|
|
|
Editör'den : Kapıldım gittim bahtımın rüzgarına!.. |
Meerhabalar,
Kısa bir kaçamaktan çok keyifli anılar ve duygularla yeni döndüm. Deniz üzerinde, üç gün süreyle rüzgar kovaladım. Haliyle bu hareketli trafik, üzerimde gözle görülür, mendille silinir arazlar da bıraktı. Son gün görülen burun fırt fırtları, akar vaziyete döndü sonunda. Dolayısıyla pek kafamı eğemiyorum. İzin verirseniz iki aspirin alıp devrilip yatayım. Sabaha birşeyim kalmaz diye umuyorum. Yarın daha steril ortamlarda görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu MANCORNA |
|
Ege'nin mavi sularını şenlendirmesi gereken yatları limanda bağlı gördükçe içim daralıyor. Bu yüzden ne zamandır sahilde sabah yürüyüşü yapmıyordum.
Bugün Preveze Deniz Zaferi'nin 471. yıldönümü. Kale'ye dek yürüyüp ne var ne yok bakayım istedim. Marina'yı geçer geçmez onu her zamanki yerinde demirlemiş görünce yürek dolusu bağırdım.
- Mancornaaaa
Aslında böyle sevinir bağırmam bir aldatmacaydı. Mancorna da erken dönmüştü seferden. Bu yüzden onu "Vah vah!" diyerek selamlayamazdım ya!
"Temmuz ortası sefere çıkış, eylülde de dönüş… Mavi Yolculuklar, ekim sonuna dek sürmeliydi ki yılın hasadı tam olsun."
Bu erken dönüşün sıkıntısını görmezlikten gelmek için aklıma geleni söyleyiverdim:
- Yaş altmış oldu. Artık "lop yemiş" yiyeyim diye mi düşündün?
Her zamanki gibi dudaklarını yana yayarak gülümsedi.
- Yine de yiyemedik, dedi.
Şaşırmıştım. Şimdi lop yemişin tam zamanıydı. Başka bir neden olmalıydı. Sormama fırsat vermeden kendisi açıkladı:
- Geçen hafta çok kuvvetli yağmur yağdı ya!
- Evet!
- Lop yemiş narindir. Güz yağmurunu yediği anda açılır, ekşir, kurtlanır.
- Bilmez miyim hiç, dedim. Yine de üç beş sağlam kalmıştır. Onlar olgunlaşınca yersin…
Yine gülümsedi.
- Ben, dedi, sanırım lop yemişi değil, sevdiklerimi özlüyormuşum. Lop yemiş benim için özlemin simgesiymiş de farkında değilmişim. Yemişin dibine varınca bütün büyü bozuluverdi. Yemiş oradaydı; ama özlediklerim yoktu.
Aslında bunu, geçen bahar başında geçmişini anlatırken sezmiştim.
" Deniz:
- Allah'ım, ıslah edemediğin kullarını bana gönder" dermiş, diye söze başlamıştı. Sonra da hiç susmadan anlatmıştı:
Aslında ben öyle haşarı bir genç de değildim; ama tarla tokat işlerini de hiç sevmezdim. Bodrum, o zamanlar kör bir köy. Ne işleyecek toprak var, ne çalışacak fabrika… Bizim köylüler Milas Ovası'na tütüne, pamuğa giderlerdi. Ben de gittim. Sevmedim o işi. Benim gözüm de gönlüm de denizde… Kara Abidin, Deli İbrahim, Cavırali benim deniz fenerlerim.
Sünger teknelerinin denize açılışı düğün alayı gibiydi benim için. Süngerciler, mayıs başında denize açılır, ekim sonunda dönerdi. Onca zaman ne yer, ne içerlerdi; nasıl yaşarlardı, duyar; hep onların arasında olmak isterdim.
Allah, mum yakana mum, fener yakana fener verirmiş. Bizimki o hesap, ucundan kıyısından derken, kendimi süngerci ustalarının arasında buluverdim. Çok sevdim süngerciliği. Ne zaman dibe dalsam kendimi cennette sanırdım. Öyle mutlu olurum ki bir denizkızı gelse de beni alıp gitse derdim; ama insanız, bir ayağımız karada olmalı. Özlerdim birilerini, bir şeyleri.
Denizci, gurbetçinin hasıdır. İnsanoğlu ne zaman deryaların öte yakalarına gider olmuş gurbetçilikle de tanışmıştır. Süngerci de deniz gurbetçisidir. Evinden, sevdiklerinden aylarca uzakta yaşar. Öyle gurbetçi işçiler gibi yatacak yatağı da yoktur süngercinin. Yedi sekiz metre uzunluğundaki kayıkta sekiz on kişi yer içer, barının aylarca. "
O, anlatırken tarihçi Oppianus'un ( İS. 3.YY):"Hiçbir çile sünger avcılarınınkinden daha korkunç; hiçbir çaba onlarınkinden daha zor değildir" sözünü anımsamış, onun, Halikarnas Balıkçısı'nın Deniz Gurbetçileri ya da Ötelerin Çocukları'ndaki kahramanlardan biri olabileceğini düşünmüştüm. Ancak denizi ve süngeri anlatırken bir büyülü dünyadan seslenir gibi konuşan bu adama hayran; ama biraz da şaşkın bakakalmıştım.
O, anlatmayı sürdürmüştü:
" Evimizin önünde bir yemiş ağacı vardı. İri, ballı yemişleri olurdu. Lop yemişi bilirsin, işte ondan. Ben giderken yemyeşil toplarla donanmış olan ağaçta döndüğümde tek meyve bulamazdım.
- Ey Allahım, derdim. Bir gün bu süngercilikten kurtulursam ilk işim o lop yemişten yemek olacak.
Annem üzülürdü.
"Dalında bıraksam kuşlar yiyor, toplayıp tel dolapta saklasam üç günde ya kuruyor ya çürüyor," derdi. Bu kez onu teselli etmek bana düşerdi."
Yıllar yılları kovalamış, emeğini denizin bereketiyle birleştire birleştire önce Mavi Boncuk'u, sonra da bu tirhandili almış, ona Mancorna adını vermişti.
- Bu tirhandilin adı neden Mancorna?
Cahilliğime gülüp geçmemişti.
- Mancorna derin deniz süngercisi demektir.
- Neden süngercilik yapmıyorsun?
- Süngercilik yasak.
Nedenini sormadım.
- Süngercilik bitince biz de Mavi Yolculuk'lara başladık. Mancorna, bu kez Çanakkale'den Mersin'e Akdeniz'in güzelliklerini konuklarına sundu. Çok şükür yıllardır aç açık bırakmadı bizi. Ne var ki benim için dibini görmediğim, dibinde dolaşmadığım deniz, masmavi bir sudan gayri bir şey değil.
Onun konuklarını yalnızca suyun yüzünde gezdiren bir Mavi Yolculuk ustası olmadığını kim bilmiyordu ki?
Yine o bahar ucu konuşmalarımızda söylediği "Ege'nin yüzü cennettir, eyvallah. Ya dibi? Ege'nin dibini gören, kafasındaki cenneti bir değil, on kere sorgular" sözü en kışkırtıcı yanıyla belleğime çivilenmişti. Belki de bu yüzden kendi kendime kaç kez düşünmüş, sorgulamış, bu tirhandille deniz kurdu adamın bağını anlamlandırmaya çalışmıştım.
Mancorna, Ege'nin turkuvazına düşmüş lacivert bir bulut yumağı mıydı,yüreğini gökkuşaklı dalgalarda yıkayıp arıtmış bir adam mı? Biri yelkenlerini Ege rüzgârlarıyla şişiriyor, öteki suyun onlarca kulaç altında ciğerlerini körüğe döndürüyordu. Biri martılara, miholara yoldaştı; öteki orfozlara, lapinalara…
Derler ki tirhandil öyle kıvrak, rüzgârı öylesine evcilleştirmiş bir tekneymiş ki İason "altın post" aramaya onunla çıkmış. Sanırım Mancorna da direğinin tepesiyle denizin dibi arasında gide gele "Altın kalbi" bulmuş bir adamın dergahıdır ki, kim güvertesine ayak basarsa, denizin, yalnızca mavi bir su değil, dünyanın en yaşlı; ama ufku en geniş bir bilgesi olduğunu anlar.
Yorgundu besbelli.
- Hadi, dedim, dinlen, bana anlatacağın yeni çok öykün vardır senin. Günler kısaldıkça denizin şıpırtısı da artacak. Birer acı kahve içer, akşamı birlikte karşılarız.
Her zamanki sevecenliğiyle:
- Başım üstüne, dedi.
Bu söyleyişin rengini iyi biliyordum. Çünkü deniz ona gücün kaynağının alçak gönüllük olduğunu çoktan öğretmişti.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BODRUM'DAN İSTANBUL'A TAŞINDIM, ÜSTELİK HAYATIMDA İLK DEFA!
Hayatımda ilk ani şehir değiştirmişliğim değil aslında. Üniversiteyi bitirince ben Ankara'da çalışacağım deyip, soluğu ODTÜ Yüksek Lisans Sınavı'nda almam, Ankara benim için bitmiştir deyip, 4 sene sonra gerisingeri İzmir'e dönmem ve 6 sene sonra ben üç haftaya evleniyorum deyip, kapağı Bodrum'a atmam da aynı anilikte olmuştu. Bu kapağı atmalardaki tek fark, hiçbirinin bir geçmişinin olmayışı. Öyle aniden, pat diye karar verilmiş bir göçebelik haliydi hepsi.
Bir tek İstanbul öyle olmadı. Üniversite hayatım başlamadan ilk niyetlenme ve vazgeçişim, sınav zamanı olmuştu. İzmir dışında bir yer yazmamıştım. Oysa, yazsam İstanbul o an başlıyordu. Üniversite 3.sınıfta güzellik yarışmasına girişim ve finallerde Dormen Tiyatrosu ile tanışmam da, İstanbul'a bir yol açtı ama bu sefer de baba kararıyla gidemedim.
Sonraları, Ankara girdi araya. Yüksek lisanstı, işti derken bir 4 sene daha geçti. İzmir'e dönüş ve bir süreliğine kendi şehrime alışma sonrası ise, yine içimden bir şeyler İstanbul'a gitmelisin diyordu. Denemedim değil. Çalıştığım şirketten izin alıp, iş başvurusu bile yaptım. Olmadı. Sanırım henüz vakti değildi. Oysa ne zaman iş amaçlı İstanbul'a gelsem tüm modum değişir, Boğaz Köprüsü'nden geçerken şehrin enerjisi yüzümde inanılmaz bir gülümseme yaratırdı.
İzmir'den, hiç hesapta olmayan Bodrum'a geçiş bir süre daha oyaladı beni. Evliliğimde nüfus kütüğümün İstanbul olması ile avundum desem yalan olmaz. Ayrıca, Bodrum'da yaşıyor olmanın ayrı bir havası vardı. Tüm büyükşehirlerde, özellikle de İstanbul'da yaşayanların hayallerini süsleyen bir şehirde yaşıyordum. Hem köy, hem şehir hayatı bir arada. Üstelik de Allahtan çok yoğun bir iş hayatıyla.
Derken boşanma girdi araya. Yaşadığım korkular bir sene frenledi beni, Bodrum'u terk edemedim. Bir sene sonra işimi de terk ettiğimde, ilk soluğu aldığım yer İstanbul oldu. Görüşmeler, görüşmeler derken, tek içime sinen ve İstanbul'a gelmem için iyi bir fırsat oluşturacağını düşündüğüm işyerinden yanıt gelmedi. Beklemeye hiç tahammülüm olmadı hayatımda. Ani bir çark ve Bodrum'da kurulan kendi işyerim ile yeni bir boyut kattım yaşantıma.
Tam bir sene sonra ise, artık İstanbul'a gitmem gerektiğine emindim. Sebebini sormayın, emindim işte. Emin olunca, bir sene önce bana cevap vermeyen işyeri, ilginç bir teklifle çıktı karşıma. Çok sürmedi tüm düzenimi kapatarak, şirketimle birlikte kendimi İstanbul'a taşımam. O kadar hızlı oldu ki nefesim tutuldu ama aslında o kadar uzun sürdü ki, bir baktım 20 sene olmuş ilk niyetlenmemden bu yana.
Öyle de komik bir durumdaydım ki aslında. Tam bir herkes gider Mersin'e, ben giderim tersine durumu. Üstelik, hayatımda en uzun 15 gün bir eğitim için kaldığım İstanbul'a, Bodrum'dan taşınmıştım. Bindiğim taksiden, davlunbazımı satın aldığım Arçelik Bayisi'ne kadar herkes bir şaşkınlıkla, "Bodrum'dan İstanbul'a mı döndünüz" derken, karşılığında "Dönmedim, ben ilk defa yaşayacağım İstanbul'da" dememin suratlarında yarattığı ekstra şaşkınlığı izlemenin keyfi muhteşemdi. Hatta taksicinin biri, muhabbetin bir yerinde dayanamayıp, "Kusura bakma abla, ben çok açık sözlüyümdür, valla harbi salakmışsınız siz" deyiverdi.
İşin acayibi, bu sene doğumgünüm itibariyle yaşamaya başladığım bu şehri o kadar çok seviyorum ki, evim, yaşadığım yer, trafiğinde bile gülümsemeye devam ediyorum. Alışveriş yaptığım Migros'un üzerinden geçen Boğaz Köprüsü'nün ışıklarına bakıp, başardım diyorum kendime. İşte ben artık İstanbul'dayım. Hazır aklıma gelmişken, Migros'ta alışveriş sepetini neden yerinden çıkaramadığımı anlamam için güvenlik görevlisine sormam gerekti tabi. Malum, Bodrum'da markette, alışveriş sepetinin 1 TL atılan bir kumbarası yok. Tam köyden indim şehre durumu. Gelin görün ki bu bile mutlu ediyor beni. 20 senedir defalarca geldiğim şehri, içime sindire sindire keşfediyorum. Araba kullanırken kaybolmadan yolumu buluyorum. Biraz heyecan yapıyor tabi ama, üzerine "yaşasın be istediğim yere gelebildim" zaferini yaşamanın keyfi çok farklı oluyor.
Bugün bir ayını doldurdu İstanbul hayatım. Günümün yarısını işyerimde geçirdim. Evime gelip bir sürü zeytinyağlı yemek pişirdim. Sonra Kanyon'da yemek ve sinema. Üstelik tek başıma. Haliyle, şehrin ölçeği büyüyünce, Bodrum'daki gibi "şekerim hadi bir kahve içelim" diyemiyorsun. Desen de olmuyor zaten. Ama bu 1 ay içerisinde, benim açımdan çok önemli konuları hallettim. Bir kuaförüm ve sitemde pilates yapabildiğim bir spor salonum bile var. Kısacası olmam gereken zamanda, olmam gereken yerdeyim. Ne kadar bir süre? Kim bilebilir ki? :-)
İstanbul'dan Bodrum'a taşınma hayaliyle yaşayanlara ise tek sözüm var "Umarım benim gibi 20 senenizi almaz hayalinizdeki yere ulaşmak. Zira değil 20 sene, 5 sene sonra Bodrum sizin hayallerinizdeki halinden çok uzaklarda olacak." Ve bence İstanbul'dan Bodrum'a göçenler bile, bir süre sonra, ya İstanbul'a koşarak geri kaçacak, ya da halen bakir kalabilmiş başka bir yerde hayallerine yer açacak.
Ne diyeyim, olmak istediğiniz yerde, olmak istediğinizden emin olduğunuzda hiç durmayın ve dilerim mutluluk perisi yanınızda olsun. Benimki gibi :-)
Damla Erarslan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran CAN YÜCEL KİTAPLARI |
|
İş Bankası Kültür Yayanları, Ruken Kızıler yönetiminde sürdürdüğü Türk Edebiyatı dizisine Can Yücel'in üç kitabını kattı: Sevgi Duvarı, Bir Siyasinin Şiirleri ve Yazma. Bu sonuncuya, kendi sesinden şiirleriyle Yeni Türkü topluluğunun müziklendirdiği şiirlerini içenen bir de cd eklenmiş: Sesini Kaybetmeyen Şiir. Ayrıca, başka bir usta, Mehmet Başaran kitaba hem Şiirimin Can'ı başlıklı güzel bir önsöz yazmış, hem de elindeki, ozanın üstünde düzeltmeler yaptığı iki şiirini eklemiş.
Bu önsözden şu satırları paylaşalım önce:
"Hasanoğlan'da Can Yücel
Çörçil (Kırıkkale treni) değişik yolcular bırakmıştı Hasanoğlan istasyonu'na o akşam. Sabahttin Eyuboğlu, Cahit Sıtkı Tarancı, Şahap Sıtkı, Cahit Külebi, Kemal Sadık Gökçeli (Yaşar Kemâl), Necati Cumalı, Melih Cevdet, Can yücel…Gözleri sevinçle, sevgiyle ışıyan Enstitülülerin ortasında ilerliyorlardı. Önemli günlerdi. Şiir konuşuluyordu her yanda.
Toplantı, Yapı Kolu'nun büyük salonunda yapıldı. Tam bir şiir şöleniydi. Gece ikiye değin sürdü. İçerisi dopdoluydu. On ikide elektrikler söndü ve öğretmen evlerinden lambalar getirildi. Tarancı, başını ellerinin arsına alarak, kendisiyle dertleşirmiş gibi okudu 'Otuz Bey Yaş'ı. Melih Cevdet, Necati Cumalı, Cahit Külebi, Enstitülü ozanlar şiirlerini okudular, şiir üzerine tartışmalar oldu.
Bir köşede süzülen Can Yücel, sonraki yıllarda yazacağı şiirdeki 'Çırpı bacaklı oğlan' değildi. Göğsünü devrimci havasıyla doldurmuş, bir başka Hasanoğlan'lıydı. Azdan az kalın sesiyle konuşmalara o da tuğlalar koydu."
Şimdi düşünsel Hasanoğlan'lının kimi şiirlerini anımsayalım birlikte;
KAYIP ÇOCUK
Birden işitilmez olsun ayak seslerim;
Gölgem bir başka sokağa sapıversin;
Unutayım bir anda her şeyi,
Nerde oturduğumu,
Bir tuhaf âdem olduğumu Can adında.
Aklım arayadursun başka kapılarda kısmetini,
Ben, bilmediğim sokaklarda bir başıma;
Gönlüm öylesine ferah,
İlk defa görmüş gibi dünyayı,
Bir şaşkınlık içinde, yeniden doğmuş gibi,
Hatırlamam artık değil mi, dostlar,
Hatırlamam artık garipliğimi?
İkinci örnek, aynı günlerde, başka yerde hapis yatan arkadaşı Mehmet Sönmez'in çizimleriyle bezenmiş Bir Siyasinin Şiirleri'nden.
GÜZEL'E
Dün gece senin küçücük elinle yalnız yattık.
Yalnız, senin küçücük elinle yalnızlık.
Kandilli ilkokulu kadar kalabalık…
Zilleri çaldığında düşlerinin
Sınıfların kapıları ardına kadar açık,
Gökyüzünün, denizin, toprağın ve hayalle emeğin
Haklı sınıfları…
Belki de baskın korkusuyla, vefasız, akıntıya atılan
Kitaplar var ya, onlardan
Öğrenmiş Marx'ı gümüş balıkları
Ve belki de onun için o kadar,
O kadar aydınlık ortalık…
Sen ki çiçekleri toplamayan Güzelim,
Çiçekleri sulayan çocuk
Ve ben ki buruk ve kavruk
Bir ihtiyar adamım artık,
Öyle güzeldim ki senle, çiçeklerden çok…
Ve anladım, anladım ki bi daha:
Düşünde bile göremez işler
Düşünde gördüğü işleri.
Son şiirimiz Sevgi Duvarı'ndan:
ÖĞRETMENİN DÜŞÜ
Okumuş filler ki herbirinin
Nice Bostan, Gülistan ezberidir.
Mavi bir ışık yandı gözlerimde
Gökyüzü öyle yakın
Çocuklar doğacak çocuklarım
Ve öyle yağmur ki toprak, koklarsın
Ellerim bütün hayvanlar âlemi
Hangi ağacı çalsam açıyor
Uzaylar uslu
Yönlerim yörük
Sağduyularım sol duyu
Mavi kalemlere yordum bu düşü
Su resimleriyle öğrencilerin
Göğerttik bozkırın sarı defterini
Şu yoncalar şu yurttaşlık bilgisi
Geçen gün okudum söğütlerin tarihini
Bi çiğdem var onlar kadar yiğit
Şu bey şu eşek şu yaban şu işçi arı
Biz beş sınıfta kaldırdık bütün sınıfları
Korkuluklar ektiği kargaları biçsin
Sevginin de kendi planları var
Beş yılları yıldızları dokuz ayları
İlerde yarım kalmış bir okulun duvarı
Duvarcı! diyor, Varım! diyorum ben de
Gitsin bütün okumuş filler Gülistana
Ben Türküm bu bozkırda çalışmaya geldim.
Bir avuç zırdeli yüzünden hızla bozkıra çevrilen, insanların kendilerini de, başkalarını da sevip anlayamaz oldukları dünyamızda herkesi her şeyi kucaklayamadığı için öfkeyle çığlıklar atan bu sevgi dolu ozanı okura yeniden kazandıranlara sonsuz teşekkür.
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
EĞİTİMDE DEĞİŞMEYEN
Gündüzleri ağustosu aratmayacak sıcağa rağmen akşamları serinleyen eylül ayının sonları, biz Çukurovalı okul çağı çocukları için büyük bir heyecan oluştururdu. Öğretmenin köye geldiği ve pazartesi okulun açılacağı haberi tüm çocuklar arasında hızla yayılırdı. Merak ve heyecanla okula gidilir, uzun süre görülmeyen sınıf, sıralar ve karatahta görülür, bir çeşit hasret giderilirdi. Öğretmen kız öğrencilere önce lojmandan başlatarak temizlik yaptırırken erkek öğrencilere ise bahçeyi temizletirdi. Uzun yaz boyu kullanılmadığından otlanan okul bahçesi, öğretmenin isteğiyle evlerden getirilen kazmalarla kesilip eylül sıcağının tepeden bastırması eşliğinde toplanıp temizlenirdi. Bu temizlik her okul açılışında 2-3 gün sürerdi. Bu gerçeklikten dolayı dere kenarındaki lojmanlı şirin okulumuzda okuduğum sürece okul açılışı bir işçi gibi okulda temizlik yapmak demekti benim için.
Kasım serinliği sonrası gelen soğuk kış günleri boyunca bir öğrencinin içine rahat girebileceği koca demir sobayı yakıp sınıfı ısıtmak için biz yoksulluk sınırındaki aile öğrencileri her gün bir odun parçasıyla okula gelmek zorundaydık. 'Balli' lakaplı okulun en iri öğrencisi her gün herkesten önce gelip öğrencilerin odun getirip getirmediğini tek tek kontrol ederdi. Getirmeyen öğrenciyi öğretmen andımız töreninde tüm öğrencilerin huzurunda korkunç bir suç işlemişçesine azarlardı.
Kabus dolu soğuk kış günleri sonrası biraz mola anlamında iple çektiğimiz onbeş tatil öncesi rahatlamanın sevincini yaşamadan öğretmenin tehditle istediği karne parası baskısı üzerimize ağır bir yük olarak çökerdi.
Karne parasını boş durmayıp bağda bahçede basitte olsa bir şeylerle uğraşan babamdan istemek ayrı bir zorluktu. Büyük bir aileydik, seçkindik, ancak biraz yoksulduk. Öğretmenden sınıf huzurunda azar işitmektense babamdan azar işitmeyi tercih eder ve o ruh haletinde uygun bir şekilde karne parasını babamdan isterdim. Beklediğimin aksine azar işitmez ama hoşnut olmadan ceplerini karıştırarak karne parası bozuk parayı verirdi babam.
Yıllar sonra baba olduğumda babamın bu cüzi parayı niçin vermek istemediğini anlayacaktım. Devlet öğrenciden istediği küçük bozuk paraya bu kadar mı muhtaçtı? Dördüncü sınıftaki pos bıyıklı, her gün şehirden getirdiği kırmızı yazılı cumhuriyet gazetesi okuyan öğretmenimiz o yıl bizlerden karne parası istememişti. Tüm öğrenciler bu öğretmeni çok sevmiştik; esprili, sıcak ve cana yakındı.
Yıllar sonra Adıyaman-Besni'nin bir köyüne atandığımda okul açılışında öğrenciyken yaptıklarımı burada da öğrencilerle yapıyordum. Hademesiz okulda başka çarede yoktu. İlçe milli eğitimin verdiği kömür yeterli olmadığından öğrencilerden odun ve tütün sapı getirmelerini istiyorduk. Tek fark herkesi zorlamıyor, evinde odunu ve tütün sapı olanların getirmesini öneriyorduk. Hiç değişmeyen ise karne parasıydı. İlçe milli eğitim karneleri ücretle verince o günler 300 doları bulmayan maaşlı öğretmenler olarak bunu öğrenciye yansıtıp yansıtmamakta uzun bir süre duraklamıştık.
Yıllar önce küçük bir öğrenci olarak istenenler yıllar sonra eğitim camiası neferi bir baba olarak yine isteniyor. Her yıl ilköğretimdeki çocuklarımız için temizlik, sınav kağıdı, karne, klima yakıtı vb ihtivalı okul ihtiyacı olarak para ödüyoruz.
Atatürk'ün çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma hedefine yıllarca koşarken hedefe ulaştığımız yanılsamasını yaşıyoruz. Hayattayken hedefe ulaşmaya ramak bıraktığı Büyük Önderin o gün ülkeyi getirdiği seviyeyi koruyamadığımıza inanıyorum.
Zira, 21. yüzyılın başları günümüzde bu ülkede hala okullar karne, yakıt ve temizlik parası topluyor. Çocukluğumda yaşadığım maddi külfetleri 21.yyda benim çocuklarımda yaşıyor. O zaman şimdiyle kırk yıl öncesi arasında değişen bir şey olmamış gözüküyor.
Öğrenciyken okulda yaptığım temizliği, her gün okula götürdüğüm odunları, babamdan istediğim karne parasını kırk yıl sonra çocuklarım bir baba olarak benden de istiyorlarsa bu ülkede yanlış giden bir şeyler var demektir.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Düş Güzelliğinde Sevgi
Kavuşmanın yakınlığı
Yanık titreşimler salıyor içine
Şeker gibi heyecan
Adımlarıyla yarışta
Sabırsız, telâşlı
Ürkekleşiyor parmakları
Yeniden...
Yeniden ısınıyor yüreği
Haz ile hüzün...
Sarmaş dolaş gözlerinde
Yayıldığında kahvenin
Baştan çıkarıcı baygın kokusu,
Esaretine giriyor kucaklayışların
Utangaç sevinç dolanırken yüzünde
Silik bir kartpostala dönüşüyor şehir
Güneşten sonra
Gölgenin serinliği gibi
İçte huzur, yürekte kıpırtılar
Kurtuluyor taşınmaz ağırlıklardan
Düş güzelliğinde sevgi
Havalanıyor tüy gibi
Gökyüzü maviliğine
Düş Kuruyor Gece ' adlı kitabımdan - Ocak 2008 -
Hatice Bediroğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.18.4762 Released [2009 06/09] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.1 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|