|
|
|
Editör'den : İdeolojik Zulüm Kaynağı!.. |
Merhabalar
Bize huzur yok anlaşılmıştır. Açıldık, saçıldık olmadı şimdi de katsayıldık. Tam bir sirk bu memleket. Hem de öyle ki, matinesi suaresi, aslanı fili, cambazı palyaçosu, nedir kimdir belli değil. Aklına esen günü kurtarmak için kuyuya bir kucak taş atıyor, sittin sene birileri de onu çıkartalım diye kuyuya koca dağı indiriyor. Baktı olmuyor, hepten üstünü kapatıp bir diğer kuyuya geçiyor.
Bir meslek lisesi mağdurları, zulümdür gidiyor. Son padişah "ideolojik" diyor, imam hatiplilerin temsilcisi muhterem "zulüm". Kime zulüm? İmam hatipliye. Arada kim kalıyor? Bu memleket büyüklerinin doğru kararlar alabileceğine inanan kaz kafalı ebeveyn ve çocuklarımız. Tartışma temelden yanlış. Danıştay'ı günah keçisi konumuna sokmaya kimsenin hakkı yok. Kanunu uyguladın mı sonuç bu. Başı yanlıştı, kıçı tabi ki yanlış olacak, kaçış yok.
İlk yanlış imam hatipleri birer meslek lisesi olarak konumlandırmak. Kimse kimseyi kandırmaya kalkmasın. Bunların meslek lisesi olma hali 2002 yılı itibariyle sona ermiştir. Tevhid-i Tedrisat kanunumuza aykırı biçimde eğitim ve öğretim veren bir dini okullar manzumesiyle karşı karşıyayız. Önümüzdeki 100 yıl yetecek imam ve hatipimiz olduğuna göre yenilerini yetiştirmemizin de gereği yok, öyleyse onlara yeni meslekler edindirmenin yollarını aramalıyız değil mi? Zira, bu memleketin imam valilere(!), hatip askerlere(!), imam doktorlara(!), hatip mühendislere(!) ziyadesiyle ihtiyacı var. Hepten yamuk olan eğitim sistemimizde imam hatiplere düz lise perspektifli çakma meslek lisesi olarak bakarsanız, işte böyle başınıza gelmeyen kalmaz.
Ha, işin bir de şu tarafı var. Memleketi 28 Şubat sürecine taşıyan imam hatiplerin bugün de var olduğunu söylemek haksızlık olur. O zamanlar sorulduğunda, "Kadın çarşaflı olmalı." "Kadınlarla erkekler ayrı otobüslere binmeli." "Şeriat kanunları geçerli olmalı." diyen imam hatipliler çoktan mezun olup devlete vali, kaymakam, genel müdür oldular bile. Şimdikiler, feysbukta arkadaş bulmanın, büyüyüp cipe binmenin peşindeler. Bir de, cemaaat okulları, yurtları öylesine yaygınlaştı ki, onların yıkadığı beyinlerin yanında imam hatiplilerinki bir karış çamurda ortada sıçan oynamış kadar pis kalır. Yanlış anlaşılmasın, burada pis diyerek pozitif ayrımcılık yaptım, dikkatinizi çekerim. Ruhban okulu açılmasın diye ayak sürüyenler, imam hatipleri meslek lisesi olmaktan sıkıysa çıkarsınlar bakalım. Bu yürekliliği gösterdikleri an, bir imam hatipliye burs vermeye söz veriyorum. Yaşasın İHL'lerin önlenemez yükselişi, yaşasın bıyıksız YÖK başkanımız. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan HER YARA KABUK BAĞLAMAZ -2 |
|
Ona yalvardım. "Her gün acılarını ısıtıp ısıtıp yeniden yaşama. Etrafına bak. Çiçeklere, çocuklara, güneşe, denize bak. Limandaki şu tatlı telaşı görüyor musun? Balıkçılar denize çıkmaya hazırlanıyor. Sanki her gün ağları dolu mu dönüyorlar limana? Ama nasıl da umutlular baksana. Birbirleriyle şakalaşıyorlar, dalga geçiyorlar ve gülüyorlar. Belki de bu gün fırtına olmadığı için, rahat rahat denize çıkabildikleri için bu kadar keyifliler. Bütün gün ıslak ağları çekecekler. Soğuk ve tuzlu su çizmelerine dolacak. Tulumlarından içeri sızacak. Denize açıldıktan sonra tepeden tırnağa sırılsıklam olacaklarını, üşüyeceklerini çok iyi biliyorlar. Ama bütün bunlar onların neşesini kaçırmaya yetmiyor. Sende biraz pembe bir çerçeveden bakmaya çalış zamana. Yaşamın güzel yanlarını görmeyi öğren."
Elbette sözlerim bir kulağından girip ötekinden çıktı. Bazı insanlar yaralarıyla yaşamayı severler. Yataklarından kalkar kalkmaz, yeni bir güne gözlerini açar açmaz ilk iş olarak yaralarını yeniden kanatırlar. Kabuk bağlayıp iyileşmesine asla izin vermezler. Boşuna uğraşmayın bu insanlara yardım edemezsiniz. Hiçbir ilaç, hiçbir doktor işe yaramayacaktır. Yaşamları boyunca kendisine en yakın insanların acıma duygularını emerek büyümüşlerdir.
Babam yeniden kaybolup gitti. Birkaç yıl ondan ne bir haber aldık, ne de onunla ilgili bir şey duyduk. Nerede yaşadığını, ne yaptığını, nasıl geçindiğini kimse bilmiyordu. Hem bir babam olsun istiyordum. Hem de ondan nefret ediyordum. Annem ağabeyim ve benim için kocaman bir yasaklar listesi yaptı. "Benim dediklerimi dinlemezseniz bilesiniz ki bundan böyle anneniz de yok sizin," dedi. Babamla telefonda bile konuşmak yasaktı. Onunla her ne şekilde olursa olsun görüşmek, verdiği herhangi bir şeyi kabul etmek de… Birkaç yıl sonra ağabeyimin gizli gizli onunla görüştüğünü öğrendim. Yılda bir iki kez sanayideki dükkâna gelip ağabeyime uğruyormuş. Aralarında yağlı ballı bir yakınlık olmasa da birlikte çay içip laflıyorlarmış. Babam ona çektiği acıları, bizlerden uzaktayken yaşadığı sıkıntıları anlatıyor, anlayış ve merhamet bekliyormuş. Her seferinde gözleri dolu dolu ve yalvaran bakışlarla… Ağabeyimden annem ve benimle görüşebilmesi için aracılık etmesini istiyormuş. Ağabeyim bu görüşmelerden hiç bahsetmedi. Zaten ağzını açsa annem küserdi. Hatta onu evden kovardı. Onların arada sırada görüştüklerini ancak yıllar sonra öğrenebildim.
Ağabeyim sanayiden oto elektrikçisi bir ustanın kızı ile nişanlandı. Onun nişanlanması ve evlilik hazırlıkları bütün yaşantımızı değiştirdi. Kendi yaşantısını, geleceğini planlamaya çabalayan ağabeyim için annem ve ben ikinci plana itildik. Artık eve para getirmez oldu. Borçları ve ödenecek taksitleri vardı. O yıl ben de liseyi bıraktım. Zaten iyi bir öğrenci de sayılmazdım. Annem evlere temizliğe gidiyordu. Ben de bir hazır giyim atölyesinde çalışmaya başladım. Tamam, iyi bir öğrenci değildim ama okuyabilirdim. Sabahın köründen gece yarılarına kadar çalışmaya başlayınca okulu çok aradım. Ve çok pişman oldum Okulu bırakmasam belki de şimdi bambaşka bir yaşamım olurdu. Ama çalışmam lazımdı. Keşke okulu bırakmasaydım… Keşke, keşke, keşke…
"Yaralarını göstersene bana," demeye bile gerek yoktu. "Zaten nasılsın diye sorsam, günün nasıl geçti desem" bir sürü sıkıntı anlatmaya başlardı. Sabah minibüse geç kaldım. Kaldırımda beklerken arabanın biri üzerime su sıçrattı. Minibüste adamın biri acayip sanrımsak kokuyordu. Sabah sabah midem alt üst oldu. Ustabaşı bana sürekli gıcıklık yapıyor. Öğlen yemeğine her zaman beni ikinci posta ile birlikte gönderiyor. Çok tuvalete gidiyorsun diye uyarıyor. Sakız çiğnememe bile karışıyor. Akşam yine annemle atıştık. İşten geç geliyorsun, nerelerde oyalanıyorsun söyle bakalım diyor. Cep telefonu kontörlerim üç günde bitivermiş.
Mahalledeki markette ekmek kalmamış. Akşam akşam iki sokak aşağıdaki fırına yürümek zorunda kaldım," türünden onlarca yakınacak neden bulurdu. Onunla tanıştığım günden beri hiçbir zaman bir tam gün boyunca mutlu olduğunu görmemişimdir. Bunlar göreceli olarak onun yaşamında küçük mutsuzluklar sayılır. Bir de çok önemli dertler vardır. Yaşamında yer alan hiç kimse tarafından sevilmemiştir. Tanrı onu her fırsatta yerli yersiz cezalandırmaktadır. Kader bir kez olsun yüzüne gülmemiştir. Gelen vurmuş, giden vurmuştur. Tedavisi imkânsız onlarca hastalığı vardır. Zaten bu gidişle uzun yaşayabileceğini hiç umut etmemektedir.
Oysa hepimizin günlük yaşamında böyle ufak tefek sorunlar vardır. İnsanların çoğu bunları baş tacı edip dertlenmek yerine gülüp geçmeyi tercih eder. Yaşamın içenden süzülüp giden kısacık ömrümüzde onlarca insanı toprağa veririz. Hepsi can parçasıdır, canandır. Onlarca kez yaşamın bütün güzelliklerini biter, bütün renkler solar. Yine de yaşadığımız acıları göğüslemeye çalışıp yeniden başlarız. Bir kez daha baştan, yeniden… Ölenle ölünmeyeceğini öğreniriz. Yitirdiklerimiz bazen bize yaşamın değerini öğretir. Ona farklı bir gözle bakmayı öğreniriz.
Okulu bıraktıktan sonra çalışmaya başladım. Bir yıl geçmeden işten çıkarıldım. Günlerce iş aradım. Çalmadığım kapı kalmadı. Akşamları eve hem yorgun, hem de işsiz olarak dönüyordum. Bütün umutlarım tükendiğine inandığım bir gün yeniden iş buldum. Ağabeyim nişanlıyken askere gitti. Hem evi geçindirmek hem de askerdeki ağabeyime harçlık göndermemiz gerekiyordu. Annem ve ben dişle tırnakla çalıştık. İnatla sabırla didindik. Ağabeyimi askerde ele güne muhtaç etmedik.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ADAK |
|
Parkta denize karşı oturmuş pastırma yazının tadını çıkarıyordum. Geldi, banka ilişti. Otuzlu yaşların başında, sıkı bir okurumdu. En mutlu olduğu anlarda bile dudaklarının ucunda birkaç yaşamdan miras kalmış gibi bir hüzün olurdu. Eşine ilişkin tüm duygu gözelerinin kuruduğunu, buna karşın evliliğinin yıkılmasına asla izin vermeyeceğini bilirdim.
Bir süre bayramdan seyrandan konuştuk Birden derin mavi bakışları boşlukta asılı kaldı:
2
- Ben adağım, dedi.
- Adak?..
Fizik ötesi konulara merakına verdim, bu bayram gününde kentin havasındaki kurban kanlarının kokusu etkilemiş olmalı diye düşündüm.
İnsanoğlu ilginç yaratık! Kendisini tehlikelerden korumak için inandığı ve güvendiği bir güce "rüşvet" vermeyi pek erken öğrenmiş. An gelmiş, gelecekle ilgili bir arzusunun gerçekleşmesi için, an gelmiş bir başarıyı, sevinci kutlamak için can adayıvermiş. Yetmemiş işlediği günahı bağışlatmak için de yine cana kıymakta sakınca görmemiş. Yaşamak bana, ölüm adağa; sevinç bana, acı adağa…
İyi de, onu kim böyle adak olarak seçmiş olabilir ki? En iyisi, sormak:
- Sen kimin adağısın?
Gözüyle kaydırakta oynayan çocuklarını gösterdi.
- Ben kendimi onlara adadım. Benim geleceğim onlar.
İçimden derin bir oh çektim. Kendini bir şeylere adamak başka, birinin, başka bir canlıyı kendi mutluluğu için feda etmesi yine başka!
Bunları bana söylediğine göre mutlaka bir nedeni olmalıydı. Ama sormadım?
Çocuklarına çok bağlıydı; ama yeryüzünde çocuklarına bağlı olmayan kaç anne var ki? "Vatana ana, devlete baba" dememiz neden acaba?
Aslında herkesin yaşamında az ya da çok adama var. Kendimizi ister işimize, ister eşimize, isterse çocuklarımıza adayalım ödediğimiz bedelin karşılığı da bizim. Ancak kendisini ulusuna, ülkesine ve insanlığa adayanları aynı kefeye koyabilir miyiz? Taptuk'un dergâhına kırk yıl odun taşıyan Yunus'un yaşamı adanmış yaşam değil mi? Ya İstanbul'un idam kararı boynunda sallanırken Kurtuluş Savaşı'nı gerçekleştiren ömrünün kalan yıllarını da bu ulusun uygarlık kervanında yerini alması için gece gündüz çalışan Atatürk? 35 yıllık ömrüne 626 eser sığdırmış Mozart'ın yaşamı da bir adanmış yaşamdır. İzmir'de Yunan askerine ilk kurşunu atan Hasan Tahsin'in de.
Ya adaklara ne diyeceğiz? Kahraman, kurban, gazi, şehit…
3 Aralık Dünya Özürlüler günü..
T.C.Başbakanlık özürlüler idaresi başkanlığının(www.ozida.gov.tr) sonuçlarına göre ülkemiz nüfusunun %12,29'u engelli.
Elde edebildiğim bilgilere göre 1984'ten bu yana PKK terörü yüzünden 10.585 asker, 3.388 polis, 1995 köy korucusu, 11.606 vatandaş yaralanmış. Hiç düşündük mü acaba bunların kaçı sağlığına tam olarak kavuşabildi. Kaçı bu terörün izini ömür boyu bir özürlü olarak taşıyacak bilen var mı? Şimdi onların kendilerine "Ben kendimi niçin ve neye adadım?" diye sormadıklarını kim iddia edebilir? Atatürk, "Vatan ve millet için her şeyini feda eden harp malulleri birer abidedir, onlar için ne yapılsa azdır" demişti. Bugün, bu sözün ne ifade ettiğini kaçımız düşünüyor?
Bunca insanın bugün özürlüler safında yer almasına sebep olanların hamisi bir milletvekili Beytüşşebap'ta vatandaşlarla bayramlaşırken ''Buralara domuz gribi uğramamış. Çünkü domuz gribi ve mikropların çoğu Ankara ve ötesinde kaldı' buyurmuş. Ne diyelim, Allah insana bedenin sağlamını verse bile akıl izan ihsan eylememişse:
"Bed asla necabet mi verir hiç üniforma…
Zurdus palan vursan eşek yine eşektir"
Desek adakların acısını hafifletmiş mi oluruz?
Kan kokulu bir bayram daha geride kaldı. Adayanlar kan kokularında bayramlaştılar; ama adakların çığlıkları gök boşluğunda sallanırken kalp kalbe geldiklerini kim savunabilir ki?
Annelerin kendilerini çocuklarına adaması elbette saygı duyulası bir davranış. Ya kendilerini bu yurdun varlığına, bu ulusun geleceğine adayanlar?
Ey bu ulusun varlığı için kendini adayan ve bu uğurda bedenlerinin bir parçasını yitirenler, biliniz ki sizler özürlü değilsiniz. Gerçek özürlüler sizin sahip olduğunuz erdemi kavrayamayan kafalardır.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı VAY DOMUZ VAY! |
|
Kene ısırması, deli dana, kuş gribi derken bir de domuz gribi çıktı başımıza, acı biber doğradı tatlı aşımıza. Dertlerimiz az gelmiş gibi zam yaptı korku ve kuşkularımıza...
Domuz eti yemek Müslümanlıkta haramdır. Domuza, domuz besleyenlere iyi gözle bakılmaz. Bu yüzden hazır yiyecek paketlerine, "mamullerimizde domuz yağı kullanılmamıştır" yazılır. Sevilmeyen kişilere "domuz, domuz çobanı, domuz kafalı", "gene ne domuzluklar düşünüyorsun?" diye seslenilir. Bu arada "domuzdan bir kıl koparmak" istenilir! Devletin malı deniz, yemeyen domuzmuş. Yiyen ne acaba?
Yaban domuzları çiftçilerin tarlalarına, bahçelerine zarar verirler. Onun için hiç sevilmezler, yok edilmeye çalışılırlar; Domuz avına çıkılır, öldürülen domuzlarla birlikte poz verilir, domuz avcıları el üstünde tutulurlar...
Bir de "Sen domuzsan yana mısın, yoksa benden yana mı?" sorusu vardır. Bu soruyu politikacılara, baştaki yöneticilere sormak gerek. Fıkraya göre, sınavda birine, "Issız bir yolda giderken karşına birdenbire bir domuz çıksa ne yaparsın?" diye sormuşlar. "Tabancamı çeker vururum" demiş bizimki. "Ya tabancan yoksa?", "Bıçağımı çeker, kendimi savunurum."
"Tabancan yoksa ne yaparsın?", "Yerden bir taş alır, kafasına fırlatırım.", "Taş yoksa?", "Domuzu yanıma sokmayacak bir sopaya da dal parçası bulmaya çalışırım.", "O da yoksa?","Bir ağaca çıkarım.", "Ağaç da yoksa?"
Adam dayanamamış, soru yağmuruna tutan kişiye şöyle bir bakmış:
"Bana bak, sen domuzdan yana mısın yoksa benden yana mı?" demiş.
Avrupa'da domuz çiftlikleri vardır. Bir zamanlar Mustafa Ekmekçi de bizde böyle domuz çiftlikleri kurulmasını önermişti de tepkiyle karşılaşmıştı. Kötü kokan yerlere, "Domuz ahırı gibi kokuyor" derler. Domuzlara bakan kişilere domuz kokusu öyle bir siner ki, kolay kolay çıkmaz. Kızlar bu tür kişilerle evlenmek istemezler.
Domuzla inek aralarında konuşuyorlarmış. Domuz ineğe, "İnsanlara senden fazlasını veriyorum ama gene de yaranamıyorum" diye dert yanmış. "Etimi yiyorlar, derimden ayakkabı, kıllarımdan fırça yapıyorlar. Dişlerim bile işe yarıyor. Sen sadece süt veriyorsun."
İnek acı bir gülüşle, "İyi ama insanlar bunları sen ölünce alabiliyorlar. Oysa ben onlara sütümü sağlığımda veriyorum" diye konuşmuş.
Cimri kişiler çevrelerinden gereken saygı ve sevgiyi göremediklerinden yakınırlar. İnsanlar onlardan öldükleri zaman yararlanabilirler ancak. Önemli olan sağlığında iyiliği dokunmaktır. İnek olamıyorsanız bari domuz olmayın da domuzluk yapmayın.
Ah domuz vah domuz, sen neymişsin sen! Yataklara düştük senin yüzünden...
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Küçük Kayık ve Çocuk
Havada yağmur vardı. Şehrin üzerine gri, kederli yağmurlar düşüyordu. Pıt… Pıt… Pıt… Yaşamın bütün kasvetleri ayaklanmış, şehrin ıslak sokaklarında geziniyordu. Tüm hayaletler yağmurun ince, tiz ve yalın dokunuşunda tekrardan canlanıyor, ete, kemiğe ve acıya bürünüyordu.
Sokaklar dardı. Bir insanın hayallerinin sığamayacağı kadar dar ve engebeli… Binalar gökyüzünün enginliğini örtecek yükseklikte, koyu bir yalnızlığı saklamak ister gibi kalabalıkça, yan yana, iç içe dizilmişti. Eğik bir tebessümle açılıyordu caddeye, sokak. Nefessiz kalmış bir çığlıktı, özgürlük. Tanımını tanımsızlığının içinde yitiriyor, anbean kendinden vazgeçiyordu.
Şehrin görüngüleri, birbirine sarmal bir şekilde dolanıyordu. Bakışlarda yansıyan, ışığın diyalektiğiyle hayat bulan şey, bir bilinmezin üstünde sadece örtüydü.
Kaldırımın yanında birikmiş su… Kirli ve koyu bir suskunlukla doluydu. Simsiyahtı… Her şey karaltıya iştirak ediyordu. Bir tek gazete kâğıdından yapılmış küçük bir kayık ışıltıyla parıldıyordu, karanlığın orta yerinde. Salınarak ilerliyor, yağmur damlalarının sökün ettiği küçük gölcüğü, gövdesinin kıvraklığıyla arşınlayarak ışığa yöneliyordu.
Kaldırımı dövüyordu yağmurun sert ve haşin dokunuşları. Gazete kâğıdından yapılmış olan kayık sendeliyor, her an devrilecekmiş gibi deviniyor, savrularak koyu renkli göletten geçip gidiyordu.
Biraz ileride caddeyi bir diğer caddeyle birleştiren köşede, trafik ışıkları vardı. Kayık, trafik ışıklarına giderek daha çok yakınlaşıyor, o sırada oradan geçmekte olan çocuk arabasının tekerlerinin altında ezilmekten kıl payı kurtuluyordu.
Şimdi koşan bir gölge belirdi kaldırımın yamacında. Fosforlu yeşil renginde, kapüşonlu yağmurluk giymiş bir çocuk… Gökyüzünden süzülen yağmur damlalarının hızına uyumlu, ileriye doğru atıyordu adımlarını. Yüzünün çocuksu hatlarında, çocuklukla örtüşmeyen derin bir hüzün gizliydi. Bu daha çok yaşanmışlıkla yıkanmış, zamanın oluşturduğu çizgilerde kendini gösteren türden bir hüzündü. Ancak yaşını başını almış kişilerde görünebilecek cinsten.
Öncesi vardı gazete kâğıdından yapılmış kayığın ve küçük erkek çocuğunun. Bu cadde kenarında biriken, yağmur damlalarının oluşturduğu göletlerde ilerlemeden önce, kayık küçük penceresiz ve boğucu bir odadaydı. Çocuk da öyle…
Bu oda çocuğun odasıydı. Evin en korkunç ve bir köşede bırakılmış, ancak kiler olarak kullanılabilecek bir odacık. Ama yine de çocuk o köhne odada, yatağına yattığında, başını kollarının altına koyar, tavana bakıp düşlere dalardı. Düşlerinde upuzun yüzlü, gözleri ışıl ışıl parıldayan yaratıklar vardı. İnsanı ürkütecek bir güçlülüğe sahip olmalarına karşın, tuhaf yüzlü, ışık gözlü yaratıklardan korkmazdı. Onları bir oyun, farklı bir oyun gibi görüyordu daha çok. Çevresindeki hiçbir şeye benzemeyen şeylerin boşlukta birbirleriyle salınarak dans edişlerini seyreder ve bundan büyük keyif alırdı.
Birkaç defa, ağabeyine anlatmaya yeltenmişti. Böcek yüzlü insanlardan bahsetmişti. Sonra havada uçarak dans eden yaratıklardan. Ağabeyi hiç ilgilenmemişti anlattıklarıyla. Onun ilgisini daha çok bilgisayardaki oyunlar, siteler, ya da filmler çekiyordu. Ne zaman ağabeyiyle yakınlık kurmaya çalışsa, onunla arasında örülü gizil, kalın ve sert duvara çarpıyordu.
Annesi ve babası da kendi hallerindeydi. Günlük yaşamın yarattığı güncel sıkıntılarla meşgullerdi ya da kanepeye uzanıp dinlenmekle. İçine doğduğu dünyanın umursamazlığı ona çok doğal gelebilirdi. Normal de bütün çocukların çocukluklarını bu şekilde yaşadıklarını düşünebilirdi. Anne ve babaların tutumlarının daha farklı olabileceği aklına bile gelmemişti. Ta ki, yan daireye taşınan aileye kadar. Tek çocukları vardı. Beş yaşlarında bir kız çocuğuydu. Teni ay gibi parlak, gözleri güneşin pırıltısı gibi apaydınlıktı. Böylesi bir güzelliği düşlerinde bile gördüğünü hatırlamıyordu. Olağanüstüydü… Kız çocuğunun mutlulukla gülümseyişleri her defasında onu içindeki büyük boşlukla dövüyordu.
Yalnızlığı, yeni taşınan komşuların küçük kızıyla birlikte bambaşka bir anlama dönüşmüştü. Onun çepeçevresinde dönüyordu dünya. Ne istese, nereye gitse, neyi düşlese… Oradaydı. Fırfırlı eteklerinin etrafında salınıyordu yaşam. Her şey ona hizmet etmek için sabırsızlanıyor, birbiriyle yarışıyordu. Belli ki anne ve babası arasında bile bir sorundu bu. İkisi, birbirleriyle bile paylaşamıyorlardı bu küçük kız çocuğunu.
Diğer tarafta kendi yalnızlığı… Tek başınalığı vardı. Penceresiz bir odada, korkunç kâbuslarla, bitimsiz gecelerde altını ıslatmanın yarattığı o büyük suçluluk duygusuyla uyanıyordu hayata.
Çocuk evin açılan tüm kapılarından nefret ediyordu. Hiçbiri düşlere açılmıyordu çünkü. Gerçeklik denilen şey, bugün ne yenileceği, nereye gidileceği, zamanın doldurulacağı herhangi bir meşguliyete sahip olmakla ilintiliydi. Gerisi ise büyük bir boşluktu. O boşlukta, can sıkıntısıyla beraber ilişmişti gözüne yere atılmış gazete kâğıdı. Herkes evdeydi. Aynı zamanda kimse yoktu evde. Çocuk, elindeki gazete kâğıdını alıp ağabeyine gitti. "Kayık yapalım mı?" diye sordu.
Yanıt çok netti: "Defol başımdan. Görmüyor musun film seyrediyorum."
Koltukta oturan babasına koştu. "Baba… Kayık yapmak istiyorum. Bana yardım eder misin?"
Babası, yüzüne bile bakmadı: "Haberleri izliyorum. Şimdi olmaz."
Koridorda yürürken, mutfağın önünden geçti. Annesi her zamanki gibi mutfaktaydı. Sırtını kapıya dönmüştü. Sanki kapının diğer tarafında olabilecek her şeyden uzak kalmak istermiş gibi… Tezgâha yaklaşmış, bulaşıkları makineye koyuyordu. Çocuk, onunla konuşmaya yeltenmedi bile. Elindeki gazete kâğıdına baktı. Ve odasına koştu.
Yağmur tüm hızıyla devam ediyordu. Kayık, su birikintilerinin üzerinde, yolun diğer tarafına doğru salınarak ilerliyordu. Çocuk da onun peşinden koşuyordu. Hüzünlü, üzgün bakışlarına yağmurun şeffaf dokunuşları değiyordu.
Küçük bir çocuk için yeterince korkutucuydu imgelerle örülmüş bir dünya. Onun hayal ve gerçeklik arasında yaşadığı çatışkı, uykudaki derin ve sessiz karanlığı uyandırıyordu. Belki de bu yüzden gülümsemiyordu çocuğun çehresi. Çehresinde sevgisizliğin, itilmişliğin, atılmışlığın keskin çizgileri kol geziyordu. Üzerindeki yağmurluk, onu yağmurdan korumak için tasarlanmıştı. Ayağındaki botlar su geçirmiyordu. Bir tek küçük, narin elleri dışarıdaydı, soğuğu yalnızca dünyayı dokunarak algıladığı parmaklarında hissediyordu. Parmaklarındaki soğuk, usulca ilerliyor, ta yukarılara, yüreğine kadar değiyordu.
Kayık da üşüyordu, bulanık, karaltılı su birikintisinin içinde.
Bir kadın ve bir adam, o sırada karşıdan karşıya geçiyordu. Belli ki gergindi ikisi de. Adam kadının kolundan çekiştirdi. Kadın, ona aldırış etmeden yüksek topuklu ayakkabılarıyla yerdeki su birikintisini ezerek ilerledi. Orada, kayık da aynı su birikintisinden geçiyordu. Az kalsın kızgın ve sert adımlar altında ezilecekti. Son anda kadının bacaklarının arasından geçip gitti. Kadın fark etmedi bile su birikintisinin içinde yüzen kayığı… O daha çok kendi kızgınlığının içindeydi. Köşedeki apartmana koştu kadın. Sırılsıklam ıslanmış bakışlarını adamdan kaçırarak sarı boyalı, sevimsiz, cansız ve kıpırtısız apartmana girdi. Demir kapı adamın yüzüne kapandı.
'Tak' etti, gözlerinde kapanan kapı. Bir şeyin daha kendisinden uzaklaştığını duyumsadı. Aynı boşluğa salındı.
Çocuk da oradan geçiyordu. Adamın yüzüne baktı. Aynı yalnızlıkta buluşmuş gibi birbirlerinden gözlerini alamadılar. Çocuk çocukluğuydu adamın, adam çocuğun büyümüş haliydi. Derin bir üşümeyle ikisinin de elleri titriyordu. Çocuk arkasını dönmüş giderken, köşeden bir kez daha baktı uzak bir zamanda yaşanılacak olan o an'a. Sonra yağmur damlalarının izinde ilerledi. Kayık gözden kaybolmuştu. Çocuk, kayığın peşine gitti.
Penceresiz odada, yere uzanmıştı çocuk. Kayık henüz yoktu ortalıkta. Bir gazete kâğıdıydı. Çocuk gazete kâğıdından bir kayık yaptı. Tüm düşleri, hayalleri ayağa kalkmış, hareketlenmiş, kayığın kıvrımlarına nüfuz etmişti. Bu da yetmemişti çocuğu güldürmeye. Sanki kapalı kapılar ardında, yalnızlıkla örülmüş bir hücredeydi.
Ne zamanki yağmur yağmaya başladı, çocuk kayığı, yüzdürmek için büyük bir heyecan duyumsadı. Kayığı böylece bıraktı su birikintilerinin üstüne. Sonra takibe başladı yüzen kayığı…
Kayık, dar sokaklarda ilerledi. Trafik lambasının kırmızı ışığına aldırış etmeden geçip gitti. Çocuk da hep peşindeydi kayığın. Onu takip ediyordu. Ama şimdi kaybolmuştu kayık. Göremiyordu çocuk kayığı… Su birikintilerine bakıyordu. İçinde kayık yoktu.
Bir telaş sardı yüreğini. Bir ateş düştü sanki göğüskafesine. Nerede arayacağını hiç bilemeden, aşağılara doğru yürüdü. Şehrin dışına kadar gitti. Tepeye çıktı. Yokuşun dikliği nefesini ortadan ikiye böldü. Yine de pes etmedi. Telaşı giderek büyüyordu. Tepenin en ucunda durdu. Aşağıda denizin engin mavisi vardı. Her yeri görüyordu tepe, dört bir yanı açıklıktı. Elini dürbün gibi yapıp uzaklara baktı.
İşte orada… Bir kıpırtı gördü… Nehrin denize açıldığı kıvrımda, küçücük bir noktacık gibi ilerliyordu kayık. Hemen tanıdı. Bu çocuğun yaptığı oyuncak kayıktı. Ta oraya kadar nasıl gitmişti? Bilemedi çocuk. Onu bulmuştu. Aynı anda yitirmişti. Kayık denize doğru salınıyordu. Şimdi koca ve sahici bir kayık gibi… İlerliyordu. Çocuk, denizin engin ve sonsuz uzantısına baktı. Havayı soludu ciğerlerine. Oyuncak kayığı gitmişti. Bir daha onu ancak düşlerinde görebilecek, düşlerinde yaşatacaktı. Ama zaten düş değil miydi oyuncak kayık. Düş'ün yansıması değil miydi, engin denize açılan.
Sevindi çocuk. Artık özgürdü oyuncak kayık. Özgürdü çocuk!.. Bir düş'ün sonsuzluğa nasıl dokunabileceğini görüyor, önündeki kapalı kapıların anahtarının varlığının derinliğinde olduğunu hissediyordu. Her şeyi içinde duyumsadı. Rüzgâr içinde esiyordu. Coşku içinde hareketleniyordu. Baharların taze kokusunu duydu içinde. Ve ilk kez gülümsedi. Öyle içten, samimi… Ellerini iki yana açtı. Olduğu yerde coşkuyla zıplayarak bağırdı: "Güle güle… Sevgili kayık, güle güle…"
Ve gözden kaybolana kadar izledi oyuncak kayığı.
Yağmur dinmişti. Artık yağmıyordu.
Derya Derin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay Başbakansız Başbakanlık +18 |
|
İşsizlik yok,
Ekmeğe dahi muhtaç olan insanlar yok,
Halkın refahı yüksek,
Fabrikalar batmadı,
Eğitim Atatürk İlke ve İnkılâpları doğrultusunda ilerliyor çağdaş seviyelere doğru,
Atatürk her fırsatta karalanmıyor,
Okuma hakkı eşit olarak dağıtılmış,
Cumhuriyetin kuruluş aşamasında birlikte mücadele edip ulus kavramını oluşturanlar ayrıştırılmıyor,
Din siyasete alet edilmiyor,
Demokrasi araç olarak kullanılmıyor,
Öğretmenler el üstünde tutuluyor,
İşçisi memuru aldığı maaştan memnun,
SGK hastanelerinde saatlerce beklemek yok,
SGK katkı payları alınmıyor,
18 yaşına kadar sağlık ocaklarında bakılacağı söylenen çocuklara verilen hak geri alınmamış,
Petrol arama çalışmalarımız süratle sürüyor,
Madenlerimizi dilediğimiz gibi işletiyoruz,
Sofralarımıza GDO tehlikesini almıyoruz,
Domuz çiftlikleri yok,
Deprem ile ilgili önlemler alınmış, binalar güçlendirilmiş,
Dokunulmazlıklar kaldırılmış,
Kürt Açılımı ile ayrıştırmanın adımları atılmamış,
TRT Yayın esaslarına aykırı davranılmamış,
Anayasa çiğnenmemiş,
30.bin den fazla vatandaşımızın katili terörü çözmek için muhatap alınmamış,
TBMM çatısı altında bir parti alenen PKK terör örgütünün propagandasını yapmıyor,
İhracat artmış,
İthalat azalmış,
Hayvancılık en yüksek seviyelere çıkmış,
Çiftçilere üstün üretim teşviki yapılmış,
N1H1 Domuz gribi aşısı ile ilgili skandal yaşanmamış,
İnsan sağlığı, insana verilen değer yükselmiş,
Ona buna peşkeş çekilen ormanlarımız katledilmemiş,
Ağaçlar kesilip veya yakılıp yerlerine konutlar yükseltilmemiş,
Kurban bayramında hayvanlara eziyet edilmemiş,
AB üyeliği masal değil gerçekmiş,
Siyaset demokratik ortamda yaşatılıyor,
Politikacıların hakaretleri, yakışıksız sözleri havada uçuşmuyor,
Parti liderleri ile uzlaşmak çok kolay,
Halka rüşvet olarak beyaz eşya dağıtılmamış,
Basın hediye çekleri ile de esaret altına alınmamış,
Medya tüm fikirlere yer veriyor,
Aydınlarımız karanlıkta, karanlıktakiler aydınlıkta değil,
Düşünce özgürlüğü çiğnenmemiş,
Kodum mu oturturum kültürü yok,
Diktatörlüğe doğru ilerlemiyoruz,
Enflasyon rakamları en alt seviyelerde,
Korku imparatorluğu yaratılmamış,
Deniz Feneri davasına yasak getirilip unutturulmaya çalışmamış,
FBI başkanı gelip iç işlerimize karışmamış,
Komşularımızı özellikle tek dostumuz kalan Azerbaycan'ı kaybetmedik, kırmadık,
ABD Afganistan'a asker istememiş (elma, armut ister gibi)
Ülkemizi ABD+AB mi yönetiyor, yoksa Türkiye Devletimi soruları kafalarda oluşmamış,
Böyle köşe yazısı olur mu diyorsanız şayet…
"Cibilliyetsiz", "haysiyetsiz" ,"şerefsiz", "ananı da al git", sözleri ile ülke yöneten Başbakan olur mu?
Kulaklarınızı, gözlerinizi kapatın çocuklar demekten dilimizde tüy bitti…
Nuran Talay Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
SAAT 2.45
Evde oturuyorum kendi kendime
Sen yoksun
Ev çok soğuk biliyor musun?
Çok soğuk...
Bir bira açtım kendime
Soğuk o, olması gerektiği kadar
Ama ev gerçekten çok soğuk
Üşüdüğümü hissediyorum
Yokluğunun farkına varıyorum
Ve ne garip yaşadığım hayatın bir kez daha farkına;
Sürüncebelli, keşmekeş...
Gözüm saate takılıyor
2.45
Gecenin bir yarısı
Yaşıyorum kendi kendime
Bir buruk gönül yası.
Mustafa Murat Kaygusuzer
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|