|
|
|
Editör'den : Kakma değil yarma şeftali!.. |
Merhabalar
Şimdi hatırlamadım ama yakın zamanda biri Türkiye'yi "Yarma Şeftali"ye benzetmişti. Nasıl da güzel bir teşbih. Al kasadan bir tane, tut iki elinle, yar ikiye. Zahmetsizce, en ağız sulandıranından. Öyle kolay ki yarılmak, her konuda cart diye ayrılıvermek boynumuzun borcu sanki. Tespit doğru da, acaba sağlıklı olan bu mu, işte orası netameli. Ayrı ayrı fikirlerin oluşması iyi güzel de, bunu sidik yarışı haline getirmek bir felaket. Her işin başı uslup ve karşıdan bakış açısı aslında. Yani anlatanın nasıl anlattığı ile dinleyenin algılayışı belirleyici. En haklı olduğun bir olayı bile karşıdakinin kafasına vura vura anlatmaya çalıştın mı ipin ucunu kaçıyor. Ne haklılığın kalıyor ortada, ne de seni dinleyen. Esastan ayrıldın mı, hemen savunmaya geçebiliyor ve hiç istemediğin noktalara geliveriyorsun. Sen, "Ben aslında öyle demek istemedim." diye yırtınırken, karşıdaki de "...leşti" diyerek seni yerden yere vuruyor. Laf gene Tayyip Bey'e gelecek ama başka şansınız yok üzgünüm. Adam İtalya'da açlık konferansına katılmış, gazetecilere demeç veriyor; "Biz seksen ilden milletvekili çıkardık, onlar Ankara'nın doğusuna gidebilmişler mi?" diye geveliyor. Karizmatik kafa böyle olunca, altın kafese de koysan, bülbül gene aynı bülbül işte.
Livaneli geçen günkü yazısında, "CHP MHP'leşti." demiş. Öyle algılamaktadır, eskiden gelen birtakım sıkıntıları vardır amenna. Fikridir, saygı duyarım. Ama katılmam da mümkün değildir. Aynı ortak değerlerden yola çıkarak aynı lafları söylüyor olmak "...leşmek" anlamına gelmez herhalde. Çünkü ortadaki konu, açılım adıyla teröriste paşam derken, Atatürk'e katil deme cüretini kendinde bulanların çatışmasıdır. MHP konuya kendi milliyetçi çizgisinden baktığında Türk kimliğinin yerlere serileceğini düşünmekte, CHP ise Atatürk'ün kurduğu cumhuriyete saldırı olduğunu söylemektedir. Yetmişbeş yıldır sorun olmayan bir konunun yetmişaltıncı yılda masaya yatırılıp, temel ilkelerin tartışıldığı bir dönemde her iki partinin de hükümete karşı olmasından daha doğal ne olabilir? Bundan da CHP MHP'leşti anlamı çıkarılabilir mi? Hele CHP'yi faşizanlıkla suçlamak akıllara ziyandır. Bir de bunu diyenlerin mensup olduğu partinin yedi yılda memleketi nasıl süngere çevirdiğini bilince, asıl faşist partinin kim olduğu kabak gibi ortaya çıkmaktadır.
Çifte standartlı, artık güvenilmeyen bir yargı, herkesin dinlendiği bir sanal iletişim cehennemi, kendinden başka herkesi hor gören, ast üst hiyerarşi tanımayan bir yönetim zihniyeti. Güçler ayrılığının, güçler birliğine dönüşmesi. Yandaş medya yoluyla gündemin sürekli manipüle edilerek suni gündemler yaratılması, olmayanları varmış gibi gösterip, linçe kadar vardırmaları, vesaire, hepsi bu faşist krallığın memleketi getirdiği noktayı açıkça göstermektedir. Demokrasi adına askeri vesayetten kurtulup yerine aynı ocaktan polisi koyup, bir polis devleti yaratmak, ancak faşizmle izah edilebilir. Hal böyleyken CHP'yi MHP ile aynı hizaya getirip faşist diye damgalamak ya akıl ürünü değildir ya da amacı meçhul bir aklın ürünüdür. Kaldı ki, MHP milliyetçiliği de kafatascı faşizmi çoktan terketmiştir. AKP'nin yanında pekala muhafazakar demokrat sayılabilir.
Al işte ne diye başladık, aynı yanlışa düşüp, biz de memlekete "Yarma Şeftali" muamelesi yaptık. Hımmm, belki de safları tayin etmek için en uygun zamandır, ne dersiniz? Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan HER YARA KABUK BAĞLAMAZ |
|
Filmdeki adam "Seninle kalmayı, sana yakın, hatta seninle bir yaşamayı istiyorum," diyordu. "Ama sen izin vermiyorsun ki. Etrafına ördüğün duvarlar her geçen gün daha da yükseliyor. Sana ulaşamıyorum. Sözlerim duvarlarına çarpıp geri geliyor. Her gün biraz daha tükeniyorum. Bu daha ne kadar sürebilir ki? Kız; " Sadece bana güvenmeliydin," diyor. Her ne olursa olsun güvenmeliydin. Bu sevmenin bedelidir. Beni seviyor olsan söylediklerimden zerrece kuşku duymazdın. Ama sen bana inanmak yerine söylediklerimi sınamayı setçin."
Filmler kendi öykülerini anlatırlar. Anlatılanların bazen içinde olmadığımıza mutlu oluruz, bazen de dışında kaldığımıza. Onlar modern zamanların masalcılarıdır. Her ne kadar hafife alsak bile masallar olmadan yaşanmaz. Her zaman başka ülkeler, başka insanlar, başka yaşamlar bizi kendine çeker. Çünkü mahallemiz ve kendi yaşamımız artık çok bildiktir. Bütün gizemini ve tılsımını yitirmiştir. Yazar "İnsanlar yaşar ve öyküler biriktirir," demişti. Başkalarının yaşamlarına ve öykülerine girmeden duramazsınız. Bir bakarsınız ki çoktan arka bahçeye düşmüşsünüz. Onlar anlatır siz o dünyada dolaşırsınız. Her kelime, her cümle sizi daha da derine çeker. Hatta tutsak eder.
Babam biz çok küçükken çekip gitmiş. Yani bizi terk etmiş. Annem büyüttü bizi. Ağabeyimin de üzerimizde çok hakkı vardır. Dedem buraların en zengin adamıymış. O ölünce babam ondan kalan bütün parayı har vurup harman savurmuş. Kumarda, içki masalarında, pavyonlarda yemiş. Eve geri dönecek yüzü olmadığı için de çekip İstanbul'a gitmiş. Babamı ilk gördüğümde orta sona gidiyordum. Müdüre gidip kızımı görmek istiyorum demiş. Beni dersten çağırdılar. Kantinde bir adam beni bekliyordu. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim biri. "Ben senin babanım," dedi. Bana sarılmak istedi. Ama beni engelleyen bir şeyler vardı. Küçücük bir sevecenlik bile hissetmedim. Oysa yıllarca babamı göreceğim günü hayal etmiştim. Ona neler söyleyeceğimi belki binlerce kez aklımda tekrarlayıp durmuştum. Tek bir kelimesini bile anımsayamadım. Sadece sustum. Bana sarılmasını istemedim ve ondan uzak durdum. Saçımı okşadı, bir daha beni kucaklamaya da çalışmadı.
O gün babam okul formamın cebine on lira koymuş. Okuldan çıkınca parayı götürüp anneme verdim. "Bir adam geldi okula, babammış."dedim ve parayı anneme uzattım. "Bunu o verdi." Annem küplere bindi, rengi attı. Parayı elimden alıp un ufak etti. "Şeytan görsün yüzünü. Bir daha gelirse onunla sakın görüşme. Şimdiye kadar aklı neredeymiş," diyerek iki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. Annem ağladı ben ağladım. İkimiz odanın birbirimizden en uzak köşelerine çekilip ağladık. Sanki ben suçluymuşum gibi bana öfke dolu gözlerle bakıp bakıp ağladı.
Yaralı bir kuş yakaladım. Yaralı bir kızın öyküsüne girdim, ansızın. Hiç olmadık zamanlarda bütün kapılar ansızın kapanıveriyordu. Çekip gitmek, bu öykünün uzaklarına kaçmak istiyorum. Kocaman bir suçluluk duygusu asılmasa boynuma geriye bile dönüp bakmayacağım. Bir şeyler yanlış bu resimde. Ağaçlar ve gökyüzü hatta denizin bile yeri yanlış. Renkler karışmış, her şey bir girdapla çerçevenin içinde kayboluyor. Ne zaman o köprüden geçtim, ne zaman o bahçeye girdim ben bile bilmiyorum. Biz şimdi bambaşka bir boyutta, bütün kuralları değiştirilmiş bir oyunun içindeyiz. Sabrım tükeniyor, kişiliğim paralanıyor. Ben de öfkeli ve kavgacı bir insana dönüşmeye başlıyorum. Yakında, belki de çok yakında zıvanadan çıkacağım.
Babam biz çok küçükken çekip gitmiş. Yıllar sonra geri gelmeyi istedi. Beni görmeye gelmesinin nedeni buymuş. Çocuklarıyla arasını düzeltebilirse bir şansı olabileceğini düşünüyor olmalıydı. Ama babam çocuklarını hiç tanımıyordu. Baba olmanın ne olduğunu da bildiğini sanmıyorum. Ağabeyimle de görüşmüş. Sanayiye gitmiş, ağabeyimin çalıştığı tamirci dükkânına. Ağabeyim tanımış ama babamı. Görür görmez tanımış. Babam ona sarılmış. Oturup ikisi de dakikalarca ağlamışlar. Usta bile ağlamış. Ona çay ikram etmişler. Biraz sohbet etmişler. Konuştukça ağabeyim ona kızmış. Babam af dilemiş, ama nafile. "Tatsızlık çıkmadan gönderdim, onu. Biraz daha konuşsa kafasına levyeyi indirecektim. Kafamın tasını attırdı. Yıllar sonra çıkıp gelmiş. Beni af edin, çok özledim," diyormuş. Annem ağabeyime de küstü. Bizi kendine ihanet etmiş gibi görüyordu. Yüzlerce kez söyledim ona. "Anne biz bir şey yapmadık." Kime söylüyorsun? Günlerce bizimle konuşmadı.
Her yaralı kuşa dokunamazsın. Bir kedi gelip kaparsa sana ne? Yazgısı böyledir belki. Bütün yaralı bir kuşları sevemezsin. Bazıları her şey düşman görünür. Elini uzatsan korkudan gagalar. Bir karga bulmuştum yıllar önce. Avcılar vurmuş, her tarafı saçma dolu. Düşmüş yolun kenarına. Kanadını sarmak, beslemek lazımdı. Onu evimizin boş odasına aldım. Sıcak ve korunaklı bir odaya Gürlerce besledim. Ellerimi gagaladı, kollarımı çizdi pençeleriyle. Yine de usanmadım besledim. Geceleri gidip ona bakardım. Karanlık çökünce kendini yalnız hissetmesin diye. "Bak ben buradayım," derdim. Hadi sen uyu. Bir sabah beslerken yüzüme sıçradı. Son anda gözlerimi korumayı başarabildim. Yanağımı deldi gagası, kanattı. Hepsine razıydım ama işe yaramadı. Yem yedi, su içti ama yaşayamadı. Yaralarına ilaçlar sürdüm, iyileşemedi. Sanki kendisi de ölmeyi istiyordu.
Bazen denediğin binlerce yol bile seni bir sorunun çözümüne götüremez. Kitaplar yorulma, bıkma, yeni şeyler dene önerilerinde bulunur. Bunlar ezber sözlerdir, başa gelmeyen bilemez. Kendinizi çaresiz ve en önemlisi de çok beceriksiz hissedersin. Ağzınızla kuş tutsanız para etmez. Asıl üzücü olan bu da değildir. Attığınız kuş, ürküttüğünüz kurbağaya değmez. Yaraları görünmez bir yerinde gizlidir, merhem süremezsiniz. Hep hatalı, hep yanlış, hep işe yaramazsınızdır. Olayın özünden uzağa düşüp çıkmaz sokaklarda debelenip durduğunuzu görürsünüz. Pişman olursunuz. Her şey bir çekişmeye vesile olur. Nedense hep bir kaybeden bir de kazanan vardır. Önemli olan ne kadar haklı veya güçlü olduğun değildir. Hele bir uzlaşmadan yana olun, hele biraz alttan alın direk yenilmiş sayılırsınız. Çünkü inat ve öfke sınavını kaybetmişsinizdir. Merhametli olmak veya yufka yürekli davranmak ikili ilişkiler raconunda zayıflıktır. Kırılan kırılsın, dökülene de boş ver gitsin. Sadece ayrılık değil bir de ölüm vardır bu yolun sonunda. Geçen her dakika, her saat ve her asabi gece sizi azar azar ona taşır. Kimse nerede ne zaman kendini sessizce bekleyen bu sona varacağını bilemez. Hiçbir şey, hiçbir insan yaşamdan veya gülücüklerden daha değerli değildir. Çekip gidin zamanı geçmeden. Hadi bana eyvallah.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BÜYÜK BULUŞMA |
|
Muğla Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde aylardan beri hummalı bir çalışma vardı. Genç meslektaşlarımız, ilçemizin yetiştirdiği değerli bilim ve sanat insanı, dekan vekilimiz Prof. Dr. Ayhan Çıkın rehberliğinde bir yandan Ortakent Yerleşkesi'ne taşınmaya çalışırken bir yandan da resim sanatında Türkiye'nin en önemli organizasyonu olarak değerlendirebile-ceğimiz bir etkinliğin hazırlıklarını gerçekleştiriyorlardı. Bu etkinlik ülkemizdeki tüm Güzel Sanatlar Fakültelerinden öğretim elemanlarının eserleriyle katılacağı "Büyük Buluşma" adı verilen resim sergisiydi.
Geçen yıl Marmara Üniversitesi, kendi mezunu üniversite elemanlarının katıldığı kapsamlı bir resim sergisi düzenlemişti. Etkinlik hayli ilgi uyandırınca Üniversitelerarası Kurul-Sanat Eğitim Konseyi- Sanat Komisyonu, "Sanatı Türkiye Düzeyinde Yayma / Yaygınlaştırma Projesi" kapsamında, her yıl farklı üniversitelerde, farklı sanat dallarında "Büyük Buluşma" adı altında etkinlik/ler düzenlenmesini ve bunun bir gelenek haline getirilmesini Konsey'e önermiş. Öneri, Konsey tarafından kabul görmüş ve ilk "Büyük Buluşma"nın konusunun "Resim ve Özgün Baskı" olmasına karar verilmiş; serginin gerçekleştirilmesini Muğla Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi yüklenmişti.
4 Haziran'da alınan bu kararın 6 ay içinde daha yerleşkesine bile geçememiş genç bir fakülte tarafından gerçekleştirilmesi elbette kolay bir iş değildir. Bu tür etkinlikleri gerçekleştirebilmek için öncelikle üniversite yönetiminden güçlü bir destek ve fakülte içinde de güçlü bir ekip çalışması gerekir. Bu etkinlik de böyle bir dayanışmanın ürünü olarak gerçekleştirildi. Genç meslektaşlarım dekan yardımcıları Erol Turgut ve Ayla Eriş başta olmak üzere öğretim elemanından, öğrencisine ve çalışanına herkes hazırlıkların her anında başta Sayın Rektörümüz ve Dekanımız olmak üzere üniversite yönetiminin tam desteğini hep arkalarında hissederek tam bir ekip ruhuyla bu etkinliğe hazırlandılar.
Flamanlar: "İyi başlangıç, işin yarısı demektir" derler. Konsey, "Büyük Buluşma" etkinliğinin ilkini, genç bir üniversite, çok genç bir fakülte olmasına karşın Muğla Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesine yüklemekle ne kadar doğru düşündüklerini sergi salonunu ve açılış etkinliklerini izlerken bir kez daha anlamışlardır.
13 Kasım 2009 Muğla Üniversitesinde gerçek bir sanat şöleni vardı. 45 Güzel Sanatlar Fakültesinden 120 öğretim elemanının eseri Muğlalı sanatseverleri kendi dünyalarına alıp götürmek için bekliyordu.
Serginin resmi açılışından önce gittim. Broşürler hazırlarınken fotoğraflarını gördüğüm eserlerin kendilerini görmek için sabırsızlanıyordum. Bunda ne kadar haklı olduğumu da sergiyi gezerken bir kez daha anladım. Her bir eserin önünde dakikalarca durdum, ışığı gölgeyi, rengi, biçimi tek tek hissetmeye çalıştım. Gerek yurtiçinde gerek yurtdışında bu tür birçok sergi gezmiş biri olarak böyle bir etkinliği gerçekleştirdikleri için arkadaşlarımla bir kez daha gururlandım.
Ben ressam değil; şairim. Bedri Rahmi'nin dediği gibi: "Şiirin hasını, ayak seslerinden tanırım." Ancak resimden, müzikten, heykelden anlamayanın şair olduğunu söylemesine de şaşarım. Sanatların tümünün çıkışındaki amaç bir, araçları farklıdır. Bu yüzden yalnız resimle ilgilenenler değil, sanata gönül verenler; hatta günübirlik yaşamın dağdağasından bunalıp kendisine bir ufuk açmak isteyenler biraz zaman ayırıp Kötekli'ye uğrasınlar. Eğitimcilerimiz,minik öğrencilerini alıp gitsinler.
1 Aralık'a dek açık kalacak ve Muğla'da bir daha 46 yıl sonra gerçekleştirilmesi mümkün olan bu sergiyi, sanatın ruhumuza verdiği hazzı yaşamak isteyen herkes doya doya gezsin. Yaşamları boyunca unutamayacakları bir sergi gezdiklerini mutlaka fark edeceklerdir.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Bad Saulgau, Almanya |
|
Batı Almanya'da bulunan Bad Saulgau, Stuttgart'ın küçük bir kasabası. Sürekli yağmurlu olan ülkenin küçük yağmurlu kasabası desek de doğru olur. Ama şans eseri ben ordayken sürekli güneş açtı. Eylül ayının sonunda kasabaya geldiğimizde havanın güneşli olması şaşırtıcıydı. Türkiye'nin güneşini getirdim dedim şakayla.
Saulgau kasabası, "termal" anlamındaki "bad" kelimesi ile söyleniyor: Bad Saulgau. Termal banyoları olan bu kasaba, küçük olmasına rağmen bir sürü turisti kendisine çekiyor. Kaplıca için gelen turistler, kasabanın ekonomisini canlandırıyor, kalabalıklaştırıyor. Butik oteller de dolu olabiliyor. Kasabada bulunan en iyi tesise ben de gittim. Farklı amaçlarda sekiz ayrı havuzu var. Masaj ve sauna odaları da mevcut. Hatta sauna odaları iki tane, kokulu (her gün farklı, çam, lavanta, gül, leylak gibi) ve kokusuz… Havuzlara duş almadan girmek yasak. Şahsınıza verilen dolabınıza eşyalarınızı yerleştirdikten sonra, güzel bir duş alınıyor ve havuzlara giriliyor. Bölgesel jakuzi masajı da ayrı bir rahatlatma yöntemi. Özellikle dışarıda bulunan havuza gece girmek lazım. Yıldızların altında ve çam ormanlarının yanında dışarıda sıcacık havuzun içinde çok güzel hayallere dalına biliniyor.
Güzel ve tarihi bir kasaba olan Saulgau'nun evleri görülmeye değer. Aynı standartlarda planlı bir şekilde inşa edilmiş. Genellikle beyaz badanalı olan evlerin yükseklikleri de aynı. Çatılarının sivri-dik olmasının sebebi, kış günü çok fazla yağan kar'ın çatıda birikmesini önlemekmiş. Bu çatılarda tavan arası denen dar odalar var. Bu odalar, konut için kullanılabileceği gibi, genelde Almanların eski ve fazla eşyalarını koydukları odalarmış. Her evin pencerelerinde ahşap kapaklar var, genelde mavi ve gri… Pencerelerden rengarenk çiçekler sarkıyor, daha çok kırmızı… Çiçeksiz pencere görmedim nerdeyse, evlere bakmaya doyum olmuyor, öyle düzenli, öyle mutluluk verici, masal evleri görüntüsünde. "O evlerde yaşayanlar sabah pencereden baktıklarında bu güzelliğin farkında mıdırlar acaba" diye düşünmeden edemedim? Bu kasabanın çiçekleri, o kadar yağmura ve az güneşe rağmen dipdiri ve rengarenk. Hele de renklerini yakından inceledim, bana çok parlak geldi. Ülkemin de çiçekleri var ama nedense bunlar başka göründü bana. Kırmızı öyle kırmızı, sarı öyle sarıydı ki, sanki üzerinde bir toz zerreciği bile olmayan… o kadar parlak yani.
Kasabanın sokaklarında yürürken insanlar birbirine selam veriyor. Hepsi güler yüzlü, sevecen. Sarı saçlı mavi gözlü insanlar çoğunlukta. Güzel insanların diyarı gibi, çirkin bir insanla hiç karşılaşmadım. Gençler, film artistleri gibi güzel yüzlü; kızlar güzel, erkekler yakışıklı. Canlı bakışlar, gülümseyen yüzler… Bir sabah, okula giden çocukları seyrettim. Kıyafetleri serbestti. Bir tanesi kovboy şapkası takmıştı. Sırtlarına taktıkları dev çantalar aynı tipte ama farklı renklerdeydi. El ele vermişler şarkı söyleyerek yürüyorlar, bazıları ıslık çalarak gidiyor, arkadaşıyla giden çocuk yanındaki arkadaşına heyecanla bir şeyler anlatıyor, iki tanesi kahkahalarla okula gidiyordu. Ben bu kasabanın çocuklarının mutlu olduğunu gördüm. Keşke benim ülkemin çocukları da okula, yolda korkmadan kendi başlarına şarkı söyleyerek gidebilselerdi?
Almanya, kurallarını insanlara sistematik olarak uygulatan bir ülke. Yaşam standartları yüksek. Saulgau'yu ve etraftaki diğer kasabaları gördüm. İnsanlar, kuralların içinde boğulmuş ama bizden daha iyi yaşıyorlar. Sokaklar pırıl pırıl, sanki yollar daha yeni yapılmış , asfalt yeni dökülmüş.temiz sorunsuz en önemlisi de çukursuz. Trafik lambaları ve yaya geçitleri ile dolu. Yerde küçük bir çöp, kağıt parçası göremedim. İnsanlar evlerinin bahçelerini temiz ve düzenli tutmak zorunda. Kış günü evinin önündeki kar'ı temizlemen gerekir. Eğer senin kapının önünden geçen bir kişi ayağı kayıp düşerse ve yaralanırsa, hem onun sağlık masraflarını hem de evin önünü temizlemediğin için cezayı ödemek zorunda kalırsın. Evlerin içindeki çöp, mutfak tezgahının altında bölmeli çöp kovasında; gıda, cam, pet artıkları gibi ayrıştırılıyor. Sokakta çöp konteynırlarını ortalıkta göremezsiniz. Çöp arabası belli saatlerde geziyor. Herkes mahzendeki şahsi çöp bidonundan çöpünü çöpçüye veriyor. Türkiye'de ise mahzen yok, mahzen olarak kullanılması gereken bodrum katları konut olarak kullanılıyor, sonra rutubet ve su baskınlarından insanlar perişan oluyor. Bir de evden atılacak eskimiş büyük eşyalar, öyle sokağa çıkarılıp uluorta yere atılamıyor. Tavan arasına ya da mahzene konuluyor, belediyeye haber verilip evin önüne gelen belediye arabasına kendin taşıyorsun. Bir de bunun için belediyeye para ödüyorsun. Bizim ülkemizde ise eski eşyalarımızı koltuk, buzdolabı, dolap vs. rahatlıkla çöpe götürüp atabiliyoruz. Kaç defa süngerleri çıkışmış koltuk takımlarını görmüşümdür, orada burada.
Bu kasabalarda bazen kurulan sokak pazarlarında, insanlar, işe yarar durumdaki eski eşyalarını satılığa çıkarabiliyor. Ben de Saulgau'da, yılda bir defa düzenlenen bit pazarına denk geldim. Kasabanın merkezindeki her sokakta tezgahlar kurulmuştu. Hava da şansa güzeldi. İnsanlar akın akın… Küçük kasabada bu kadar insan nerden çıktı diyecektim ki, civardaki kasabalardan da insanların geldiğini öğrendim. Komik kıyafetler giymiş sokak çalgıcıları, ayrı bir bayram havası katmıştı. Yöresel yiyeceklerinin satıldığı seyyar büfeler, pizzacılar, dondurmacılar, en önemlisi de biracılar… Ülkenin en meşhur içeceği biraların olduğu koca koca fıçılardan, bira satan beyaz giyimli göbekli satıcılar… Eski eşyaların içinde akla gelebilecek her şey vardı; cam kristal bardaklar, süslü kahve fincanları, eski-yeni oyuncaklar, çeşitli giysiler, ilginç ayakkabılar, patenler, avizeler, abajurlar, tamirat malzemeleri, kilimler, antikalar ki kömürle ısınan yüzyıl öncesine ait demir ütü bile vardı, eski bebekler, bebek arabaları, kitaplar, müzik setleri, megafonlar, hangi devirden kalma olduğu bilinmeyen porselen takımlar, vazolar, vb… eski ve yeniye yakın her şey vardı. Yani bitli pazar…
Saulgau'dan çıkıp başka kasabalara da gittim. Araçla yapılan yolculukların da bir sürü kuralları var. Herkes kemerini takmak zorunda, özellikle çocuklar için yaş sınırlaması var ve kesinlikle arkada, özel koltuğunda oturmak zorunda. Ben bile yolculuk boyunca arkada olmama rağmen emniyet kemerimi taktım. Yol boyunca hep yeşil gördü gözlerim. Ovalar, tarlalar, elma bahçeleri, üzüm bağları, ormanlar ve gizli kalmış küçük köyler… Ormanlık alandan geçerken bir sürü tabela vardı. Bana ilginç gelen ise ülkemizde sürekli espiri konusu olmuş "Taş düşebilir, ayı çıkabilir" uyarı tabelasına benzer, Almanlar'ın "Taş düşebilir, geyik çıkabilir" tabelasıydı. Almanya'da herhalde sadece geyik var, ayı yok. Gerçek ve mecazi anlamda yani… Varsa da ben görmedim, belki doğu Almanya'da vardır, ben bilmiyorum. Diyelim ki bu uyarı tabelasını görmediniz, hızlı giderken önünüze aniden bir geyik çıktı. Ani bir fren yaptınız ama hemen duramadığınız için ona çarptınız. Korktunuz ve arabadan çıktınız. Arabanın önünde yatan yaralı geyik, hala canlı, size bakıyor siz de ona bakıyorsunuz. Bu durumda ne yapmanız gerektiği konusunda, Almanya'da tek bir kural var: Polisi arayıp bekleyeceksiniz. Polis gelip geyiğin durumuna bakacak, gerekirse veterinere götürecek. Hayvana dokunmanız yasaktır. Hayvana çarptığınız için suçlu olmazsınız, çünkü, hayvanı kurtaracağım derken, direksiyonu kırıp kendinize ve yanınızda bulunan kişilere zarar verebilir ya da karşıdan gelen araçlara çarpma olasılığınızla büyük bir trafik kazasına sebep olabilirsiniz. Bu nedenle hayvana çarpmak serbest. Bu ülkede önemli olan insanın can güvenliği.
Gelelim benim ülkemin vatandaşına bu durumda ne görevler düşer. Birkaç örnek verirsek: Durum 1: Vatandaş hızlı giderken önüne geyik çıktı. Hayvana çarpmamak için ve hatta korktuğu için direksiyonu kırar, kendisi ve yakındakiler cumburlop dere yatağına, başka araca çarparsa korkunç bir trafik kazası, geyik ya sağlamdır ya da ölmüştür, yol da kan revan olmuştur. Durum 2: Vatandaş geyiğe çarpar, arabayı durdurur. Kimse görmeden yolun aşağısına hayvancağızı yuvarlayıverir. Yaralıysa da ölüme terk eder. "Kaderi buymuş" deyip yoluna devam eder. Durum 3: Vatandaş, geyiğe çarpınca vicdanı sızlar, yaralı geyiği arabaya alır, veterinere götürecek, ortalıkta veteriner yok. Veteriner bulmak için şehirler arası yolculuk yapması gerekebilir. Cebinde parası da olması gerek. Geyik bekler mi o zamana kadar bilmem? Durum 4: Vatandaş çarptığı geyiğe bakar, hayvandan hayır yok. Alıp bagaja koyar. Kasaba götürür. Dolgun etinden kestirtir, akşama mangal yapıp, yakın arkadaşları çağırır, afiyetle yer. Sonuçta geyik ot yiyen zararsız bir hayvan olduğu için eti yenebilir. Osmanlının avcılık arşivlerine bakın bana inanmıyorsanız.
Bad Saulgau'nun havası yağmurlu ama tertemiz, güneşli günü az. Güneş öyle değerli ki buralarda, insanlar görünce güneşi, sokağa çıkıveriyorlar. Yürüyüş ve bisiklet yolları var. Babalar, anneler, çocuklarını, bebek arabalarını çıkarıp ailece çıkıyorlar güneş ışınlarından yararlanmak için. Çiçekli sokakları kalabalıklaşıveriyor. Güneşten yararlanıyorlar gerçekten. Kırsal alandaki çoğu evin çatısında güneş panelleri var, güneş enerjisi elde ediyorlar. Onlar azıcık güneşten faydalanırken, sürekli güneşli benim ülkem, güneşinden ne kadar faydalanıyor bilmem. Doğal büyümesi gereken sebze meyvelere bile hormon katıp yetiştiren ülke olduk.
Bad Saulgau'da, Türkler var. Camii bile var ama öyle bildiğimiz kubbeli camilerden değil, ev gibi. Türkler, burada düşünce olarak da ayrılmış durumda. Bir bölüm Türk, yaşadığı çağa, ülkeye, şehre, insanına ayak uydurmuş. Medeniyetin kurallarına harfi harfiyen uyuyor, uyguluyor. Bir bölümü ise kalıplaşmış düşüncelerden arınmamış, yeniliklerden uzak, gericilikle adeta bütünleşmiş, zamana ve mekana ayak uydurmamış , uydurmak istemeyerek burada yaşıyor. Bu durum görüntü kirliliğine de sebep oluyor. En kötüsü de ekmeğini yediği ve yaşadığı ülkeyi kötülüyor. Bu da hainlik olsa gerek! "Madem kötülüyorsun ne diye burada yaşıyorsun? Git ülkende yaşa kardeşim, istediğin tabularınla, aşiretinle yaşa." Ben küçük bir kasabada gördüklerimi yazıyorum, Almanya'nın genelinde nasıldır bilmem?
Saulgau kasabası, leyleklerin şehri. Leylekler bu şehrin simgesi olmuş adeta. Bunun sebebi de bir zamanlar bir leylek, merkezde bulunan kilisenin çatısındaki haç üzerine yuva yapmış. Kasabalılar bunun kutsallığına inanmış, leyleklere ayrı değer vermiş ve simge haline getirmişler. Yuvayı sağlamlaştırmışlar. Sokaklarda, yollarda, küçük büyük renkli leylek heykelleri ile karşılaşılıyor.
Kaldığım evin yakınında bulunan göle hayran kaldım. Uzun selvi ağaçları ile çevrelenmiş doğal gölün kenarında banklar vardı. Ördekler yüzüyordu ve yapraklar düşmüştü suyun üstüne. Orada azıcık oturup bir iki satır karalamaya vaktim olmadı. İnşallah bir dahaki sefere.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Tetkikini İncelediğiminin En Bi Yüksek Üst Kurulu |
|
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; anam düştü beşikten, babam düştü eşikten...
Bir ülke varmış, suyu çokmuş, karnı tokmuş, derdi yokmuş. Gel zaman git zaman, birileri çomak sokmuş, alt tarafı da üst tarafı da bi .okmuş ama çomak sokulunca öyle bir kokmuş, öyle bir kokmuş ki ..! Madem bu işi yapan bir kul, yanlışı varsa gel de bul, şimdilik gerekmez para pul, iki ünvan üç tane de çul, zamanı gelince nasılsa gıdıklarız usul usul, derhal oluşturmalı bir Kurul. Demişler...
Çayır çimen geçerek, soğuk sular içerek, lale-sümbül biçerek, adamını cımbız ile seçerek, az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir de bakmışlar ki sadece arpa boyu yol gitmişler...
Bu ne biçim Kurul ? Bu kurulu denetlemek için en iyisi kuralım bir Üst Kurul. Demişler...
Çayır çimen geçerek, soğuk sular içerek, lale-sümbül biçerek, adamını cımbız ile seçerek, az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir de bakmışlar ki sadece arpa boyu yol gitmişler...
Bu ne biçim Üst Kurul ? Bunu incelemek için oluşturmalı En Bi Üst Kurul. Demişler...
Çayır çimen geçerek, soğuk sular içerek, lale-sümbül biçerek, adamını cımbız ile seçerek, az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir de bakmışlar ki sadece arpa boyu yol gitmişler...
Bu ne biçim En Bi Üst Kurul ? En iyisi; Tetkikini İncelediğiminin En Bi Üst Kurulu diye bir kurul oluşturmalıyız. Demişler...
Çayır çimen geçerek, soğuk sular içerek, lale-sümbül biçerek, adamını cımbız ile seçerek, az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir de bakmışlar ki sadece arpa boyu yol gitmişler...
"En Bi Üst Kurul'un son tespiti esnasında tutanaklar tutulmuş ve o tutanaklara istinaden Kurul, Tetkikini İncelediğiminin En Bi Üst Kurulu'na şikayette bulunmuş. Şikayetin konusu;
"Kurul'un falanca filanca nedeniyle bu tespitlerin yapılmamasına"
cümlesi imiş. Hatta; Üst Kurul'un içindeki herhangi bir Kurul, öyle kafasına estiği gibi En Bi Kurul hakkında tespit yapamazmış. Ve üstüne üstlük; her kim Tetkik Üst Kurul'u adına En Bi tespit işine girişirse; Tetkikini İncelediğiminin En Bi Üst Kurulu, derhal yakasına yapışmalı, En Üst Kurul'a haber bile vermeden sadece Bi Üst Kurul'un onayıyla ...."
İnsanın aklına;
Beni siz delirttiniz.. Evet, evet, siz ..!
Kırmızı ışıkta geçen şoförler ve boşver'li türküler...
şarkısı geliyor. Haydi hep beraber güncelleyelim :
Dere yatağında evler, nereye akar bu sular seller,
Aşıyı yer kimi eller, kimi yemez sadece yeller,
Beyaz camda tekrar tekrar haberler,
İnsanlar reklamları ezberler de ezberler...
Beni siz delirttiniz.. Evet, evet, siz ..!
Günden güne artan sorunlar,
Kaf dağına gitti hep burunlar,
Arkaya dolanıp oynanır oldu oyunlar,
Masallara inanmıyor artık bu koyunlar...
Cem Karaca'nın sözleri şöyle sonlanıyor :
Beni siz delirttiniz..
Evet, evet siz delirttiniz beni...
Hiç kuşkum yok bundan eminim
Darılmaca yok ben bir deliyim
Ama beni siz delirttiniz...
Gelin siz de katılın bize,
Biz de herkese yer var
Dostlarım hep Napolyon hepsi Sezar
Bol miktarda Hitler de çıkar...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Eski Dost : Ayşegül Erden Ölüm Üzerine |
|
Kimbilir, belki bu gece son gecem, yarın sabah yatağımda ölü bulacaklar beni!
Belki de şu anda içtiğim suyun boğazımdan mideme son yolculuğu, son akşam yemeğimi yedim belki bu akşam, son giyişim belki pazardan aldığım ayağımdaki mavi sentetik çorapları...
Belki son kez konuştum çöpleri toplayan kapıcımızla, son görüşümdü hiç tanımadığım ama sürekli asansörde karşılaştığım yedinci katta oturan komşuyu, akşamüstü ben market, o iş dönüşünde. Her hafta heyecanla izlediğim dizinin son bölümü değildi ama belki benim izlediğim son bölümdü...
Son kez seslendim kızıma televizyonun sesini kısmasını belki, şu herşeye abartarak gülen kadın, garip ama, sinirimi bozmuyor bu akşam, sadece komşular rahatsız olmasın diye kısmasını istedim sesi zaten, saat çok geç çünkü. Acaba son kez dinlediğim için mi hoşgörülüyüm?
Peki ya dudaklarımdaki bu gülümseme?
Anlamı ne bu gülümsemenin?
Gülümsememeliyim oysa, bu gecenin son gecem olabileceğini düşünürken.
Daha yaşamak istediğim onca şey, artık gerçekte görmek istediğim onca rüyalarım, ve dahası hala gerçekleştirebileceğime inandığım onca hayallerim ve ideallerim varken... Ölüp gidivermek düşüncesi neden dudaklarıma sakin bir gülümseme olarak yerleşti?
Yoksa, yaşadıklarımı kar, yaşamadıklarımı, yaşayamadıklarımı, yaşatılmayanları boşvercilik saymak filan mı bu gülümsemenin nedeni?
Vazgeçiş mi? Vazgeçişe razı olmak mı?
Ya da ölüme hazır olmak?
İnsan bazen tembelleşir, çözümü en kolay problemleri bile çözmek istemez, ya da umursamaz, veya kaderciliğe boyun eğer, iki ile ikinin toplamı dört ya da dokuz olmuş farketmez... Öyle bir durum mu?
Oysa bu satırların yazarı ben; dün gece bu saatlerde, yorgana değdikçe canımı yaktığı için sol ayağımın orta parmağının batık tırnağını çıkarabildiğim için öylesine mutluydum ki. Tek sözcük anlamama karşın, kızımın sesini nerdeyse sonuna kadar açtığı ve kahkahalar atarak izlediği yabancı bir filmin gürültüsüne aldırmıyordum bile. Hatta gündemin tüm olumsuzluğuna karşın, neşeli bir şeyler karalama çabası içindeydim ama gülümsemiyordum!
Şimdi, şu an, bu anlamını çözemediğim gülümseme ile yarın sabah yatağımda ölü bulunabileceğim düşüncesi sarmış benliğimi. Ne tezat...
Kimbilir... Belki de bir hayalin gerçekleşmesinden sonra hemen yeni bir hayal peşine düşmek, bir ideale ulaştıktan hemen sonra yeni bir olguyu idealleştirmek... Yani yaşamın sonsuzluğunu, ve aslında asla hayallerin, arzuların, ideallerin son olmayacağını keşfetmek, gülümsemememin nedeni.
Ölüm düşüncesinin korkunçluğuna karşın, bu gerçeği keşfetmenin verdiği bir rahatlama belki de...
Ve aslında korkunç olan ölüm değil, korkunç olan üretici olamamak!
Ve bu gülümsemenin nedeni; eksik kalsa da, arkamda eksiklerimi tamamlayacak ve kendi eksiklerini tamamlamak üzere evlatlar yetiştirecek çocuklarım, sadece kızlarım değil, gizli kahramanlarım çocuklarım!
Ve ben onları çok seviyorum, henüz adları olmasada...
Kırık dökük yaşanmışlıklarım olsa da, geriye baktığımda bana sevgiyle gülümseyen yüzler sanırım ölümü düşünürken beni gülümseten. İnanç yani!
Biliyorum, ölsem de asla ölmeyeceğim!
Gülümsüyorum...
Ayşegül Erden
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
İKİ GÖZÜM
Geceleri üstümü örter
Beni doğuran yalnızlık
Belli belirsiz bir rüyada
Şefkatli busesini kondurur…
Sıcacık…
Ah her sabah uyandığımda
Sadık bir köpek gibi yüzümü yalayan
Parasızlığım…
Sende olmasan küfürde edemeyeceğim
Ki, ne kaldı sizden başka elimde.
Gecem gündüzüm
İki gözüm
Anarşist sarılmalarım…
Ömer Faruk N.
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|