarını ezber ettiğim yıllardan kaçarken, yağmur ikindisi bu sonbahar...
Senin gözlerin; arifesi, aşk kokulu toprağın, uykumla birleşmesinin...
Kurtarmıyor bu gece beni poyraz. Bu güz, geç haykırır sanmıştım. Denizlere boşalan yağmurda ismim yitik fener... Sancısız anılarının enginliğinde, taktığım çelme kalp ağrına...
Mısrasız akşamüstü sohbetlerinden, demli geceye vasiyet bıraktığım kararmış gümüş tokada, tazyikli su izi..
Susuz yaz. Yaz. Yaz.. Güz...
Laciverdini yitirdiğim gecede şölen.. Ah şu badem ağaçları...
Rengin içimi dağlıyor bu aralar.. Dudağım pudra, uykular kefen...
Çâr-çeşm ile bekliyorum min-el ezel kehribar akıtması, mercan düşlerini...
Afak aşırıyor gamzenden kızılcık şerbetini...
Dayanmak zor bu yağmurlara,şiirsiz...
Eylül başı igyam saatlerinde dolduruyorum gökyüzünü ciğerlerime... Mücerred sağanak yetmiyor akıtmaya memnu kalem zevrlerini...
Kuyusuz kahraman gülüşlerinden denizler taşırıyorum, kıyısızlığıma yol katmak için... Toprakta meserret, suda meftun...
La'linden damlayan seherde bahr fusûl...
Üfle şem' e, gece yansın... Berklere ilişsin alev, güz penceremde lerzan soluğuna bulaşsın... Gisûm çözülüyor inci taşan gerdanında...
Zor bu yağmur ikindileri...
Ah bir de badem ağaçları...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
GÖÇ YOLUN
Gidişin
Göç yollarına doğru
Bu gidiş
Göç yollarında biter bilirim
Ve katar kendine
Kendince bir hüzün
Kal diyemem sana
Düşmüşken sen göç yollarına
Diyemem sen zaman aşımı
İken gel gözlerimde tutul
Aşka
Diyemem ulaşmaz sözlerim
Göç yollarına
Bilirim içindeki hazanları
Bilirim sendeki hüzünleri
Yitip giden baharlarını
Ve gözlerim bilir
Göç yollarının menzilini
Sana vurgunluğum
Bir bahardır
İşte hatırladığım
Bir bahardır aşkın bana
Göç ettiğin zamanlar
Göç ettiğin yollar harici
Ne edersem edeyim
Bir aşktır
Eriyip giden içimde
Eriyip giden
Senin göç yollarında
Kalbim ayakta durabiliyor
Ve kandırabiliyor kendini çokça
Kahretsin
Oysaki hiç bir göç yolunun çizilmedi
Haritalarda dönüş yolu
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.18.4762 Released [2009 06/09] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.1 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|