|
|
|
Editör'den : Bana müsaade!.. |
Merhabalar,
Verimsiz günlerimden birindeyim. Ne ipine tutunacağım bir konum ne de yazacak mecalim var. Ben lafı dolandırmadan köşeme çekileyim en iyisi. Hepimiz için güzel bir hafta sonu olsun. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan AYINTAB BANA BİR VARAK AVAZLASANA |
|
Muavin bağırdı. "Aşağıda yolcu kalmasın. Amasya, Sivas, Antep, Urfa yolcuları, Otobüsümüzün hareket saati gelmiştir." Mademki yolcuyduk, o niyetle denk edilmişti yükümüz, binecektik.
- Abi yolculuk nereye
- Antep'e
- Senin valizleri öbür tarafa alalım abi.
- Alalım yeğenim.
Deh dedi şoför, gaza bastı. Sarsıldı koca otobüs, körükleri tısladı. Terminalden sağa sola sallana sallana çıkıp Ankara yoluna düştük. Yarım saat bile geçmeden ormanlar çabucak tükendi. Otobüs yokuşları biraz tırmanınca Karadeniz sahilde kalıverdi. Havzaya ulaştığımızda artık kel tepeler ve killi topraklar birbiri ardına koşan fotoğraflara dönüverdiler.
Çeltek'ten dönüp Ankara asfaltını kendi akşamına bıraktık. Gün akşamla buluşurken Suluova terminalinde soluklandık. Havda acayip bir toz bulutu ve kömür kokusu vardı. Çeltek Linyit İşletmelerinin kokusu bütün kaplamıştı. Yazık dedim kendi kendime yazık, çok yazık. İnsanlar cennet gibi bir coğrafyada gün boyu bu zehirli havayı soluyorlardı. Ve bütün geceler boyu. Yol buyunca yüzlerce tarla geçtik. Yüzlercesinde binlerce belki de milyonlarca kırmızı soğan çuvalları yatıyordu. Kurusunlar diye öylece bırakılıvermişlerdi. Akşam güneşinin son kızıllığında daha bir kırmızıydılar. Alın teri, göz nuru, ekmek parası, geçim derdi oldukları besbelli.
Paralelimdeki koltukta bir anne. Cılız mı cılız hem de ufacık. Bebeğine yatak yapmış yanındaki koltuğu. Ama bu kadın çok küçük. Küçücük. Ne zaman evlenmiş, çocuk sahibi olmuş? Daha kendisi çocuk. Bebek topaç gibi. Bir kadına baktım, bir bebeğe… Hey gidi kabuklu yumurtaya can veren Allah'ım. İnanmayan taş olsun. Karanlık çökünce bir feryat bir figan. Oyuncak istemez memeyle kanmaz. Susturmanın imkânı yok. Kadın terler, kadın utanır, kadın bunalır, kadının canı burnunda. Yolcular da hiç halden anlamaz. Hepsinde belli belirsiz bir homurdanma. Muavin geldi bir hayli zaman sonra. .
- Abla hep böyle mi bu? Yandık valla.
- Hiç böyle yapmazdı ne oldu bilmem,
- Meyve suyu vereyim, kek de var arabada.
- Yok kardeşim yok, sağ ol.
Bir saat geçti susmadı. İki saat geçti bebek çatladı ağlamaktan. Tespih verdi yolculardan biri. Oyuncak verdi bir başkası. Karnına basınca şarkı söyleyen oyuncak... Sakız kutusu tıkırdattılar ama kim takar. Yolcuların yarısı gönüllü şebek oldu. Çocuğun zerrece avunası yok. Bir ara kan ter içinde kalan kadını öndeki yolculardan biri çağırdı. "Getir bebeği buraya getir. Belki oyalanır da susar." Neden bilinmez otobüsün öndeki koltuğuna oturan anneni kucağındaki bebekğin önce sesi azalmaya başladı. Beş on dakika sonra da uyuyuverdi. Şoför televizyonu kapattı. Yolculardan çıt çıkmıyordu. Aman ha bebek yeniden uyanmasın sakın. Sivas'a kadar uyudu bebek. Bir buçuk saat kadar soluklandı yolcular. Sivas kocaman şehir, yolcular iner, yolcular biner, bagajlar yerleştirilir, değnekçiler bağırır. Uyunur mu hiç? Bebek de dayanamadı uyandı. Uyanır uyanmaz hemen ağlamadı. Yeniden yola çıkınca, tabelalar Şarkışla'ya yaklaştığımızı söylemeye başlayınca yeniden gazele başladı bebek. Sanki öncekinden de öfkeliydi bu kez. Otobüsün ön koltuğunda oturmak da işe yaramadı.
Yolcular kan uykularından uyandılar. Bebeğin annesine çok kızdılar ama bir şey diyemediler. Onlarda anne baba olmuşlardı, halden anlamaları lazımdı. Ne yapsın kadıncağız. Çimdikleyip ağlatmıyor ya mahsuscuktan. Kadın çaresiz, kadın perişar, kadın küçücük, bir lokma, çelimsiz, yorgun, anasından emdiği süt fitil fitil burnumdan geliyor. Bunu videoya çekmeli. Anne olmak isteyenlere göstermeli. Ders olsun. Buna katlanabilecek misiniz demeli. Evet diyorlarsa izin vermeli. Tamam, öyleyse bebek yapabilirsiniz.
Geçtiğimiz her kasabanın, her kentin bir kokusu vardı. Her yerin gece sıcaklığı da başkaydı. Samsun'dan yola çıktığımızda otobüsün göstergesindeki sıcaklık yirmi bir dereceydi. Tokat on altı, Sivas dokuz,.. Şarkışla ile Pınarbaşı'da yedi dereceye kadar düştü. Sonbahar başında kış gibi… Can sıkıntısı işte, yol uzun. İnsan elinde olmadan nelere dikkat ediyor? Sivas gecenin serinine rağmen çürük yumurta kokuyordu. "Bu koku nerden geliyor?" diye sordum. Muavin "Abi biraz ilerde dere var," dedi. Sanki derelerin kötü kokması çok olağan bir şeydi. Bu durumun çaresizlikle algılanılması, kabullenilmesi gücüme gitti. Dere varsa arıtırsın. Üstünü kapatırsın. Bir çaresi vardır mutlaka. Kocaman şehirler, milyarlarca liralık bütçeler. Hey gidi yüce demokrasi… Bu can sana kurban olsun, çaresizliğimiz anamızın ak sütü gibi sana helal.
Bundan yirmi beş sene önce de geçmiştim buralardan. Yine gecenin sabaha yakın saatlerinde. Yollarda tilkiler olurdu, tavşanlar geçerdi karşıdan karşıya. Uçsuz bucaksız bozkırlarda yüzlerce kilometre geçtik tek bir canlı bile görmedim. Köyler kaplumbağalar gibi başını içine çekmiş, bir iki ışık var o kadar. Boşalmış dağ, taş herkes çekip uzaklara gitmiş besbelli. Maraş ışıklar içinde yıkanıyordu yol dağlardan inerken. Binlerce tabela geçtik, bilmediğim yollara girip çıktık. Sabaha yakın Ayıntab otogarına ulaştık. Gün henüz ağarmamıştı. Ama gecenin koyu karanlığı da incelmeye başlamıştı. Servis yokmuş şehre bu kentin terminalinde. Şehir merkezine on kilometre var. Yolcular taksicilerin insafına bırakılmış. Minibüsler sabah altıda başlarmış seferlerine. İnadım tuttu, binmedim taksiye. Otobüs biletine bin kilometre için ödediğim paranın en az yarısını isteyeceklerdi. Şuncacık yola. Biliyordum. Minibüsleri bekledim.
Otobüs firmaları öyle planladığı için her zaman yabancısı olduğum kentlere hep sabahın sarhoş zamanlarında indim. Unutmadan söyleyeyim, Ayıntab Gaziantep'in eski adıdır. Işıldayan Pınar anlamına geliyormuş. Umarım bu kentte hala ışıldayın bir su gözü vardır. Sabah henüz sokak lambalarının bile evlere, caddelere ağaçlara şaşı baktığı bir saatte yeni bir kentte olmak biraz kaybolmuşluk hissi yaratır bende. Hep biraz yetim ve gariban hatta dışlanmış bir duygu yoksunluğu içine düşerim. Koca adamım sonuçta ağlayayım biraz desem ayıp. Hani mutluymuşum, sevdiklerime kavuşmuşum gibi abartılı bir gülümseme kondursam yanaklarıma kimin umurunda. Bana aldıran kim. Taksici ikide bir geliyor. İki valizim var ya onlara bakıp beni kendisine mecbur sanıyor. "Abi gündüz tarifesi yaparım," diyor. Duymazdan geliyorum.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Sigmaringen Şatosu-Almanya |
|
Prenses Wiedli Elisabeth, şiirinin son mısrasını yazdı, kağıdın sağ alt köşesine Carmen Sylva adını not etti. Bu isim şiirlerini yazarken kullandığı takma adıydı. Pencereden gelen serin sonbahar rüzgarı perdeyi havalandırdı ve sanki dantelli yakasından içeri girerek bedenini titretti. Pencereyi kapattırmak için hizmetçi zilini eline aldı ama vazgeçti. Kırmızı sandalyesinden yavaşça kalktı, kabarık elbisesini düzeltti ve ağır adımlarla pencereye doğru yürüdü. Kısa zaman için konuk olduğu Sigmaringen Şatosunu ve pencerelerinden görünen manzarayı özleyecekti. Yüksekte kalan şatodan, ona kutsal gelen Tuna nehri yeşil vadide uzayıp gidiyor, uzakta görünen ormanın içinde kayboluyordu. Nehre sessizce baktı, beyaz kuğular, havanın bulutlu olmasına aldırmadan suyun üzerinde ilerlerken adeta dans ediyordu. "Ne kadar zarifler?" diye düşündü. Birdenbire odasında duyduğu kapı sesi onu korkuttu, arkasını dönüp baktığında hizmetçisi onun hazırlanmasına yardım etmek için bekliyordu. Pencereyi usulca kapattı ve Tuna nehrine son bir defa baktı. Kocası Hohenzollern-Sigmaringen Prensi I. Carol ile Romanya'ya dönme zamanı gelmişti. Hizmetçi, elbisesinin fırfırlarını eliyle düzeltti, saç buklelerini açtırarak kabarık görünmesini sağladı, elinde tuttuğu gümüş pudra kutusundan tavşan tüylü fırça ile Prenses Elisabeth'in yanaklarını pembeleştirdi ve prensesin odasından salona geçen büyük kapıyı açtı. Prenses nehirdeki kuğlar gibi ilerledi ve Sigmaringen konteslerinin olduğu yeşil salona yürüdü.
***
Tarihini koruyan bir kültürle karşılaştığım Almanya'da ziyaretine gittiğim Sigmaringen şatosu hakkında bilgilerimi paylaşıyorum. Dilerim ki etkisinde kaldığım rengarenk çiçeklerin olduğu şatolu kasabaları tekrar görürüm.
Sigmaringen Şatosu, Almanya'nın Baden-Württemberg eyaletinde bulunuyor. 1077'li yıllarda başlayan tarihi ile ilk önceleri savunma kalesi olarak kullanılmış daha sonra ilave binalar yapılarak şato haline getirilmiş. 1500'lü yıllarda Karl II Hohenzollern-Sigmaringen kontu kalenin yenileme çalışmalarını yapmış. 1880 yılında Neo-Gotik tarzında restore edilmiş olsa da 1893 yılında çıkan yangında kalenin büyük bir bölümü yanmış, tahrip olmuş. Daha sonra eski haline bağlı kalınarak yeniden inşa edilmiş. Yangında tahrip olan bu şato tekrar yapılırken daha önce burası için yazılan tarih kitaplarından yararlanılmış.
Detaylar unutlmamış, duvarlar, süslemeler, tavan işçilikleri, mobilyalar aynı şekilde dizayn edilmiş ve titizlikle korunarak günümüze kadar gelmiş.
Sigmaringen Şatosunun koridorlarını saymazsak yaklaşık sekiz on odası rehberle gezilebiliyor. Diğer odaları ziyarete kapalı ki ben bize açılmayan kapıların arkasında neler olduğunu gerçekten merak edenlerdenim. Odaların kapıları yüksek, geniş ve iki kanatlı. Bunun sebebi, şatoda yaşayan kadınlar çok fazla kabarık elbise giydikleri için kapılardan rahat geçebiliyorlarmış. Bu kadar şatafata ne gerek var diyorum ama o zamanda yaşamış olsaydım, ki isterdim, ben de o elbiselerden giyerdim. Kat kat olan bu elbiseler hiç de hafif değilmiş, bazen ağırlıkları sekiz kiloyu geçermiş. Kontes hanımlarının zarif ve ince görünmeleri için küçük yaşlardan ölene dek bellerine korse takılırmış. Korsenin ipleri öyle sıkı bağlanırmış ki canı acıyan ya da nefessiz kalan kontesler nerde olurlarsa olsunlar aniden bayılıverirlermiş. Bunun yanında zenginlik ve bollukta yaşayan çocukların sağlıklı olmaları için bazı önlemler alınırmış.
Fazla yemek yemelerini önlemek amacıyla sırtlarına tahta bağlanırmış. Böylece çocuklar dik durur, zayıf olurlarmış. Donatılmış masanın önünde duran aç bir çocuğu düşünüyorum da eminim ki her şeyin tadına bakmak ister, özenle hazırlanmış yemeklere parmağını daldırır, hatta avuçlayarak yerdi? "Zavallı çocuklar" dedim içimden. Filmlerde seyrettiğim konteslerin neden baston yutmuş gibi durduklarını daha iyi anladım; zarafet ve incelik… Tahta meselesi aslında bana yabancı gelmedi. İtiraf etmeliyim ki çocukken biz de bu tahtadan korkardık. İşin komik yanı, bizdeki bu durum sadece yemek yerken dik oturmamız için babamın "sırtınıza tahta bağlıyacağım" uyarılarından ibaretti. "Ağaç yaşken eğilir" atasözü işte tam burada yerinde olur.
Şatonun bazı odaları renkleriyle ve amaçlarıyla birbirinden ayrılmış. Yeşil oda, konteslerin, prenseslerin çay içme sohbet etme odasıymış, kısacası dedikodu odası. Merak ediyorum da o dönemlerde televizyon yok paparazzi yok, acaba ne konuşurlarmış? Benim kaneviçe işim, senin goblenin, şu ressam, bu opera, yakışıklı kont, cesur şövalye falan… Siyah oda ise erkeklerin yani kont, kral vs toplantı yaptıkları, yemekten sonra iş konuştukları, iskambil kağıdı oynayıp içki içtikleri odaymış. İskambil kağıdı oynadıkları masanın üzeri kara tahtadan yapılmış; puanlarını yazıp siliyorlarmış. Duvarlar siyah ipek, saten kumaşlarla kaplıydı. Aydınlatma sistemini bu odada farkettim; duvarlara asılı aynaların önünde mumlar dizilmişti. Yakıldıklarında aynadaki yansıma ile ışık odaya doluyormuş. Isıtma ise her odada bulunan işlemeli porselen kaplı, dolaba benzeyen büyük sobalarda odun yakılarak yapılıyormuş. Koskocaman sarayların nasıl ısıtıldığı hep merak konusudur; bir de bu saray ve şatolar kışların soğuk geçtiği bir ülkede bulunuyorlarsa? Kadınların neden kat kat elbise giydiklerini de kendim cevaplamış oldum. Kırmızı oda aile bireylerinin buluştuğu odaymış. Tüm odaların yüksek tavanlarında olduğu gibi burdaki resimler de barok dönemine ait. Özellikle kırmızı odanın tavan resmi çok değerli. Güzel manzaralı resimde siyah ata binmiş zırhlı bir asker var. Daha çok şovalyeye benzeyen bu askerin sırtı ile atın arkası resimde görülüyor. Askerin yüzü yandan görünüyor ve gideceği yöne bakıyor. Resmin özelliği inanılmaz bir illüzyona sahip olması. Odanın neresine giderseniz gidin asker atıyla birlikte sizin yönünüze dönüyor. Bu muhteşem resmin tavana nasıl yapıldığını çok merak ettim.
Kırmızı odanın her duvarında farklı bölgelerin resmi vardı. Kral kendisine ait olan dahil oğullarına paylaştırdığı toprakları duvarlara resmettirmiş. Fakat yıllar sonra bu topraklardan sadece kendisine ait olanı elinde kalmış. Ahşaptan kıvrımlı kenarları olan kırmızı koltuklar, çekyat görünümünde ve duvar boyunca uzundu. Kadınlar kabarık elbiseleri ile rahat rahat yan yana sıkışmadan oturabiliyorlarmış. Uzun bir salona geldiğimizde tavanının aynalarla süslü olduğunu gördüm. Duvarlarda mermerden insan heykelleri vardı ve sağlı sollu duvar boyuna kırmızı sandalyeler dizilmişti. Bu oda anladığım kadarıyla tören ve dans odasıydı. Birden bire filmlerde seyrettiğim karşılıklı dans eden süslü kont ve kontesler gözümde canlandı. Ardından kasvetli yemek odasına girdik. Büyük yemek masasının üzerindeki gümüş şamdanlar gözleri kamaştıracak kadar parlaktı. Burada kimler neler yedi kimbilir? Ne ziyafetler yapıldı, ne şenlikler düzenlendi? Ne bakışmalar, ne gülüşmeler, ne itişmeler, ne utangaçlıklar, ne konuşmalar yapıldı? Mobilyaların ön ayaklarında tekerlekler vardı. Bir kont, kontese sandalyeye oturması için yardım ettiği zaman sandalye, daha rahat kabarık elbisesinin altına girermiş. Mobilya tekerlekleri, hizmetçilerin de işini kolaylaştırmıştır. Başka bir odada ise şatoda yaşamış ve işlerin başında olmuş bütün kontların, prenslerin, düklerin resimleri vardı. Kırmızı elbiseli İtalya kralının resminin olması dikkatimi çekti. Sonradan öğrendim ki İngiltere, Fransa, İtalya, Romanya gibi krallıkların başında amca oğulları, kuzenler varmış; ama buna rağmen toprak için birbirleriyle hep savaşmışlar. Birleşmelerini sağlayan en büyük şey ise evliliklermiş. Evlilikler siyasi ve savunma desteği gibi güç birliğinin oluşturulması için yapılırmış. Bayrak ve askeri kıyafetlerindeki armalarda, birleşen krallıkların simgeleri birarada gösterilirmiş. Evlilikleri hakkında küçük bilgi ise evlilik resmi olduğu için karı kocanın odaları ayrı olurmuş. Erkek sadece istediği zaman eşini odasına kabul edermiş. Masallardaki aşklarda hani şovalyeler vardı, hani prensesler vardı? Yalanmış dedim kendi kendime?
Şatonun içinde hizmetçilerin rahatça dolaşabileceği labirent gibi yollar varmış. Hizmet edecekleri şato sahiplerinin odalarına bu yollardaki gizli kapılardan girilirmiş. Böylelikle saray içerisinde sadece ihtiyaç olduğunda hizmetçiler ortaya çıkarmış. Rehber eşliğinde birkaçtanesinden biz de geçtik. Hizmetçilerin, bu kapıların arkasında neler dinlediklerini, ne konuşmalara şahit olduklarını kim bilebilir? Dedikodunun tarihi daha o zamanlardan çıkmış olmasın? Şatoda girdiğimiz en son oda silah ve avcı odasıydı. Hayvanları koruyan ve onların uğruna miting yapan kimseler bu odaya girmemeli. Binlerce geyik kafası, dondurulmuş ayı, tilki, çakal, kartal gibi orman hayvanları, boynuzlar, kuş tüyleri vs. Nereye baksanız ölü hayvan parçaları… Bu odadaki gizli geçitten mahzen gibi bir odaya girdik. Binbir çeşit silahlar, teçhizatlar vs. İlk icat edilenden tutun da günümüzde kullanılan silahlara kadar adeta silahların evrimini görüyorsunuz. Kalın ve ağır görünen zırhlar, kırmızı halıda ilerledikçe inceliyor, modernleşip yok oluyor. Çünkü günümüzde zırh yerine kurşun geçirmez yelek var. Bu odadan sonra da Sigmaringen şatosundan çıkılıyor. Zamana yaptığım yolculuk, kapıdan çıkınca sona erdi. Mavi gökyüzüne baktım, konteslerin yaşadığı zamandan beri hiç değişmeyen güneş gözlerimi kamaştırdı. Güneş o zaman da vardı, şimdi de var; hem de tüm parlaklığıyla…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gül Ağacı : Gülseren Bağlar SUSUZ ADAM |
|
Son günlerde moda oldu ıssız adam, ıpıssız kadın, hepten ıssız çocuklar, boş adam, dolu madam vs… bir sürü türetilebilir sıfatlar. Meğer herkes ne kadar da ıssızmış. Hafif dert yanar gibi görünse de mağrur cümleler düşüverdi ortalara birden bire.
- ben de ıssızım
- yok en çok ben ıssız
- ben koyu ıssız
- hadi ordan ıssızlık kim, sen kim? Benden daha ıssızını görmedim.
Ne gerek vardı bir araba söze bilmem. Yazı başlığından girişle kalemimden dökülenleri yazdım işte… Bir çeşit dip not olsun.
Ya bu "susuz adam" ne ola ki? Diye sorarsanız henüz bir fikrim yok açıkçası. Şu an için yani. Aslında "SU" konulu bir şeyler yazmak isterken istem dışı bu başlığı attığımı gördüm. Oysa ciddi bir şeyler yazmak gerek. Konu çok hassas, geniş ve de derin. Lakin ben o kadar bilgi birikimine sahip değilim. Su denildiğinde içinde "su" geçen türküler, şarkılar geliverir aklıma.
"Suda balık oynuyor
Kanım sana kaynıyor
Düştüm merhametsize
Hiç halimden bilmiyor"
..
Ya da ;
"Susuzam su isderim
Bana çeşme gösterin"
Hemencecik dilime dolananlar.
"Çeşmeye vardım ana
Suyu doldurdum ana
Kör olası çeşmede
Mahmudu gördüm ana"
Devamında geliyor. Az önce türküde çeşmeyi arayan susuz adam, bu türküde ki Mahmut tan başkası değil bence…
O kadar zengin bir kültürümüz var ki örnekler çorap söküğü gibi damlayıveriyor kalemimin ucundan. Hatta hangisini yazsam diye de tıkanıp kalıyorum.
Konuyu fazla da sulandırıp bulandırmadan "Su testisi su yolunda kırılır" atasözüyle devam edeyim birazda. Okul yıllarımızda özellikle kompozisyon derslerinde hocalarımız bir atasözü verir ve bunu bir sayfa olarak yazın derdi. Hemen hemen tüm arkadaşlar "bunu diyen atalarımız boşu boşuna söylememişlerdir" tarzından hoş geldin cümlesi kurarlardı. Hocalarımızın bu cümleye olan aşırı sevgileri saçlarını diken diken etmeye yeterdi. Fakat ben o kadar beceriksizdim ki bu konuda arkadaşlarımın kurduğu bu cümleyi dahi kurup yazıya girişemezdim bile. Haliyle girişilmiş, gelişmiş ve sonuçlanmış kompozisyonlarım hiç olamadı. Hay Allah nerden geldi aklıma. Akıl bu işte nerden neyi getirip hangi araya anekdot olarak giriyor şaşırıyorum.
"Su gibi aziz ol" derler birde…
Neden su bu kadar aziz?
Ya da nedir su?
diye birkaç bilgi vermek istiyorum.
Su kaybının insan vücudu üzerine etkileri :
• 1: Susuzluk hissi, ısı düzeninin bozulması, performans azalması
• 2: Vücut ısı düzenin iyice bozulması, aşırı susuzluk hissi,
• 3: Fiziksel performansın %20-30 düşmesi
• 4: Baş ağrısı, yorgunluk
• 5: Halsizlik, titreme
• 6: Fiziksel aktivite sürerse bayılma
• 7: Bilinç kaybı
• 8: Olası ölüm
• 9: Vücut dirençsizliği, ölüm, aksaklıklar oluşur
• 10: %95 ölüm
Demek ki Su dünya durdukça ihtiyacımız olan "AZİZ" bir maddedir. Çünkü su hayattır…
Kaybetmekten korktuğum değerli bir hazine gibidir benim için. Çocukluğumda yaşadığım olaydan kaynaklı da olabilir susuz kalma korkusu. Hani üç yaşımıza kadar alt beynimiz her şeyi kaydedermiş ya, benim alt üst ne varsa tüm kayıtlarımda su var. Annem anlatırdı hep susuzluktan öleceğimi. Enfeksiyon sonucu ateşlenmişim. Annelerimiz süt emzirdikleri dönemde bebeklerine su vermezlermiş pek. Tabii ben hastalık ateş falan derken can çekme sahnesine kadar gelmişim eşhedü diyemeden. Komşu kadınlardan biri " dudaklarını ıslatalım, ruhunu teslim edecek " demiş. Ölüm anında yapılan bir durummuş bu. İyi ki demiş yoksa bugün hayatta olmayacak, Meleklik kariyerimi yapmış emekliliğimi hak etmiş olacaktım öte tarafta. Neyse… Dudaklarımı ıslatan komşu teyze bir bakmış ki ben kediler gibi yalanarak hareketleniyorum. Biraz daha, biraz daha su vermişler. Can bedenden gidecekken, hayatla merhaba'm aslında tam orada başlamış.
Gün olur su üstüne yazılar yazarız, gün olur havanda su döveriz. Hayaller kurarız yaşama dair hep. Bazen suya düşürürüz bazen gerçekleştiririz. Su alır gider onları. Sonra yeni hayaller kurar, yeni umutları besleriz içimizde. Ya da suya anlatırız derdimizi, kederimizi, kötü rüyalarımızı onları da alıp götürsün diye. Geçmiş gecelerden biri durmakta mı diye körfezde ki dalgın suya bakılır, zaman su gibi akarken ne derdimiz kalır ne de hüznümüz… Hayatta suyla ne kadarda sırdaş ne kadar da dost yaşarız farkında değilizdir. Çarşamba'yı sel alsa da yağdır Mevla'm su diye göklere ellerimizi açarız toprak ana kurumasın diye. Su bize azizliğini her zaman gösterir. Açılan elleri boş göndermez hiç. Toprak ananın bereketinden mahrum etmez gönülden dileyenleri… Tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönüşür çocuk şarkılarında…
Çocuk şarkıları dedim de…
Aklıma çocuk masalı geldi birden. Kısacık anlatayım, aslında anlat anlat bitmez ama…
"Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde saçmalarken, saçmalıklarıyla nam salmış Teyyar diyarı varmış. Bu diyarda kendini bilmez densiz bestecinin teki yıllar yılı Yağdır mevla'm su diye yakarttırırmış milleti hep aynı makamda. Yıllardır yakarışları duyup ta hiç umursamayan yağmur bulutları sinirlenmiş, esip kükremiş, hızını alamayarak orantısız güçle başından aşağı boşalttığı gibi önüne ne varsa katıp helak etmiş zavallı halkı. Olur ya yağmur yağarda diyarımıza felaket getirir diye "durdur mevla'm zulmü" diyen panbeste yapmayı ihmal etmiş besteci. Düşüncesizlik bu… Teyyar diyarının kralı Teydir Han'ın her konuda şahane, doğa üstü fikirleri vardır ama bu konuda yoktur çünkü Allah korur zaten gerek yoktur omuzlara sorumluluk değil kaftan alınır diyerekten. Aklına gelmez milleti. Altın işlemeli kaftanı gözünü kamaştırmış, vezirleriyle, Hanlar Han'ıyla Zevk-ü sefa da ,bir elleri yağda bir ayakları demirden kuşların kanatlarında uzak uzak diyarlarda gezer dururlarmış."Sizi aşırı yağmurlardan doğacak felaketlerden koruyacağım, haddini bilmez yağmur bulutlarını bir bir kellesini vuracağım" dediğini hiç duymamış, görmemiştir zavallı halk. Hatta var olan köprülerin su aksın gitsin diye yapılan kanalları bile tıkanır gereksiz bulunarak. Dere yataklarının üstüne boy boy, toki toki damlar yapılmasına izin verirler. Teyyar ülkesinin başı Teydir Han çıkar "Derenin intikamı ağır olur" diye gakturu guktan cümleyle söze başlar ve -ecek -acak , cağız- ceğiz tarzından masallarla olayın çözümünü şıp diye yaparlar, milleti Allah'a emanet eder olur biter. Ve hatta Teydir Han öyle anlatır ki halk şükreder dere erken taştı da daha büyük faciayı önledi diye…Dereler dövülür, yaralar pansumansız sarılır, sırtlar sıvazlanır,yalancıktan birkaç damla yaşlar akıtılır. Ha, bu arada bir de tellalarla haber salınır günah keçisi tizz buluna, oysa Kimsenin aklına gelmez ama suçlu "densiz bestecidir" . Kellesi vurulur. kerevete çıkılır,muratlara erilir…."
Mevla'm sel'in getireceği felaketlerden, derelerin bitmez tükenmez intikam duygusundan, şom ağızlılardan korusun, suya düşmeyen hayalleriniz olsun, susuz kalmayın, ıssız hiç kalmayın, şarkılarla türkülerle kalın, su gibi aziz olun! Boş-ve-rin…
Gülseren Bağlar sbaglar@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Reklamlar - Alın Verin Ekonomiye Can Verin |
|
Gazeteci Meliha Okur, çiçek satıcısı rolünü üstlendi :
"Gül gibi bir ekonomi için bir demet çiçek de siz alın. Çünkü bu güller satılırsa bu gülleri eken de kazanır, dikenleri eline bata bata toplayan da. Toplayan; elindeki yaralara rağmen işine ve hayatına tutunur, üretir, bundan ülke kazanır. Krizin tüm etkileri solup gider" dedi.
"Çiçek gibi bir ekonomi için bir demet gül alın" diye de bir slogan ekledi.
Çiçekçilerin önünde upuzun kuyruklar oluşmaya başladı. Sadece eşimize dostumuza değil, sevgililerimize bile çiçek almaya başladık. Güller bitince lalelere saldırdık. Sakın ola "Yok deve !" felan demeyin çiçek kalmayınca "Deve Tabanı", "Deve Dikeni" hatta Turgay'ın 3G reklamında "Yedek Kulübesinde bile gördüm" dediği gibi; "Katır Tırnağı" satın almaya çalışanları dahi gördük. Çiçek gibi ekonomimiz oldu, sadece koordinatlarda bir hata çıktı, dikenler elimize batmadı. Ama olsun, batan yerlerimizdeki yamalara rağmen hayata tutunuyoruz ya ..!
Bankaların Bankası eski başkanlarından Yaman Törüner, oyuncakçı oldu :
"Oyuncak sadece çocukları değil tüm ülkeyi sevindirir. Oyuncak satıldıkça oyuncakçı evine ekmek götürür. Ekmek yapmak için fırın yandıkça, ekmekçi de kazanır, unu üreten de kazanır, buğdayı yetiştiren de kazanır. Sonuçta tüm evlerin ocağı tüter, ülke kazanır. Krizin son etkileri de ortadan kalkar" dedi.
"Yüzü gülen bir ekonomi için gelin siz de bir oyuncak alın" diye de bir slogan ekledi.
Oyuncakçıların yolunu tuttuk, evirdik çevirdik dibine baktık "Made in China" yazıyordu. Anlamadık ama yine de yaşına-başına hürmeten "bir bildiği var herhalde" deyip oyuncak reyonlarının dibine darı ektik. Yanıldığımız nokta sadece ekmek oldu, zira Çinli evine ekmek yerine pirinç götürmüştü. Sadece ekonominin yüzü değil, çiçek dikenlerinin battığı yerler bile gülmüştü katıla katıla. Olsun varsın, pirinci yetiştiren Çinli kazanmıştı. Çin'de tüm evlerin ocağı tütmüş, gitgide büyüyen Çin ekonomisi daha da palazlanmıştı ya ..!
Doğal Hayatı Koruma Vakfı Başkanı ve bankacı Akın Güngör, simitçi rolünü seçti :
"Sıcak paranın dolaştığı canlı bir ekonomi için sıcacık bir simit alın. Siz simit alırsanız, simitçi kazanır, fırın da kazanır. Fırına un satan toptancının işi yürür, unu yapan üreticinin değirmeni döner. Sonuçta; memleket kazanır, krizin etkiler bayatlar gider" dedi.
"Çıtır çıtır sıcacık parayla dönen ekonomi için durmayın siz de gevrek bir simit alın" sloganını vermeyi de unutmadı.
Hepimiz simitçilere saldırdık, ne sabah simidi kaldı tezgahlarda ne akşam simidi. Simit hisseleri tavan yaptı borsalarda. "Çıtır çıtır" sıcacık parayla ekonominin dönmediğini gören fırına un satan IMF toptan heyetleriyle birkaç gün önce gelip "Kıtır kıtır" vereceği paranın hangi koşullarda verileceğini hesaplamaya başladı. Memleket kazanmıştı ama olsun varsın dışarıda "Defol !" diye bağıranları polisimiz nasılsa "Hatır hatır" kaşıyacak ve krizin etkileri de yine bildik bayat yöntemlerle ortadan kaldırılacak ya ..!
Prof. Deniz Gökçe de bakkal rolüne soyundu :
"Bu sakız tüm ekonomik krizlere iyi gelir, sakinleştirir. Birisi bir sakız alır, bakkal kazanır. Bakkal eve giderken meyve sebze alır, manav kazanır. Yetiştiren köylü kazanır, ülke kazanır, krizin son etkileri de ortadan kalkar. İyisi mi siz de bir sakız alın, ekonomik kriz sakinleşsin" dedi.
"Çekinmeyin, alın verin, ekonomiye can verin" diye okkalı bir slogan da şavulladı.
Bu sefer de saldırdık bakkallara. Hatta; "Ekmek kalsın, sen oradan 3-5 sakız yolla, yaz veresiye defterine" diyenler bile oldu. Bakkal; eline geçmeyen sakız paralarıyla manavın önünden geçerken ne idüğü belirsiz tohumlardan üretilen hormonlu meyve ve sebzelerden 2 dirhem 1 çekirdek ( 6,814 gram ) satın aldı. Tohumlar ithal edildiğinden köylü kazanamıştı ama ekonomik kriz sakinleşmişti. Öyle deli danalar gibi sağa-sola saldırmıyordu artık. Üstelik; insanlar üzerlerindeki çekingenlikleri de atmıştı. Alıyorlar, veriyorlar, ekonomiye can veriyorlardı ya ..!
Hakkı Devrim'in bir 3G reklamındaki uzattığı gibi söylersek;
"Taa ki;..... 10 kuruşluk sakız ile ekonomiye can verilemeyeceğini aslında gayet iyi bilen koskoca Profesör'ün son bölümde 1 kilo Kars kaşarı satmak için avaz avaz bağırdığının canlı görüntüsünü son tahlilde görene kadar..."
Öyle ya; oyuncakla, çiçekle olmaz. Şimdi o güzelim simitlerin yanına koca bir teker eski kaşar gerek. Zaten bu "Eski Kaşar" konusu olmasa insanın;
"Çocuk mu kandırıyorsunuz yahu ..!"
diyesi geliyor.
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Savaştığı Kadar İnsandı
Battı ruhuna bu gece
Aklına düşen her şey
Düşünceden düşünceye
Savrulup durdu beyni
Sanki kutup rüzgârı
İşledi evin dokusuna
Kimsesizliği...
Çöktü şehrin üstüne
Yüreğinde artan burkulma
Silkinip doğruldu
Savaştığı kadar insandı
Salıverdi sözcükleri evrene
Uzanıp yanaklarını okşadı
Taze yaprakları püskül püskül
Yaramaz gülüşlü Akasya
Yürüdü...
Ay ışığıyla çizilmiş toprak yolda
Hava serin, deniz çırpıntılı
Haylaz sokulgan kız çocuğu
Doğurdu sımsıcak düşleri
Açıldı yavaş yavaş
Sabahın sessiz karanlığı
Düş Kuruyor Gece ' adlı kitabımdan - Ocak 2008 -
Hatice Bediroğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.18.4762 Released [2009 06/09] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.1 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|