|
|
|
Editör'den : Empati ne demekti?!.. |
Merhabalar
Serap kızın yanmış suratını görünce kahrolmuştum. Hele yanına koydukları o güzelim fotoğrafı altüst etmişti beni. İyileşse bile eskisi gibi olamayacağını düşünmek bile üzerken, o masum kız öldü, gitti. Ne uğruna? Kocaman bir hiç. Beyinsiz üç beş tane serserinin ne için yaptıklarının bile farkında olmadan yaktıkları o kızın babası olabilirdim. Benim canım da o yaşta. O babanın hissettiklerinin yanında demokrasinin, insan haklarının, ifade özgürlüğünün, vatan, milletin sesi duyulur muydu? Otobüsten yanarak inen kızını elleriyle söndürmeye çalışan o babanın acısını, "Sizin çocuğunuz öldü mü?" diye Mecliste bağıran son padişahın anlaması kolay mı?
Bundan onüç ondört yıl önceydi. Benim canım daha dört-beş yaşlarında, henüz anaokulunda. Bir öğle üzeri telefon geldi, "Kızınız okulda bir deney sırasında yüzüne sıçrayan alevlerle yandı, şu anda hastanedeyiz, hemen gelin." Haberi aldığımda Teşvikiye'de bir müşterimdeydim. Nasıl çıktım, Etfal'e nasıl gittim hatırlamıyorum. Öylesine kötü senaryolar kurmuşum ki kafamda, onu yatakta suratı ilaçlı, dudaklar simsiyah görünce "ohh" dedim. Ucuz atlatmıştı. Yol boyu kurduğum senaryolar arasında sebep olan öğretmeni doğramak bile vardı, yalan yok. Şimdi kendimi Serap'ın babası yerine koyuyorum da, ne yapardım, ne kadar ileri gidebilirdim, bilmiyorum, ama onu anlıyorum.
Şimdi gelin, Serap'ın babasına, dün haince, kahpece katledilen yedi gencin ailelerine, açılımı anlatın. Ağızlarda hep aynı söylem, "Kendinizi onların yerine koyun." "Onlar" denilenler, dağda pusu kuran eşkiyalar ve onların işbirlikçileri elbette. Bunca isyanı kendine hak gören bu adamlar neden kendilerini bizim yerimize koymazlar hiç? O babanın ne hale gelebileceğini düşünebilen bir beyin, o otobüsü yakmaya cesaret edebilir miydi?
Asıl acı olan, ortalığın matem yerine dönmesine sebep olanlar ne yaptıklarının bile farkında değiller. Tokat'tan şehit haberleri gelirken, içişleri bakanı basın toplantısında "Biz her zaman açık olduk, iyi niyetimizden kimse şüphe duyamaz. Açılım ve diyalog aynı hızla devam ediyor." diyordu. DTP'nin eş başkanı, o mahkeme duvarı suratsızlığını bırakıp etrafa gülücükler atarak "Ne açılımı, açılım maçılım kalmadı, bitti." derken, bir zil çalıp oynamadığı kaldı. Muhatap bunlarsa durum ortada. Peki içişleri bakanı kime içini açıyor acaba?
Bu aklı tutulmasından kurtulacağımız günleri iple çekiyorum. Er ya da geç düze çıkacağımza umut bağlamaya devam ediyorum. Tabi ki o güne kadar akıl sağlığımı koruyabilirsem. Siz kendinizi ihmal etmeyin, zamanı iyi değerlendirin. Kalın sağlıcakla, kalabilirseniz!..
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran NESRİN KAZANKAYA'NIN YENİ OYUNU |
|
Ferhan Şensoy gibi, Nesrin Kazankaya da tiyatroyu çok seven, iyi bilen, bu dille kendini ve dünyamızı yansıtmayı becerebilen ender insanlardan; şimdiye dek Tiyatro Pera'da yazıp sahneye koyduğu kimisinde oyuncu olarak da yer aldığı bütün oyunları izledim, hem de kimisini birkaç kez. Dolayısıyla son oyunu 'Quintet- Bir Dönüşün Beşlemesi'ne merakla gittik Sevil, Sevgi, Nilgün, ben. Merakımız boşa çıkmadı, oradan yine hem tiyatro sanatının tadına vararak, hem yazgımız üzerinde düşünerek ayrıldık.
Oyunun özenle, beğeniyle hazırlanmış kitapçığında bakın ne diyor Nesrin Kazankaya oyunu konusunda:
"Yarım yüzyıldır darbelerin, baskı rejimlerinin kurgulayıp belirlediği yaşamları sürdürmeye çalışıyoruz. Herkesin ve her kesimin etkilenip acı çektiği böylesi dönemlerin sonucu, kaybolan kimlikler, kaybettirilen yaşamlar, kayıp kuşaklar oluyor. Gerçek ve cesur yüzleşmeler yaşanmadığı, üstü örtülüp geçildiği için miras bırakılan acıların ve kaybolmaların üstesinden gelmeye çalışıyoruz hep. Elbette direnç, bilinç ve akılla aşılabilirliğini de biliyoruz. Acılar kıyaslamasıyla hiçbir yere varamayız. Korkularla kuşatılıp, yasaklarla dolu çarpıtılmış bilgilerle yetiştirilen, geçmişi yok edilmiş '80 sonrası kuşağını aydınlatabilmek, önünü açabilmek; yakın tarihimize yeniden bakmalarını, günümüz sorunlarını algılayıp analiz etmeye çalışmalarını sağlayabilmek zor, ama olanaksız değil. Geçmişin yaşanan acılarla algılanmasının umutsuzluğa, yeni bir tür nihilizme yol açma olasılığı da, savaşım verilmesi gereken bir başka tehlike.
Hep izleyici rolünü uygun görüyorlar bizlere. Her şeyi izliyoruz; savaşları, dönüştürülen, eğilip bükülen demokrasiyi, bozguna uğratılan yargı sistemini, haksızlıkları, şiddeti, baskıları, yaklaşan tehlikenin tüm ipuçlarını hep izliyoruz. Her şeyi görüyor, fark ediyor ve kenarda, yalın bir iskemle üstünde izlemeye mahkûm ediliyoruz sanki.
Peşine düştüğüm öyküler, darbelerle, baskı rejimleriyle, toplumsal çalkantılarla parçalanan özel yaşamların kırılgan öyküleri.
'Quintet-Bir Dönüşün Beşlemesi', Türkiye Cumhuriyeti tarihi üzerine yazdığım üçüncü oyunum. Tiyatro Pera 9. yılına girerken, ben de kendi ülkemizle ilgili bir üçlemeyi tamamladım. 1050'li yılları, demokrasiden baskı rejimine geçiş dönemini ele alan ve 12 Mart 1971 darbesine zıplamalar yapan 'Şerefe Hatıralar' (İstanbul 1955); 1980 darbesinin hemen ardından gelen şiddet ortamında geçen 'Profesör ve Hulahop' ve 2000'li yılların başında yaşanan bir öykü, 'Quintet'.
Oyundaki dört kişi ve İstanbul kenti, 'quintet'i, yani beşliyi tamamlıyor ve 'Karşılaşmı', 'Uzlaşma', Çatışma', Vedalaşma', 'Ayrılma' olmak üzere beş bölümde kendi kırık öykülerini aktarıyorlar. Müziklerde de solodan quintet'e uzanan bir yol izleniyor.
Aydınlık, güzel bir geleceğin yolu, öncelikle acılı geçmişimizle yüzleşmekten geçecek lebi ki."
Dedim ya, Nesrin Kazankaya tiyatroyu iyi biliyor, çok seviyor, amaçladığını elindeki olanaklara, o çırılçıplak salona, ister istemez dar sınırlı oyuncu kadrosuna karşın, çarpıcı biçimde yazmayı da sahnelemeyi de gelenleri sevindirecek biçimde başarıyor her oyununda. Bu kez de öyle oldu; 'Arkadaş'ı canlandıran Defne Halman'ı; 'Adam''ı oynayan Can Başak'ı , 'Oğul' Erdinç Anaz'ı ve kendi canlandırdığı 'Kadın'ı yürekten, uzun uzun alkışladı izleyiciler.
Nilüfer Moayeri'nin bezem-giysi tasarımları yerli yerindeydi; oyunun görüntülerini sağlayan İlker Yiğen, Mehmet Aslan ve Zeynep Özden öyküye can kattılar; başarılı ışıklandırma Yüksel Aymaz'ındı; kitapçıkta kullanılan fotoğrafları Şenay Öztürk çekmiş. Oyunun dramaturgu Şafak Eruyar; Zeynep Özden yönetmen yardımcılığını da üstlenmiş.
Nesrin Kazankaya, bütün başarılı sanatçılar gibi, oyunlarına her zaman en uygun, en çarpıcı müziği seçmeyi de biliyor.
Şimdi de size kitapçıktan başka bir alıntı daha aktarayım:
"Doğduğum ve halen kokusunu aldığım köyüme ve evimin olduğu yere bir daha dönememe düşüncesi korkunç. Nüfus memurluğundaki kayıtlarda, benim için 'akıbeti bilinmiyor' notu düşülmüştü. Peki, bir devlet akıbetini bilmediği bir yurttaşını, bu muhalif bire de olsa, vatandaşlıktan nasıl atabilir? Hiçbir devlet, annemin mezarının ve dostlarımın bulunduğu topraklara girme hakkımı elimden alamaz. Bu lânet olası despotizm ve acımasızlık sürse de, doğduğum, büyüdüğüm, ilk âşık olduğum topraklara döneceğim." Doğan Akhanlı, Köln.
İstanbul'da yaşayanlar hemen koşsun bu oyuna; gezmeye gelenler de izlencelerinin baş köşesine bu oyunu yazsınlar.
Nesrinciğim, sana ve sevdanı paylaşan Pera Tiyatrosu'ndaki candaşlarına yürekten teşekkür.
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Ekim Bak |
|
Tenden dökülür, sudan doğan gece...
Vicdanı yitik, tarih çizgisi kayıp, soluğu suret aşklarla aydınlanmaz gölgesi, sınırsızlığın söz vermiş hali...
Avuçlarımdan kanayan ismine mum dikiyorum, selvi yaprağı, dikiş tutmaz yara...
Uzatmaları oynayan turna uçuşu, düş kapısı...
Sarı hastalıklara yatalak ellerim.
Ve felç geçiren körlüğü, kalbin...
İç acıtan başkaldırılardan yorgun susuzluk, bileğim kızıl güneş..
Dudak kenarı çizgime boyuyorum imzayı, tensiz dua ayinlerine bakarak...
Kirpiklerimde nöbet tutan sisten dökülmeyen ışık, trafik kazası kayboluşlarım...
Denize karışan ada doğuruyor, özgürlük kadar güzel omzunu, gecenin...
Silemediğim işlemler, kurşun kalem izi yanaklarım bu akşam...
Tel örgüler zorlar, boynuma dağılan ipeğini var oluşun... Ve alay fenerleri kırılır seherde...
Maziye düğümlü bir isim şimdi sol bileğimdeki ağırlık.. Taşıyamadığım zaman göstergelerinden doğumgününü çaldım bu sabah, sabahlar sancılı güz yaprak intiharları...
Zincirsiz esaretlerle boyuyorum ellerimi, erguvan..
Kanım, erguvan...
Uykum, tetikte asker...
Kayıp yol.
Ulaşılamayan çamur suyu maziye vurgun-sun; yangın yeri bu ikindiler...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay Tarihi Fırsat, Tarihi Fiyasko |
|
Günlerdir sokaklar savaş alanı gibi,
Çocuklar ön saflarda yerini alıyor,
PKK yazılı bezler asılıyor,
DTP alenen PKK'yı destekliyor,
Öcalan serbest bırakılsın deniyor,
Sınırda çiçeklerle karşılan 29 terörist içimizde eylemlerini hazırlamaya devam ediyor,
Askerlerimiz şehit oluyor, gazi oluyor,
Emine Ayna (TBMM/Milletvekili) ortalığı kan gölüne çeviririz diyerek tehdit ediyor,
Halk Devletine milletine karşı isyana teşvik ediliyor,
Tüm bu gelişmelere rağmen;
İlle de Kürt açılımına devam deniyorsa şayet; bir yeri düzeltmekte fayda var.
Kürt sorununa ilişkin yapılan Kürt açılımı; sorunların gerçek entelektüel geçmişi bilinmeden yapılan yanlış hesaplar ve yanlış yönetimler sonucu "PKK terörü örgütü açılımına" dönüşmüştür. Ne acıdır ki demokrasi çemberine dahi girmeyen bu açılım bumerang gibi ülke aleyhine dönüşmüştür.
Kürt açılımı ile amaç; bölge halkının sorunlarını çözmek, devletin şefkatli ellerini uzatmaksa eğer bunu terörü muhatap alarak yapılmayacağı açık. Kürt kökenli Türk vatandaşların temsilcisi olarak DTP kendini gösteremez veya PKK bölgede yaşayan vatandaşların temsilcisi olamaz. DTP kapatılma davası sürecinde ve öncesinde PKK ile bütünleşmiş hain saldırılarla, kanla isteklerini yerine getirtmeye çalışmaktadır.
Öcalan'ın koğuşu darmış,
Nefes alamıyormuş,
İyi bakılmıyormuş,
Salatasının domatesi yanlış doğranmışmış,
Yastığı kuş tüyü değilmiş,
Ahmet Türk'ün evi, odası dahi Öcalan'a sağlanan şartlara dahi erişemez. Her gün yemekleri içecekleri denetimden geçirilirken, Ahmet Türk'ün besinden zehirlenme olasılığı daha yüksektir.
Kaldı ki dağlarda mağaralarda (inlerde), yaşayan bebek katili için fazlası ile lüks bir koğuş. Bir eli yağda bir eli balda binlerce vatandaşın katili keyif sürsün bunu dahi beğenmeyen DTP isyan başlatsın.
Neyin isyanı DTP, neyin hesabını yapıyorsunuz PKK terörüne destek vermekten başka?
Tokat'ta yapılan hain saldırı sonucu sokaklara Türk halkını sokaklara döküp bir çatışma, kargaşa ortamı yaratılmak istenmektedir.
Kapatılsın açılım kapısı…
İçeri giren çözüm değil, yalnızca terörden nemalananlar ve terörü destekleyenler ve teröristler.
Analar ağlıyor,
Evlatlar uğurlanıyor,
Başımız sağ olsun, Allah rahmet eylesin… (Amin)
Nuran Talay Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Alkım Saygın GDO hakkında Livaneli'den târihe geçecek îtiraflar |
|
Hani demişler ya, "İnsan 7'sinde neyse 70'inde de odur" diye, inanmayınız; gençliğinde Batı emperyalizmine ateş püskürenler, bir vakit sonra bir de bakmışsınız ki "değişivermişler".
Zülfü Bey'deki "değişimler" sanırım hepimizin mâlûmu; ancak, şu son günlerdeki tartışmalar daha çok, Zülfü Bey'in bir döneme damgasını vurmuş bestelerini metâlaştırmasına ve şu sözde "Kürt Sorunu"na(!) bakışına odaklanmış gibi görünüyor.
Oysa Zülfü Bey, çoktandır Batı emperyalizminin sözcülüğünü yapıyor; UNESCO'da göreve başladığı 1996'dan beri maalesef "hümanizm"(!), "çağdaşlaşma"(!), "insan hakları"(!), vs. lâflar adına emperyalizmin dümenine su taşıyor.
Bu bağlamda ben, burada bir konuyu gündeme getirmek ve aslında şu sözde "Kürt Sorunu"ndan(!) daha önemli gördüğüm bir meseleyi -ülkemizde gündemin biraz hızlı değişiyor olması nedeniyle belki gözünüzden kaçmıştır diye- dikkatlerinize sunmak istiyorum:
Bakınız Zülfü Bey, Vatan'da 03.06.09 târihli "Genetikle oynamak doğru mu?" isimli yazısında ne buyurmuşlar: "Birkaç yıl önce Pâris'te, elips biçiminde bir masanın başına oturmuş yirmi kişiyiz. Avrupa Konseyinin kültür komisyonu üyeleri olarak bulunuyoruz orada.
Herkesin bildiği gibi her karar, komisyonlarda pişirilir hazırlanır ve Avrupa Konseyi Parlamentosuna sunulur. Bunlar genellikle de kabûl edilir. O gün önemli bir konu tartışılıyor. Kısaca GMO denilen genetiğiyle oynanmış ürünler konusunda bir Avrupa kararı alınacak. İçimden gelen ilk tepki, bu ürünlere kesinlikle izin verilmemesi ve dünyânın böyle tehlikeli mâceralara atılmaması. Ama biraz sonra işler değişiyor.
Yazının bu noktasında bir parantez açarak şuna dikkatinizi çekeyim. O masa çevresinde oturanların hiçbirisi bilimadamı değil. Değişik ülkelerden Konsey Parlamentosu üyeleri. Yâni siyâsetçi. Peki bu kişiler, bu kadar önemli bir bilimsel konuda nasıl karar alacak, hangi bilgi birikimine dayanarak karar oluşturacak?
Örneğin ben! Ne anlarım genetikten, tarımdan, üründen. Ama ne yazık ki, bütün dünyâda kararlar böyle alınıyor. Eksiği gidermek için toplantıya dünyâ çapında bâzı uzmanlar dâvet edilmiş.
İlk olarak, önemli bir laboratuarın başındaki bir Alman genetik profesörü konuşuyor. Dinledikçe adamın bilgi düzeyine, konuya hâkimiyetine hayran oluyorum. Sonra bir Fransız bilimadamı, derken diğerleri.
Dünyâ bilgi birikiminin zirvesindeki bu kişileri dinlerken kendi kendime diyorum ki: "Sen kendi önyargılarını bir tarafa bırak bakalım. Bu bilginlerin yanında senin fikirlerinin ne önemi var ki. Saygıyla onların dediği yönde kullan oyunu."
Öyle de yapıyorum. Peki, bu uzmanlar ne mi dediler? Kısaca şöyle. Eğer bugün genetiği değiştirilmiş ürünler olmasa, dünyâ aç kalır! Bu çarpıcı gerçeği kafamıza dank diye indiriyorlar. Sayılar veriyorlar.
İkincisi, genetiği değiştirilmiş ürünlerin yol açtığı hiçbir hastalık saptanmamıştır. Kayıtlarda böyle bir şey yoktur. Eğer bu ürünler yasaklanırsa, insanlığın karşı karşıya geleceği felâketler, zincirleme olarak muazzam noktalara varacaktır."
Acabâ öyle mi? Acabâ gerçekten de "bugün genetiği değiştirilmiş ürünler olmasa, dünyâ aç kalır" mı? Acabâ açlık, gerçekten de GDO'la giderilebilir mi? Acabâ genetiği değiştirilmiş ürünler olmazsa insanlık, gerçekten de zincirleme olarak çok ciddî felâketlerle mi karşılaşacak? Bugün karşılaştığımız açlık sorunu, acabâ GDO hakkında gerekli önlemlerin daha önceden alınamamasının bir sonucu mudur?
GDO hakkında bu "hiçbir şey bilmeyen" Avrupa Konseyi Kültür Komisyonu üyeleri, nasıl böylesine ciddî bir karara imzâ atabilirler? Onları oraya kimin, nasıl tâyin ettiğinden de önce, GDO hakkında herhangi bir "kültür komisyonu" nasıl karar alabilir; bu konu bir "kültür"(!) konusu mudur, yoksa çok daha ciddî bir sağlık, çevre ve ekonomi sorunu mudur?
Müzik konusunda, edebiyat konusunda; yâni temeli insan (ve doğası) olan konularda kendisini ispatlamış bir sanatçı, nasıl olur da "içinden gelen ilk tepki"yi gösterip -ki onu "sanatçı" kılan da budur aslına; GDO hakkında engelleyici bir tutum sergilemek yerine, bu birtakım "bilimadamlarının"(!), "sosyal mühendislerin", "etki ajanlarının", vs. sözleriyle hareket eder; bir sanatçı, ortak insanlık ideâllerine bu kadar mı kayıtsız kalabilir?
O "çok önemli bir laboratuarın başındaki Alman genetik profesörü" ve diğerleri, acabâ kim adına, ne adına konuşuyor; kapitalist sistem içinde bu tür "önemli yerlere" getirilen kişiler, acabâ insanlık ideâllerini gözetmek için mi çaba gösterir, yoksa küresel kapitalizmin devâmını sağlayacak olanaklı koşulları tesis etmek için mi?
Zülfü Bey bunları düşünememiş mi? Zülfü Bey'in "bir tarafa bıraktığı önyargılar" acabâ nedir? Bunlar arasında acabâ millî ekonomi, millî kültür ve millî devlet ilkeleri de var mıdır; başta sağlık, eğitim ve çevre sorunları olmak üzere, bu alanlarda millî devletlerin üstlenmesi gereken görev ve sorumluluklar hakkında bugün Batıda bile mutâbakat sağlanmışken, acabâ Zülfü Bey'e bunlar birer "önyargı" gibi mi görünmektedir?
Gerçek bir sanatçıya yakışan tavır, acabâ "Bu bilgilerin yanında senin fikirlerinin ne önemi var ki. Saygıyla onların dediği yönde kullan oyunu." demek midir, yoksa o "sanatçı duruşu" denilen şeyin gereğini yapıp masadan kalkmak, bu sözde "bilgiler"(!) hakkında daha geniş araştırmalar yaparak konuyu bizzat kendi gözleriyle incelemek ve vardığı sonuçları başka uzmanlarla ciddî ciddî tartışmak, sonra da bizzat kendi kararını vermek midir? Bu sorunlar karşısında bu sözde "bilgiler"in(!) borazanlığını yapmak, ne zamandan beri bir "fikir adamı"ndan beklenen şeyler arasına girdi?
İmdi bu sorular, aslında çok önemli bir gerçekler yumağını kafamıza çakan balyoz darbeleridir. Zîrâ görünen o ki, popüler kültüre ve tüketim endüstrisine eklemlenen bir yazar, sanatçı, fikir adamı, aslında dialektik olarak kendi sonunu hazırlıyor. Ve demek ki, ilk gençlik yıllarında yeteri kadar "özümsenememiş" birtakım bilgiler, "yaş kemâle erdikçe", içeriği unutularak, yalnızca vitrinde saklanıyor ve yalnızca "ihtiyaç duyulduğunda kullanılıyor". Ve size gönül vermiş, sizin üzerinizde bunca hak sahibi olmuş geniş halk kitleleri, aslında basit bir komisyon karârıyla terk edilebiliyor, kendi gelecekleri hakkında çaresizliğe mahkûm bırakılabiliyor.
Ne kadar üzücüdür ki, tüm dünyânın kaderi, "elips biçiminde bir masanın başına oturmuş bu yirmi kişi" tarafından bu kadar kolay, bu kadar ucuz bir biçimde karartılabiliyor. Meraklısı için söyleyelim. Genetiği değiştirilmiş organizmalar, gerçekten de doğadaki canlı çeşitliliği için en önemli tehlikeler arasında; milyonlarca yıllık bir zaman diliminden geçerek olanaklı en geniş mükemmelliğine ulaşan bu çeşitlilik, genetiği değiştirilen organizmalarla ciddî bir bozulmaya ve kocaman bir bilinmeze mahkûm bırakılıyor.
Bu organizmalar ile diğer canlı türlerinin temâsa geçmesiyle oluşacak yeni türler hakkında, bugünden bakarak iyi şeyler söylemek oldukça güç; çünkü hiçbir "ciddî" bilimadamı, ne olabileceğini kestiremiyor. Bu bilimadamları, "genetik kirlilik" dedikleri bu sorun karşısında -seslerini duyurabildikleri ölçüde- tüm dünyâ kamuoyunu göreve çağırıyor; zîrâ doğa, başka birçok şeyi affetse bile, bu tür genetik değişimler sonucu ortaya çıkan sorunları hiç mi hiç affetmiyor.
Kaldı ki, GDO'la ilgilenen "bilimadamları" bile, sürecin fazlasıyla "belirsiz" olduğunu söylemek zorunda kalıyor ve çocuklar ile diğer risk gruplarının (hâmileler, kalp hastaları, vb.) genetiği değiştirilmiş yiyeceklerden uzak durmaları konusunda açıklamalar yapıyor. Şu hâlde, işin bizzat içinde bulunan kişiler bile, GDO hakkında "zararsızdır" diyemiyorsa, konuya dışarıdan bakan kimselerdeki bu fütursuzluk nedir?
Onlara kalsa, BM ve diğer "uluslararası güçler", GDO hakkında bir sorunla karşılaşılırsa, gerekli önlemleri almak için devreye girecektir; ancak, mesele de tam olarak bu zâten. GDO'lar bizzat BM ve ona bağlı kurum ve kuruluşların aldığı kararlarla ekosisteme dâhil ediliyor ve bunların zararlı sonuçları ortaya çıktığında iş işten geçmiş olacak. Peki bunun anlamı, göz göre göre yeni Frankenstein'lar yaratmak değil midir!
Ancak işin ilginç tarafı, başta Kanada olmak üzere çok sayıda "gelişmiş ülke"(!) durumun farkına vardı ve GDO'lar hakkında ciddî sınırlandırmalar/yasaklamalar getirdi, genetiği değiştirilmiş ürünlere kotalar koydular; ama Türkiye'de Tayyip Bey Hükümeti, bu ürünlerin ithâlâtına yeşil ışık yaktı.
Ve tabiî, Greenpeace gibi küresel çapta faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları da düzenledikleri çeşitli kampanya ve gösterilerle, genetiği değiştirilmiş soya fasulyesi, mısır, kakao tohumu, patates, domates ve pamuk gibi ürünlerin her ne şekilde olursa olsun, ithâlâtını ve ihrâcâtını yasaklamak için mücâdele ediyor.
Ancak, burada karıştırılmaması gereken en önemli nokta şu. Tohum ıslah çalışmaları ayrı bir konudur, "açlıkla mücadele etmek" nâmına besinlerin genetiğiyle oynamak başka. İnsan eli çünkü, özellikle de son iki yüzyıldan beri, ne zaman doğaya "müdahâle" etmek istemişse, her defâsında ekosisteme ciddî zararlar vermiş, sonuçta faturayı da bizzat kendisi ödemiştir/ödemektedir.
Şu hâlde bu kaynaklar, niçin tohum ıslah çalışmalarına ayrılmaz da GDO'la ilgili "araştırmalara" ayrılır, diye düşünecek olduğumuzda ise karşımıza tam da uluslararası ilişkilerdeki iktidar mücadeleleri çıkıyor. Nitekim, "Radikal'in sorularını yanıtlayan Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı Yetkin, genetiği değiştirilmiş bitkilere "soğuk baktığını" söylerken, "çünkü her ürünün kendi genleri ve doğalı var" dedi. Genetiği değiştirilmiş bitkilerin çok sayıda "bilinmez" içerdiğini savunan Yetkin, "Bir bakıma ülkenin geleceğini riske atmaktadır. Yüksek verim almak için bu bitkileri satın alırsınız, ama öyle stratejik bir silâhtır ki, bin pişman olabilirsiniz" dedi.
Bilimsel veri tabanının eksikliğine dikkat çeken Yetkin, konunun dünyâda da tartışılmaya devâm ettiğini söyledi. Bu ürünlerin başta ABD ve İsrâil'den Türkiye'ye gireceğine dikkat çeken Yetkin, "Bu ülkelerde çoğunlukla kendileri kullanmak için değil, dışarıya satmak için kullanıyorlar. Doğal bir üretim biçimi değil, öyle olsa neden mamalarda kullanılamayacak? Risk taşıdığı belli." ifâdesini kullandı. Yetkin, Türkiye'nin kendi tohumlarını ıslah ederek verim çeşitliliğini sağlayabileceğini söyledi." (Radikal, 02.06.09)
İşte, kendi kulaklarınızla duydunuz, İbrahim Yetkin, GDO hakkında çevrilen dolapları çok güzel özetlemiş; bize de söyleyecek pek bir şey bırakmamış. O hâlde, biz yalnızca şunu ekleyelim. Son 60 yıldır dünyâ genelinde tarımsal üretim yüzde üç yüz elli oranında artmışken, açlık oranı yüzde altmış beş artmıştır; demek ki dünyâ genelinde açlığın nedeni, tarımsal üretimde verimin düşük olması değil; bu üretimin doğru, âdil bir biçimde paylaşılamaması ve küresel kapitalizmin elinde birikmesi, tarım sektörü üzerinde oynanan bu kirli oyunlardır.
Yâni mesele, bizzat kapitalist sistemin kendi iç sorunlarından kaynaklanan bir meseledir ve bunun çözümünü de buralarda aramak lâzımdır; ekosisteme ciddî zararlar vereceği ortada olan yeni yöntem ve tekniklerde değil. Dile kolay, milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içinde evrimleşmiş bir ekosistem, şu birkaç on yıl içinde altüst edilecek; bunun elbette ki zararlı sonuçları olacaktır; bunu anlamak için ille de genetik mühendisi olmak mı lazım! Üzerimizdeki yırtığı görmek için, ille de terzi mi olmak lazım! Ama "Kralın terzileri", elbette ki hükümdarlarının giysilerine türlü methiyeler düzecektir; nitekim, Zülfü Bey ve arkadaşları da artık, bestelerini Krallarına ithaf etsinler! (Yoksa "özgürlük"(!) de bu Kralların özgürlüğü mü!)
Ve öyle görünüyor ki Zülfü Bey, yazısında da belirttiği gibi, "genetikten, tarımdan, üründen" anlamamasının yanı sıra, ortak insanlık ideâllerinden de (artık) anlamıyor; (artık) bu ideâlleri de "piyasa ekonomisi içinde anlamlandırmaya çalışıyor". Ve bence, bu îtiraflarında en dikkat çekici nokta da bu; çünkü, uluslararası hukukun nasıl işlediğini, bu kurum ve kuruluşlarda kimlerin, neye, nasıl oy verdiğini az çok biliyoruz bilmesine ama, bu işlere gerçek bir sanatçının bile nasıl alet olabileceğini hiç mi hiç anlayamıyorduk; Zülfü Bey, bize bu konuda yeterli ipuçları sunmaktadır.
Kezâ popüler kültüre, tüketim endüstrisine eklemlenme çabası, bunu yaparken kendisine yabancılaşması, kendisine olduğu kadar insanlık ideâllerine yabancılaşması, bu konuda bize yardımcı olmaktadır. Oldu olacak, "Yiğidim Aslanım" türküsünü de bu sistemin para babalarına, lortlarına, ağalarına ithaf etsin!
Hem fenâ mı olur; Zülfü Bey ve bu yirmi arkadaşının vicdanları hiç mi hiç sızlanmadan aldıkları bu karar, dünyâ genelinde GDO hakkında ciddî bir "demokratik meşrûiyet"(!) sağladı, eğer bu gidişâta bir son verilmezse, bizden sonraki nesiller artık hiçbir canlıyı "doğal" hâliyle göremeyecek, hiçbir besin maddesini "doğal" hâliyle tadamayacak ve böyle bir dünyâda "aslanlar" da "aslan gibi" olmayacak; şu hâlde Zülfü Bey, onlara "aslanları" bu yolla daha iyi anlatır!
Fakat kim bilir, şiirlerini yıllarca seslendirdiği Nâzım Hikmet; bu insanlık ideâllerinin büyük şâiri, Zülfü Bey'in bu yapıp ettiklerini görseydi, acabâ ne derdi? Bunu bilemem ama, Fikret yaşasaydı, eminim şöyle derdi:
"Düşsün sana meyyal-i tahakküm eğilen ser
Kopsun seni bir hak diye alkışlayan eller" (Doksan Beşe Doğru'dan)
Ne dersiniz, yoksa Zülfü Bey, bu şiiri de besteleyip bunu da piyasaya bir metâ olarak sunabilir mi! Vallaha, olur mu olur; kapitalist sistem ve emperyalizm çünkü, demir pençelerine hapsettiği kişilere neler yaptırmıyor ki!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Son Diyar
Bana ağıtımı yazmak mı kaldı?
Kendi kaderimin,kendi bahtımın...
Aşk umutlarıma korkular saldı,
Korkular içinde duygular yarım,
Korkular içinde bir yol ararım...
Bir anda değişir hayatın yönü
Ey gönül! Ne oldu anlayamazsın...
Bilinmez zamanın arkası önü,
Zaman az,hayal çok,çaresiz kaldım
Hayaller tükendi ben sessiz kaldım...
Umutlar içimde bir kanlı düğüm,
Uzatıp elimi,çözemez oldum...
Söyleyin! Kabus mu yoksa gördüğüm?
Ne kabus ne yalan,eyvahlar olsun
Rahmetin gördüğüm son diyar olsun...
Hasan Hüseyin Çağıran
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|